Hitler’in Yükselişi Ve Erdoğan Diktatörlüğünün İnşası

İnsanlık tarihi çelişkiler dahilinde, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki antagonist savaşım içerisinde gelişir. Bugün de burjuvazi ile işçi sınıfı ve ezilen kitleler arasındaki mücadeleden geçerek gelişmektedir. Bu mücadele farklı ülkelerdeki ve bölgelerdeki nesnel ve öznel koşullar temelinde gerçekleşir. Bizler, komünistler olarak, tarihsel ve güncel olayları kıyaslarken, başka ülkelerdeki olayları kendimiz için örnek alırken, şabloncu bir karşılaştırmayla asla diyalektik bir analize varamayacağımızın bilincinde olmalıyız. Ancak yine de, sınıf mücadeleleri tarihinden öğrenme ve bugünkü mücadele için sonuçlar ve dersler çıkarma görevimiz vardır.

Türkiye'deki son iki yıllık olaylara ve gelişmelere bakarsak, “Sultan” Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliği altında faşist diktatörlüğün pekiştirilmesi ve yayılması için kapsamlı bir hamle yürütüldüğünü görürüz. Bir kez daha faşist rejim süreğen ve keskinleşen rejim kriziyle sarsılmaktadır. Gezi Haziran ayaklanması, Kobanê direnişi, 6-8 Ekim ayaklanması, Kürt halkının özyönetim direnişi gibi, 2013'teki yolsuzluk skandalı ve Gülen Cemaati'yle çatışmalar da rejimi sarsan tepe noktalarıydı. 15 Temmuz darbe girişimi faşist rejimi ve devlet aygıtını zayıflatan son doruk noktasıydı, ancak aynı zamanda, Erdoğan'a devlet aygıtını kendi hedeflerine göre düzenlemek için de eşsiz bir fırsat verdi. Faşist Erdoğan rejiminin kendi iktidarını pekiştirmek ve güçlendirmek için aldığı önlemleri düşünürsek, Hitler'in yükselişi ve Almanya'da faşist diktatörlüğün inşası ile bir dizi tarihsel paralellik buluruz. En büyük farklılık ise, Erdoğan'ın Hitler benzeri önlemleri burjuva demokratik bir rejimi faşistleştirmek için değil, kendi faşist politik islamcı iktidarını kalıcı kılmak ve yaymak için uygulamış olmasıdır.

1933 yılının Almanya'sına bakalım. 1930'dan itibaren Weimar Cumhuriyeti'nde parlamenter çoğunluğa sahip bir hükümet yoktu. Önce kısa süreli çeşitli azınlık hükümetleri birbirini izledi, bunu cumhurbaşkanının kurduğu hükümetler takip etti. Parlamento varlığını korudu, ancak devlet olağanüstü hal kararnameleri yoluyla sadece hükümet tarafından yönetildi. Weimar Cumhuriyeti Anayasası'nın 48. maddesinin “Kamu Güvenliği ve Düzeninin Restore Edilmesi” üzerine olan 2. şıkkı bunu öngörüyordu. 1932 yılında 66 olağanüstü hal kararnamesi yayınlanmış ve parlamentodansa sadece 5 yasa geçmişti. Hitler, şansölye (başbakan) olmak için kendi faşist partisi NSDAP (Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi) ile milliyetçi-monarşist DNVP (Alman Milliyetçi Halk Partisi) arasında bir birlik kurdu. 30 Ocak 1933’te Hitler, Almanya Cumhurbaşkanı Hindenburg tarafından şansölye olarak atandı. Bundan sadece birkaç gün sonra, 4 Şubat’ta “Almanya Halkının Korunması Düzenlemesi”ni yayınladı. İfade, basın ve toplanma özgürlüğü büyük oranda kısıtlandı. Bununla, bir ay sonra yapılacak seçimler için sosyal demokrat ve komünist partinin seçim kampanyasının engellenmesi hedefleniyordu. Böylece birkaç gün içinde, 150’den fazla komünist, sosyal demokrat ve burjuva liberal gazete yasaklandı. Gözaltı süresi, delil ya da hakim kararı gerektirmeksizin 3 aya çıkarıldı. Ayrıca komünistlerin tüm gösterileri, kamu güvenliği ve düzenini tehlikeye sokma gerekçesiyle yasaklandı. Binlerce muhalif tutuklandı ve hapse atıldı. Bunlar arasında çok sayıda gazeteci de vardı. Komünistler ya da sosyal demokratlar yasaklamalara ve gözaltılara rağmen seçim kampanyası için sokağa çıkmaya cesaret ettikleri yerlerde, SA’nın (Fırtına Bölüğü) faşist vurucu grupları tarafından dövüldüler, bıçaklandılar ya da kurşunlandılar. Onlarca komünist yaşamını yitirdi. Polise, çatışmalarda Nazi karşıtlarına ateş etme ve faşistlerin saldırılarını engellememe emri verildi. Böylece faşistlere ve monarşistlere karşı sol muhalefetin seçim kampanyası terör yoluyla engellendi. Bu anlatılanlar aklımıza hemen, AKP taraftarlarının ve başkaca politik islamcı ve faşist çetelerin HDP parti bürolarına, açıklama ve gösterilerine yönelik yüzlerce saldırısını getiriyor. Erdoğan’ın seçim kampanyasında açıkça “Ya AKP, ya kaos” tehdidini savurduğu gibi, Hitler de 1933’te şöyle tehdit etmişti: “Hedeflerimizi seçimler ve parlamento yoluyla gerçekleştireceğiz, ya da bu yetmezse, açık bir iç savaş başlayacak”.

Bugün hem Türkiye’de hem de uluslararası düzlemde pek çok gazeteci ve yazarın Türkiye’deki 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle, özellikle de onun sonuçlarıyla kıyasladığı olay, 1933’te Almanya’daki parlamento yangınıdır. Olayların kendisi pek fazla paralellik göstermez, ancak hükümetlerin o dönem Almanya’da ve şimdi Türkiye’de yürüttüğü uygulamalar birbiriyle örtüşür. Her iki olay da bu ülkelerin tarihleri üzerinde uzun süreli etkilerde bulunmuştur.

27 Şubat 1933’te, 21.30 sularında Reichstag’ın (Alman parlamento binasının) değişik bölümlerinde yangın çıktı. Kısa süre içinde binanın büyük bölümü yandı. Aynı gece, Hollandalı sol radikal Marinus van der Lubbe kundakçı olarak tutuklandı ve sonra ölüme mahkum edildi. Bugüne dek, van der Lubbe’nin tek başına mı hareket ettiği, bir “komünist komplo”ya mı dahil olduğu, yoksa faşistlerin yangını bizzat mı tezgahladığı tarihçiler arasında tartışılmaktadır. Ancak daha önemli olan, Alman faşistlerinin yangını nasıl kullandığıdır. Yangının bir “komünist darbenin” başlangıç sinyali olduğunu, Alman ulusunun buna karşı birleşmesi ve kenetlenmesi gerektiğini propaganda ettiler. Yangının başlamasından iki saat sonra, önce Berlin’de ve sonra tüm Almanya’da komünistler, sosyal demokratlar ve savaş karşıtları önceden hazırlanmış listelere göre gözaltına alındılar ve siyasi polisin işkencehanelerine kapatıldılar. Yangından sonraki ilk 24 saat içinde binlerce tutuklama gerçekleşti. Yangını izleyen günlerde, sadece Berlin’de siyasi polis ve faşist çeteler 100 işkencehane kurdular.

Yangın gecesinden sonra faşistler “Halkın ve Devletin Korunması İçin Olağanüstü Hal” yasası hazırladılar, cumhurbaşkanı Hindenburg’a imzalattılar. Olağanüstü Hal Yasası, o güne dek arta kalmış olan demokratik hakları da tamamıyla ortadan kaldırdı. O andan itibaren her vatandaş, gerekçe gösterilmeksizin ve süre kısıtlaması olmaksızın “önleyici gözaltı”na alınabilirdi. İfade özgürlüğü kapsamlı biçimde kısıtlandı, basın özgürlüğü ile toplantı ve örgütlenme hakkı da. Mektup ve telefonların mahremiyeti iptal edildi. Aramalar, gasp etme ve el koymalar kolaylaştırıldı ve çoğunlukla hakim onayı olmaksızın hayata geçirilebiliyordu. Böylece Hitler’in mutlak diktatörlüğünün yasal çerçevesi çizildi. Bu yasayla Hitler, Almanya’da kalıcı olağanüstü hal düzeni kurdu, ki bu da 1945’teki faşizme karşı zafere dek sürecekti. Erdoğan da başarısız darbe girişiminin ardından ilan ettiği olağanüstü hali şimdiden iki kere uzattı. Olağanüstü halin daha da uzatılması veya kalıcılaşması için bunun kurmakta olduğu başkanlık diktatoryasına bağlanması yakın gelecekte gündeme gelebilir.

Birkaç gün içinde Almanya’daki faşist hapishane ve zindanlar dolup taşmış, hayvan ahırları bile tutsaklarla dolmuş, faşistler siyasi tutsaklar ve ırkçı-şovenist dünya görüşlerine uymayan insanlar için 100’den fazla toplama kampı hazırlamıştı. İki hafta sonra gözaltı sayısı 10 bine yükseldi.

5 Mart 1933’teki parlamento seçimlerine dek karşıt siyasi güçlerin büyük çoğunluğu ezilmişti, ancak yine de faşistler ezici bir seçim zaferi kazanamadılar. Oylarını belirgin biçimde yükseltmiş olmalarına rağmen, % 50 oy oranını aşma hedefine ulaşamadılar (NSDAP % 43.9, SPD % 18.3, KPD % 12.3, Merkez % 11.3, DNVP % 8). Terörü daha da tırmandırmalıydılar. Bu, son çok partili parlamenter seçim olmalıydı. Bugün AKP’nin valilikler ve kayyumlar yoluyla yaptığı gibi, Hitler de seçilmiş sosyal demokrat eyalet hükümetlerini olağanüstü hal yasasıyla görevden alarak, yerlerine faşist Reich komiserleri atadı. Eşzamanlı olarak eyalet hükümetlerinin yetkilerinin büyük bölümü ellerinden alınarak merkezi hükümete devredildi.

23 Mart 1933’te Hitler nihayet faşist diktatörlüğünü yasallaştırdı. Aynı gün parlamentodan geçirilen bir yasayla, parlamento kendi haklarını kalıcı olarak iptal etti ve Hitler hükümetine devretti. “Halkın ve Ülkenin İhtiyaçlarının Karşılanması Yasası”, hükümete hiçbir denetim olmaksızın yasa yapma yetkisini vermekle kalmıyor, aynı zamanda devletin anayasada belirlenmiş temellerini yasal açıdan ihlal ediyordu. Yasanın sonraki dört yıl için geçerlilikle sınırlandırılmış olmasıysa tam bir gösteriden ibaretti. 1937, 1939 ve 1943’te her seferinde süre uzatıldı. Yasanın geçirilmesi için Hitler’in vekillerin üçte ikisi oranında çoğunluğa ihtiyacı vardı. Bunu başarmak için silahlı faşist SS ve SA çetelerine parlamentoyu kuşattırdı ve genel kurul salonunu işgal ettirdi. KPD’nin (Almanya Komünist Partisi) 81 vekili parlamento binasına giremedi, ancak zaten daha önce büyük çoğunluğu işkencehanelere kapatılmış veya kaçak duruma düşmüştü. Hitler oylamadan hemen önce hazır bulunan vekillere göz ardı edilemeyecek bir tehditte bulundu: “şimdi baylar, savaş veya barış arasında siz seçim yapabilirsiniz”. Bu cümle de Erdoğan’ın, AKP ya da kaos arasında seçim yapılması yönündeki saldırgan söylemini çağrıştırıyor. Ve bugün gerek HDP eşbaşkanları ile vekillerinin, gerekse binlerce başka parti üyesinin tutuklanmasıyla gördüğümüzü, tam da Hitler kendi siyasi hasımlarına, özellikle de KPD’ye karşı uygulamıştı. Hitler’in parlamenter muhalefetin ve devrimci-demokratik güçlerin yenilgisiyle “yeni Alman imparatorluğu”nu inşa etmeye başlaması gibi, Erdoğan faşizmi de, “yeni Osmanlı imparatorluğu” yolunda iktidarını güvenceliyor.

Ancak Hitler iktidarını sağlamlaştırmak ve kalıcılaştırmak için çok daha ileri gitti. 2 Mayıs 1933’te sendikaların lağvedilmesi ve yasaklanmasıyla yoluna devam etti. Bundan sonra işçiler, patronlarıyla birlikte “Alman Emek Cephesi”nde örgütlenmek zorundaydılar. Bunu bütün bir devlet sisteminin ve toplumsal kurumların ideolojik ve örgütsel olarak faşist diktatörlüğe göre düzenlenmesi izledi. Basın tamamen propaganda bakanlığına bağlandı. Meslek örgütleri, örneğin öğretmenlerin, öğretim üyelerinin, avukatların, sanatçıların, kamyon şoförlerinin örgütleri, aynı zamanda gençlik, öğrenci ve kadın dernekleri devlet ideolojisine göre yeniden örgütlendi ve faşistlerin zorba yönetimi altına alındı. Gönüllü olarak faşist örgütlerle birleşmeyen birlik ve örgütler yasaklandı ve ezildi. Tüm devlet bürokrasisi ve kurumları faşist diktatörlüğün muhaliflerinden temizlendi. Sadece işten atılan öğretmenlerin sayısına bakmak bile faşist temizliğin kapsamı hakkında açık bir fikir verebilir. Öğretmenlerin yüzde 20’den fazlası, faşistlerin ideolojik-politik kriterlerine uymadıkları için, işten atıldılar. Bu olayları AKP faşizminin son aylardaki uygulamalarıyla kıyaslarsak sayısız paralellik görürüz. Devlet aygıtının, idari kurumların, polisin, ordunun, eğitim kurumlarının ve basının, diktatörlüğün bütün karşıtlarından olduğu gibi, diktatörlüğün güncel çizgisiyle yüzde yüz uyum göstermeyen tereddütlü unsurlardan da temizlenmesi. Türkiye’de de toplumun tektipleştirilmesi yönünde yeni adımlar atılıyor. Basında önemli bir haberin devlet haber ajansı Anadolu Ajansı’nın bilgilendirmelerinden bağımsız biçimde yayınlandığı zar zor görülüyor. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bu propaganda aygıtı belirliyor. 11 Kasım’da, 370 derneğin kapatılması ve sayısız sanat, kültür ve çocuk yayınının yasaklanması Erdoğan diktatörlüğünün siyasi kontrolü dışındaki toplumsal ve kültürel yaşamın gitgide kısıtlanması ve nihayet tamamen ortadan kaldırılması yolunda sadece bir ilk adım. Kendi dolaysız kontrolü dışındaki medyaya kitlesel ulaşımı zorlaştırmak Hitler için çok daha kolaydı, ancak faşist saray rejimi de bu hedef doğrultusunda büyük adımlarla ilerliyor. Bu, twitter ve facebook gibi internet ve sosyal medyanın denetimi ve sansürünü de kapsıyor.

Komünistlerin ve sosyal demokratların antifaşist bir örgütlenmeye yönelik her türlü zeminden yoksun bırakılması için, KDP ve SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) ile, onlarla bağlantılı her türlü dernek ve örgüt Mayıs ve Haziran 1933’te yasaklandı. Hristiyan Merkez Partisi, başkaca daha küçük partiler gibi, kendini feshetti ve milliyetçi DNVP de Hitler’in NSDAP’ına katıldı. 14 Temmuz 1933’te Hitler “Yeni Partilerin Kurulmasına Karşı Yasa”yı çıkardı. Böylece sadece faşistlerin birleşik listesinin katıldığı Kasım 1933’teki parlamento seçimleri, tam bir tiyatro gösterisine dönüştü.

Türkiye’de de, uzun süredir HDP’nin kapatılması olasılığı gündemde ve binlerce parti üyesi, seçilmiş temsilcileri ve belli başlı yöneticileri zindanlarda tutsak durumda. MHP çoktandır AKP’nin bir eklentisine dönüştü, tıpkı DNVP’nin 1933’te Almanya’da oynadığı rol gibi.

Erdoğan'ın başkanlık sisteminin yasallaşması üzerine planladığı referandumu, olağanüstü hal yasası, Kürt özgürlük mücadelesine yönelik terör ve her türlü muhalefetin (devrimci, antifaşist ya da gerici ayrımı gözetmeden) baskı altında tutulması koşullarında gerçekleştirme hedefi, tam da 19 Ağustos 1934’te Almanya’da gerçekleşen ve başbakan ile cumhurbaşkanının yetkilerini Hitler’de birleştiren referandumu çağrıştırmaktadır. Erdoğan’ın kendisi, Türkiye’de başkanlık sistemi üzerine bir güncel tartışmada, Hitler ve Almanya’ya, başında güçlü bir liderin olduğu böylesi bir sistemin nasıl da başarılı biçimde işleyeceğinin örneği olarak değinmiştir.

Hitler ve Erdoğan ile takipçileri, sadece komünistlere, antifaşistlere ve demokratlara karşı acımasız değiller, kendi saflarındaki her türlü muhalefeti de önleme tutumundalar.

Erdoğan gibi Hitler’in de kendi saflarında ve devlet aygıtında iki güçlü karşıdevrimci iç muhalifi vardı. Biri, ordu generalleri içerisindeki, Hitler’e güvenmeyen ve kendi iktidar güçlerini yitirmekten korkan eski elitlerin bir kısmı, diğeri de Hitler’i yeterince radikal bulmayan, kendi partisinin saflarındaki unsurlardı.

Almanya’da bu burjuva iç muhalefete karşı mücadele, “Röhm Darbesi” ya da “Uzun Bıçakların Gecesi” adı verilen olaylarla doruğa çıktı. Ernst Röhm, 1930’lu yılların başlarında, faşist vurucu çeteleri yönetiyor, bunları SA (Fırtına Bölüğü) içinde örgütlüyor, komünistlere, sosyal demokratlara ve Yahudilere yönelik saldırıları gerçekleştiriyordu. Faşist güruhlarını adım adım bir tür faşist parti ordusu olarak örgütledi, eğitti, üniformalarla donattı ve onları önce gayriresmi, sonra da devletçe onaylanan bir yardımcı polis örgütü haline getirdi. 1933 yazından itibaren, Hitler kendi iktidarını, ekonomiyi ve ülkeyi istikrarlılaştırmaya yöneldi, Almanya’nın açık bir iç savaş ve kaos içine girmesini istemedi, çünkü bu, devlet ve halk üzerinde denetimini pekiştirme yolundaki planlarıyla örtüşmüyordu. Ancak Röhm, bu dönemde faşist diktatörlüğün bütün olası muhaliflerini tek seferde ve tamamen fiziki olarak ezmek, faşist terörü azaltmak değil yaymak istiyordu. O sırada Alman ordusunun mevcudu Versay Antlaşması uyarınca 115.000 askerle sınırlanmışken, SA’nın halihazırda bir milyon civarında üyesi vardı. Röhm’ün planı, SA’yı kendisinin başkomutanı olduğu yeni Alman ordusuna dönüştürmek ve eski Alman ordusunun kalan birliklerini de SA’ya dahil etmekti. Bu, ordu içindeki eski elitlerin konumlarını kaybetme korkusunun ne kadar haklı olduğunu gösteriyordu. Hitler bu gerilimleri biliyordu. Generalleri kendi tarafına çekmek ve onları Alman ordusunu yeniden büyük bir taarruz ordusu haline getirmek için kullanmak istiyordu. Hitler, 28 Şubat 1934’te Alman ordusunun SA üzerinde hakimiyetini ilan etti ve böylece eski generallerin büyük bölümünün sonraki desteğini güvenceledi. Röhm buna büyük öfke duyarak Hitler’e savaş ilan etti. Yandaşları o gece şunları söylediğini aktarıyor: “Hitler inançsız ve en azından tatile gitmeli. Bunu Hitler’le yapamıyorsak, onsuz yapacağız”.

Tehditlerini ve düşüncelerini hayata geçirmek için Röhm yurtdışından gizlice silah satın aldı ve yaklaşık 200 bin SA üyesini silahlandırdı. Ayrıca, SA üyelerinin toplam sayısı Haziran 1934’te 4 milyona yükseldi. Röhm artık açıkça “Nasyonal Sosyalist Devrim”in tüm düşmanlarının acımasızca boynunu koparacağını ilan ediyordu. Röhm, Hitler’e yönelik eleştirilerinde yalnız değildi, soyluların, siyasetçilerin ve ordu saflarından eski elitlerin bir bölümü de Hitler’in rotasının kendi çıkarlarını tehlikeye soktuğunu düşünüyordu. Almanya’da Hitler’in başında olmadığı kendi milliyetçi diktatörlüklerini kurmak üzere gerici bir muhalefet bloğu oluşturdular. Bunlar arasında iki eski başbakan, Franz von Papen ve General Kurt von Schleicher da vardı. Röhm’ün yakın çevresi içindeki muhbirleri aracılığıyla Hitler bilgilendiriliyor ve bu çevrenin planlarından haberdar ediliyordu.

30 Haziran’da, Hitler kendi saflarındaki faşist muhalefeti tek seferde sonlandırmaya karar verdi. O gün, Röhm dahil olmak üzere SA’nın bütün yönetici komutanları bir araya gelecekti. Sabahın erken saatlerinde bizzat Hitler, polisle birlikte konferansın yapılacağı oteli bastı ve Ernst Röhm ile tüm SA komutanlarını tutukladı. İlerleyen saatlerde gelen tüm SA komutanları da tutuklandılar. Saat 10’dan itibaren Gizli Devlet Polisi (Gestapo), Hitler’in Güvenlik Güçleri (SS) ve ordu birlikleri, bütün Almanya’da tutuklama dalgası başlattılar. Hedef yalnızca SA yönetim kademesi değil, Franz von Papen ve General Kurt von Schleicher etrafındaki milliyetçi ve monarşist muhaliflerdi. Bu harekat esnasında yaklaşık 200 kişi öldü. Ölenlerin sadece çeyreği SA’dandı, diğerleri, başında Hitler’in olmadığı bir diktatörlük isteyen gerici muhalefetin üyeleriydi. Daha sonra kamuoyuna, SA’nın Hitler’e ve NSDAP’a karşı darbe girişiminde bulunduğu açıklandı. Ancak, Hitler ile Röhm arasındaki çelişkilere rağmen, bu tezin gerçek olduğunun açık bir kanıtı yok. Ernst Röhm Hitler’in kişisel emriyle hapishanede öldürüldü. Bu eylemlerden sonra SA silahsızlandırıldı ve yetkisizleştirildi. Büyük çaplı temizliğin tamamlanmasının ardından, SA üye sayısı 4 milyondan 1 milyona düştü. Hitler, kendi saflarındaki muhalefetin yok edilmesine ek olarak, eski ordu generallerini de tamamen kendi tarafına çekerek desteklerini kazandı. Görüyoruz ki, Hitler ve Erdoğan sadece antifaşistlere, devrimcilere ve komünistlere yönelik terör ve acımasız baskılarda değil, eski yandaşlarına ve kendi saflarından gelen gerici muhalefete karşı baskıda da birleşiyorlar.

Nihayet, sadece içeride uyguladıkları faşist baskı değil, dışarıda giriştikleri yayılmacı çılgınlık da Hitler diktatörlüğü ile Erdoğan rejimini birbirine bağlıyor. Bugün Erdoğan’ın “yeni Türkiye” ve “yeni Osmanlı imparatorluğu” üzerine faşist söylevlerini, Hitler de 1930’larda veriyordu. Erdoğan’ın bugün Lozan Antlaşması’na ve onun belirlediği sınırlara yağıp gürlemesi gibi, Hitler de “Versay Antlaşması utancı”na veryansın ediyordu.

Hitler Polonya’ya saldırısıyla İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmıştı, Erdoğan da Suriye işgaliyle belki de büyüyecek bölgesel bir savaşın kıvılcımlarını ateşledi. Tıpkı Hitler’in Polonya işgaline kılıf bulması gibi, faşist saray rejimi de Suriye işgali için bir gerekçe üretmek istedi. 31 Ağustos 1939’da Hitler SS üyelerini Gleiwitz radyo vericisine saldırtmış ve Polonyalı milislerin vericiye saldırdığını iddia etmişti. Buna “tepki olarak” Polonya’ya savaş ilan etmiş ve Alman ordusunu Polonya üzerine yürütmüştü. İkinci Dünya Savaşı böyle başlamıştı. Benzer biçimde, 2014’te, gizli toplantı kayıtlarıyla açığa çıktı ki, MİT müsteşarı Hakan Fidan, Suriye’den Türkiye’ye bir saldırı tezgahlayarak ülkenin istilası için gerekçe yaratmak istedi. Konuşma kaydının açığa çıkması nedeniyle plan hayata geçirilemedi. Ama daha sonra Antep'te bir Kürt düğününe yönelik DAİŞ’in yaptığı iddia edilen saldırı, Cerablus işgalini başlatmanın gerekçesi yapıldı.

Görüyoruz ki, Alman faşizminin tarihi ile bugünkü Erdoğan diktatörlüğünün uygulamaları ve eylemleri arasında büyük paralellikler ya da benzerlikler var. Bu iki diktatörlük, onların ortaya çıkışları ve şekillenişleri arasında, paralelliklerin yanı sıra, elbette bir o kadar farklılık da var. Fakat Hitler diktatörlüğünün tarihsel koşulları, gelişimi ve dinamiklerine bakarak, bugün Türkiye’deki gelişmeler üzerine doğru sonuçlar çıkarabilir ve pratiğimizi buna göre yönlendirebiliriz. Sadece faşist diktatörlüğü analiz etmek değil, Alman antifaşistleri ve komünistlerinin başarıları ve yanılgıları, taktikleri, çalışma tarzları ve örgütlenme biçimlerinden de öğrenebiliriz ve sonuçlar çıkarabiliriz. Marksist Teori’nin 18. sayısında Alman komünistlerin askeri strateji ve politika alanındaki deneyimleri ve politik-askeri örgütlenmeleri ele alınmıştı.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi