Sendikaların COVID-19 Testi: Pozitif

COVID-19 salgını her bir ülkede yayılma hızı, ölüm oranları, sağlık sektörünün çökme düzeyi başta olmak üzere birçok bakımdan farklılık gösterse bile kapitalizmin küresel bir çıkmaza doğru gittiği gerçeği her yerde kendini hissettiriyor. Emperyalist küreselleşme koşullarında kapitalizmin varoluşsal krizi, üretime ara verme seçeneğine olanak tanımazken sermaye sınıfı, bir taraftan salgının yarattığı ekonomik krizi yönetmeye bir taraftan da salgın sonrası ortaya çıkacak daha büyük bir krizin önüne geçmeye çalışıyor. Üstelik ayaklanmalar çağında bu sürecin, taşıdığı potansiyelin farkında olarak kimi politikalar ile toplumsal dinamikleri bastırmayı amaçlıyor.

Burjuva hükümetler bir taraftan toplumsal ayaklanma riskini ortadan kaldırmak için sosyal devlet politikalarını devreye sokmayı vaat ederken diğer taraftan da üretimin devamını sağlayacak uygulamaları hayata geçiriyor. Burjuva demokrasinin sınıf çelişkisini sosyal devlet perdesi ile silikleştirme politikasının gerileyerek de olsa varlığını sürdürdüğü Avrupa’da ücretsiz sağlık, barınma, sosyal gelir ile salgının sınıfsal etkisi perdeleniyor. Türkiye’de ise faşist AKP-MHP iktidarı, önemli olanın yalnızca üretimin devam etmesi olduğundan hareketle salgın politikasını sermayenin çıkarlarını korumak üzere oluşturduğunu itiraf etti. Bu nedenle işçi ve emekçilerin ölümü pahasına üretim devam ediyor, işçiler salgın karşısında korunmasız bırakılıyor.

Birçok işyerinde COVID-19 test sonucu pozitif çıkan işçiler, ya ücretsiz izine çıkarılıyor ya da çalışmaya zorlanıyor. Galataport şantiyesinde çalışan ve Dev Yapı-İş’in Anadolu Yakası Temsilcisi olan Hasan Oğuz, virüs nedeniyle hayatını kaybeden işçilerden sadece biri. Ücretsiz izine çıkarılan işçiler, salgından ölmese bile açlık ve yoksulluk nedeniyle ölüme terk edilirken sermeye dizginsiz sömürü biçimlerini bulmakta gecikmiyor. İşçi sınıfının mücadele ile kazandığı haklarını gasp etmenin yolunu iktidarın işbirlikçiliği sayesinde hayata geçiriyor.

Daha salgının ilk günlerinde evden çalışma biçimine geçen işyerleri, sınırsız mesai saati uygulaması ile esnek çalışmanın karına erişti bile. Evden çalışmanın uygulanma biçimi; iş yerindeki çalışma saatleri ile aynı olacak biçimde düzenlenip o saatler arasında bilgisayar başında olma, kameranın sürekli açık olması, işyerinde uygulanan çay-mola saatlerine devam edilmesi, bilgisayarın uyku modunda olup olmadığının veya işlem yapılıp yapılmadığının uzaktan kontrolü, işlem yapılmayan zamanın “çalışılmayan zaman” olarak belirlenip ücret kesintisi yapılması, mesai saati dışında online toplantı yapma gibi birçok hukuksuzluk yaşanıyor. Salgın bahanesi ile denetimin olmaması, yasal boşluklar veya işsizlik korkusu tüm bu sömürüye alan açıyor.

Birçok sektörde işçiler ve emekçiler zorunlu olarak ücretsiz izine çıkarılırken, birçoğu da ücretsiz yıllık izine çıkarıldı. Ücretli izine çıkarılanların ise ya sigortası yatırılmıyor ya da maaşının belirli bir yüzdesi ödeniyor. Ya da salgından sonra fazla mesaiye kalacağı ve ücret talep etmeyeceği yönünde form imzalamak zorunda bırakılıyor. Faşist diktatörlük, tüm toplumu kapsayacak gerçek bir karantina yerine, çarkların dönmesine ayarlı sokağa çıkma yasakları ilan ediyor. Bunun işçilere yansıması ise hafta içi daha uzun çalışma saati oluyor. Sermaye, iktidarın kısmi sokağa çıkma yasağı nedeniyle azalan karını işçileri fazladan ve ücretsiz çalıştırarak telafi ediyor.

Faşist Saray rejimi, medya-sanat-siyaset aracılığı ile “Evde kalın” çağrısı yaparken üretim alanında hiç de öyle olmuyor. Salgında toplumsal yaşamın sürmesi için zorunlu sayılan sağlık, gıda, enerji gibi sektörlerin yanında metal, inşaat, kimya (temizlik ve ilaç üretim dışında), tekstil, kargo, maden, tersane gibi zorunlu olmayan sektörlerde de çalışma tüm hızıyla devam ediyor. İşçiler ya sağlıksız koşullarda çalışmak zorunda bırakılıyor ya da ücretsiz izine gönderilip açlığa mahkûm ediliyor veya işten çıkarılıyor. Üretimin devam ettiği işyerlerinde ise en temel önlem sayılan “Sosyal mesafe” ve maske kullanımı dâhil olmak üzere hiçbir önlem alınmıyor. Toplu taşıma, pazar, market, eczane gibi birçok alanda maske takmanın zorunlu olmasının yanında en önemli tedbirin de maske kullanmak olduğunun anlatıldığı koşullarda; tekstil başta olmak üzere maske yapımına geçen her atölyede çalışan işçilere maske bile verilmiyor ya da aynı maskeyi 24 saat kullanmaları isteniyor.

Salgınla birlikte “milli” söylemiyle şiddetli bir devlet ve şovenizm şırınga ediliyor. Bu propaganda bile salgının sınıfsal karakterini ortaya koymaya yeterliyken sermaye ile işçi sınıfının salgın karşısında yaşadığı risk durumu zaten aynı değil. İşçi sınıfı açlık veya hastalık nedeniyle ölüm riskini yaşarken sermaye karını kaybetme veya küçülme tehdidi yaşıyor. COVID-19 salgını çalışma hayatını, kapitalizmin doğduğu yıllardaki ilkel vahşi sömürü düzenine çevirmiş durumda. Her işyeri kendine özgü kurallara ve patronun keyfine göre çalışıyor, işçilerin ve emekçilerin yasal hakları yok sayılıyor. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ise tüm bu keyfiliğe göz yumarak sermayenin işbirlikçisi olarak üstüne düşen görevi yerine getiriyor. Üstelik faşist şeflik rejimi; salgını işçi ve emekçileri yoksullaştıran politikalarına ve bu kölelik koşullarına karşı toplumsal rıza üretmenin aracına dönüştürürken sendikalar ya burjuvazi ile işbirliği çerçevesinde sınıf düşmanı rol oynuyor ya da ölü taklidi yapıyor. Her gün yaşadığı duruma ve virüs tehdidine karşı önlem alınmamasına ve çalışmaya zorlanmaya isyan eden işçilerin sesini, devlet ve de sarı sendika yöneticileri duymazken mücadeleci sendikaların bir kısmı ise bu sesi duysa bile hareketsiz kalmayı tercih ediyor. Bir kısmı ise üye sayılarına bakmaksızın bu sesi büyütmenin küçük ama iradi pratiğini örgütlüyor.

Sendikalara Yerleşmiş Virüs

Salgın; aynı zamanda sendikaların içine bir virüs gibi yerleşmiş bürokratik, özgüvensiz ve iddiasız politik anlayışlarını da açığa çıkardı.

Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İş), yaptığı yazılı açıklamalar ile AKP-MHP faşist iktidarının politikalarının kullanma kılavuzu rolü oynuyor. Salgından korunmak için 14 hijyen kuralı, Kısa Çalışma Ödeneğine (KÇÖ) başvurma yöntemi gibi açıklamalar yapmakla yetinirken Mart ayı açlık oranını da açıkladı. Ancak açlık oranın altındaki KÇÖ dayatmasına sessiz kaldı, hatta işçi ve emekçilere lütuf olarak yansıttı.

Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (HAK-İŞ), Saray’ın bağış kampanyasına 3 Milyon TL ödeme yaptığını duyuruyor, ardından da Genel Başkan Mahmut Arslan, 17 Nisan’da AKİT Tv’de katıldığı programda “Üyelerimiz ücret almasa da salgınla mücadeleye (üretimi devam ettirmeye) devam edecektir” diyerek işçi düşmanı yüzünü bir kez daha açığa vurdu.

Memur Sendikaları Konfederasyonu (MEMUR-SEN) Genel Başkanı Ali Yalçın, PTT işçilerini ziyaret etti ama ne yaşadığı sorunları dinledi ne de sorunların çözümüne dair tek bir çift söz söyledi. Yalçın ve yandaş sendikası bunun yerine “Biz kamu görevlisiyiz. Böyle zamanlarda da devletimizin yanında dururuz, milletimizin hizmetinde oluruz. Devletin önemi böyle durumlarda anlaşılır” diye açıklama yaparak AKP’nin sendikalarda işçi düşmanlığı ile görevlendirdiği bir memur olduğunu itiraf etti. Sağlık çalışanlarının virüs riski ile çalışma koşullarına, yetersiz ekipman sorununa ve taleplerine sessiz kalarak “Sağlık çalışanlarının yemek sorunu çözülsün” açıklamasını gururla sundu. Salgın sürecinde artan işsizliği görmezden gelen Yalçın, “Bu süreçte siyasi parti liderlerinin de elini taşın altına koyması gerekiyor. İnsanların ekmeğiyle oynamanın bir anlamı yok” açıklaması yaparak CHP’li belediyelere seslenip 31 Mart sonrası işten çıkarılan işçilerin yeniden işe alınması çağrısını yaptı. KHK ile hukuksuzca işten atılan sağlık çalışanlarının işe iade edilmesi veya salgın sürecinde işsiz kalan on binler ise hiç gündeminde yer almadı. MEMUR- SEN, işçi ve emekçilerin temel sorunlarına değinmek yerine “Salgın sürecinde kamu emekçilerinde serbest kıyafet uygulamasına geçilsin” gibi taleplerle gündemi meşgul etme ve sendikacılık oynama peşinde.

Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu (TÜRKİYE KAMU-SEN) ise işveren için uygulanan kredi borçlarının ötelenmesi, vergi ertelemesi gibi politikaları destekleyerek işçi ve emekçilerin “gelir desteği” adı altında sadakaya mahkûm edilmesini onaylayan açıklamalarla yetindi. Kamu emekçileri için sadece banka kredilerinin ertelenmesini isteyen KAMU-SEN, hükümet sözcülüğünde diğerlerinden geri kalmayacağını tescilledi.

“Sivil toplum kuruluşları” ile ortak metin yayınlayan ve “Bu süreçte sağlık çalışanlarımız başta olmak üzere işinin başında olan tüm çalışanlarımıza, girişimcilerimize ve işverenlerimize şükranlarımızı sunuyoruz” diyen HAK-İŞ, MEMUR-SEN, TÜRK-İş ve TÜRKİYE KAMU-SEN’in sınıf işbirlikçiliği bir kez daha tescillendi. Aynı metne imza atan "sivil toplum kuruluşları” ise Türk Sanayicileri ve İşinsanları Derneği (TÜSİAD), Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD), Tüm Sanayici ve İşadamları Derneği ( TÜMSİAD) başta olmak üzere sermaye örgütleridir. Bu durum işçi sınıfına düşmanlığın, sermaye uşaklığının açık göstergesidir. Ortak metnin devamına “Bu süreçte bizim yapmamız gereken, dayanışma içinde olmaktır. Üretim ve hizmet kapasitemizi koruyarak üretmeye devam etmek, istihdamı korumaktır. Bunun için hükümetimiz, kısa çalışma ödeneğinden yararlanma şartlarını önemli oranda iyileştirdi” diyerek önemli olanın işçilerin ölümü pahasına üretimin devam ettirilmesi olduğunu belirttiler. Üstelik sermayeye seslenerek “Faaliyetlerini durduran veya azaltan firmalarımız, 3 ay süreyle çalışanlarının maaşlarını kısa çalışma ödeneğinden karşılayabilir” diyerek bir de patronlara işçilerin üzerinden karlarını nasıl artırabileceklerinin yöntemini sunup, akıl verdiler. İşçi sınıfına ihanet içerisindeki bu yandaş sarı sendikalar, varlık nedenleri olan sermayenin ve faşist şeflik rejiminin çıkarlarını koruma görevlerini layıkıyla yerine getiriyor.

Sınıf Uzlaşmasının Geldiği Nokta

Salgını küresel bir felaket olarak görmenin yanında sınıf mücadelesi bakımından barındırdığı imkânlara bakma eğiliminin olmaması ne yazık ki işçi sendikalarını bu süreçte de etkisi altına aldı. İşçi sınıfının tarihsel rolünün ve sermayenin tarihi bunalımının farkında olmama hali kuşkusuz bilgisizlikten değil politikasızlıktan ve iddiasızlıktan besleniyor. Sınıf mücadelesi perspektifinden uzaklaşma, bocalama, gerileme ve kendini koruma politikası salgın koşullarında daha da görünür yaşanıyor.

İşçi ve emekçiler ölümle burum buruna çalışırken Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve Kamu Sendikaları Konfederasyonu (KESK) ölü taklidi yapmakla yetiniyor. DİSK, devletin salgının varlığını resmen kabul etmesinin hemen akabinde yaptığı açıklamada salgında en fazla işçi ve emekçilerin risk altında olduğunu belirtti. “Tuvaletlerinde sabun ve peçete dahi bulunmayan, yemekhanelerinde böceklerin gezdiği işyerlerinin yarattığı tehdit bugün tüm ülkeyi, hatta dünyayı tehdit edecektir” denilen açıklamada, işyerlerindeki kötü çalışma koşullarının değiştirilmesi istendi. Salgının olmadığı günlerin de en temel hakkı olan insani çalışma koşullarının oluşturulmasını salgın günlerinde de talep etti. “Ücretli izin ya da hastalık izni gibi hakları açık şekilde tanınmalı”, “Bakanlık işyerlerini denetlemeli”, “İşçiler işverenin insafına terk edilmemeli” sözleriyle, aslında işçileri devletin insafına bırakmaktan başka bir şey yapmadı.

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, “‘Evde kal’ çağrılarının anlamlı olması için, işten çıkarmaların yasaklanması, zorunlu ve acil mal ve hizmet üretimi dışında tüm işlerin durdurulması şarttır” dedi ve tüm bunların hayata geçirilmesi için hükümete 48 saat süre verdi. Bu sürenin sonunda hükümetin adım atmadığı durumda ise işçilerin “6331 sayılı yasanın 13. maddesinde de açıkça belirtildiği şekilde ciddi ve yakın bir tehlike nedeniyle çalışmaktan kaçınacağını ve çalışmama hakkını kullanacağını” belirtti. Ancak süre dolduğunda tabiri caizse dağ fare doğurdu, KESK, DİSK, TMOBB ve TTB’nin içinde olduğu demokratik kitle örgütlerinin ortak imzasına açılan bir metin yayınlandı. Metinde, salgının işçi ve emekçiler bakımından taşıdığı risk ve hükümete çağrı dışında herhangi şey yoktu. İşçiler yine uzun ve sağlıksız koşullarda hastalık ve ölüm riskine açık bir biçimde çalışmaya devam ediyor. Çerkezoğlu, atıfta bulunduğu 6331 sayılı yasanın 13. maddesi ile işçilerin çalışmama hakkının olduğunu dile getirirken, bu hakkı kullanılabilmesi için gerekli güvenceleri oluşturmanın kendi sorumluluğunda olduğunu da unuttu.

DİSK’in “salgında yapılacaklar” listesinin başında olmasa da sonunda “işten atmaların yasaklanması” ve “herkese işsizlik maaşı” ödenmesi talebi yer alıyor. Arzu Çerkezoğlu’nun, AKP’nin “3 ay işten çıkarma yasaklanacak” aldatmacası karşısında zafer kazanmışçasına tutum alması ise hükümetten beklenti ile sınırlı sendikal mücadele anlayışının dışa vurumuydu. İşten çıkarılmayacak işçilerin ücretli izin hakkının gasp edilmesi demek olan uygulamanın hiçbir yasal dayanağı olmadığı gibi işçiler lehine herhangi bir maddesi de bulunmuyor. Çerkezoğlu’nun “Nihayet doğru karar verildi” sözü basit bir yanılsama değil, temsilcisi olduğu sınıfa yabancılaşma ve sermayenin çıkarları doğrultusunda ücretli izin hakkının gasp edilmesine onay vermektir.

DİSK’in bu süreç boyunca grevi dillendirmemesi ve bir seçenek olarak gündemine almaması ise ayrıca eleştirilmesi gereken bir boyuttur. Grevi; tabulaştıran, her defasında “son silahımız” anlayışı ile en son başvurulacak bir mücadele yöntemi olarak tartışan ve “işyerlerinden doğru kullanılmalı” denilerek giderek eylemsizliği kitle eğilimi ile izah eden bir anlayış karşımıza çıktı. On binlerce işçi ve emekçinin yaşamak için ücretli izin talep ettiği, salgın karşısında açlığa mahkûm olma seçeneğine isyanın büyüdüğü ve grevin doğrudan yaşam anlamına geldiği durumda “Yaşam grevi” örgütlemenin öncü sorumluluk olduğunu görmezden geldi. DİSK, “son silahı” şimdi kullanmalıdır, aksi durumda elinde silahı olduğu halde ölüme razı gelmesi beklenen işçi sınıf gerçeğinin altında ezilmekten kurtaramaz kendini. İşçiler her gün “ücretli izin” talebini dile getirirken en örgütsüz işçinin bile talebi yaşamak için üretimi durdurmakken DİSK yönetiminin tabandan yükseltilen grev talebini örgütlemek için neyi beklediği cevaplanması gereken temel bir sorudur. DİSK, sendikal bürokrasi ve irade kaybı nedeniyle sendikal mücadele anlayışını ücretli izin hakkının kullanılmasının önündeki engelleri kaldırmak yerine AKP’ye bu süreçte yapılması gerekeni söylemek üzerine inşa etmiştir. İşçi ve emekçilerin talep ve isteklerine, yaşamına ve mücadele gücüne yabancılaşmanın sonucu olarak rapor açıklayan, talep öne süren, hükümete çağrı yapan bir demokratik kitle örgütü durumuna düşmüştür. Sendika olmanın, üretimden gelen gücün ve sınıfa güvenmenin politik öngörüsünü kaybetmiştir.

KESK’in Sınıfsal Yabancılaşması

OHAL’den bu yana üye sayısını koruma politikası ile hareket eden KESK, içinde bulunduğu pasif savunma anlayışını salgın sürecinde de koruyor. En fazla üye sayısına sahip iki sendikasından biri olan Eğitim-Sen (Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası), eğitim-öğretime ara verilmesi nedeniyle işyerinde değil. Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) halk sağlığı görevi nedeniyle virüse karşı yetersiz önlemlere rağmen çalışıyor. Belediye, demiryolu işçileri ve postane çalışanları ise salgına karşı resmen korunmasız bırakılmış durumda. KESK, bu tablo içinde DİSK’ten farklı bir tutum içinde değil. Örgütlü olduğu iş kollarının durumuna göre pozisyon belirleme alışkanlığı, öğretmenlerin ve akademisyenlerin izinli olmasının sonucu demokratik hak mücadelesini genel politik söylem düzeyine indirgemesine neden oluyor. Sağlık emekçileri için 1 dakikalık saygı duruşu eylemleri ile çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebini yeterli görüyor. Demiryolu, belediye ve haberleşme işçilerinin yaşadığı sorunlar ve virüse karşı açık risk grubu olmasına rağmen Haber-Sen’in çığlığına kulaklarını kapatmış durumda. Postane işçileri, salgın sürecinde iş yüklerinin artmasından dolayı daha fazla çalıştıklarını, çalışırken hiçbir önlem alınmadığını dile getirirken KESK yönetimi; DİSK ile birlikte durum raporları hazırlama ve hükümete çağrı yapma derdinde.

Kamu emekçileri, gerek 657 sayılı yasa ile iş güvencesine sahip olma gerekse de ücret ve özlük hakları nedeniyle işçi sınıfının ayrıcalıklı bölümünü oluşturuyordu. Bu durum AKP’nin neoliberal politikaları hayata geçirme hızı ve kararlılığı nedeniyle güncelliğini korumasa da KESK’in sendikal anlayışını değiştirmedi. Kaderini işçi sınıfının güvencesiz ve örgütsüz çalışan kesimlerinden ayrı görme halinin sendikal yabancılaşmayı beraberinde getirmesi nedeniyle KESK, bu süreci sadece kamu emekçilerinin talep ve istekleriyle sınırlı bir hattan yorumluyor. Bu nedenle işçilerin en insani talebi olan ücretli izin hakkının uygulanmasını mücadelenin konusu bile yapmıyor. Kamu emekçileri ile işçi sınıfını birbirinden ayrıştırma eğiliminin sonucu olarak; emperyalist küreselleşme koşullarında çalışanların ortak örgütlenmesi politikasına mesafeli yaklaşma ve yaşamsal talepleri için ortak mücadele etmeme politikasızlığına kadar varıyor iş.

İşçi Sınıfı Kapitalizmin Mezarını Kazacak Tek Güç

Sendikal bürokrasi nedeniyle konfederasyonlar, işçi sınıfına yabancılaşırken mücadeleyi büyütecek olanın yasal sendikal sınırlara hapsolmamak olduğu bir kez daha ortaya çıktı. İşkolu barajı ve yasalar gibi burjuvazinin dayatmalarına takılmayan sendikalar ve işçiler, gücün fiili meşru mücadeleden ve üretimden geldiğini gösteriyor. İnşaat İş’in Galataport’ta Hasan Oğuz’un ölümü ve 4 işçinin test sonucunun pozitif çıkması sonucu üretimi durdurmayan patrona inat iş bırakması, İzmir’de Akar Tekstil’de pozitif COVID-19 vakasına rağmen patronun üretimi durdurmaması üzerine Deriteks’in 200 işçi ile birlikte iş bırakması ve ücretli izin hakkını kazanması, İSKİ bünyesinde çalışan yaklaşık 800 sayaç okuma işçisinin Enerji-SEN öncülüğünde iş bırakması; işçi sınıfının mücadeleyi üretimden gelen gücünü kullanma üzerine kurduğunu gösteriyor.

DİSK’e bağlı LİMTER-İş Sendikası salgın sürecinde de ekonomik-demokratik hak mücadelesine sokakta devam ediyor. Kapitalizmin kölelik koşullarını değiştirecek olanın işçi sınıfı, kurtuluşun sosyalizmde olduğu gerçeğinin propagandası ve “ücretli izin için yaşam grevi” çağrısı yürütülmesi gereken politik hattı özetliyor.

İşçilere güven veren iradenin; üye sayısı, yetki ve sendikal bürokrasi olmadığı gerçeği yaşamın içinde tekrar tekrar doğrulanıyor. Proletarya kapitalizmin kan emici yüzünü ve işçilerin kanından beslenme gerçeğini teorik bir tespit olmaktan ziyade yaşamında somut olarak görüyor. Bugün çalışan işçinin, yarın COVID-19 nedeniyle ölümü devrimin zorunluluğunu ve öncü işçilerin bilincinin berraklığını açığa çıkarıyor. Öncü işçilerin ve militan sendikaların yaşam grevini örgütleme çabaları, işçi sınıfı saflarında mücadele isteğini büyüteceği gibi uzlaşmacı ve işbirlikçi sendikacılık üzerindeki baskıyı da artıracak, daha büyük mücadeleleri hazırlayıcı olacaktır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi