ABD Kampı ve Demokrasi

J. Biden, ABD başkanlığını Trump’dan devralırken en çok şu iki konuya vurgu yaptı: ABD hegemonyasını yeniden inşa etmek ve içte iki partinin kitle desteğindeki kutuplaşmayı gidermek. Müttefiklerini yeniden ABD ve NATO etrafında toplayarak, ABD hakimiyetini restore etmeyi öne çıkardı. ABD hakimiyetinin 90’lı ve 2000’li yılların başlarındaki düzeyde mümkün olmayacağı, gerilemeye başladığı açıktı. Ama yine de Biden yönetimi, NATO’yu toparladı, hatta Ukrayna savaşıyla daha da genişletti. QUAD askeri paktını devam ettirirken, yeni olarak AUKUS’u ekledi. AB emperyalist ülkelerini kanatları altına yeniden alarak ayrı bir güç odağı olarak gelişmelerini şimdilik önledi. Paris İklim Anlaşması’na ve BM’ye bağlı bazı uluslararası kuruluşlara geri döndü. Muhtemelen Transatlantik Ticaret ve Yatırım Antlaşması müzakerelerini yeniden rayına koymaya çalışacak.

ABD hakimiyeti için birleşik Batılı emperyalist gücü yeniden inşa sürecini ivmelendirirken, Çin ve Rusya’yı (Trump döneminde yalnızca Çin stratejik düşman alınmıştı) temel stratejik düşman göstermeye, militarizmi tırmandırmaya devam ediyor.

Gerçi Trump döneminde de Orta Menzilli Nükleer Füzeleri Sınırlandırma Antlaşması’ndan (INF Treaty) ABD çekildi ve yüksek teknolojiye dayalı silahlanmayı ve askeri harcamaları geliştirmeye önem verdi. Bu bakımdan Trump-Biden sürekliliği var. Biden, süreklilik içinde militarizasyonu ve savaş kundakçılığını tırmandırmayı sürdürüyor. Trump döneminde aksayan yan ise, kitle desteğine önem vermeyen pervasızlıktı. Adeta kapitalizmin gerçek yüzünü dışa vuran “dobracılık”la, “önemli olan ABD çıkarı ve gücüdür. Demokrasinin, halklara vaat biçiminde demagojinin önemi yoktur” paradigmasını dillendiriyordu.

Biden, militarist tırmandırmada sürekliliği sağlamasının yanı sıra, Trump döneminden farklı olarak ABD ve dünya halklarına demokrasi vaadinde bulunuyor. Kendi kampını, rakip Rusya-Çin emperyalist kampına karşı alternatif olarak sunuyor.

9-10 Aralık 2021’de online Demokrasi Zirvesi de gerçekleştirdi. Zirveye 111 devletin yöneticisini kattı. Zirvelerin süreceğini dile getirdi. 

Fakat biz önce geçmişe bir göz atalım.

Hür Dünya İddiası-Demir Perde Suçlaması

ABD’nin geçmişte özellikle antifaşist savaşın zaferinden sonra zaferin halklar üzerindeki etkisini   kendisine tahvil etme politikası az çok biliniyor.

Bu politika aynı zamanda ABD liderliğinde kapitalist dünyayı konsolide etmek amacıyla hür dünya- demir perde kıyaslamasıyla birlikte yürütüldü.

Churchil, bu asker kökenli muhafazakar politikacı, SB ile faşizme karşı ittifak politikasının da en erken savunanıydı. Aynı zamanda Japonya’ya atom bombası atılmasından sonra, bazı ABD generalleriyle birlikte SB’ye atom bombası atılması ortak fikrinin de sahibiydi.

Churchil SB ve sosyalist kampa Demirperde karalamasının mucidiydi.

Kapitalist dünyanın liderliğini devralan emperyalist ABD yöneticileri, antifaşist zaferin öncüsü komünistlerin dünya halkları üzerindeki haklı ve çok güçlü etkisi nedeniyle atom bombasını SB’ye kullanamadılar. Soğuk savaş başlattılar.

Soğuk savaş, yüksek düzeyde ve yaygınca militarizasyonu, NATO bünyesinde gladyo katliamlarını, yeni sömürge ülkelerde sayısız askeri faşist darbeleri, gericiliği tırmandırmayı, Kore ve Vietnam savaşlarında görüleceği gibi aynı zamanda sıcak savaşları kapsıyordu.

Fakat ABD’ci Batılı emperyalistler aynı zamanda ABD’ci kampı hür dünya olarak propaganda ediyordu. Diğer ifadeyle liberal demokrasiyi idealize ederek dünya halklarından kitlesel destek toplamaya önem veriyordu.

ABD’de 1950’li yıllarda McCarthy’ci antikomünist faşist saldırı dalgası estirildi. Komünist parti yasaklandı ve Rosenbergler idam edildi. Jim Crow ırkçı yasaları devam etti ve linçler gerçekleşti.

1947’de Fransa ve İtalya’da ABD’nin kılavuzluğunda KP hükümetlerden atıldı, işçi sınıfının grev dalgasına karşı polis terörü ve ölüme yol açan saldırılar gerçekleşti. Fransa’da göçmen kitlelerinin Cezayir’deki sömürge savaşına karşı gösterileri kitlesel katliamla karşılandı. ‘68 eylemlerine karşı De Gaulle darbeyle iktidarı almayı bile tasarladı.

Batı Almanya’da 1950’li yıllarda komünist parti yasaklandı ve sonraki dönemde komünistler kamu kuruluşlarından tasfiyesi edildi. RAF’lı devrimciler cezaevlerinde kurşunlanarak infaz edildi.    Ayrıca başta İtalya olmak üzere çok sayıda Avrupa ülkesinde, Hitler ve Mussolini faşizminin kadroları gladyo içinde seferber edildi. Avrupa Müttefik Kuvvetleri Merkezi’nde CPC ve ACC komiteleri tarafından yönetilen CIA ve MI6’nın eğitip yönettiği (her ülkede değişik adlarla) gladyo/kontrgerilla çeteleri örgütlendi. Komünistlere ve kitlelerin mücadelesine karşı yaygın öldürmelere ve bazı toplu katliamlar ile provokatif eylemlere seferber edildiler.

Bu gerçekler, liberal demokrasinin, işçi sınıfı ve komünistlerin mücadelesi karşısında gerici faşist saldırılara girişeceğinin, faşist kadroların görevlendirileceğinin ve eldeki faşist rejimlerin (İspanya ve Portekiz) himaye edileceğinin, sınıflar üstü demokrasi martavallarının aldatıcılığının kanıtlarıydı.

ABD ve yeniden ayağa kaldırdığı Batılı emperyalist kamp, “demir perde”ye karşı “hür dünya” demagojisini yoğunlaştırırken yalnızca ABD’nin emperyalist dev basım iletişim ve sanat tekellerini seferber etmekle yetinmedi. Liberal demokrasinin kaba savunucusu Hayek ve benzeri ideologların kitaplarıyla da yetinmedi. Enver Hoca’nın da vurguladığı gibi; “Emperyalizm, kapitalizmi ve kapitalist devleti ‘halk kapitalizmi’, ‘refah devleti’ gibi değişik gösterebilmek amacıyla, azgın silahlanma yarışının, ekonominin askerileşmesinin, sosyalist ülkelere karşı ekonomik ablukanın yanı sıra, devrime, sosyalizme karşı yürüttüğü büyük kampanyada propagandanın birçok aracını, filozofları, ekonomistleri, sosyolog, yazar ve tarihçileri de kullandı. Bütün bunlardan başka, ‘demir perde’, ‘totaliter rejim’ vb. bir düzen olarak tanıtılan sosyalizme karşı kapitalizmin üstünlüğünün kanıtlandığına halkları inandırabilmek, kapitalizmin başarısı hakkında yaygaralar koparabilmek, kitlelerdeki krizlerin, anarşinin, işsizliğin ve kapitalizmin öteki yaralarının yok edildiğini yayabilmek için savaş sonrasının uygun koşullarını da kullandı.” (1)

Sosyal demokrasi, Almanya’da oynadığı burjuva iktidarın aktörlerinden biri rolünü 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde daha olgunlaşmış olarak oynuyor, “sosyal devlet” sahipliğinin yanı sıra burjuva demokrasisinin şampiyonu olarak propaganda mekanizmasını tümüyle sosyalizme karşı yoğunlaştırıyordu.

ABD burjuva demokrasisini ideal alan H. Arendt, totalitarizm teorisini geliştirerek faşizmle eşitlediği SB’ye ve sosyalizme saldırılarını yöneltiyor, ABD liderliğindeki emperyalist kampın saldırganlığını, savaş kundakçılığını ve faşizmi tırmandırmasını örtme görevini yerine getiriyordu.

Orwel, İspanya iç savaşına katılmış biri olduğu halde, 1984 romanını SB’de halkın demokrasiden yoksunluğunun hicvi olarak yazıyordu.

Benzer çok sayıda örnek verilebilir. Ama hemen tümü, dünya çapında küçük burjuva liberallerinin burjuva demokrasisi övücülüğünün, ABD’ci emperyalist kampın merkezlerinde gerici faşizan saldırılarını ve yeni sömürge, sömürgelerde askeri faşist darbeciliği ve savaş kundakçılığını örtücülüğünün örnekleriydi.

Oysa belirttiğimiz gibi kapitalist merkezlerde burjuva demokrasisi, faşist yasakları ve baskıları kapsıyordu. Ve yalnızca burjuvazinin partileri için iktidara gelme imkanı veren ama işçi sınıfı ve emekçiler için iktidara gelme imkanı vermeyen, burjuva sınıfının iktidarını güvenceye alan ve  kitle desteği sağlamak için sınıflar üstü demokrasi demagojisi yapan bir rejimdi.

Faşizme karşı mücadele ve zaferinin etkisiyle, komünist partilerin ve işçi mücadelelerinin aşağıdan baskısıyla, işçi sınıfı, gençlik ve kadın hareketi için demokratik söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğü sağlanabiliyordu. İşçi sınıfı ve komünistlerin mücadelesi iktidarı için tehlikeli sınıra vardığında,  burjuvazi, askeri-polisiye saldırı makinasını harekete geçiriyordu.

Kaldı ki, kapitalist merkezlerde savaş sonrasının çeyrek yüzyılında kapitalizmin istikrarlı büyümesi, kapitalist merkezlerde yalnızca “sosyal haklar” bakımından değil, demokratik örgütlenme ve barışçı mücadele haklarının daha uzun sürebilmesine imkan da veriyordu. İşçi aristokrasisinin ve küçük burjuva iyi yaşam koşullarına sahip kesimin genişlemesi, antikapitalist devrimci tehlikeyi zayıflatıyor, reformcu gelişmeye maddi temel oluşturuyor ve bu nedenle de burjuvazinin faşizmi tırmandırmasına çok da ihtiyaç doğmuyordu.

Fakat yine de burjuvazi, iktidarını tam güvenceye almak için kapitalist merkezlerde değindiğimiz faşist saldırganlıkları, yasakları, sıkıyönetim gibi olağanüstü yönetme yöntemlerini uygulamaktan geri durmadı.

Böylece liberal demokrasinin gerçekte mülkiyet sahiplerinin özgürlüğü ve kolektif çıkarlarının demokrasisi olduğu, ama işçi sınıfı, yoksul kesimler ve siyasi temsilcisi partiler için baskı, faşist saldırılar, OHAL ve sıkıyönetim gibi şiddetli yasakları kapsayan burjuvazinin bir diktatörlüğü  olduğu, kapitalist merkezlerde krizsiz yıllarda bile, kanıtlanmış oluyordu.

Ayrıca “hür dünya” ve liberal demokrasi sembolü olarak propaganda edilen ABD liderliğindeki emperyalist kamp, yalnızca gelişkin kapitalist merkezlerden ibaret değildi.

ABD’ci Kamp, Yeni Sömürgecilik ve Demokrasi

Önceki dönemlerde nasıl ki emperyalist sömürgecilik dünya çapında bir olgu olarak dünyada hakimiyet sağlayıcı sistemiydiyse, ABD liderliğinde de yeni sömürgeci sistem benzer rol oynadı.

Gerek ABD’nin yeni sömürgecilik sisteminde ilişki biçimi, gerekse yeni sömürge ülkeler burjuvazisinin ABD’ ile işbirliği içinde içte halk sınıflarına karşı siyasal rejimi, emperyalist kampın “hür” ve “demokrasi” dünyası mı yoksa gerici, faşist baskı sistemi mi olduğuna ilişkin daha fazla aydınlatıcı oldu.

ABD’ci kamp, bu bakımdan, antidemokratiklik, gericilik, askeri faşist darbecilik, faşist paramiliter çetecilik, kontrgerillacılık, işgalci savaşçılık ve askeri müdahalecilikle karakterize bir siyasallık sergiledi.

Vietnam ve Kore işgalci savaşçılığını doğrudan ABD yürüttü. Fakat aynı zamanda İsrail siyonist ve Güney Afrika apartheid sömürgecilerini, Portekiz sömürgeciliğini, Endonezya’nın Doğu Timor’u işgalini, Belçika’nın Kongo sömürgeciliğini ise himaye etti, destekledi.

ABD başında bulunduğu emperyalist kampın önemli sömürgeci emperyalisti Fransız burjuvazisini, sömürgeci savaşlarında destekledi. Fransa’dan Vietnam savaşını devralmıştı. Cezayir ve Batı Afrika sömürgeci boyunduruğunu sürdürmesini ise De Gaulle’ün NATO’nun askeri kanadından çıkmasına rağmen destekledi. Süveyş kanalının millileştirmesine karşı Fransa ve İngiltere’nin savaş tehdidini, bu bölgede hakimiyeti devralma hedefine bağlı olarak desteklemeyen özgün politikası da oldu. Ama bu kapitalist dünyanın hakimiyetini devralma rekabetinin bir anını yansıtıyordu, ABD’nin savaşlarla emperyalist hakimiyetini güçlendirme stratejisinden vazgeçişini değil.

ABD; daha büyük çaplı zulmü sömürgecilik yerine ikame edilen yeni sömürge ülkelerde gerçekleştirdi. Neredeyse tüm yeni sömürge ülkelerde, komünist ve devrimci tehlikeye karşı, demokrasi palavrasını bir yana bırakarak askeri faşist darbeler ile işbirlikçi yerel hükümetlerin faşizme geçişini örgütledi.

1965 Endonezya’da Suharto faşist darbesini örgütleyerek 500 bin ile 1 milyon arasında komünist ve antifaşisti katlettirdi. 1960-80 arası dönemde Latin Amerika ülkelerinin neredeyse tümünde, Brezilya’dan Şili’ye, Uruguay’dan Arjantin’e, askeri faşist darbeleri örgütledi. Devrimci mücadelenin devrime dönüştüğü Nikaragua, El Salvador, Guatemala’da ise faşist diktatörlerin savaşını yönetti. Kolombiya’da narkofaşizmi devrimci iç savaşa karşı neredeyse sürekli kıldı.

Güneydoğu Asya ülkelerinde Japon işgali yenilgiye uğratıldıktan sonra, 1947’de işbirlikçisi ve burjuva iktidarların antikomünist savaşını destekledi ve yönetti. Filipinler’de hükümetin faşizme geçişini devrimci savaşa karşı yönetti. Tayland’da kralın askeri darbeleri ABD’nin yönetimi altında gerçekleştirildi.

Pakistan ve Bangladeş’de askeri faşist darbeleri yöneten de ABD’ydi. Pakistan’ın faşist generallerinin Bangladeş’de 3 milyon insanı katleden sömürgeci savaşının yönlendiricisi oldu.

ABD yeni sömürgelerde askeri faşist darbelerde, faşizme geçişlerde yerel burjuvazinin ezici çoğunlukla milliyetçilik ve bazen de dini ideolojilerini kullandı. Faşist saldırı çetelerini kontrgerilla yedeğinde vurucu güç olarak kullanırken de aynı ideolojileri araçsallaştırdı.

Ortadoğu’da İran ve Türkiye’de askeri darbeleri yönetti. Türkiye’de askeri faşist iktidarları kurduğu gibi, diğer dönemde kontrgerillayı ve faşist çeteler ile yeşil kuşak politikasıyla İslami gericiliği sosyalizme karşı kullandı.

Ayrıca, ABD emperyalist kampı, Ortadoğu ülkelerinde teokratik kral ve emirlikleri iktidarda tutarak dini despotluğa dayanan rejimleri kapsadı. Tayland, İran, Ürdün ve bazı Afrika ülkelerinde de krallıkları ayakta tutarak despotik rejimleri yönetti.

Avrupa’da Portekiz ve İspanya’daki faşist rejimleri himayesine aldı. Yunanistan’da Albaylar cuntasını darbeyle başa getirdi.

Vurgulamak istediğimiz şu ki, ABD liderliğindeki emperyalist kamp, yeni sömürge  ve sömürge ülke ve ulusları ABD’nin ve kısmen de diğer emperyalistlerin bağımlılığı altında tutarak uluslararası ilişkide demokrasi ilkesini bir kenara atmakla kalmadı. İşgalci savaşlara başvurarak, ulusların kendi kaderini tayin hakkını  demokrasinin bu ilkesini tank paletleri altında ezdi. “Emperyalist burjuvazinin uluslararası temel politikası yayılmacılık ve yeni sömürgeci  boyunduruk olur, demokrasisi değil”  tezini on yıllar boyunca yeniden ve kanlı biçimde kanıtladı.

Fakat rejim biçimi açısından ise, askeri faşizm, krallık/otokrasi, iş başındaki hükümetlerin geçişi yoluyla faşizm, kontrgerillanın ve faşist çetelerin vurucu  güç olarak kullanıldığı gerici faşizan rejim, teokratik rejimleri sürdürme, ABD emperyalist kampının yeni sömürgelerdeki siyasi sistemi oldu.

“William Blum’a göre, Amerika Birleşik Devletleri demokrasi ve özgürlük bayrağı altında:

-50'den fazla yabancı hükümeti devirmeye çalıştı.

-En az 30 ülkede demokratik seçimlere büyük ölçüde müdahale etti.

-50'den fazla yabancı lidere suikast girişiminde bulundu.

-30'dan fazla ülkenin halkına bomba attı.

-20 ülkede halkçı veya milliyetçi bir hareket bastırılmaya çalışıldı.

-1947 ve 1987 yılları arasında 3.000 büyük operasyonda ve 10.000 küçük operasyonda en az 6 milyon insanı öldürdü” (2)

Lenin’in “Tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üstyapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. … Gerek dış politikada, gerek iç politikada emperyalizm demokrasiyi ihlal etme, gericiliği kurma eğilimindedir. Bu anlamda emperyalizm, genel olarak demokrasinin, onun istemlerinden yalnızca birinin, yani ulusların kendi kaderlerini tayin isteminin değil, tüm demokrasinin su götürmez biçimde, ‘yadsınması’dır. Genel olarak demokrasinin ‘yadsınması’ oluşundan ötürü emperyalizm, aynı zamanda ulusal sorunda da (yani ulusal kaderi tayinde de) demokrasinin ‘yadsınması’dır: demokrasiyi ihlal etmenin yollarını arar. (3) vurgusu ABD liderliğindeki yeni sömürgecilik olgusunun gerçeği tarafından, ağır bedeller yaratan acılı sonuçlarıyla on yıllar boyunca doğrulandı.

İçte diktatörlük dışta savaş demek olan emperyalist ve yeni sömürge burjuvazisinin siyasi çizgisinin bu gerçek yüzüne rağmen ABD ve emperyalist ideologlar demokrasi demagojisine yoğun olarak başvurmayı sürdürdüler.

Birinci vurguya bağlı olarak vurgulamak istediğimiz diğer nokta, liberal ideologlar ve Arendet gibi küçük burjuva liberallerin,  ABD kampının savaşlar ve faşizmlerle belirlenen bu en yoğun gericiliği döneminde ideolojik övgülerini ABD ve Batı emperyalizminin demokrasisine yapmış olmalarıdır.

ABD ve ideologları, bu gerici saldırıları açıktan savunarak liberal veya parlamenter demokrasi övgüsü yaparlarken, diğerleri ya Arendt’in yaptığı gibi Amerikan demokrasisini Fransız devrimininkine kıyasla veya sınıfsal temelden kopararak övgüsünü yaptılar ve SB ve sosyalist ülkelerdeki rejimlerin teşhirini temel ideolojik amaç alarak ideolojik mücadele yürüttüler.

Günümüzde ABD’ci Batı Demokrasisi

Günümüzü tabii ki 90’lı yılların başındaki dönemeçten almak gerekir. SB ve sosyalizm iddiasındaki hemen bütün iktidarların yıkıldığı, ABD’nin tek süper devlet olarak dünya liderliği konumunu elde ettiği dönemin başlangıcı.

Demokrasi açısından bu dönem ele alındığında kapitalist merkezlerde ve yeni sömürgelerde yakın komünist devrim tehlikesinin kalktığı koşulları dikkate almak gerekir.

Bu duruma ve dünya burjuvazisinin liberal demokrasiyi özgürlüklerin tarihsel zirvesi kapitalizmi ise tarihin sonu ilan etmesine rağmen, sınıf mücadelelerine karşı yasaklar ve emperyalist hakimiyet için savaşlar eksik olmadı.

Örneğin işçi sınıfının grev hareketine karşı 1980’li yıllarda Reagan (hava kontrolörleri grevi) ve Thatcher’in (madenciler grevi) yasaklayarak ve cezalandırarak başlattığı saldırganlık, 90’lı yıllardan bu yana gerilemedi, daha da arttı.

Reagan grev öncülerini ayaklarına pranga takarak mahkemeye götürme gösterisiyle saldırmış, sonuçta özelleştirmeyle sonuç almıştı.

Thatcher, 1984-85 maden işçileri grevine grev birimlerindeki işçilerin sayısından çok polis gücüyle saldırırken, grev gözcülerinin iş yerlerindeki gezici propagandacı olmalarını yasaklamış, sonuçta sınıf kinini şu saldırı demeciyle açıklamıştı: "Sadece Falkland adalarındaki düşmanlarla değil, tüm düşmanlarla mücadele etmek zorundayız. Mücadele etmesi çok daha zor olan ve özgürlük için çok daha büyük tehlike oluşturan iç tehdide karşı her zaman tetikte olmalıyız."

Emperyalist burjuvazi, özelleştirme, işyerleri kapatma ve ucuz iş gücü cennetlerine taşıma yoluyla grevleri etkisizleştirdi. Ancak yine de pek çok ülkede hükümetin grevleri ara bulucu yoluyla tahkime götürme yasasını sürdürüyor. ABD’de bu yıl grev kararına oy veren demir yolu işçilerinin grevini Biden 1926’dan beri sürdürülen tahkim yasasına dayanarak kararnameyle engelleyebildi.

Benzer biçimde  “toplumsal düzeni korumak” gerekçe gösterilerek  kararnameyle grevleri engelleme yetkisi Fransa’da da var. Macron günceldeki petrol işçileri grevine karşı kullanmak istiyor. İngiltere’de Eylül ayındaki  grevlere karşı dönemin başbakanı Truss benzer bir yasayı parlamentodan çıkarma girişiminde bulunmuştu.

Ayrıca vurgulamak gerekir ki emperyalist ülkelerde siyasi grev yasaktır. Bu şu demektir, burjuvazi savaş dahil  her türden siyasi kararı hükümet aracılığıyla alabilir ama işçi sınıfı üretimden gelen gücünü siyasi grev aracılığıyla kullanamaz.

Polis gücünü fiili saldırganlıkta kullanma ve polise saldırı yetkisi ve koruma yasaları 90’lı yıllardan bu yana artırıldı.

ABD’de öldürücü polis terörü özellikle Siyahlara ve Hispaniklere daha çok olmak üzere çok yaygındır ve polis örgütü cezadan muaf tutularak burjuva demokrasisinin hükümetleri tarafından teşvik edilir.

Black Lives Matter kitle hareketi bu yoğun saldırganlığa karşı biriken öfke  sonucu patlak verdi. Kitle hareketine karşı polis yoğun gaz fişeği, silahlı ırkçı çeteleri kullanarak göstericilerden insanları öldürdü, yaraladı.

Fransa’da Sarı Yelekliler’e ve diğer bazı kitle gösterilerine karşı polis gaz bombalarını kullandı, ölümlere ve yaralanmalara yol açtı.

Burjuva demokrasisi bununla elbette yetinmiyor. Halka karşı polis şiddetini artırmayı kolaylaştıran yasalar çıkarıyor.

ABD’de Bush İkiz Kuleler’e eylemi bahane ederek Vatanseverlik Yasası’nı çıkardı. Ayrıca yine aynı dönemde İç Güvenlik Bakanlığı kurdu. Vatanseverlik Yasası’yla polise mahkeme kararı olmaksızın şüpheli gördüğü herkesi dinleme-izleme-bilgi toplama yetkisi verdi. CIA’ye silahlı öldürme operasyonları, kaçırma, sorgulama, işkence yapma, hapsetme yetkisi veren yasayı çıkardı.

Benzerini Fransız hükümetleri de parça parça gerçekleştirdiler. 2015’de IŞİD katliamları bahane edilerek OHAL ilan edildi. Halk askeri acil olağanüstü tedbirlere alıştırıldı. Aynı yıl ve 2017’de acil durum yasasıyla mahkeme kararı olmaksızın polise internetten ve uydu aracılığıyla izleme ve istihbarat toplama yetkisi geçici bir süreliğine verilmişti.

2021’de bu yetkileri süreklileştiren ve ayrıca polisin yüz ve kimlik bilgisini içeren herhangi görüntünün alınmasını yasaklayan/hapis-para cezası öngören Küresel Güvenlik Yasası Macron yönetimi tarafından parlamentoda onaylattırıldı. Bu yasa ayrıca siyasi ve yerel polise, jandarmaya arama, gözaltına alma ve bilgi toplama yetkilerini artıran hükümler de içeriyordu.

Değişik demokratik kitle örgütleri, sol partiler ve sendikaların büyük çaplı gösterilerinden sonra Anayasa Konseyi, polis şiddetinin korunmasını amaçlayan madde ile bazı diğer ağır hükümleri iptal etmek zorunda kaldı. Ama diğer bazı hükümler kesinleşti. Burada önemli olan  burjuva hükümetlerin ve parlamentoların antidemokratik faşizan yasakları hukuki düzeyde kalıcı kılma saldırganlığıdır.

Almanya’da da bilindiği gibi 129/B yasası, politik ilticacıları, ülkelerindeki faaliyetleri nedeniyle yargılayıp cezalandırma yasası yürürlükte. 129 sayılı yasaya 1970’li yıllarda devrimci mücadeleye karşım a bendi, 2002 yılında ise b bendi eklenerek içeride ve dışarıda devrimci örgütlenmeler, yayınlar üzerinde faşizan baskı yasası kotarıldı.

Ayrıca Almanya’da gizli servis (Anayasayı Koruma Örgütü), MLPD, SGP, diğer sol örgütler ile yayınlar hakkında yıllık raporlar hazırlayarak “liberal demokratik” düzen için tehlikeli ilan etmekte, haklarında davalar açılmasını sağlamaya çalışmakta. Yine MLPD yöneticilerini İnterpol nezdinde izletmekte.

Faşizmin, komünist çalışma, örgütlenme ve sembolleri yasaklaması, antifaşist devrimlerin büyük zaferinden sonra tasfiye edilmişti. Fakat burjuvazi bugün de kimi zaman benzer bir yasaklama için nabız yokluyor.

2005’te AP’nin Hristiyan Demokrat Parti Meclis Grup Başkan Yardımcısı Josef Szajer ile Litvanya’nın Avrupa Parlamentosu (AP) milletvekili Vytautas Landsbergis, parlamento başkanına  yazılı bir başvuruda bulunarak komünist sembollerin de yasaklanmasını talep ettiler.  “Nazi sembolleri yasaklandığına göre komünist semboller de yasaklanmalı” fikrini öne sürdüler.

Ayrıca AP içindeki antikomünist/gerici dozajı yüksek parlamenterler, zaman zaman demeçlerle 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın suçlusu Hitler’in yanına Stalin’i koyma küstahlığını gösteriyorlar. Bu, elbette komünist çalışmayı yasaklamak için nabız yoklama, kamuoyu hazırlamadır. 

Burjuvazi güncelde Avrupa’da ve ABD’de faşist partileri ve örgütleri geliştiriyor. Sermaye oligarşisinin bugün hakim olmayan bir kanadı-Trump kliği- tarafından geliştirilen bu faşist örgütler 6 Kasım 2021’de kongre baskınıyla Trump’ı iktidarda tutmaya giriştiler. Trump, emir verdiği halde, burjuvazinin iç barışını korumak için yargılanmaktan muaf tutulduğu gibi, faşist örgütler ve ağlar burjuvazi için işçi sınıfı ve devrimci yükselişe karşı gerekli oldukları için kapatılmadılar bile.

Burjuvazi, kapitalizmin merkezlerinde, faşist örgütlenmeleri, bir zamana kadar işçi sınıfının devrimci mücadelesinin gelişme olasılığına karşı dalgakıran olarak değerlendirdi. Muhtemel devrimci yükseliş karşısında ise 1970’li yıllarda yaptığı gibi vurucu güç olarak kullanmak için de el altında tutuyordu. Almanya’da devrimci yükseliş henüz yokken de Anayasayı Koruma Örgütü,  faşist NSU militanlarının 90’lı yılların başından başlayarak Türkiyeli göçmenlere karşı cinayetler gerçekleştirmelerini gizledi, korudu, dolayısıyla teşvik etti. Sonuçta Hanau toplu katliamına neofaşistler cesaret edebildi.

Şimdi ise, İtalya’da olduğu gibi iktidar ortağı ve egemeni olarak değerlendirmeye de başladı.

Güncelde ABD’ci Kampta Bağımlı Ülkeler ve Demokrasi

90’lı yıllar, emperyalist küreselleşme döneminin başlangıç dönemi. Aynı zamanda sosyalizmin yıkıldığı, devrim tehlikesinin yerini kapitalist ideolojik hegemonyanın aldığı dönemeç.

Hemen öncesinde dünya devrimci dalgası inişe doğru geçerken, ABD emperyalistleri Latin Amerika’da işçi sınıfı ve halkların askeri faşist diktatörlüklere karşı biriken tepkisini dikkate alarak parlamenter rejimlere geçilmesine izin verdi.

Yapısal uyum programıyla yeni sömürge ülkeler emperyalist kapitalizmle tek halkada bütünleşmeye sürecine sokuldular. Dünya tekellerinin hakimiyeti altında mali-ekonomik sömürge haline dönüştürüldüler, süreç devam ediyor.

Fakat sermayenin azami kar peşinde koşması, aynı zamanda dünya tekel gruplarının ve emperyalist devletlerinin rekabeti, bu iki temel etken, savaş ve askeri-siyasi sömürgeleştirmeyi kaçınılmaz kılar.

ABD, Reagan döneminde Grenada ve Haiti işgalleriyle Vietnam yenilgisi sendromunu kırdı.

90’lı yıllardan başlayarak ABD’ci dünya düzenini, öncekinden farklı olarak bütün dünya çapında ilan etti. Yugoslavya’dan Irak’a, Afganistan’dan Libya’ya, görece özerk kalan ve eskiden SB’nin nüfuzundaki alanlara savaş ve işgalleri başlattı. Liberalizmin ülkeler arası ilişkide de sözüm ona yücelttiği her ülke ve ulusun egemenlik hakkını bir tarafa attı, ABD hakimiyetini silah zoruyla  dayattı. Demokrasinin temel ilkelerinden biri olan ulusların kaderlerini özgürce tayin etmeleri hakkını/ ilkesini silah zoruyla çiğnedi, tasfiye etti. 

ABD tabii ki aynı zamanda muhtemel rakiplerinin (o zaman AB’nin egemeni Alman ve Fransız, AB dışında Japonya’nın) olası rekabetini savaş gözdağıyla engelledi. ABD hakimiyetinde dünya jeostratejisine teslimiyeti dayattı. 

ABD, işgal ettiği yerlerin bir kısmında himayeci sömürgeci sistem kurdu (Irak işgalinde ABD genel valisi son karar makamıydı), bunu gerçekleştiremediği yerlerde ise işbirlikçi hükümetler kurdu, bütününde ise askeri üslerini yerleştirdi.

İşgallerine ve savaşlarına gerekçe olarak “insan hakları”, “demokrasi yokluğu” bahanelerini propaganda olarak kullansa da, gerçekte ABD ulusunun tanrı tarafından dünyayı yönetmekle görevlendirildiği teokratik fikrini kullanarak ABD halkını işgal ve savaşlarının arabasına bağlıyor, ABD’nin dünya tekelleri grubunu dünyanın rakipsiz hakimi kılmak için rakipsiz askeri gücünü kullanıyordu. Ülkeler, devletler ve uluslar arasında olması gereken demokrasi ve barış yerine  rakipsiz askeri gücüyle ve savaşla hakimiyetini kuruyordu.

Bu stratejisini, şimdi Rusya-Çin ittifakına karşı NATO’yu, QUAD ve AUKUS gibi savaş paktlarını genişletmeyle, savaş kundakçılığını ve nükleer silahlanmayı tırmandırmayla daha da şiddetlendiriyor. 3. emperyalist paylaşım savaşına vardırma sürecini hızlandırıyor.

Biden’ın ABD’ci kampı demokrasinin kabesi sunma propagandasının tersine Batı’nın mali-ekonomik sömürgelerinde, siyasi rejimler artan gericileşme ve faşistleşme yönünde ivme kazanıyorlar.

Macaristan’da Orban, Polonya’da PİS’in (Hukuk ve Adalet Partisi) iktidarı, Sırbistan’da Vucic

yönetimi, Ukrayna’da 2014 faşist Maidan darbesiyle iktidar değişimi ve şimdi savaş içinde rejiminin artan faşistleştirilmesi, Erdoğan, Modi, Bolsonaro, Bolivya’da ordu ve beyaz sermaye oligarşisinin yedekteki paramiliter faşist güçleri seferber ederek faşist askeri darbe geçekleştirmesi, Venezuela’da darbe, İsrail’de siyonist rejim, Suudi teokrasisi, Emirlikler, Mısır ve Sudan cuntaları, Tunus’ta Kays yönetimi, Fas krallığı, Sri Lanka faşizmi, Endonezya’daki hepsi de Batı emperyalizmi yanlısı rakip burjuva klikler, bu gericilik ve faşistleşmedeki yükselişin örnekleri.

Tabii kriz koşulları var ama henüz devrim dalgasına dönüşmüş tehlikenin yokluğu koşullarında durum bu. ABD’nin ve ABD’ci kamptakilerin,  yakın devrim tehlikesi koşullarında askeri faşist darbeleri, işbaşındakilerin faşistleştirilmesini veya faşist partilerin işbaşına  getirilmesini hızlandıracağı kuşkusuz.

ABD,  Rusya-Çin ittifakıyla rekabette, rakibin rejimlerinin gerici faşizan özelliklerini hibrit savaşta kitle desteğini artırmak için kullanıyor. Buradan işçi sınıfına ve ezilenlere demokrasi çıkmaz. En fazlasıyla yakın devrim tehlikesinin olmadığı ama halihazırda parlamenter rejimlerin var olduğu yerlerde değişik burjuva partilere iktidara gelme imkanı sağlamayan parlamenter burjuva çoğulculuğu sürdürebilir. Devrimci tehlike büyüdüğünde bu olanak ortadan kaldırılır. Bolivya’daki askeri faşist darbe, Brezilya’da Bolsonaro’nun ordu-parlamento eliyle başa geçirildiği sivil ve bürokratik darbe, henüz devrimci tehlikenin yükselmediği koşullarda bile ABD’ci kampın bağımlı ülkelerdeki yönetimleri faşistleştirme eğiliminin somut iki pratiği.

Sonuç Yerine

ABD, gerileyen emperyalist dünya hakimiyetini restore etmek, ayrı güç odağı olarak ortaya çıkma  potansiyeli taşıyan Avrupa egemen emperyalistlerini yanına çekerek  rakip olmasını engellemek, Çin-Rusya ittifakına karşı rekabeti şiddetlendirme amacıyla hibrit savaş adı verilen savaşta kitle desteğini artırmak istiyor. Bunun temel araçlarından biri demokrasi demagojisi. Nitekim Ukrayna vekalet savaşında ABD’ci kampın/NATO’nun kitle desteği arttı da. Bu, aynı zamanda içte bu kriz döneminde burjuvazinin eriyen kitle desteğini onarmaya da yarayan bir araç.

Burjuva demokrasisi elbette tekellerin hakimiyetini dokunulmaz kutsallıkla koruyan fakat parlamenter rejim yoluyla değişik burjuva kliklere iktidarı yönetme olanağı tanıyan bir rejim. Burjuvazi bunu genel oy hakkı dolayısıyla işçi sınıfı ve geniş kitlelere demokrasi olarak sunuyor ve etkileyici de oluyor.

Liberal demokrasi olarak da adlandırılan  burjuva  demokrasisi rejimi altında işçi sınıfı ve ezilenler ancak aşağıdan mücadeleler yoluyla demokratik haklarını dayatarak alabildikleri tarihsel bir ders.

İşçi sınıfı ve ezilenlerin parlamenter partileri, ya tekellerin kıyas kabul etmez ekonomik tekeli karşısında hükümet olma imkanı bulamaz veya bulduklarında, ayrıca kitlesel güçlendiklerinde  Allende ve Endonezya örneklerinde kanıtlandığı gibi askeri faşist darbelerle, kitlesel katliamla, siyasi soykırımla karşılaşır. Bu iki örnekte ve ayrıca sayısız örnekte faşist saldırganlığı  yöneten doğrudan ABD oldu, sicili faşizmi geliştirme açısından oldukça kötü ünlüdür.

Küçük burjuva halkçı partiler için de burjuvazi zor ile ekonomik tekelin boyun eğdiriciliğini birlikte kullanır. Dünya devrim dalgasının gerilediği koşullarda hakimiyeti için tehlike düzeyi düşük olduğunda mali-ekonomik tekel hakimiyetiyle boyun eğdirme ve sistem içinde eritme yöntemini öne geçirmekte, tehlike büyüdüğünde ise faşist yönteme başvurmaktadır.

Syriza ve Podemos’u Avrupa emperyalist burjuvazisi sistem içine çekerek, Syriza’ya ayrıca mali baskı uygulayarak kapitalizme karşı mücadele içinde olan geniş kitleleri etkisiz hale getirdi. Bu yolla milyonların antikapitalist ve devrimci özelliklerini sönümlendirdi.

Fakat elbette bugün kriz koşulları daha fazla ve emperyalist rekabet daha şiddetli. ABD ve müttefikleri, bu koşullarda, merkezlerde faşist baskı biçimlerini hızlandırmaya ve mali ekonomik sömürgelerde faşist yönetimleri daha çok işbaşına getirmeye çalışacaklar.

Liberal demokrasi vaadi çok daha söz olarak kalacak.

İşçi sınıfı ve ezilenler, ABD’ci kampta da rakip kampta da, kapitalizme ve faşist yükselişe karşı bağımsız mücadelesini ve örgütlenmesini iktidar perspektifi doğrultusunda geliştirmeli.

Burjuvazinin faşist hareketi kitlesel destekle dalgakıran olarak geliştirmesine karşı da başarılı mücadele geliştirmek zorunda olduğu bilinciyle hareket etmeli. Faşizmin iktidara getirilmesine karşı da zorlu mücadeleleri yükseltmeli.

Komünist ve devrimci hareket, ABD’ci kampın demokrasi demagojisine, Rusya-Çin kampının antiemperyalizm demagojisine karşı işçi sınıfı ve ezilenlerin kurtuluş mücadelesini geliştirme temeli üzerinde sürekli ideolojik mücadele vermeli. Her iki kamp burjuvazisine kuyrukçu rol oynayan küçük burjuva ve milliyetçi hareketleri kitlelerden yalıtmada başarılı olmalıdır.

Notlar 

1 Avrupa Komünizmi Anti-Komünizmdir, s. 20, Yurt Kt.Yy

2 Gabriel Rockhill, https://www.counterpunch.org/2020/10/16/the-u-s-did-not-defeat-fascism-in-wwii-it-discretely-internationalized-it/

3 Emperyalist Ekonomizm Marksizmin Bir Karikatürü,  Sol Yayınları, s. 42

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi