Bugün faşizme karşı mücadelede eksikliğini en çok hissettiğimiz şey güçlü bir işçi hareketidir. Bu durum antifaşist mücadelenin belirli bir eşiği bir türlü aşamamasına, gelişip yayılamamasına ve faşist diktatörlüğe üretim alanından ve politik devrimci işçi hareketinden darbe vurulamamasına yol açmaktadır. Öyle ki, adeta işçi mücadelesi bir kanaldan, faşizme karşı mücadele ayrı bir kanaldan akmaktadır. Sendikalist mantıkla işçi mücadelesinin asıl derdi patrona karşı iş ve aş olarak görülmekte, faşizme karşı özgürlük ise daha çok ezilenlerin sorunu olarak algılanmaktadır. Böyle olunca da işçinin faşizme karşıtlığı da en iyi ihtimalle ezilenlerin mücadelesi ile kurulan dolaylı bir dayanışma ilişkisi ya da işçilerin kendi ezilen kimlikleri üzerinden ele almaları gereken bir tutum olarak görülebilmektedir.
Henüz işçi hareketinin genelleşmesinin ve kitleselliğinin zayıf olduğu koşullarda bu kısmen anlaşılabilir bir şeydir. Örgütsüzleştirme ve eylemsizleştirme saldırısı altında bulunan işçi sınıfı, bugün canlanan ve gelişen bir mücadele süreci içinde. Kaldı ki az çok fiili meşru nitelik kazanabilen bir işçi direnişinin dahi devletin sınıf karakterini nasıl açığa çıkardığı görüldüğünde, ekonomik taleplerle tek tek patronlara karşı yürütülen bu direnişlerin artmasının dahi faşizmi aşındırmaya hizmet edeceğini teslim etmek gerekir.
Ancak yine de bu, işçi davasının acil ihtiyacının siyasi mücadele olduğu gerçeğini değiştirmez. Kendiliğinden işçi hareketinin ister başında, isterse zirvesinde olsun, siyaset en çok ve en acil şekilde işçiye lazımdır. Zira “siyasetsiz” işçi diye bir şey yoktur. Mesele işçinin burjuva siyasetinin mi, yoksa devrimci siyasetin mi etkisinde olacağıdır. Siyasi çalışmayı geleceğin konusu olarak görüp işçiyi ekonomik mücadele cenderesinde tutmak için özel bir çaba sarf edenler, her ne kadar sözde pedagojik bir yaklaşım sergilediklerini zannetseler de aslında işçinin devrimci siyasetten uzak tutulması noktasında burjuvazi ile anlaşmış olurlar. Lenin, 117 yıl önce kaleme aldığı (ancak bugün hiç var olmamış gibi davranılan) “Ne Yapmalı?” broşüründe tastamam bu meseleyi ele alır.
Faşizmin hüküm sürdüğü bir ülkede sınıf siyasetinin güncel içeriği ve hedefi elbette ki faşizmin yıkılmasıdır. İşçinin faşizme karşı mücadelesi “dayanışmanın” ve “vicdanın” bir gereği değil, onun kendi dolaysız, öz meselesidir. Faşizm en çok işçiye düşmandır. İşçi de en çok faşizme düşman olmalıdır. Hatta bırakalım faşizme karşı mücadelenin aktif bir katılımcısı olmayı, işçi sınıfı bu mücadelenin bağımsız siyasi önderi haline gelmeden ne kendi iş-aş mücadelesini kararlıca yürütebilir, ne de faşizmi yıkacak, sosyalizm için iktidarı almaya hazırlanacak kararlı büyük çaplı devrimci güçler inşa edilebilir.
Oysa faşizmin işçiye işçi olarak ne anlam ifade ettiğini anlamak için onun ne demek olduğunu hatırlamak ve işçilerin gündelik iş ve aş mücadeleleri sırasında yaşadıklarına kabaca bakmak yeterlidir.
Faşizm nedir?
Faşizm “saf kötülük” veya sadece devletin belli bir ırka-dine-mezhebe kategorik bir düşmanlık hali değildir. Faşizm tek başına despotluğun, otoriterliğin, polis şiddetinin artması olgusu da değildir. O, belirli bir sınıfın çok somut koşullarda uygulamaya koyduğu bir devlet biçimidir.
Faşizm, burjuvazinin terörist diktatörlüğüdür. Kapitalizmin krize girdiği veya devrimci bir yükselişin baş gösterdiği koşullarda, işçilerin, ezilenlerin mücadele düzeyi iktidarını tehlikeye sokuyorsa, sermaye sınıfı toplumu dizginsiz devlet terörü ile yönetmeye başlar. Basın, toplantı, ifade, grev, yürüyüş, örgütlenme özgürlüğü gibi özgürlüklerin kırıntısı dahi süpürülür, işçi sınıfının mücadele araç ve biçimleri dağıtılır. Mevzilerini ve eylemlerini yitirmeye başlayan işçi sınıfı çok daha rahat sömürülebilir hale gelir. Burjuvazi faşizm ile ayrıca komünist ideolojiye, ırka, dine ve/ya mezhebe dayalı sahte bir iç ve dış tehdit algısı yaratarak işçi sınıfını böler, refah özlemi içerisinde olan sömürülen kitlelerin zihinlerini hezeyan dolu dinci-milliyetçi propagandalarıyla bulandırarak birbirine düşman hale getirir. Bu sayede işçi sınıfının mücadelesi daha kolay bastırılır.
Faşizm Türk burjuvazisinin geçmişten bugüne pek çok kez başvurduğu rejimidir. Hem kuruluş zamanlarındaki ilksel birikim ihtiyacını sömürgeci ve soykırımcı faaliyetleriyle sağlamış olması, hem emperyalizmin bir yarı ve yeni-sömürgesi olmasından kaynaklı yetersiz sermaye birikimi ve yaşadığı ağır ekonomik krizler, hem de bunların bileşik bir sonucu olarak ezilenlerin önlenemeyen devrimci kabarışları Türk burjuvazisinin pek çok kez faşizmi devreye sokmasına yol açmıştır. Faşizm bir yandan işçi hak ve özgürlüklerini doğrudan tırpanlarken, diğer yandan da Kürt ulusunu, Alevi ve Hristiyan inançtan halkımızı ezmenin, onlara karşı Türk ulusundan ve Sünni inançtan işçilerimiz ve emekçilerimiz arasında düşmanlık geliştirmenin zirvesi haline dönüşmüştür. Kitle katliamları, işkenceler, infazlar, OHAL'ler, gözaltı ve tutuklama terörü, faili meçhuller, kaybetmeler, pogromlar devletin temel yönetim araçları olmuştur. Kısacası, Türk burjuvazisi iktidarını sürdürmek ve sermaye birikimini talancı tarzda hızlandırmak için işçiyi ucuz, dolayısıyla örgütsüz, eylemsiz ve birbirine düşman tutmak istemekte, bunun için de devlet terörü estirmektedir.
Türkiye'de faşizmin yönetici aygıtının bileşimi değişebilmektedir. Önceleri Milli Güvenlik Kurulu eliyle yönetilen ve askeri, yarı-askeri biçimler alabilen faşizm, bugün AKP iktidarı ile siyasal İslamcı ve “başkancı” bir karakter kazanmıştır. Ancak dizginsiz devlet terörü, ırkçı-milliyetçi hezeyanlar, sömürgecilik, siyasi kırım, demokratik ve sendikal hak ve özgürlüklerin gaspı hiç değişmemiş, artarak sürmüştür.
Görüldüğü üzere faşizm kapitalizmden ayrı bir şey değildir. Madem o kapitalizmin kendini ekonomik krizlerden ve işçi-emekçilerin-ezilenlerin mücadelelerinden korumak için devreye soktuğu bir siyasi rejimdir, faşizm nasıl olur da işçinin dolaylı ya da gelecekte ele alabileceği bir mesele olarak görülebilir?
İşçi mücadelesinin önündeki faşist engeller
İşçiler faşizmin kendileri için ne anlam ifade ettiğini henüz bilince çıkaramamış olsalar da onu iş ve aş mücadelesi yürüttükleri her gün, her saat en acı şekilde deneyimlemektedirler. Uluslararası Sendikalar Örgütü (ITUC) raporlarına göre Türkiye, dünyada sendikal hak ve özgürlüklerin en kötü durumda olduğu 10 ülkeden biridir.
Örneğin sendikaya üye olmak sözde anayasal bir hak ve salgında işçi çıkarmak da sözde yasaktır. Yine de devlet patronlara sendikaya üye olan işçileri Kod 29 ile, yani “ahlaksızlık” maddesi işletilerek tasfiye etme, ücretsiz izne çıkarma kapısını ardına kadar açmış durumdadır. Yakın zamanda Ekmekçioğulları Metal'de, Sinbo'da, Oral Ambalaj'da, Gates Hortum Sanayi'nde, Akbaş Holding'de, Vestel'de, PTT'de daha birçok yerde yaşanan kıyım budur. “Sendikaya üye oldukları için işten çıkarılan...” haberleri artık haber değeri taşımayacak kadar sıradanlaşmış vaziyettedir. Sendikal örgütlenmenin fiili olarak imkânsız hale getirilmesi Türkiye burjuvazisi ve faşizminin önemli ve etkili bir silahıdır.
Bireylerin sendikaya örgütlenmesi kadar sendikaların işyerlerinde örgütlenmesi de bizzat devlet eliyle zorlaştırılmaktadır. Bunun önünde her şeyden evvel faşist 12 Eylül anayasasının hediyesi olan işkolu ve işyeri barajları vardır. Bu barajları aşabilen sendikalar yetki belgelerini Bakanlık'tan aylar ve bazen yıllar sonra alabilmekte, bu arada patronlar haberdar edilerek sendika karşıtı faaliyete hız vermeye çağırılmaktadır. Sendikal barajlar ve yetki sistemleri birer faşizm uygulamasıdır.
Grev deseniz, faşist 12 Eylül anayasası sadece ücret grevi gibi çok sınırlı bir grev türünü tanımaktadır. AKP onu da tedavülden kaldırmıştır. Son 18 yılda 190 bini Koç, Sabancı ve İş Bankası gruplarında çalışan toplam 194 bin işçinin grevi sözde “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanmıştır. İşçinin en büyük silahının, yani grev hakkının yasayla ve fiilen ortadan kaldırılması faşizmdir.
Türkiye'de asgari ücret görüşmelerinden işçinin değil derdine, kesik parmağına bile merhem olmayacak bir sefalet ücreti çıkması kaderdir. Çünkü ortada gerçek anlamıyla ne bir masa vardır ne de bir pazarlık. Asgari ücret tespitinde işçiler sadece konfederasyonlar aracılığıyla görüşü alınan fakat anayasal olarak karara itiraz ve grev hakkı olmayan bir sınıftır. Bir ülkede işçilerin bırakalım ülke yönetimine katılma hakkını, en temel ücretin belirlenmesinde dahi hak sahibi olmamaları faşizmdir.
Cezasızlık faşizmin en sık kullandığı yöntemlerinden birisidir. Soma'da olduğu gibi, yüzlerce işçiyi öldürüp ödül gibi “cezalarla” yırtabileceğiniz bir patron cennettir burası. Uyar Holding'de, Bimeks'te, Atlas Jet'de olduğu gibi işçinin tazminatını, ücretini ödemezseniz devletin hiçbir yetkilisi size “hayırdır?” bile demez. Hatta üniversitede saygın bir konum kazanırsınız. Ola ki mahkeme işe iade kararı verir, o zaman da Cargill'de olduğu gibi patronlar kararı uygulamamakta özgürdür. İşçinin hakkını ve canını gasp edene cezasızlık politikası faşizmdir.
Tüm bu kanunsuzlukları ya da yetersiz kanunları teşhir ve protesto etmek için işçi anayasal hakkını kullanarak barışçıl bir şekilde toplanır ya da yürürse karşısına polis, jandarma çıkar. Hakkını isteyenlerin alabildiği şey çıplak devlet şiddeti, gözaltı ve hatta, 3. havalimanı direnişinde olduğu gibi, tutuklanma olur. Sonrasında da mücadeleci işçiler kara listeye eklenir, daha da iş bulamaz. İşçinin eylem, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğünün olmaması faşizmdir.
Görüldüğü üzere işçi mücadelesinde faşist baskı ve yasakların dolaysızca hâkim olmadığı neredeyse tek bir an bile bulabilmek mümkün değildir.
İşçilerin faşizme karşı mücadele zorunluluğu
Şüphesiz tüm bu gasplara rağmen bazen sonuna kadar direnen işçiler de kazanır. Ancak bu genellikle çok uzun süreler, büyük bedeller gerektirir ve elde edilen kazanımlar da çoğu zaman geçici ve yerel nitelikte kalır. Oysa işçilerin gerçek kazanımı onların giderek genişleyen birliği olacaktır. İşte, faşizm bizzat bu genişlemeyi sağlayacak olan koşullara, yani işçi hak ve özgürlüklerine saldırmaktadır.
Bu hak ve özgürlükler olmadan işçilerin işten çıkarmalara, yoksulluğa, iş cinayetlerine karşı yürütecekleri mücadelelerin etkin sonuç vermesi ne kadar olasıdır? Bu mücadeleler yoluyla kendilerini milyonlar halinde ve açık sınıf savaşıyla eğitip örgütleyemeyecek olan işçilerin sosyalist devrime hazırlanmasının mümkün olmayacağı da ortadadır. O halde işçilerin ekonomik mücadele yürütebilme hakları için dahi öncelikle faşizme karşı mücadele yürütmeleri gerektiği açık değil midir?
Bugün bu gerçeği görmeden işçilerin tek tek patronları hedefe koyan ekonomik mücadelelerinin birikerek artmasının önündeki bir başka engel daha vardır, o da emperyalist küreselleşme evresinin bir sonucu olarak ortaya çıkan küresel emek iş bölümüdür.
Bu evrede sermayenin önündeki tüm sınırlar en çok kâr arayışı için ortadan kaldırılmıştır. Patron daha ucuz işgücü sağlayan bir ülke bulduğunda fabrikasını kolaylıkla oraya taşıyabilmekte, ya da tüm meta-sermayesini para-sermayeye dönüştürerek açık gümrük kapılarından kaçıp gidebilmektedir. Ayrıca sınıf gerek işyeri ölçeği olarak gerekse statü olarak parçalara ayrılmış ve tarihin en yüksek işsizlik oranı ile cendereye alınmıştır. Bu durum, sermayenin ulusal pazarlarla daha fazla sınırlandığı ve sınıfın daha homojen bir iç yapıya sahip olduğu zamanlara kıyasla ulusal işçi sınıflarının pazarlık gücünün ve klasik sendikal örgütlenme imkanlarının daralmasına yol açmaktadır. Zira “rakip” artık tüm dünya proletaryasıdır. Böyle olunca tek tek patronları hedef alan ücret ve hak mücadelelerinin başarı şansı çok daha düşük olmakta, kazanım sağlamayı değil, kaybını azaltmaya çalışan sınıf iş birliği eğilimi baskın hale gelmektedir. Ekonomik mücadeleler sonuçsuz kaldıkça mücadelelerin birbirini ateşleme ve birikerek büyüme ihtimali de azalmaktadır.
Bu sebeple daha en baştan tüm işçilerin ortak çıkarını dillendirecek ve daha en baştan bütün bir toplumsal ve siyasi düzeni hedefe koyacak bir mücadele işçilerin giderek genişleyen birliğini sağlamaya daha çok hizmet edecektir. Faşist bir rejimde bu hedefin gerçekleşmesi faşizmin yıkılmasından geçer.
Faşizme karşı mücadeleyi somutlamak
Bu, ekonomik mücadelelerin beyhude olduğu anlamına asla gelmez. Bunu savunmak sınıf savaşında sermayeye mutlak bir zafer, işçi sınıfına da mutlak bir atalet atfetmek olur. Kaldı ki, kapitalizmin krizi arttıkça ekonomik direnişlerin sayısı da yoğunluğu da artmaktadır ve artacaktır. Bahsettiğimiz, bu mücadelelerin terki değil, daha en baştan siyasi bir mücadele olarak ele alınmasının zorunluluğudur. Hatta bir adım daha ötesidir: Siyasi mücadelenin bizzat ekonomik mücadeleler vesilesiyle de kurulmaya başlanması hayati önemdedir.
İşçiler, mücadelelerinin her anında faşizmle karşılaşıyorlarsa, demek ki antifaşist mücadeleyi pekâlâ kendi dolaysız mücadeleleri üzerinden de yükseltebilirler. Bunun somut anlamı işçilerin ekonomik taleplerini işçi hak ve özgürlükleri talebi ile birleştirmeleri ve hedefe sadece tek tek patronları değil, aynı zamanda daha en baştan devleti, faşizmi koymaya başlamalarıdır.
Örneğin, bir işyerinde işçiler sendikalı oldukları için işten mi atıldılar? Sadece o patronun değil, bir bütün olarak devletin sendika düşmanlığı nedenleri ile gösterilebilir, bu düşmanlığın faşizm olduğu adlı adınca açığa çıkarılabilir. Bu kapsamda işe iade talebi ile beraber sendikal örgütlenme özgürlüğü talebi de dile getirilebilir ve aynı sorunu yaşayan tüm işçiler faşizme karşı mücadeleye çağırılabilir. Ya da işçiler bir işyerinde gasp edilen ücret ve/ya tazminatları için eyleme geçtiklerinde polis saldırısına mı uğradılar? Yine öncelikle bu baskı ve yasak üzerinden ülkedeki rejimin faşizm olduğu açıkça teşhir edilebilir. Ücret/tazminat talebi askıya alınmadan aynı zamanda tüm işçiler için toplantı-gösteri yürüyüşü özgürlüğü de talepleştirilebilir ve faşizm yıkılmadan işçilerin işini ve aşını koruyamayacağı propaganda edilebilir. Tekil ve yerel mücadelelerin antifaşist bir nitelik kazanmaya başlaması ile birlikte işyerlerinde, havzalarda ve bölgelerde faşizme karşı işçi komiteleri kurulabilir, işçiler faşizmin tarihi ve işçilere düşmanlığı konusunda eğitilebilir ve dönemsel olarak faşizme karşı işçilerin ortak koyacağı eylemler örgütlenebilir.
Aslına bakılırsa Türkiye işçi sınıfı tarihinin en parlak mücadele örnekleri zaten haklar ve özgürlükler ekseni üzerinden ve devleti hedefe koyarak gelişmiştir. DİSK’in kapatılmasına karşı sendikal örgütlenme hakkı için girişilen 15-16 Haziran direnişi ve '70’li yılların ikinci yarısına damga vuran DGM karşıtı mücadele faşizme karşı direnişlerdir. Bugün de nasıl ki sendikasızlaştırma politikalarından cezasızlığa, grev yasaklarından asgari ücret tiyatrosuna, salgındaki çalışma kampları uygulamasından gözaltı-tutuklama terörüne kadar işçinin işçi olarak faşizmle çarpışmadığı tek bir gün yoksa, faşizme karşı mücadelenin konusu yapılamayacak tek bir örneği dahi yoktur.
İşçiler, güncel mücadelesini daha elverişli koşullarda yürütmek için faşizmin yasak ve saldırılarını püskürtecek mücadele geliştirmek; burjuvaziden kurtuluşu demek olan sosyalizme varmak için faşizmi yıkmak zorundadırlar. Hak ve özgürlükleri için faşizme karşı mücadele ve müttefikleri olan ezilenlerle birlikte faşizmi yıkmak görevi, bu nedenlerle, işçilerin sınıf olarak güncel görevidir.
Politik özgürlük ve demokratik devrim
İşçilerin kendi dolaysız hak ve özgürlükleri için vereceği mücadele hayati önemdeki ilk adım olsa da şüphesiz ki diğer özgürlükler olmadan çok da bir anlam ifade etmeyecektir. Örneğin, basın ve seçme-seçilme özgürlüğünün olmadığı yerde sendikal özgürlükler de bir işe yaramayacak, ya da seçme-seçilme özgürlüğünün olduğu yerde propaganda özgürlüğü yoksa seçimlerin bir anlamı kalmayacaktır. Ayrıca faşizm sadece işçinin özgürlüklerine saldırmamaktadır. Bu ülke ezilen cins, ulus ve mezhepler için cehennemin asıl adıdır. Kürt'ün, Alevi'nin, kadının, LGBTİ+'nin yaşadığı zulümleri burada sayfalarca tekrar etmeye gerek yoktur. Bilinmesi gereken, ezilen kesimlerin devlet terörü altında inlediği yerde sadece kendi hak ve özgürlüklerini savunmaya sıkışmanın da dönüp dolaşıp yine işçi davasını vuracak olmasıdır. Örneğin, işçiye sağlanacak söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünün Kürt'e yasak olması işçinin şovenizmle zehirlenerek burjuvazisinin çıkarlarını kendi çıkarı sanmasına kapı aralayacaktır ve aralamaktadır da.
Sınıflar savaşımı ve devrimler tarihi bize tüm bu özgürlüklerin “politik özgürlük” denen bütünün parçaları olduğunu ve bu bütünün parçalanamayacağını ve aynı anda tüm ezilenler için olması gerektiğini göstermektedir. Yani işçiler sadece kendi çıkarları için dövüşmek isteseler dahi, tutarlılık gereği, tüm ezilenlerin demokratik taleplerinin de bayraktarı olmak, yani bir bütün olarak politik özgürlük için savaşmak zorundadırlar.
Bu tutarlılık, tersinden, faşizm için de geçerlidir. Zira egemen sınıfın bir özgürlüğe açtığı kapı otomatikman diğer özgürlüklere olan talebi de doğurmaktadır. Eylemliliği sosyal medyaya sıkıştırılan kitlelerin buradan tüm özgürlükler için seslerini yükseltmeleri ve nihayetinde tweet atmanın da suç haline dönüşmesi bunun örneğidir. Politik özgürlük gaspının kesimsel olamaması da aynı sebeptendir. Özgürlükler ezilen sınıf ve toplumsal kesimlerin sadece bir bölümüne sağlandığı takdirde buralarda yükselişe geçen mücadeleler diğer ezilenlere de umut ve cesaret taşımaya başlar. Gezi'deki halk ayaklanmasının sebeplerinden biri de barış görüşmeleri sürecinde Kürt halkının ensesindeki elin az biraz gevşemiş olması değil midir? Bu yüzden faşizmin eğilimi, tüm ezilenlerin politik özgürlüğünü gasp etmektir.
Bu gerçeklerden çıkan sonuç, bir yandan faşizme karşı kendi dolaysız taleplerinden mücadeleye kalkışan işçi sınıfının diğer yandan da tüm halk için politik özgürlüğü istemesi gerektiğidir. Böylece faşizmin yıkılmasının ne anlama geleceği de somutluk kazanmış olur: özü politik özgürlüğün kazanılması olan antikapitalist, antiemperyalist, antifaşist, antişovenist ve cins özgürlükçü demokratik devrim. Demokrasi okulundan geçecek ve kendini özgür propaganda ve açık sınıf savaşı yolu ile milyonlar halinde eğitip örgütleyebilecek olan işçi sınıfı bu devrimle birlikte kesintisiz bir şekilde kendi öz devrimine yürüyebilecektir.
İşçiler, güncel mücadelesini daha elverişli koşullarda yürütmek için faşizmin yasak ve saldırılarını püskürtecek mücadele geliştirmek; burjuvaziden kurtuluşu demek olan sosyalizme varmak için faşizmi yıkmak zorundadırlar. Hak ve özgürlükleri için faşizme karşı mücadele ve müttefikleri olan ezilenlerle birlikte faşizmi yıkmak görevi, bu nedenlerle, işçilerin sınıf olarak güncel görevidir.
Antifaşist cephe ve araçlar
Tabii faşizmin asıl amacı ve işlevi işçi sınıfı ve ezilenleri bölünmüş, örgütsüz, bilinçsiz ve mücadelesiz tutmak olduğu için, işçi sınıfı da dahil hiçbir sınıf ya da tabakanın bu demokratik devrimi tek başına yürütemeyeceği açıktır. Bu durumda işçilerin sadece tüm ezilenlerin demokratik taleplerinin bayraktarı olmaları yeterli gelmeyecektir. O, bir yandan kendi bağımsız siyasi örgütleri altında toplanıp faşizme karşı kendi bağımsız mücadelesini yürütürken, aynı zamanda tüm ezilenleri bütün örgütleriyle beraber politik özgürlük talebiyle bir Antifaşist Cephe'de birleştirmek zorundadır. Milyonluk komünist partilerinin, sendikaların olduğu 20. yüzyıl Avrupa'sında dahi faşizmlere karşı yürütülen ve zafere ulaşan mücadelelerin temel biçimi de bu olmuştur. Eğer Marksizm-Leninizm bir devrim bilimi ise -ki öyledir- devrim biliminin gerçekleşmiş devrimlerin taktik ve stratejilerini dikkate alması gerektiği de açıktır.
Burjuva muhalefetin Antifaşist Cephe bileşeni olamayacağını özellikle vurgulamak önemlidir. Türk burjuvazisinin çıkarı, tersine, bizzat faşizmin sürmesindedir. Siyasi iktidar ile çıkar çelişkileri olsa da son tahlilde bunların rolü ezilenlerin öfkesinin sokağa taşmasını engelleyip, umudu sandıklara çivileyerek faşist rejimin muhafazasına yardımcı olmaktır. Bu, seçim akşamlarından Yenikapı Ruhu'nda hizalanmaya, dokunulmazlıkların kaldırılmasından savaş tezkerelerinin meclisten geçirilmesine, faşist katillerin “saygıyla anılmasından” Kürt'e karşı savaşın kutsanmasına kadar sayısız örnekte doğrulanmış ve her yeni gün de doğrulanmakta olan bir gerçektir. Bunlar işçi ve emekçilerin yardım isteyeceği, ilişkiye gireceği değil, yalıtacağı, teşhir edeceği örgütlerdir. Antifaşist Cephe'nin bir görevi de bu partilere oy ve gönül veren kitleleri onlardan koparmaktır. Demokratik devrimde işçi sınıfının müttefiki burjuvazi değil, diğer ezilenlerdir.
Peki, faşizm hangi araçlarla yıkılacaktır? Biliyoruz ki parlamentonun varlığı faşizmin yokluğuna delâlet sayılamaz. Tersine, kitlelerde burjuva demokrasisi yanılgısı yaratmak için parlamentonun varlığını biçimsel olarak korumak faşistler için önemlidir. Ancak özgür propaganda ve örgütlenme koşulları olmadığı için ve parlamentonun kararları faşist şefin (Önceden MGK'nın) onayından geçmek zorunda olduğu için, seçimler işçi sınıfı ve ezilenler için özel koşullar dahilinde ve sınırlı bir taktik anlama sahiptir.
Gelgelelim, ezilenlerin birleşik demokratik cephesi olan HDP'nin 7 Haziran seçim zaferi ile faşist 12 Eylül barajını yıkması, rejimi alarma geçirmiş, vekillerinin ve binlerce taraftarının, sosyalist parti ve derneklerin yüzlerce üyesini zindana atmıştır. Faşist şef artık siyasi kırımı rutinleştirmiş durumdadır. Beğenmediği seçimi iptal etmekte, seçilmişlerimizi hapse atmakta ve belediyelerimize kayyum atayarak seçme seçilme hakkımızı biçimsel olarak da elimizden almış durumdadır. Faşizmin sokakta, fabrikalarda, meydanlarda ve bedenlerle dövüşerek yıkılacağı gerçeği bugün kendini bihakkın somutlamış durumdadır.
Faşizmin “normali” giderek saf devlet terörü olmaya başladıysa, antifaşistler de artık seçim hezeyanını besleyenlerle ve hukuk zemini kutsallaştıran anlayışlarla doğrudan ideolojik mücadele yürütülmeli ve “tek barikat”, yani fiili meşru mücadeleye dayalı demokratik kitle direnişleri, şiddeti ile “tek yumruğu”, yani devrimci şiddeti örgütleme meselesini daha somut olarak önlerine koymalıdırlar. Direnen kitleler kadar büyük bir örgütçü yoktur. Dolayısıyla ister ekonomik saiklerle başlamış bir antifaşist eylem olsun, ister faşizme karşı genel bir toplantı ya da yürüyüş, fiili meşru mücadele çok daha hazırlıklı ve ısrarlı hale gelmelidir. Bunun yanında, faşist polis şiddetine ya da bu şiddeti arkasına alan patron pervasızlığına karşı antifaşist işçi milisleri kitlelerin yüreğine su serpebilmelidir. Keza, Cengiz Holding'lerin kapıları çoksa, o kapıları çalacak devrimci işçiler de çok olmalıdır.
Antifaşist mücadelede işçi sınıfının ve öncüsünün özel rolü
Şüphesiz ki Antifaşist Cephe inşası ve siyasetinde işçi sınıfının rolü sadece bir bileşen veya bileşenleri birbirine bağlayan bir çimento harcı olmaktan çok daha fazlasıdır. Faşizmi yıkacak ve halkçı-demokratik devrimi gerçekleştirecek olan tüm ezilenlerin birleşik mücadelesi olacaksa da bu mücadelenin önderi işçi sınıfı olmalıdır. Yani işçi sınıfının önderliği demokratik devrim sonrasının değil, öncesinin konusudur. İşçi sınıfının bu rolü onun kapitalizmin özsel ürünü olmasından, diğer tüm ezilenlerin proletarya havuzuna akıyor olmasından, üretim üzerindeki gücünden ve bu savaşımı tutarlı bir şekilde sonuna kadar sürdürebilecek güce sadece onun sahip olmasından kaynaklanır. Önderleşmek demek, bağımsız bir siyasi güç haline gelebilmek demektir. Eğer birleşik mücadele yürütülürken “aynı zamanda” işçi sınıfı bağımsız bir devrimci siyasi güç olarak örgütlenebilirse hem işçilerin demokratik faaliyetleri diğer grupların demokratizmi içinde eriyip gitmez hem de birleşik mücadele çok daha kararlı ve uzlaşmaz hale gelir.
İşçi sınıfını bağımsız siyasal bir güç haline getirme görevi bizi ilk adıma, yani işçinin faşizme karşı kendi örgütlerinde kendi dolaysız mücadelesini vermesini örgütleme sorumluluğuna geri götürür. Bugün eksikliğini en çok hissettiğimiz şey de budur. Zira kendi dolaysız mücadeleleri içinden örülmediği zaman, işçileri bağımsız bir siyasi güç olarak örgütlemek çok güç olmaktadır. Böyle olunca işçiler faşizme karşı siyasi mücadeleye çoğunlukla dolaylı olarak katılmakta, netice itibariyle bu mücadeleye kendi karakterini yansıtamamakta, bahse konu özel rollerini oynayamamaktadırlar.
Özetle, işçi hareketi antifaşist rolünü az çok oynamaya başlamadan sosyalizm mücadelesinin, antifaşist mücadelenin yüksek ivme kazanma şansı zayıftır. Tersinden ifade edersek, kendi dolaysız hak ve özgürlükleri üzerinden faşizmi hedefe koymaya ve az çok antifaşist araç ve biçimleri kullanmaya başlayan bir işçi hareketinin ilk kıvılcımlarını gördüğümüz zaman o meşhur sona gerçekten yaklaştığımızı anlayacağız.
Sonuç olarak işçi sınıfı güncel mücadelelerinde faşist baskı ve yasakları püskürtmek için mücadele etmelidir. Kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesini yükseltmek ve zafere ulaştırabilmek için öncelikle faşizmi yıkma ve politik özgürlüğü demokratik devrimci iktidar güvencesinde sağlama hedefiyle yürümelidir. Faşizmi yıkmak için tüm ezilenlerle birlikte antifaşist cephe birliği kurarak mücadeleyi geliştirmelidir.