Proletaryanın büyük öğretmeni Lenin, ezilen ve sömürülen sınıfların kurtuluşu davasının zaferi için, devrimci bir sınıf partisinin ne denli gerekli ve yaşamsal olduğunu şu iyi bilinen sözleriyle anlatıyordu:
"Proletaryanın egemenliği ele geçirme uğrundaki savaşımında örgütten başka silahı yoktur. Burjuva dünyasında anarşik rekabetin baskısı altında ayrılığa düşürülen, sermayeye kölecesine çalıştırılarak, ezilen ve sürekli olarak koyu yoksulluk, gerilik ve yozlaşmanın 'derinliklerine' itilen proletarya, ancak marksizm ilkelerine dayanan ideolojik birliğinin milyonlarca emekçiyi işçi sınıfının ordusunda sıkı sıkıya toplayan örgütün maddi birliğiyle perçinlemesi sayesindedir ki, yenilmez bir güç durumuna gelir ve gelecektir de." (Bolşevik Partisi Tarihi, Syf. 67)
Gene o, Komünist Enternasyonalin İkinci Kongresi’nin Temel Görevleri Üzerine Tezlerinde şunları söylüyordu:
"Kapitalizme karşı zaferin kazanılması, önder, Komünist Partisi, devrimci sınıf -proletarya- ve yığınlar, yani bütün emekçiler ve sömürülenler arasında doğru karşılıklı ilişkileri gerektirir. Ancak Komünist Partisi, eğer o gerçekten de devrimci sınıfın öncüsüyse, sınıfın en iyi temsilcilerini bağrında barındırıyorsa, kararlı devrimci savaşımın deneyimi içinde eğitilmiş ve çelikleşmiş tümüyle bilinçli ve sadık komünistlerden meydana geliyorsa, eğer bu parti sınıfın tüm yaşamıyla ve bu yolla tüm sömürülen yığınlarla kopmaz bağlar kurmuş ve bu sınıfın ve bu yığınların güvenini tümüyle kazanmayı başarmışsa, -işte ancak böyle bir parti, kapitalizmin bütün güçlerine karşı en acımasız, kararlı ve sonal savaşımda proletaryaya önderlik edebilecektir." (Lenin, The Communist International, Syf. 165)
Marks ve Engels'in günlerinden bu yana işçi sınıfının ve diğer sömürülen ve ezilen katmanların deneyimi, yukardaki sözlerde anlatım bulan ilke ve yaklaşımların geçerliliğini yeniden ve yeniden kanıtlamaktan başka bir şey yapmamıştır. Burjuvazi ve onun az çok uzak görüşlü siyasal temsilcileri şunu yeterince kavramışlardır (Hatta onların bu gerçeği, küçük burjuva devrimcilerinin hemen hemen hepsinden ve ne yazık ki bazı komünistlerden daha iyi kavramış olduklarını bile söyleyebiliriz.) Proletaryanın, marksizm ilkelerine dayanan ideolojik birliğinin sağlam zemini üzerinde örgütlenmiş, sınıfın en kararlı, en militan ve en ileri öğelerini bağrında toplayan ve başta işçi sınıfı gelmek üzere sömürülen ve ezilen yığınlarla sımsıkı bağlara sahip bir devrimci sınıf partisinin olmadığı koşullarda ne emeğin gerçek ve sonal kurtuluşu sağlanabilir, ne de faşizme, emperyalizme, ulusal zulme vb. karşı yürütülen savaşım kalıcı bir zaferle taçlanabilir. Bu nedenle onlar, bir yandan teori ve ideoloji planında leninist parti öğretisine karşı -demagoji, çarpıtma ve Kara çalmalarla karakterize edilen- kesintisiz bir savaşım sürdürürken, bir yandan da pratik planında komünist parti ve örgütleri çökertmek, yolundan saptırmak, provoke etmek, bölmek, kendi ajanlarının denetimine sokmak için her türlü yol ve yönteme başvurmakta ve bu konuda büyük bir karşıdevrimci deneyim birikimi oluşturmuş bulunmaktadırlar. Kendilerini marksist-leninist olarak gösteren küçük burjuva devrimci örgütler ve kişiler komünist parti ve örgütler içine sızan açık ve gizli revizyonistler, liberal burjuvazinin kuyruğundan ayrılmayan reformistler ve sosyal demokratlar ve devrimin her türlü geçici yol arkadaşlarıysa kural olarak, burjuvazinin ve onun siyasal temsilcilerinin, leninist parti öğretisinin teori ve ideoloji planında çarpıtılması ve pratik planın da bozulması yolundaki sistematik ve sürekli etkinliğinin bilinçsiz ya da bilinçli yardımcıları konumundadırlar. Dolayısıyla, sözcüğün en geniş anlamıyla devrimci saflarda, genel olarak burjuva ideolojisine ve özel olarak leninist parti öğretisinin çarpıtılması ve bozulmasına karşı kesintisiz savaşım, sınıf bilinçli proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü savaşımın son derece önemli bir cephesi, kopmaz bir parçası ve organik bir öğesi olarak kavranmak ve ele alınmak zorundadır. Bu bağlamda gerek marksizm leninizmi kavrayamamış ya da kısmen kavramış içtenlikli devrimcilerin ve gerekse ideolojik ve siyasal bakımdan yeterince gelişmemiş ve çelikleşmemiş komünistlerin kendi teori ve pratiklerinde anlatımını bulan siyasal hata ve zaafların, oportünist alışkanlık ve anlayışların burjuvazinin önemli ve bazen de çok önemli bir yedek gücü olduğunu söylemek, hiç de abartma olmayacaktır. Lenin,
"Çalışan yığınların hareketlerinin süreci içerisinde kendi başlarına formüle edecekleri bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, tek seçenek şu oluyor- ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık "üçüncü" bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf -dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji sözkonusu olamaz.) Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsememek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir." (Ne Yapmalı?, Syf. 53-54)derken, tam da bunu kastediyordu. Komünist partisi, yalnızca proletaryanın, burjuvaziye ve bağlaşıklarına karşı savaşımında yakın ve uzak hedeflerine ulaşması ve kendi sınıf diktatörlüğü yoluyla sosyalizmi ve komünizmi kurmasının vazgeçilmez aracı olmakla kalmaz; o aynı zamanda sınıfın kolektif belleği, onun burjuvaziye ve diğer sömürücü sınıflara karşı süregelen savaşımında biriktirdiği deneyimlerin taşıyıcısıdır da. Marksist-leninistler; emperyalist ve diğer burjuvazinin, siyasal ve ideolojik kurumları aracılığıyla kendi kolektif belleğini ve karşı-devrimci deneyim birikimini muhafaza ederken, uluslararası örgütlülüğü dağılan proletaryanın bu olanaktan yoksun kalmış olduğunu ve bunun dünya proleter devriminin gelişmesini büyük ölçüde yavaşlatan, hatta engelleyen çok önemli bir fren işlevini yerine getirdiğini hesaba katmazlık edemezler. Onlar, özellikle 1956'dan sonra Sovyet modern revizyonizmi başta gelmek üzere bir dizi oportünist ve revizyonist akımın uluslararası komünist hareketin saflarında yaratmış bulunduğu ve başında Enver Hoca yoldaşın bulunduğu şanlı Arnavutluk Emek Partisi başta gelmek üzere ve bir dizi komünist parti ve örgütün çabalarına karşın tam olarak önü alınamayan ve giderilemeyen ideolojik ve örgütsel gerileme ve mevzi yitirme sürecinin 1989-'90 yıllarında yaşanan çöküşle daha da ileri boyutlara vardığını da unutamazlar. Yaşanan bu sürecin, genelde marksizm-leninizmin çok yönlü bir saldırıya uğramasına ve çarpıtılmasına olduğu gibi, özelde bu öğretinin en önemli ve yaşamsal yanlarından birini oluşturan leninist parti öğretisinin de saldırıya uğramasına ve çarpıtılmasına yol açması kaçınılmazdı. Son yıllarda bu uğursuz çabanın, dünya ölçeğinde gelişen tasfiyecilik dalgasının da etkisiyle daha da yoğunlaştığı biliniyor. Bu dönemde, genel olarak marksizm-leninizme ve özel olarak leninist parti öğretisine karşı, gerek dışardan, burjuvazinin ve emperyalizmin cephesinden ve gerekse "içerden", her tür ve renkten oportünist ve revizyonist akımlardan gelen saldırılar giderek daha açık ve sert bir nitelik kazanmış bulunuyor. Bunun: örgütlü savaşımdan kaçma, anti-stalinizm, çok kanatlı ve çok hizipli parti düşüncesi ve pratiği, legalite fetişizmi, parlamentarizm, burjuva demokrasisine tapma, sınıf dışı sosyalizm ve parti anlayışı, demokratik merkeziyetçiliğin yadsınması, çok partili sosyalizm türünden aşırı revizyonist ve burjuva ideolojik, siyasal ve örgütsel anlayışların yaygınlaşmasında anlatımını bulduğun da Lenin,
"Oportünistler, proleter devrimin burjuva düşmanlarıdır. Onlar, barış döneminde işçi partilerine yerleşerek burjuva görevlerini gizlice yürütürler. Bunalım dönemlerinde ise, tutuculardan en radikal ve en demokratlarına kadar, özgür düşünürlerden dincilere ve kilise yanlılarına kadar bütün birleşik burjuvazinin açık müttefikleri olarak kendilerini hemen gösterirler." (Aktaran Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim, Syf. 110) diyordu.
Bugün içinden geçmekte bulunduğumuz bunalım döneminde, oportünist ve revizyonist akımların büyük bir bölümü çürüyerek tasfiyeciliğe evrilmiş ve "bütün birleşik burjuvazinin açık müttefiki" haline gelmiştir. Dolayısıyla, marksist leninist güçlerin, dikkatlerini öncelikle, gerek komünist hareketin ve gerekse de özellikle -ulusal devrimci hareket de içinde olmak üzere- devrimci demokratik hareketin saflarında da etkisini artıran bu tasfiyeci eğilime karşı savaşım üzerinde yoğunlaştırmaları, bir yandan marksizm-leninizme yönelen ideolojik saldırılara karşı teori planında uzlaşmaz bir savaşım yürütürken, bir yandan da bu savaşımı devrimci pratik planında sürdürmeleri ve revizyonizmin ve reformizmin uğursuz mirasını devrimci pratik içinde de yerle bir etme doğrultusundaki yönelimleri bütünüyle doğruydu ve doğru olmaya devam etmektedir. Bu tasfiyeciliğin siyasal çizgisi ve programının özü, burjuvazi ile proletarya, emperyalizm ile ezilen halklar ve genel olarak gericilik ile devrim arasındaki uzlaşmaz çelişmelerin barışçı yolla ve bir toplumsal ya da ulusal uzlaşma temelinde çözülebileceği yanılsamasının yaygınlaştırılması, burjuva demokrasisinin ve 'serbest pazar ekonomisi' adıyla kutsanan kapitalizmin göklere çıkarılması ve bütün bunların mantıksal sonucu olarak devrim ve sosyalizm idealinin bütünüyle yadsınması ve kapitalizme bütün alanlarda teslim olunmasıdır. Bu tasfiyeci akımın bir devrim ülkesi olan ve faşizme, sömürgeciliğe, emperyalizme ve kapitalizme karşı direniş ve savaşım geleneğinin güçlü ve diri olduğu Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da bile önemli bir dejenerasyon ve yıkıma yol açmış ve açmakta olduğu ve gerek teori ve gerekse pratik planında önüne güçlü bir set çekilmediği takdirde daha da büyük zararlara yol açacağı bir gerçektir. Rusya işçi sınıfının SBKP'nin önderliğindeki diktatörlüğüne, "19 kişiden oluşan Merkez Komitesi'nin ve özellikle de Lenin'in diktatörlüğü" diyerek kara çalan M. Ali Aybar'lar, sosyalist partilerde farklı kanatların varlığının gerekliliğini savunmakla yetinmeyip sosyalizm koşullarında birden fazla "sosyalist parti"nin ve hatta burjuva partilerinin bile olmasından yana olduğunu söyleyen D. Perinçekler, yıllardır örgütsüzlüğün, burjuva liberalizminin ve sivil toplumculuğun propagandasını yapan ve 12 Eylül faşizminin yarattığı gerileme ortamında kendilerine bir dizi yeni çömez bulan Birikim’ciler, on yıllardır tasfiyeciliğin, reformizmin ve mülteciliğin ve Sovyet modern revizyonizmine uşaklığın teori ve pratiğini yaptıktan sonra TBKP haline getirdikleri TKP'yi bütünüyle ortadan kaldıran Nabi Yağcı gibiler "kitlelere dışardan ve yukarıdan aparatcıklarla kumanda etme mantığının" yani leninist proletarya partisinin bir yana bırakılmasını savunan Kuruçeşmeciler ve kendi anlatımlarıyla 1982'yi izleyen 10 yıl boyunca "örgütsüz ve dağınık bir duruma" kaldıktan sonra 1992'de bir "tartışma süreci" başlatan ve gene kendi anlatımlarıyla "kapitalizm acaba haklı mı?", "sosyalizm bir ütopya mı?" gibisinden soruları tartıştıktan ve binlerce devrimciyi düzene armağan ettikten sonra kapağı "Aşkın ve Devrimin Partisine atan Devrimci Yol önderleri ve daha niceleri başka bir ülkede değil, Türkiye'de yaşadılar ve yaşıyorlar. Ama belki de asıl önemlisi, zaten öteden beri marksizm-leninizmin az-çok açık düşmanları arasında yer alan bu akımların çıplak tasfiyeciliğinden çok, yakın zamana değin devrim ve komünizm cephesinde yer almış ve halihazırda da alan görece diri ve gerçek devrimci güçlerin saflarında yaşanan ve onların siyasal bedenlerini yavaş yavaş çürüten gizli tasfiyeciliktir. TDKP'nin hızla reformist pozisyonlara kayması, PKK'nin yıllardır süregelen ve adeta siyasal kimliğinin kopmaz bir parçası haline gelen düzeniçi ve "barışçı" çözüm arayışları, bu sürecin ilk akla gelen ve en çarpıcı örneklerini oluşturuyorlar. O halde marksist leninist komünistler, işlerinin hiç de kolay olmadığını berrak bir biçimde kavramak zorundadırlar. Ama onlar, Lenin'in deyişiyle, "proleter devriminin kolay görevler tanımadığının" bilincindedirler.
Dünya ölçeğinde burjuva emperyalist karşıdevrimin geçici bir zafer kazanmış, devrimin ve sosyalizmin güçleriyle gericiliğin ve kapitalizmin güçleri arasındaki göreli orantısızlığın artmış ve devrim dalgasının henüz yükselmeye başlamamış olmasının yeğinleştirdiği tasfiyeciliğin kaynağında kapitalizme ve burjuva ideolojisine boyun eğiş yatıyor. Önümüzdeki tüm bir tarihsel süreç boyunca komünist ve devrimci-demokratik hareketin saflarındaki baş düşman olarak kalmaya devam edecek olan tasfiyeciliğe ve onun içinden çıktığı oportünizme ve reformizme karşı savaşımın yazgısı, Türkiye'de ve diğer ülkelerde gerçek komünist partilerinin kurulmasına, ideolojik, siyasal ve örgütsel planlarda bolşevikleştirilmesine, yani yalnızca küçük burjuva reformizmi ile değil, küçük burjuva demokratizmi ile de aralarındaki tüm ideolojik köprüleri havaya uçurmalarına ve onların başta işçi sınıfı gelmek üzere geniş sömürülen ve ezilen yığınların başında faşizme, emperyalizme ve kapitalizme karşı kavgayı ilerletmelerine bağlı olacaktır.
* * *
Hem genel olarak dünyada, hem de özel olarak ülkemizde, leninist parti öğretisinin açık tasfiyeciliğe ve onun kaynağını oluşturan sağ oportünizme ve reformizme kıyasla daha az tehlikeli olan bir başka sapmaya, küçük burjuva devrimciliğinde somutlaşan "sol" sapmaya karşı da savunulması gerekmektedir. Burada konunun bizi ilgilendiren yanı, kökü 1960'lara değin uzanan ve maoizmle ve gevarizmle özdeşleşen "ideolojik öncü" anlayışıdır. Halihazırda Türkiye devrimci-demokratik hareketinin militan kanadında yer alan örgütler ve akımlar tarafından savunulan ve belli ölçülerde komünist saflardaki deneyimsiz ve geri öğeleri de etkilemeye devam eden bu anlayışın sahipleri, leninist parti öğretisine cepheden karşı çıkmamaktadırlar. Onlar leninist parti öğretisinin bazı yanlarını savunmakta, hatta ona görünüşte/biçimsel olarak sahip çıkmakta ya da dahası bu öğretiyi günümüze ve/ya da ülkemiz koşullarına uyguladıklarını ileri sürmektedirler. Bunun en tipik örneklerinden birisi, dogmatizme karşı çıkma, yaratıcı olma, tek tek ülkelerin özgünlüklerini hesaba katma görüntüsü altında leninist proletarya partisi öğretisinin evrenselliğini yadsıyan ("Rusya başkadır, Çin, Küba daha başkadır", Çözüm, Seçme Yazılar, Syf. 612) DHKP-C ve önceli Devrimci Sol'dur. Başarılı bir devrim gerçekleştiren ve kendi kendine "marksist-leninist" ünvanını veren bütün partileri böyle değerlendirme eğiliminde olan bu akıma göre Mao Zedung'un, hizipçiliği ve parti içinde karşıt çizgilerin bulunmasını teorize eden ve burjuvazi ile barış içinde sözde sosyalizmi inşa eden ÇKP'si de, 1959 devriminden sonra "komünist" olmadıklarını, açıkça söyleyen(*), ama ABD emperyalistlerinin çok yönlü baskısı karşısında Sovyet sosyal-emperyalistlerine yaklaşan Kübalı revizyonistlerce devrimin zaferinden beş yıl sonra kurulan ve Kruşçev, Brejnev ve diğerlerinin kuyruğunda sürüklenen ve hatta Gorbaçov'u savunan Küba KP'si de, Nikaragua devrimini 1979'da zafere ulaştıran, ama demokratik devrimden sosyalist devrime kesintisiz geçiş gibi bir amaç taşımadığı ve kapitalizme karşı olmadığı gibi, Şubat 1990'da yapılan seçimle iktidarı gerici burjuvaziye armağan eden Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi de "marksist-leninisttir!" (Bkz. "Türkiye Halklarının Yeni Tip Bir Marksist-Leninist Partiye İhtiyacı Var", Aynı yerde, Syf. 608-609.)
Türkiye ve dünya devrim pratiğinin pek çok kez gösterdiği gibi, aslında, leninist parti öğretisinden bu iki farklı ve "karşıt" yönde sapmaların aynı sınıfsal kökenden, yani, esas olarak demokratik küçük burjuvaziden beslendikleri ve bu iki sapmanın birbirlerinin tersyüz edilmiş biçimi oldukları ve belirli koşullarda birbirlerine dönüştükleri ve dönüşecekleri söylenebilir ve söylenmelidir. (12 Eylül öncesinde devrimci demokrasinin saflarında yer alan Devrimci Yol ve Kurtuluş çevrelerinin bugün, daha doğrusu yıllardır reformizme evrilmiş oldukları anımsansın.) Küçük burjuva devrimci çizgilerini marksist leninist olarak gösteren devrimci-demokrasinin hedefleri, emperyalizmin, işbirlikçi kapitalizmin ve feodal kalıntıların radikal bir tarzda tasfiyesi, yani demokratik devrimin son sınırına kadar yaşama geçirilmesiyle, bir başka deyişle demokratik bir kapitalizmle sınırlıdır. Antikapitalist bir perspektife sahip olmayan bu örgütler, biçimsel olarak marksizm-leninizmi savunmalarına karşın, burjuvazi ile proletarya arasındaki temel çelişmenin son derece keskinleşmiş ve demokratik devrimden sosyalist devrime hızlı ve kesintisiz geçişin koşullarının olgunlaşmış olduğu ülkemizde proletaryanın özel ve tarihsel misyonunu kavramamakta ya da reddetmekte, onu ve onun demokrasi ve sosyalizm savaşımını genel olarak değişik ve çıkarları yer yer çelişen farklı sınıf ve katmanlardan oluşan 'halk'ın ve onun demokrasi savaşımının içinde eritmek için çaba harcamakta ve böylelikle nesnel olarak onun antiemperyalist demokratik devrimde hegemonyasını kurmasını ve bu devrime kendi proleter sınıf damgasını vurmasını engellemeye çalışmaktadırlar.(*) Marksist leninist süsü verdikleri kendi küçük burjuva dünya görüşlerini, siyasal çizgilerini, savaşım ve örgütlenme anlayışlarını sınıfa empoze etmeye çalışan devrimci demokrasi, bu anlayışlarına bağlı olarak proletarya yığınlarının proleter diktatörlüğü ve komünizm ruhu ve hedefiyle -teorik ve pratiksel- eğitimini baltalamakta ve onun, siyasal varlık hakkının kendisine, yani, en demokratik küçük burjuvazi de içinde olmak üzere tüm diğer sınıf ve katmanlardan bağımsız olarak örgütlenmesine karşı çıkmaktadırlar. Dolayısıyla onlar, genelde proletaryanın sosyalist özlemleri ve marksizm-leninizm ve özelde proletaryanın sınıfsal bağımsızlığı ve leninist parti öğretisi karşısında nesnel olarak gerici bir konumda durmaktadırlar. Lenin, bolşevizmin işçi sınıfı hareketi içindeki hangi düşmanlara karşı savaşarak gelişip güçlendiğini sorduğu bir yazısında, oportünizmin bolşevizmin işçi hareketi içindeki baş düşmanı olmuş olduğunu, bunun uluslararası ölçekte de öyle olmaya devam ettiğini ve bu durumun yeterince bilindiğini söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
(*): Devrimin zaferinden yaklaşık dört ay sonra, 21 Mayıs 1959'da Küba halkına hitaben yaptığı bir televizyon konulmasında Fidel Castro Şöyle diyordu:
"Bizim devrimimiz ne kapitalisttir, ne de komünist!... Biz, kimseyi terörize etmeden ya da kimsenin elini-kolunu bağlamadan insanı dogmalardan kurtarmak, onun ekonomisini ve toplumunu özgürleştirmek istiyoruz. Bizim devrimimiz kızıl değil, fakat Sierra Maestra'nın bağrından çıkan asi ordununki gibi zeytin yeşilidir." (Fidel Castro Speaks, Syf. 114.)
Bolşevizmin işçi sınıfı hareketi içindeki öteki düşmanı için, aynı şeyi söyleyemeyiz. Bolşevizmin, anarşizme benzer yanları bulunan ve ondan bir şeyler alan ve tutarlı bir proleter sınıf savaşımının koşullarını ve gereklerini ölçüp biçmeyen şu küçük burjuva devrimciliğine karşı uzun yıllar süren bir savaşım içinde güçlendiği olgusu yurtdışında henüz yeteri kadar bilinmemektedir. (Komünizmin Çocukluk Hastalığı, "Sol" Komünizm, Syf. 21.) Marksist-leninist hareketin küçük burjuva devrimci demokrasisiyle en sıkı bir eylem birliğini sürdürmenin ve hatta bunu emperyalizme ve yerli gericiliğe karşı bir cephe birliğine kadar ilerletmenin mutlak gerekliliği konusunda en küçük bir kararsızlığının olmadığı ve olamayacağı açıktır. Bu, Türkiye ve Kuzey Kürdistan komünist ve devrimci hareketinin saflarında derin köklere sahip olan sekterizme, dar grup ruhuna, ilkesiz ayrılıklara karşı sistemli bir savaşımın sürdürülmesi ve burjuvaziye, faşizme ve emperyalizme karşı savaşımın ateşi içinde pekişecek ve çelikleşecek siyasal dostluk ve dayanışmanın geliştirilmesi için de aynen geçerlidir. Ama, bütün bunların, proleter devrimciliği ile küçük burjuva devrimciliği arasındaki ideolojik karşıtlığın ve derin siyasal ve örgütsel farklılıkların unutulması ve proletarya ile küçük burjuvazi arasındaki sınırların belirsizleştirilmesine onay ve destek verme anlamına gelemeyeceği de aynı ölçüde açıktır. Komünist Enternasyonal'in 6. Dünya Kongresi'nin 1 Eylül 1928'de kabul ettiği ve temel ilkeleri bakımından bugün de geçerliliğini koruyan 'Komünist Enternasyonal Programı'nın "Proleter Diktatörlüğü Savaşımında Komünist Enternasyonal'in Strateji ve Taktiği" bölümünde şunlar söyleniyordu.
"Kapitalizme karşı proleter diktatörlüğü için yürüttüğü kavgada devrimci komünizm, işçi sınıfı içinde kendini gösteren bir dizi eğilimle karşılaşır; bunların bazıları az ya da çok emperyalist burjuvaziye ideolojik boyun eğişin anlatımıyken ötekiler, zaman zaman finans kapitalin kölelik zincirlerine karşı ayaklanan, fakat savaşımında tutarlı ve bilimsel bir strateji ve taktik izleyemeyen ve bu savaşımı proletaryaya özgü sıkı disiplin temelinde örgütlü bir tarzda yürütemeyen küçük burjuvazinin ideolojik basıncını yansıtırlar." (The Commünist International, 1919,'43, Documents, Cilt. 2, Syf. 513-514.)
Aynı yazıda daha sonra proleter devrimciliği ile reformist ve devrimci karakterdeki tüm küçük burjuva eğilimler arasında kesin ve kalın bir çizgi çekilmekte ve şunlar söylenmektedir:
Lenin; "Hegemonya düşüncesinden vazgeçme reformizmin en kaba biçimidir." (Aktaran Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim, Syf. 304) diyordu.
"Bütün bu eğilimlerin karşısında proleter komünizmi yer almaktadır. Proleter komünizmi, dünya işçi sınıfının güçlü ideolojisi olarak bunlardan ve hepsinden önce sosyal demokrasiden, proleter diktatörlüğü için devrimci savaşımı teoride ve pratikte Marks ve Engels'in öğretisiyle tam bir uyum içinde yürütmesiyle ve bu amaca varmak için proleter kitle eyleminin bütün biçimlerini kullanmasıyla ayırtabilmektedir" (Aynı yerde, Syf. 519.)
* * *
O halde, şimdi asıl konumuza girebiliriz. Ama her şeyden önce unutulmaması gereken bir şey var: Tüm yanılgılarına, çocuksuluklarına ve temelde küçük burjuva dünya görüşünün çerçevesini aşamamış olmaktan kaynaklanan zaaflarına karşın, 1971 devrimci çıkışı gene de bir kopuş, Türkiye devrimci hareketinin tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. TKP'nin nesnel koşullara boyun eğme, kendiliğinden gelme hareketin kuyruğunda sürüklenme, devrimci irade, kararlılık ve inisiyatiften yoksunlukla ve kuyrukçulukla karakterize edilen ve giderek derinleşen oportünist legalist ve pro-kemalist çizgisinin damgasını vurduğu bütün bir tarihsel dönemi sona erdirmenin onuru, 1971 devrimci kuşağına aittir. Söz konusu olan, ezilen ve sömürülen yığınlara değil, burjuvazinin sözüm ona muhalif ve ilerici kesimlerine, partilerine, temsilcilerine dayanarak ve her zaman burjuvazinin izin verdiği sınırlar içinde siyaset yapmayı esas almış ve pratikte kemalizmin, burjuvazinin ve devlet aygıtının "sol" kanadının uzantısı olmaktan ileriye gidememiş olan bir gelenekten ilk köklü kopuş denemesiydi. Dolayısıyla, onun asıl değeri, pratikte hangi somut ve elle tutulur başarılara imzasını attığında değil, böylesi bir tarihsel denemeye girişilmiş olmasının kendisinde yatmaktaydı. Ama, 12 Eylül 1980 darbesini izleyen yenilgi ve çöküş, yarım yüzyıl boyunca Türkiye devrimci hareketine damgasını vurmuş olan yapısal zaafların, tek bir devrimci vuruşla üstesinden gelinemeyeceğini ve 1971 devrimci çıkışına karşın esas olarak aşılamadığını, 1974 sonrasında, devrim dalgasının yeniden yükseldiği ve devrimci hareketin yeniden toparlandığı koşullarda, onun görünüşte güçlü organizmasını içten içe kemirmeyi sürdürdüğünü bir kez daha gösterecekti. Hemen hemen hepsinin kökenlerinin, 1971 devrimci hareketini oluşturan THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi) ve TKP(M- L) [Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist)] gibi örgütlere dayanıyor olması asla bir rastlantı olmayan bugünün komünist ve militan devrimci-demokrat akımlarının ve tüm gerçek ve içtenlikli devrimcilerin, onların, önlerine çok zor koşullarda koydukları yüce hedeflerden, gökleri fethetme ruhundan ve devrimci cüret ve özverilerinden öğrenmeye hala gereksinimleri olduğu tartışma götürmez. Ama, onların bir yere kadar kaçınılmaz sayılabilecek hata ve zaaflarını yinelememek, teorize etmemek ve onların devrimci mirasını devrimci bir tarzda aşmak kaydıyla.
TKP revizyonizmine, onun 1960'lı yıllarda Türkiye'deki varyantlarına ve bu çizginin uluslararası kaynağı olan Sovyet modern revizyonizmine ve esas olarak da bu sağ oportünist akımın siyasal savaşım pratiğine devrimci tepki temelinde gelişen 1971 devrimci hareketi, birçok bakımdan kendisini önceleyen TKP revizyonizmine ve onun varyantlarının, özellikle de edimsel olarak bu revizyonizmin çizgisini izleyen Mihri Belli'nin ve onun çömezi Doğu Perinçek'in sağ oportünist, menşevik ve sol kemalist "Milli Demokratik Devrim" çizgilerinin mekaniksel karşıtı olarak biçimlendi. Biz burada, bu süreci bir bütün olarak incelemeyecek, kendimizi, 1971 devrimci hareketini oluşturan THKO, THKP-C ve TKP(M-L)'nin en önemli ortak paydalarından biri olan "ideolojik öncü" yaklaşımını ve onun dayandığı argümanları eleştirel bir incelemeye tabi tutmakla sınırlayacağız. Ayrıca, zaman zaman ve gerektiği ölçüde bu örgütlerin çizgilerini günümüzde sürdürmekte olan siyasal akımların benzer anlayışlarına da gönderme yapacağız. Yeri gelmişken şunu da anımsatalım: Teori ve pratik alanındaki devrimci bilgi ve deneyim birikiminin bugüne göre çok daha geri olduğu 1960'lı yılların sonu ve 1970'li yılların başında genel olarak, proletaryanın tarihsel rolü, devrimde sınıfların mevzilenmesi, proletaryanın devrimci taktik anlayışı (savaşım ve örgütlenme biçimleri) ve özel olarak leninist parti öğretisi konusunda eksik ve yanlış düşüncelerin egemen olmasının mazur görülmesinin koşulları bir yere kadar vardı. Ama, şimdi hiç kimse, böyle bir gerekçeye sahip değildir ve olamaz. Kendisine marksist- leninist adını veren ve hala o günlerin hatalı ve anti-leninist parti anlayışlarını savunan parti, örgüt ya da çevreler, aşağıda 1971 devrimci hareketinin bileşenlerine yönelteceğimiz eleştirilerin çok daha fazlasını ha- ketmiş saymalıdırlar kendilerini.
THKO, THKP-C ve TKP(M-L) gibi örgütlerin parti ve parti inşası anlayışı, 1971 devrimci çıkışının köklerine ve içinde oluştuğu dünya ve Türkiye ortamına değinmeksizin anlaşılamaz. Bu nedenle analizimize 1960'ların dünya ve Türkiyesi'nin genel durumuna kuşbakışı göz atarak başlayacağız.
1960'lı yıllar, 1920'lerin başlarını izleyen uzun bir aradan sonra ülkemizde ilk kez işçilerin, köylülerin ve gençliğin kitlesel devrimci eylemlerinin ortaya çıktığı bir dönem oldu. DP kliğini deviren 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından, burjuvazinin ve egemen sınıfların farklı fraksiyonları arasındaki önemli görüş ayrılıkları, gelişmekte olan sanayii burjuvazisinin gereksinimleri ve sendikalar içinde örgütlenmiş işçiler başta gelmek üzere işçi yığınlarının ve radikalleşmekte olan burjuva demokrat aydınların baskısı, bazı sınırlı demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasını olanaklı kılmıştı. Dünya ölçeğinde devrim dalgasının yükselmekte olmasının da etkisiyle özellikle 1960'lı yılların ikinci yarısında işçi, gençlik ve köylü eylemlerinin daha da yaygınlaşması ve radikalleşmesiyle karakterize olacak olan bu dönem, 15-16 Haziran işçi eylemi ve onu izleyen 12 Mart 1971 askeri faşist darbesiyle kapanacaktı. O zamanın kitlesel devrimci gençlik örgütü Dev-Genç içinde yetişen ve daha sonra THKO, THKP-C ve TKP(ML)'yi oluşturacak olan devrimci kadrolar geçmişten ciddiye alınabilecek bir devrimci miras devralmamışlar, daha da kötüsü oluşum süreçlerinde bu geçmişin revizyonist mirasının kalıntılarını omuzlarında taşıyarak devrimcileşmek zorunda kalmışlardı. 1960'lı yılları yaşayanlar ya da inceleyenler, o günlerin yeni militan devrimci gençlik kuşağının, özellikle - Şefik Hüsnü-Y. Demir- TKP'sinin kemalizm kuyrukçuluğu, proletaryanın rolünün ve hegemonyasının reddi, legalizm, Türk milliyetçiliği gibi temel yapısal zaaflarını paylaşan- Mihri Belli revizyonizminin okulunda eğitildiğini bilir. 1971 çıkışını hazırlayan devrimci kadrolar, başta M. Ali Aybar'ın ve Behice Boran ve Saden Aren'in parlamenter oportünizmine, daha sonraları ise M. Belli'nin ve çömezi Doğu Perinçek'in reformist ve burjuva ve "sol" askeri darbe kuyrukçusu çizgisine karşı adım adım gelişen, sancılı ve karmaşık bir savaşım yürüterek yetişmişler, uluslararası alanda revizyonist, maoist, gevarist, troçkist eğilimlerin egemen olduğu ve otoritesi genel bir kabul gören bir marksist-leninist önderliğin bulunmadığı, Türkiye sol hareketinin hemen hemen bütünüyle çeşitli reformist ve revizyonist odakların ideolojik egemenliği altında bulunduğu ve pek çok marksist-leninist klasiğin henüz Türkçe'ye kazandırılmamış olduğu bu konjonktürde kendi göbek bağlarını kendileri kesmek zorunda kalmışlardı. Kendi toplumsal kökenleri itibarıyla ağırlıklı olarak taşra küçük burjuvazisinden gelen devrimci üniversite gençliğinin akademik istemlerle başlayıp hızla AP hükümetine, ABD emperyalizmine, MHP'li sivil faşistlere vb. karşı militan bir siyasal kavgaya dönüşen eylemi içinden çıkan ve marksist-leninist teoriyi -ve bu bağlamda işçi sınıfının tarihsel rolünü ve leninist parti öğretisini- sözcüğün gerçek anlamında özümseyememiş olan bu kadrolar, genelde burjuva dünya görüşünden ve özelde küçük burjuva demokratizminden henüz kopamamışlardı. (Kuşkusuz bu saptama, 1971 devrimci hareketini oluşturan devrimci kadroların, nesnel koşulların da zorlamasıyla ve özellikle 1970'in başlarında Mihri Belli revizyonizminin etkilerinin kırılmaya başlamasıyla birlikte az-çok hızlı bir biçimde marksist-leninist konumlara yaklaşmakta oldukları gerçeğiyle çelişmemektedir. (Öte yandan, bu genellemeyi yaparken söz konusu üç ana grup bakımından bu sürecin eşitsiz bir biçimde yaşandığının, maoist niteliğine karşın TKP(M-L)'nin marksizm-leninizme en yakın örgüt konumunda durduğunun altının çizilmesi gerekiyor.) Proletarya, proleter devrimciliği ve leninist proletarya partisi adına konuşan TKP'nin geleneksel revizyonist çizgisine ve belirli nüanslarla bu anlayışın 1960'lı yıllardaki uzantıları durumunda bulunan Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, M. Ali Aybar, Behice Boran, Doğu Perinçek kliklerinin özde TKP'ninkinden hiçbir farkı bulunmayan çizgilerine duyulan içgüdüsel devrimci tepki de, gerçek bir marksist-leninist formasyona sahip olamamış olan bu kadroları proletaryadan uzaklaştırıyor, gençlik, yarı-proletarya ve küçük burjuvazi gibi katmanlara yaklaştırıyordu. TKP geleneğinden gelen M. Ali Aybar, B. Boran, S. Aren gibilerinin kendi kuyrukçu, menşevik ve parlamentarist çizgilerini sosyalizm ve sosyalist devrim gevezelikleriyle örtme çabalarının, bu militan devrimcileri, sosyalizm ve sosyalist devrim düşüncesi, söylemi ve propagandasına karşı kuşkulu ve mesafeli durmaya itmesinin temelinde bulunan en önemli faktörlerden birinin gene bu tepkisel yaklaşım olduğunu eklemeliyiz.
Dünya ölçeğindeki gelişmeler de, Türkiye'de küçük burjuva devrimciliğinin öne çıkmasını ve yeni devrimci kuşağa kendi siyasal rengini vermesini olanaklı kılıyor, hatta bunu önemli ölçüde özendiriyordu. Bu alanda, işçi sınıfının tarihsel rolünün/devrimci misyonunun ve buna bağlı olarak leninist parti öğretisinin kavranmasını zorlaştıran üç belli başlı faktörden sözedilebilir:
İkinci dünya savaşını izleyen dönemde belli başlı gelişmiş kapitalist ülkelerde, kapitalizmin görece sakin bir gelişme yaşamasına da bağlı olarak bu ülkelerdeki komünist partilerinin giderek artan ölçülerde sağa kaymaları, sosyal devrim partileri olmaktan çıkmaları ve yığınların yaşam standartlarında meydana gelen göreli yükselmenin de yardımıyla, adım adım, işçi sınıfını tekelci burjuvazinin "demokrasisi"ne bağlayan ve onun militan devrimci enerjisini açığa vurmasını frenleyen reformist partilere dönüşmeleri,
SBKP'nin yönetiminin, Stalin'in ölümünden sonra Kruşçev-Brejnev revizyonizminin eline geçmesine ve bu partinin karşıdevrimci bir odak haline gelmesine bağlı olarak, uluslararası komünist hareketin saflarında yer alan komünist partilerinin büyük çoğunluğunun komünist ve devrimci niteliklerinden arındırılmaları ve adım adım, burjuvaziyle ve emperyalizmle uzlaşma çizgisi izleyen oportünist ve sosyal reformist partilere dönüştürülmeleri.
1950'lerden itibaren klasik sömürgeciliğin süreç içinde tasfiyesi ve yerini yeni sömürgeciliğe bırakmasına paralel olarak, özellikle 1960'larda bir dizi geri ve bağımlı ülkede, esas gövdesini proleter olmayan yığınların (emekçi köylülük vb.) oluşturduğu antiemperyalist ve anti-kolonyalist devrimlerin patlak vermesi ve zafere ulaşması.
Bu koşullar altında, sömürü ve zulme karşı ayağa kalkmakta olan işçi, köylü ve gençlik yığınlarının kendilerini ezen ve sömüren güçlerle, marksizm-leninizmin değil, başka ideolojilerin bayrakları altında savaşa tutuşmaları son derece doğaldı. Lenin'in ve Stalin'in devrimci ve enternasyonalist SBKP'sinin Kruşçev- Brejnev revizyonist kliğinin eline geçerek yozlaştığı, proletarya ve halkların kapitalizme ve emperyalizme karşı ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşımlarına sırtını çevirdiği, dünya halklarının baş düşmanı ABD emperyalizmiyle proletarya ve halklara karşı ortak savaşım temelinde stratejik bir uzlaşma çizgisi izlemeye yöneldiği ve kapitalizmden sosyalizme barışçı geçiş, kapitalizmle sosyalizmin barış içinde birarada yaşaması gibi revizyonist politikaları temel almaya başladığı koşullarda, proleter devrimciliğinden boşalan yeri, marksist-leninist renkli küçük burjuva devrimciliğinin doldurması kaçınılmazdı. Bu dönemin devrim isteyen ama marksist-leninist bir formasyona sahip olmayan kadrolarının ve yığınlarının, revizyonist SBKP'nin ve Kruşçev-Brejnev kliğinin doğrudan ya da dolaylı etkisi, yönlendirmesi, müdahalesi sonucunda devrimci ve anti-kapitalist niteliklerini yitiren ve reformist bir yola girmiş bulunan oportünist "komünist" partilerinin pratiğinden yola çıkarak marksizm-leninizme mesafeli durmaları anlaşılabilir. Bekleneceği üzere, onlar, kendi aralarındaki teorik ve siyasal düzey farklılıklarından bağımsız olarak, işçi sınıfını, proleter devrimciliğini ve leninist proletarya partisi öğretisini, haksız yere "komünist" adını taşımaya devam eden bu revizyonist partilerle özdeşleştiriyorlardı. Bu koşullarda onların kahramanlarının, Mao Zedunglar, Che Guevaralar, Fidel Castrolar, Ho Şi Mihler, Amilcar Cabrallar, Yaser Arafatlar, Douglas Bravolar, Carlos Marighellalar, Leyla Halitler, Çaru Mazumdarlar olması ve revizyonist SBKP'den ve Sovyet modern revizyonizminin etki alanı içinde bulunan oportünist "komünist" partilerinden çevirdikleri yüzlerini alternatif devrimci odaklar olarak gördükleri ve zaten bir süre sonra bu savla ortaya çıkacak olan ve çıkan Çin'e ve Küba'ya çevirmeleri de nesnelerin doğası gereğiydi. İşte, işçi sınıfının yerine köylülüğü, yarı-proletaryayı ve gençliği, kentlerin yerine kırları, leninist proletarya partisi yerine "ideolojik" öncüyü ve foko'yu, marksist taktik anlayışının yerine silahlı savaşımın ("halk savaşı" ya da gerilla savaşı) mutlaklaştırılmasını, kitlelerin kendi deneyimleri temelinde eğitiminin yerine devrimci öncünün savaşını geçiren, temel esin kaynağı maoizm ve gevarizm olan ve uluslararası boyutlar kazanan küçük burjuva "sol" sapma bu maddi koşullar zemini üzerinde yükseldi. Rusya'daki küçük burjuva devrimci eğilimden ("Sosyalist Devrimciler") söz ederken Lenin,
"Anarşizm, çoğu kez, işçi sınıfı hareketinin oportünist günahları için bir çeşit ceza olmuştur." (Komünizmin Çocukluk Hastalığı, "Sol" Komünizm, Syf. 22) diyordu. Biz de, 1960'lı yıllarda dünya ölçeğinde ve Türkiye'de ortaya çıkan yarı-anarşist küçük burjuva devrimciliğinin, SBKP başta gelmek üzere işçi sınıfı partilerinin (ya da bir zamanlar işçi sınıfının devrimci partisi olmuş olan partilerin) dünyada ve Türkiye'de işlediği oportünist günahlar, dahası içine girdiği revizyonist ihanet için verilmiş bir ceza olduğunu söyleyebiliriz.
1971 devrimci atılımı içinde yer alan örgütlerin parti ve parti inşası sorunlarına yaklaşımlarını incelemeye başlarken, sözcüğün en genel anlamıyla taktiğin alanına giren savaşım biçimleri sorunuyla örgüt biçimleri ve parti anlayışı arasında kopmaz bir bağlantı olduğunu belirtmeden edemeyeceğiz. Lenin, sosyal demokratların (yani, komünistlerin) kendilerini "işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadele" ile sınırlamaları gerektiğini savunan ekonomistleri eleştirirken, böyle bir siyasal savaşım anlayışından, "profesyonel devrimcilerden meydana gelen ve bütün halkın gerçek siyasal liderlerinin yönetiminde bulunan bir örgüt"ün doğamayacağını söylüyor ve şöyle devam ediyordu:
"Herhangi bir örgütün niteliğini doğal ve kaçınılmaz olarak belirleyen şey, o örgütün eyleminin içeriğidir." (Ne Yapmalı?, Syf. 125)
Gerçekten de, nasıl bir canlı organizmanın herhangi bir organının yapısıyla, onun işlevi arasında bir neden-sonuç ilişkisi, mantıksal bir bağ varsa, aynı şekilde, siyasal bir organizma olan bir devrimci örgütün yapısıyla işlevi arasında da bir neden-sonuç ilişkisi, mantıksal bir bağ olacaktır.
1971 devrimci hareketinin konumunun bu açıdan incelenmesine THKO'dan başlayacağız. Bu örgütün teorik ve siyasal düzeyinin geriliği, "ideolojik öncü" anlayışının daha net ve açık bir biçimde görülmesini olanaklı kılmaktadır. Ama daha aşağıda da göreceğimiz gibi; marksist-leninist söylemi daha çok içselleştirmiş ve marksizm-leninizmden daha fazla etkilenmiş olmalarına karşın, 1971 devrimci çıkışının diğer iki bileşeniyle THKO arasında -özellikle savaşım ve örgüt biçimleri sorununun ele alınışı ve parti ve parti inşasına ilişkin anlayışları bakımından- öze ilişkin bir fark bulunmamaktadır. O halde işimize başlayabiliriz. THKO'nun teorik ve siyasal görüşleri, hemen hemen bütünüyle Hüseyin İnan'ın imzasını taşıyan Türkiye Devriminin Yolu adlı broşürde yer almaktadır. Esas olarak, çok kısa süren siyasal-örgütsel yaşamı öncesinde ve sırasında herhangi bir ciddi teorik açılım yapamaması ve Türkiye devriminin temel sorunlarına ilişkin olarak az çok kapsamlı ve sistematik analizler sunamaması nedeniyle THKO'nun, daha sonraki devrimci kuşaklar üzerindeki etkisi, onun önderlerinin devrimci kahramanlığı ve özveri ruhuyla sınırlı kalmıştır. (Bu faktörün, THKO'nun küçük burjuva devrimci çizgisinin, onun izleyicileri olduklarını ileri süren -ve daha sonra TDKP ve TKEP adını alacak olan- örgütlerce "aşılmasını" görece kolay kıldığını da geçerken belirtmeliyiz.) Türkiye Devriminin Yolu adlı broşürde, işçi sınıfının ve köylülüğün devrimdeki rol ve konumları ve devrimin rotası konusunda şunlar söyleniyor:
"Şehirlerin; bağrında gerici sınıfları da barındırması (kırsal alana nazaran çok güçlü bir şekilde) emperyalizmin büyük bir oranda kontrolü altında bulunmaları ve halk savaşının temel gücünü köylüler teşkil edeceğinden; politik mücadelede kırsal alanların temel alınması stratejik bir sorun ve zorunluluktur. Ezilen geniş köylü yığınları kırsal bölgelerde yaşamaktadır. Ve köylüler Sovyet devrim modelinde olduğu gibi yedek güç değil, temel güçtür.
"...(Köylüler-PD.) Halk ordusunun insan gücünü teşkil edeceklerdir. Sanayii proletaryasına gelince, çoğunluğu şehirlerde bulunmaktadır. Ve üretim içindedir. Halk savaşında işçi sınıfı, halk ordusuna, köylüler kadar gelişmesinde ve insan gücü temininde rol oynamayacaktır. Zira üretim içindeki işçi sınıfının üretimi terk ederek uzun dönemli bir halk savaşına katılması olanaksızdır. Şayet bunun tersini düşünür ve şehirleri temel alırsak; politik mücadelede, parti politikasına bağlı mücadele etmesi gereken halk ordusu, yapısı gereği işçi sınıfı ordusu olur, köylüler mücadelede yedek güç durumunda kalır." (Türkiye Devriminin Yolu, Syf. 45-46.)
Aynı broşürde, temel savaşım biçimi ve parti ve parti inşası konusunda ise şunlar söyleniyor:
"THKO'nun politik mücadelesi, kırsal bölgeleri temel alan ve kırdan şehire doğru bir rota çizecek olan strateji içinde gelişecektir. Ordumuzun silahlı mücadeleye başlaması ideolojik bir zorunluluktur. Buna bağlı olarak mücadelede yeni olduğumuz ve henüz halk kitleleriyle ilişkilerimizin sağlam olmadığı bu dönemde THKO, parti ve ordu fonksiyonunu bünyesinde taşımaktadır. Zira pratik sorunlarımız, örgütümüzün, parti-ordu ikilemi ayrımına girmesine ihtiyaç göstermemektedir. THKO doğru politik çizgisi ışığında silahlı mücadelesine devam edecektir. Halk kitlelerinin aktif desteğini sağlayıp, örgütsel ilişkilerin hızlandığı ortama girince, mücadelede işçi sınıfı savaşçısı durumuna gelmiş savaşçılar, partinin ilk kadrolarını oluşturacaklardır." (Aynı yerde, Syf. 48-49.)
"Bazı arkadaşlar, silahlı mücadeleye başlarken, parti olarak ortaya çıkmayışımızı, bir parti anlayışımız olmadığı, politik mücadelede askeri sorunları ön planda tuttuğumuz veya silaha insandan daha çok önem verdiğimiz şeklinde yorumlamaktadırlar... Farklı politik çizgilerin ortaya koyduğu parti anlayışları şu genel ilke içinde değerlendirmek gerekir. Kırsal bölgeleri ve şiddet politikasını temel almayan bir örgütlenme ve parti anlayışı özünde küçük burjuva ideolojisini içerir, hatta örgütün içinde işçiler çoğunlukta olsalar bile. Halk savaşını inkar eden veya onun ciddi hazırlığı içinde olmayan hatalı bir görüşün örgütlenme ve parti meselesinde doğru davranış içinde olması devrimci teorinin ruhuna aykırıdır." (Aynı yerde, Syf. 50.)
Hüseyin İnan, kentleri, işçi sınıfını temel alan bir siyasal çalışma tarzını ve buna dayalı bir parti inşasını savunan anlayışlara karşı eleştirisini şöyle sürdürüyor:
"Yurdumuzda mevcut birçok fraksiyonların ortaya koydukları parti anlayışlarının ortak ve önemli olan hatalı yanı şudur: Şehirleri temel alan ve sanayii proletaryasına yönelen bir çalışma tarzını, parti anlayışı olarak iddia etmektedirler. Şiddet politikası ve devrim stratejimizde zorunlu olan sınıflar ittifakı (temel işçi köylü) ihmal etmektedirler. Bu durum pratikte halk savaşını ihmal etmek ve halk ordusunun devrimdeki fonksiyonunu önemsememektir. Pratikte böyle bir parti anlayışı politik mücadelede oportünist bir çizgi haline gelmektedir. Bu görüşün savunucuları ve pratikteki uygulayıcıları parti meselesini amaç edinmekte (amaç devrimdir) ve partisiz devrim olmaz mantığına indirgemektedirler. Kısaca açıkladığımız böyle parti anlayışı (görüşü) ve politikası, Sovyet devrimindeki parti çalışma tarzının ve gelişmiş kapitalist ülkelerde geçerli olan parti anlayışının, yurdumuza taktik değişikliklerle ithalidir. Sovyetler Birliği devrim modeli ile Türkiye devrim modeli çok farklıdır ve doğal olarak devrim stratejisi ve politik mücadele yöntemleri de farklı olacaktır. Bolşevik partisinin çalışma tarzını ve politikasını yurdumuz şartlarında, politik bir görüş olarak uygulamak, mücadelenin başından oportünizmin batağına saplanmaktır." (Aynı yerde, Syf. 53-54.)
THKO'nun Türkiye devriminin temel sorunlarını ele alırken ortaya koyduğu ve -ana çizgileri bakımından- THKP-C ve TKP(M-L) ile de paylaştığı karakteristik yaklaşımları şöyle özetleyebiliriz:
Devrimin rotası, bütün bir dönem boyunca birincil savaşım biçimi, devrimde sınıfların mevzilenmesi (önder güç, yedek güç vb.) ve proletarya partisinin oluşumu ve bileşimi konularında ileri kapitalist ülkelerle, sömürge ve yarı-sömürge ülkeler ve bu arada Türkiye arasında esasa ilişkin farklar bulunmaktadır. Ekim Devrimi modeli, Türkiye gibi ülkeler için geçerli değildir.
Türkiye gibi ülkelerde silahlı savaşım, bütün bir dönem boyunca, yani devrimin zaferine değin, siyasal savaşımın temel ya da birincil biçimidir. Diğer bütün savaşım biçimleri silahlı savaşıma bağımlı olarak gelişeceklerdir. Ezilen ve sömürülen sınıflar, Rus devriminde olduğu gibi "klasik" kitle çalışması yoluyla örgütlenemez ve savaşıma katılamazlar. Burjuva demokrasisinin olmadığı, egemen sınıfların tüm hak alma girişimlerini zorla bastırdığı bu koşullarda, ancak silahlı savaşım yürüten bir devrimci örgüt, yığınlara güven verebilecek ve onları çevresinde toplayabilecektir.
Türkiye gibi ülkelerde emperyalizmin ve iç gericiliğin yumuşak karnı kırlardır. Dolayısıyla devrim, karşıdevrimin denetiminin daha güçlü olduğu kentlerden kırlara doğru değil, kırlardan kentlere doğru gelişecek, köylüler ya da yoksul köylüler devrimin temel gücünü, asıl dayanağını oluşturacaklardır. Kentlerdeki işçi sınıfı (ve yarı-proletarya), devrimin zaferi açısından belirleyici bir role sahip olmayacaktır. Devrimin ileri bir evresine kadar karşıdevrim kentlerde daha güçlü olacağı için, bu alanlarda girişilecek bir genel ayaklanmayla iktidarı ele geçirmek olanaksızdır.
Türkiye gibi ülkelerde "proletarya partisi"nin bileşiminde köylüler ya da yoksul köylüler belirleyici konumda olacaklardır. Proletarya ideolojisini benimsemiş olmaları kaydıyla, parti üyelerinin toplumsal kökeninin herhangi bir önemi yoktur. İdeolojik öncülük (ya da önderlik) esastır. Silahlı savaşımı temel alacak olan bu partilerde, siyasal ve askeri önderlik öğelerinin içiçe olduğu ve olacağı bu ülkelerde parti, ancak silahlı savaşım içinde inşa edilebilir.
Türkiye gibi ülkelerde devrimin ve silahlı savaşımın nesnel koşulları hemen hemen her zaman vardır ve olgundur; ezilen ve sömürülen yığınlar, ya da en azından onların önemli bir bölümü, egemen sınıflara ve emperyalizme karşı silahlı savaşıma girişecek devrimci güçleri desteklemeye hazırdırlar. Dolayısıyla, asıl önemli ve hatta belirleyici olan, böyle bir savaşımı yürütecek devrimci irade ve kararlılığa sahip bir öncü örgütün (partinin/ordunun) kurulması ve silahlı savaşımı başlatmasıdır.
THKP-C'nin önderi M. Çayan'a geçiyoruz. Mahir Çayan; 1970 yılında kaleme aldığı "Yeni Oportünizmin Niteliği" adlı yazısında şöyle diyordu: "1905-'17 Rus devrimlerinde devrimin temel ve önder gücü proletarya idi. Köylüler vasıtasız yedek. Neden Çin ve Vietnam demokratik devrimlerinde temel güç proletarya değil de köylüler olmaktadır? Çünkü Rusya'da devrim ordusunun temel gücü genellikle büyük şehirlerde yaşıyordu. Bu nedenle devrim şehirlerden kırların fethedilmesi biçiminde bir rota izledi. Oysa yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde: 1) İşçi sınıfının nicelik ve nitelik olarak gelişmiş kapitalist ülkelere oranla zayıf olması, 2) Şehirlerde emperyalizmin denetiminin çok güçlü olması gibi başlıca iki nedenden dolayı milli demokratik devrimin izleyeceği rota, kırlardan şehirlere doğrudur." (Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi, Dava Dosyası, Yazılı Belgeler, Syf. 176-177.)
Gene o, 1971 başlarında yazdığı "Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi" adlı makalede şunları söylüyordu.
"Lenin ve Stalin'in formülasyonunda temel güç olarak sadece proletaryadan bahsedilmesinin nedeni devrimde sınıf katılması olarak, kitle gücü olarak, en enerjik ve aktif rolü oynamasından dolayıdır. Şehirlerden kırlara doğru bir rota izleyecek olan böyle bir devrimin ordusunda da (Kızıl Ordu da) kurmayında da (proletarya partisinde de) proleterlerin salt çoğunlukta olması zorunludur. Böyle bir durumda, proletarya partisi sadece ideolojik ve politik bakımdan değil, fiziki bakımdan da proletaryanın öncü müfrezesidir. Proletarya bu devrimin hem temel gücüdür, hem de önder gücüdür. Bir başka deyişle bu devrimde temel savaş alanı şehirler olduğu için devrimin temel kitle gücü de proletarya olmaktadır. Ama emperyalizmin işgali altında olan dolayısıyla devrim için kurtuluş savaşının (halk savaşının) zorunlu bir durak olduğu ülkelerin demokratik halk devriminde sınıfların mevzilenmesi bu şekilde değildir. Ülke işgal altındadır. (Gizli veya açık.) Yönetim büyük şehirlerdeki bürokrasi ve militarizmine dayanarak ayakta duran işgalci düşmanın da içinde yeraldığı bir gerici ittifakın elindedir. Emperyalizme arkasını dayamış olan karşıdevrim cephesi proletaryanın yoğun bulunduğu şehirlere ve kilit bölgelere güçlerinin büyüğünü yığmış ve çok sıkı bir denetim kurmuştur. Bu hain yönetimin yumuşak karnı kırlardır. Dünyadaki bütün kurtuluş savaşlarının (halk savaşlarının) pratiği bize şunu söylemektedir; zafere, kırlardan şehirlere doğru bir rota izleyen, çeşitli aşamalardan geçen, halkın örgütlü savaşıyla varılabilir." (Aynı yerde, Syf. 251-252.)
M. Çayan sözleri şöyle sürdürüyor:
"Bundan dolayı bu tür ülkelerin proleter siyasi kitle partisi, şehirlerin temel alındığı, Sovyetik ayaklanma ile devrimin zafere ulaşacağı ülkelerin proletarya partisindeki gibi, aynı zamanda da proletaryanın fiziki öncü müfrezesi değildir. Bu ülkelerdeki proleter siyasi partiler, ideolojik ve politik kuruluşlardır...
"İdeolojik öncülük proletarya partisinde fakir köylülerin sayıca ağır basması ve bu partinin proletaryanın öncü müfrezesi olarak, halk savaşını yönlendirmesidir. Emperyalizmi yenerek devrim yapmış olan dünyada bütün sömürge, yarı-sömürge ülkelerin pratiği, proletaryanın devrimde öncülüğünün ideolojik öncülük olduğunu ortaya koymaktadır" (Aynı yerde, Syf. 253.)
Aslında, 1959 yılında, oldukça özgün koşullarda zafere ulaşmış olan Küba Devriminden ve onun önderlerinin stratejik düşüncelerinden etkilenmiş olan M. Çayan, marksizm-leninizmin yaratıcı bir tarzda uygulanması anlamına geldiğini düşündüğü bu devrimin tüm sömürge ve yarı-sömürge ülkeler için bir çeşit model oluşturduğu kanısındadır. O, "Kesintisiz Devrim II-III" adlı yazısında, "3. Genel Bunalım Dönemi" (M. Çayan'ın, II. dünya savaşı sonrası dönemi tanımlamak için kullandığı kavram- P.D.) koşullarının devrimci çizgisini şöyle anlatıyor:
"Küba Devrimi, çalışma tarzıyla, takip ettiği rota itibarıyla bu tarihsel dönemin özelliklerinin bir sonucudur. (Küba Proleter Devrimi hariç bütün devrimler iki evren savaşının altüst oluşları içinde olmuştur.) Silahlı propagandanın temel mücadele biçimi olması ve de halkın devrimci öncülerinin bu somut tarihsel durumun pratiğine uygulanması sonucu ortaya çıkmış olan, bütün emperyalist hegemonya altında olan ülkelerin proleter devrimcilerinin bolşevik çizgisidir.” (Kesintisiz Devrim, Syf. 120.)
Partisini, "diyalektik ve tarihi materyalizmin ışığında kurulmuş leninist bir parti" ve bu partinin örgütsel ilkesini "politik ve askeri liderliğin birliği" olarak tanımlayan M. Çayan; temel olarak aldığı silahlı savaşımla diğer savaşım biçimleri arasında ilişkiyi şöyle anlatıyordu:
"Silahlı propagandayı temel alan örgüt, öteki mücadele biçimlerini de gücü oranında ele alır. Ancak öteki mücadele biçimleri talidir. Silahlı propaganda temel mücadele biçimidir. Bu ekonomik ve demokratik kitle hareketlerine seyirci kalınması demek değildir. Gücüyle orantılı olarak silahlı propagandanın dışındaki, bilinçlendirme, siyasi eğitim, propaganda ve örgütlendirme işleri ile uğraşır.
"Klasik politik kitle mücadelesi ile silahlı propaganda birbirini izler ve birbirinin içinde, birbirine bağımlıdırlar, her biri diğerini karşılıklı etkiler.
"Silahlı propagandanın dışındaki öteki politik, ekonomik, demokratik mücadele biçimleri silahlı propagandaya tabidir ve silahlı propagandaya göre biçimlenirler.(...)
"İşte silahlı propagandayı temel, öteki politik, ekonomik ve demokratik mücadele biçimlerini, bu temel mücadele biçimine tabi olarak ele alan devrimci stratejiye politikleşmiş askeri savaş stratejisi (PASS- P.D.) denir." (Aynı yerde, Syf. 127.)
Son olarak, TKP(M-L)'nin önderi İbrahim Kaypakkaya'nın görüşlerini ele alacağız. Alıntılardan da görülebileceği gibi, esas olarak Küba'nın (ve diğer Latin Amerika ülkelerinin) devrimci deneyimlerinden ve Che Guevara'nın teorik, siyasal ve askeri görüşlerinden etkilenmiş olan M. Çayan'dan farklı olarak İ. Kaypakkaya, kapitalist gelişme düzeyi bakımından daha geri olan Çin'in (ve diğer Asya ülkelerinin) devrimci deneyimlerinden ve Mao Zedung'un teorik, siyasal ve askeri görüşlerinden etkilenmiştir. Kaypakkaya, haziran 1972'de kaleme aldığı "Şafak Revizyonizmi ile Aramızdaki Ayrılıkların Kökeni ve Gelişmesi" adlı makalesinde, "Mao Zedung Düşüncesi"nin, —hepsinin de yarı-feodal bir sosyo-ekonomik yapıya sahip olduğu varsayılan— tüm geri ve bağımlı ülkeler için geçerli olduğunu savunurken şunları söylüyordu:
"Mao Zedung Düşüncesi'nin yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde anlamı nedir? Mao Zedung yoldaş, marksist-leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisini, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin şartlarına uygulayarak şu sonuçlara varmıştır: Bu ülkelerde feodalizme karşı yürütülen mücadeleyle, emperyalizme karşı yürütülen mücadele birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. Demokratik halk devriminin özü toprak devrimidir. Toprak devrimi, proletarya önderliğinde halk savaşı yoluyla başarıya ulaşır. Halk savaşı, özünde bir köylü savaşıdır. Proletarya partisi, yoksul ve orta köylülere dayanarak köylük bölgelerde silahlı mücadeleye girişmeli, buralarda kurtarılmış alanlar yaratmalı, bu kurtarılmış alanlar uzun süreli savaş içinde genişletilerek buralardan büyük şehirler kuşatılmalı ve en sonunda büyük şehirleri de zapt etmek suretiyle ülke çapında siyasi iktidar ele geçirilmelidir." (Seçme Yazılar, Syf. 268-269.)
O, aynı yazıda; Türkiye işçi sınıfının gelmiş geçmiş en görkemli ve militan eylemlerinden biri, belki de birinci olan 15-16 Haziran direnişinden çıkarılması gereken dersleri anlatırken şunları söylüyordu:
"Dördüncüsü, 15-16 Haziran direnişinin bastırılması, devrimin ilk başlarda şehirlerde başarıya ulaşamayacağını, şehirlerde zaman zaman ortaya çıkacak işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çekilmediği takdirde bastırılmaya mahkum olduğunu gösterdi." PDA (Proleter Devrimci Aydınlık- P.D.) kliğinin belirsiz bir gelecekte genel ayaklanma ile iktidarı ele geçirme hayallerine ağır bir darbe indirdi." (Aynı yerde, Syf. 274.)
Bu makalenin "Şafak Revizyonizmi ile Ayrıldığımız Noktalar" başlıklı bölümünde ise TKP(M-L)'nin TİİKP'den kopmasından önce, başını D. Perinçek'in çektiği TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) içindeki devrimci muhalefetin odağını oluşturan ve İ. Kaypakkaya tarafından yönetilen Doğu Anadolu Bölge Komitesi'nin ünlü Şubat Kararı aktarılıyor. DABK Şubat Kararı'nda diğer şeylerin yanısıra şu saptamalar yer almaktadır:
”1- Genel olarak dünyada ve özel olarak Türkiye'de objektif şartlar devrime son derece elverişlidir. Emperyalizm ve gericiler, bütün dünyada buhrandan buhrana sürüklenmekte, bunun sonucu olarak, işçi sınıfı ve bütün devrimci halklara karşı azgınca saldırılara girişmekte, işçi sınıfı ve devrimci halklar ise Türkiye halkları da dahil, her geçen gün daha büyük kitleler halinde hışımla ayağa kalkmakta, gerici şiddete devrimci şiddetle karşı koymaktadır. Asya'nın, Afrika'nın, Latin Amerika'nın birçok ezilen halkları işçi sınıfı önderliğinde silahlı mücadele yürütmektedir.
”2- Ülkemizde de işçilerin, yoksul köylülerin ve diğer devrimci sınıf ve tabakaların mücadelesi son yıllarda hızla büyümüş, gittikçe şiddetlenmiş ve yer yer silahlı çatışmalara kadar varmıştır. Şimdi işçi sınıfımızın ve yoksul köylülerimizin büyük çoğunluğu, kurtuluşlarının ancak silahlı mücadeleyle olacağını kavramış durumdadır. Bugün kırlık bölgelerde köylü kitlelerinin başına geçip silahlı mücadeleyi örgütlemeyen ve kararlı, tutarlı, azimli bir şekilde yürütmeyen bir komünist hareket, komünist sıfatına layık olamaz ve devrimci kitlelerden tecrit olur. Bugün ülkemizdeki devrimci mücadele çok önemli bir noktaya, silahlı mücadele yolunu tutmayan bir akımın, bunun adı isterse komünist hareket olsun, kitlelerden tecrit olacağı bir noktaya ulaşmış bulunuyor." (Aynı yerde, Syf. 319.)
İ. Kaypakkaya, devrimin kırları temel almasının ve kırdan kente doğru bir rota izlemesinin gerekçelerini ise şöyle koyuyor:
"Özetlersek: 'şehirlerin kırlardan kuşatılması' stratejisini tayin eden şey, devrimle karşıdevrim arasındaki kuvvet ilişkisinin köylerde şehirlere nispetle daha fazla devrimin lehine olmasıdır. Karşıdevrim zincirinin en zayıf halkasının köylük bölgelerde olmasıdır. Dolayısıyla, devrim cephesinin köylük bölgelerde daha fazla güç olmasıdır... Feodalizmin mevcudiyeti, genel olarak köylü nüfusunun fazla olması ve bir bütün olarak köylü kitlesinin devrimci olması sonucunu doğurur. Bu durum, köylük bölgelerdeki kuvvet dengesini, devrimin (demokratik devrimin) lehine olarak etkiler. Ayrıca feodalizmin varlığı, sanayiinin ve dolayısıyla işçi sınıfının nisbeten zayıf olmasına yol açacağı için, şehirlerde kuvvet ilişkisini, devrimin aleyhine olarak etkiler. Bir ülkenin yarı-sömürge olması veya sömürge olması da, şehirlerdeki kuvvet ilişkisini, devrimin aleyhine olarak etkiler. Bu iki şart bir arada, kırlık bölgelerin esas mücadele alanı olmasını, 'şehirlerin kırlardan kuşatılması' stratejisinin güdülmesini gerektirir." (Aynı yerde, Syf. 397.)
Kitlelere önderlik edecek, güven verecek, kararlı, enerjik, akıllı bir komünist önderliğin "bugün ülkemizde silahlı mücadelenin alevleri içinde doğup gelişebil"eceğini savunan İ. Kaypakkaya, daha ilerde demokratik halk devriminde ve proletarya partisinin oluşumunda köylülüğün (yani yoksul ve orta köylülerin) rolünü anlamadığını ileri sürdüğü "Şafak revizyonistlerini", yani D. Perinçek ve ortaklarını şöyle eleştiriyor:
"Demokratik halk devriminde proletarya, esas olarak köylülere dayanmalıdır. Köylülüğün temel güç olması sorunu, Mao Zedung yoldaşın demokratik halk devrimi teorisinin en önemli unsurlarından biridir. Bu meseleyi kavramadan, feodalizme ve emperyalizme karşı mücadelede zafere ulaşmak imkansızdır. Böyle önemli bir konuda bizim burjuva bayların tutumu nedir? Onlar, önce, proletaryanın temel güç olduğu safsatasını yaydılar.
"15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi'ni izleyen sıkıyönetim döneminde, saflarda revizyonizme karşı mücadele açılınca, revizyonistler bu konuda da sessizce bir manevra yaptılar ve tam da bir burjuva hokkabazlığı ile, Türkiye'nin özel şartlarından(!) dolayı, proletaryanın ve köylülerin, ikisinin birden temel güç olduğunu ileri sürdüler.
"Şimdi, revizyonizmin başı olan kişiye göre; 'proletarya partisinde, işçiler mutlak çoğunlukta olmalıdır.' Bu fikir devrimin temel gücü meselesiyle doğrudan ilgilidir. Devrimin temel gücünün köylüler olduğu yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, proletarya partisinde kaçınılmaz olarak köylüler çoğunluğu teşkil ederler. Bunu reddetmek, gerçekte devrimin temel gücünün köylüler olduğunu reddetmektir." (Aynı yerde, Syf. 399-400.)
(Devam Edecek…)