Sayı 56 / Mart-Nisan 2023

İnsan çağı diye adlandırılan ve bir toplum biçimi ve toplumsal üretim tarzı olarak kapitalizmin doğaya müdahalesinin en kapsamlı ve derin boyutlarda fiilleştiği bir dünya-tarihsel dönemi yaşıyoruz. İnsan-doğa ilişkisi ve çelişkisinin bu denli boyutlandığı ve nitelik değiştirdiği başka bir dünya tarihsel dönem bulunmuyor. Ekolojik krizler ve toplumsal felaketler zincirinin insanlığı kendi yıkım anaforuna çektiği günümüz koşullarında, hayli zamandır karşımızda duran soru şudur: Dünyanın sonu mu geliyor? Bir kıyamet anına doğru mu yaklaşıyoruz? Covid-19 pandemisiyle “Dünyanın sonu mu geliyor?” sorusu gerçek bir küresel toplumsal duygu ve kaygı olarak gelişip genelleşti.

6 Şubat ve ardından gerçekleşen depremlerin yarattığı konjonktür sürüyor. Son yıllardaki yangın, sel ve ardından küresel salgın felaketlerinin her birinde farklı bağlamlarda biriken toplumsal deneyimlerin giderek bilince çıkarıldığı, siyasi sonuçlarının belirginleştiği bu yeni felaket konjonktüründe emekçi solun tüm kesimleri büyük bir seferberlik içine girerken mesele farklı boyutlarıyla kapsamlı bir şekilde yazınsal olarak incelendi.1 Ortaya çıkan tablo olayın sıcaklığında öznelerin hareket tarzında önemli bir dönüşüme yol açacak sonuçlar çıkarmadı. Ancak meşruiyet bilincine yaslanarak el yordamıyla ilerleyen emekçi solun devrimci kesimleri daha önce olmadığı biçimde halkla kaynaşırken “devrim yapma” varoluş görevlerine dair bu kaynaşmadan sonuçlar çıkarmayı ihmal etmediler. Bu yazıda depremin ardından geçen 2 aylık süreçteki kimi tespitlere dayanarak bu konjonktürde çıkarılan sonuçların devrimci varoluş tarzında genelleştirilebilir olup olmadığını ele almaya çalışacağım.

6 Şubat’ta gerçekleşen Maraş merkezli iki büyük depremin Türkiye ve Suriye’de yarattığı yıkım korkunç boyutlarda oldu. Türkiye sınırları içinde kalan 11 kentte 13,5 milyon insanı etkileyen depremde, hiçbir inandırıcılığı olmayan resmi açıklamalara göre hayatını kaybedenlerin sayısı 50 binin, yaralananların sayısı ise 107 binin üzerinde. Toplu mezarlardaki sayısı belirsiz mültecilerin payına yine kayıtsızlık düştü. Enkaz kaldırma çalışmalarında molozların içinden cesetlerin veya ceset parçalarının çıktığı basına yansıdı. İlk üç gün gelmeyen arama-kurtarma ekipleri daha sonra cenazeleri çıkarmakla uğraşmadı. Henüz enkazı kaldırılmayan evlerin duvarlarına “Altında yakınım var, enkaz kaldırırken haber verin” yazıldı. Enkazdan kurtarılıp hastanelerde ya da çadırlarda yaşamını devam ettirirken ölenlerin sayısını da yine öğrenemeyeceğiz.

“Doğal afet” diye tanımlanan deprem, sel gibi felaketlerin bütün toplumsal, sosyal ve ekonomik yaşamı olumsuz etkilediği biliniyor. Ancak gözardı edilen bir gerçek var ki, o da, bu tür felaketler, her durumda ikinci cins görülen kadınların yaşamını altüst ediyor, kadın cinsi üzerinde daha ağır yıkımlar yaratıyor. Ne felaket anında ne sonrasında ne de sonuçlarında erkek cinsiyle eşitlik söz konusu değil. Küresel ölçekte de, coğrafyamız düzeyinde de bunu doğrulayan sayısız örnek var.

Uzayıp giden bir grev çarpışmasında karşılaştıkları ve boğuştukları sayısız zorluklar grevcilerin duygu ve düşüncelerini kötü bir anlaşmayı, uzlaşmayı kabullenme çizgisine doğru geriletebilir. Bu durumda öncü işçilerin sorumluluğu bu eğilime karşı direnmek, bu geri eğilimle mücadele ederek, grevin amacına ulaşması için işçileri ikna etmeye, işçilere direniş gücü kazandırmaya çalışmaktan ibarettir. Kuşkusuz gerileme eğilimi öncülere rağmen egemen hale gelebilir, grev yenilgi anlamına gelen kötü bir uzlaşma ile de sonuçlanabilir. Asıl olan grev-direniş saflarında gelişen geri eğilime, cereyana karşı devrimci öncülerin direnebilmesidir. Kitle eğilimine teslim olmak, devrimci öncülerin rol ve misyon kaybıdır, öncülerin varoluşsal temellerini aşındırır.

İşçiler ve ezilen halklar NATO'nun vahşi neo-nazi savaş makinesini yenecek gücü ancak birlikte durarak bulabilirler. Aşağıdaki mesaj Dünya Antiemperyalist Platformu örgütleyicileri tarafından 27 Ocak Cuma günü Atina'da düzenlenen Balkanlar bölgesinden antiemperyalistlerin toplantısına gönderilmiştir.

***

Bugün Balkanlar'ın farklı yerlerinden gelerek Atina'da buluşan yoldaşları büyük bir memnuniyetle selamlıyoruz. Aralık ayında Belgrad'da gerçekleştirdiğimiz konferansın ardından, bu kritik dönemde Güneydoğu Avrupa'da antiemperyalist çalışmanın kapsamını genişletmeye ve örgütlenmesini geliştirmeye başlayan bu bölgesel girişimi görmekten heyecan duyuyoruz.

Atina’da Balkanlar bölgesinden antiemperyalistlerin toplantısı gerçekleştirildi. Bu konferansa Dünya Antiemperyalist Platformu organizatörleri tarafından gönderilen mesaj pek çok bakımdan dünyanın kimi ilerici güçleri arasındaki kafa karışıklığını resmediyor. Söz konusu mesajda şöyle deniliyor: “Dünya pazarı derin bir krize sürüklenirken, tekelci ülkelerin finans ağaları birbirleri pahasına hayatta kalmak için mücadele ediyorlar. Bir yandan, yaşam standartlarını ezerek ve emeğimizden son zerresine kadar kâr elde ederek krizin yükünü işçilerin sırtına yıkmaya çalışıyorlar. Öte yandan, dünyanın ganimetinden kimin ne kadar pay alacağı konusunda birbirleriyle rekabet ederken bile, yağma ve egemenlik arzularına direnen her ülkeyi yok etmek için birleşiyorlar.” Bu, yerinde ama eksik bir tespit. Emperyalizmin yeni evresi emperyalist küreselleşme ve onun varoluşsal krizi kavranmadan işçi sınıfının devrimci siyaseti ortaya çıkarılamaz. Kapitalist dünya pazarı derin bir kriz içinde. Peki bu krizin mahiyeti nedir? Bu kapitalist emperyalizmin bir varoluşsal krizidir.

GSYİH açısından eşitsiz gelişme ve sonuçları:

Emperyalist çağda Çin'in dünya GSYİH'sındaki payı, verili yıllarda yüzde 8,9'dan (1913) yüzde 4,5'e (1950) geriler ve sonrasında 1973'te yüzde 4,6'ya ve 20. yüzyılın sonu (1998) itibariyle de yüzde 11,5'e çıkar. 20. yüzyılın sonu itibariyle Çin, GSYİH bazlı dünya ekonomisinde ABD'den sonra 2. sırada yer alır. ABD, verili yıllar bakımından 1870'de yüzde 8,9 oranlık payıyla Çin, Hindistan ve İngiltere'den sonra 4. sıraya çıkar. Sonraki dönemde ABD, dünya GSYİH üretiminde sürekli ilk sırada yer alır. ABD’nin payı 1950’de 27,3’e kadar çıkar,sonraki dönemde bu pay giderek geriler ve 20. yüzyıl sonunda yüzde 21,9'a düşer.

1

Fransa'da 19 Ocak'tan bu yana devam eden hareket birçok açıdan heyecan verici. Sadece iki ay içinde ülkenin siyasi atmosferini derinden değiştirdi, hakim olan yenilgiciliği geri püskürttü, kurulu sosyal düzenin ve neoliberal politikaların gayretli savunucularının dengesini sarstı (hatta korkuttu) ve mücadeleye katılan milyonlarca insanın ufkunu genişletti ve bunu yaparken de kendi güçlerinin düzeyine dair bir fikir vermeye başladı. Her şeyden önce bu hareketlenme, Macron hükümetinin toplumsal olarak ne kadar izole olduğunu göstererek Fransa'da yıllardır derinleşmekte olan hegemonya krizini hiddetlendirdi. Kendini siyasi olarak ifade etmenin yollarını bulamayan toplumsal hoşnutsuzluğu kristalize etti ve başta işçi sınıfı ve gençler olmak üzere nüfusun büyük bir kesiminin Macron ve hükümetine yönelik genel güvensizliğini meşru bir öfkeye dönüştürdü.

ML komünist öncünün çeyrek yüzyıllık devrimci yürüyüş parkuruna bakıldığında üç devrimci konak ve sıçrama fotoğrafı açıkça görülür. Politik tarihin kaydettiği bu üç uğraktan her biri ML komünist öncünün de devrimci atılım momentlerini ve tarihsel dönüm noktalarını işaretler. Gazi, Gezi/Haziran ve Rojava devrimci atılımları, ayaklanmadan devrime yürüyen ML komünist öncünün çeyrek yüzyılda kat ettiği devrimci mesafenin en önemli ve değerli kilometre taşlarını da gösterir. Kendi tarihini yapan partinin varlık amacını belgeler. ML komünist öncünün devrim yürüyüşündeki bu üç devrimci atılım döneminin her biri özgün çizgiler ve motiflerle karakterize olur.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi