İslamiyet’te, diğer tek tanrılı dinler gibi “kul”luk vazifesiyle bütün Müslümanları Tanrı karşısında eşit görmektedir. Fakat “yaratan” karşısındaki bu eşitlik, “kullar”, insanlar arasındaki ekonomik, sosyal, sınıfsal ve cinsel eşitsizliği ortadan kaldırmıyor. Tersine, bütün bu eşitsizlikleri tanrısal dayanaklarla meşrulaştırıyor. Kur’an bu eşitsizlikleri meşru gören/gösteren açık hükümler içermektedir.
Kur’an bütün tanrısal göndermelerine rağmen insan üretimidir. Yazıldığı koşulların siyasal, toplumsal, kültürel ve sınıfsal özelliklerini yansıtmaktadır. Kur’an’ın bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli, evrensel ve biricik tanrısal adalet kaynağı olduğu iddialarına karşın, ortaya çıktığı koşulların ürünüdür ve çözüm gücü de ancak ve esas olarak o dönemin sorunları ölçüsünde tartışılabilir. Ayetlerin “indiği” yıllar boyunca değişiklikler, hatta birbiriyle çelişen hükümler taşıması da değişen siyasal koşul, ihtiyaç ve sorunlara uyarlama ihtiyacını yansıtır. Çok sınırlı bir mekânın, kısa zaman diliminin sorunları ölçeğinde bile değişime uğramak zorunda kalan Kur’an’ı; günümüzün çok boyutlu ve kapsamlı sosyal, siyasal ve toplumsal sorunlarının çözümü için temel almak, tanrıyı kıyamete zorlamakla eşdeğerdir. Kaldı ki “asr-ı saadet dönemdin (Muhammed Peygamber ve dört halife dönemi) sorunlarına bile çözüm üretemeyen İslamın, günümüzün sorunlarına çözüm olması beklenemez. Kur’an’ın eklektik yapısı ve İslami pragmatizm, aynı zamanda farklı açılardan ve perspektiflerle yorumlama imkanı da vermektedir.
İslamiyet’te eşitsizlik ve ayrımcılık öncelikle Müslümanlarla gayrimüslimler arasındadır. Hristiyan ve Yahudileri, onlara “inen” kitapları hak dinler ve kitapları olarak kabul etmesine rağmen, ayrımcı ve dışlayıcı politika izlemiştir. Kur’an’da “Hak dini kendilerine din edinmeyen kimselerle, küçülerek kendi elleriyle cizye (gayrimüslimlerden alman kelle vergisi/haraçları) verinceye kadar savaşın” (Tevbe-29) denilmektedir. Başka bir dinden ya da dinsiz ise, kayıtsız koşulsuz İslamlaşmayı dayatmakta, kendisinden olmayanı “müşrik”, “kâfir”, “batıl”, “fitne”, “sapkın” ilan etmektedir. “Fitne ortadan kalkıp din yalnızca Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Bakara-193) demektedir. Bütün bu suçlayıcı nitelemeler gerektiğinde İslamiyet içi farklılıklarda da kullanılabilmektedir.
Kur’an’da, İslam’ın bir hoşgörü dini olduğunu savunanların sıklıkla başvurduktan, “Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi, o halde iman etsinler diye insanları zorlama” (Yunus-99) şeklinde ayetler de bulunmaktadır. Kur’an’ın eklektik yapısıyla uyumlu bu türden ayetler, İslamiyet’in henüz güçsüz olduğu döneme aittir. Şeriatın ve Kur’an’ın gerçek özünü yansıtmaktan uzaktır. Bu yüzden İslamiyet güçlendiği koşullarda yerini; “...Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin” (Nisa-89) biçimindeki ayetlere bırakmıştır.
İslamiyet, Arap yarımadasında siyasal parçalanmışlık, toplumsal kaos, otorite boşluğu, kabile savaşları ve düşmanlıkları koşullarında 15-20 yıl gibi kısa bir zamanda, bölgenin egemen dini haline geldi. Bu otorite boşluğunu doldurarak siyasal parçalanmışlığı gidermiş ve bölgeyi merkezi siyasal bir yapıya kavuşturmuştur. Bu koşulların çelişkilerinin ve ihtiyaçlarının sonucu olarak da gelişmiştir. Yeni kurulan siyasal yapı/İslam devleti, “cahiliye dönemi” olarak tanımlanan kabile aristokrasisine dayalı parçalı yapıyı birleştirirken; Tanrının yetkisini, dünyadaki mutlak temsilcisi olan Halifede somutlayarak, siyasal iktidarı da kutsallaştırmıştır. Birey ve toplum böylece yalnız Tanrıya “kulluk” etme göreviyle kalmıyor, aynı zamanda Halifede somutlaşan siyasal iktidar karşısında da iradesizleştiriliyor ve itaate zorlanıyordu.
7. yüzyıl Arap toplumunun gelenek ve göreneklerini gözeten ve Arap egemen sınıflarının merkezileşme ve yayılma ihtiyacını karşılayan İslam devleti, o koşulların kölelik dahil sosyal, siyasal ve toplumsal eşitsizliklerini sürdürmüştür. Merkezi yapılanmayla köleci toplum düzeni yerini giderek feodal bir düzene bıraksa da, kölelik ilişkileri ortadan kalkmamıştır. Öyle ki, “Dilediğine mülkü verir dilediğinden alırsın. Dilediğini şerefli, dilediğini zelil (düşkün, aşağılık) kılarsın” (Al-i İmran-26) gücünde ve makamında bulunan Tanrı, eşitsizlikleri de mutlaklaştırmaktadır. Bu, Kur’an’da “Allah’ın sizi birbirinize üstün kıldığı şeyleri arzu etmeyin” (Nisa-32) denilerek, insanlar eşitlik talep etmekten men edilmektedir. Kur’an’da insanlarla Allah’ın eşit olmayacağı, insanlar arasındaki eşitsizlikle anlatılmaktadır. “Hiç sizler, sahip olduğunuz kölelerin size verdiğimiz rızıklarla eşit suretle hak ve tasarruf sahibi olmasına razı olup, birbirinizi saydığınız gibi onları da sayar mısınız? O halde nasıl olur da kendinizi Allah’a ortak koşarsınız?” (Rum-28) diye sorularak köleler “sahip olunan”, yani mülk olarak görülmektedir. Ve yine, “kölelerle kendilerine rızık verenler eşit olmaz” (Nahl-75) Kur’an’ın eşitlik anlayışına göre.
“Dilediğini sebepsiz rızıklandıran”, “zengin eden sermaye veren” İslam’ın eşitlik ve adalet sağlaması düşünülemez. Sınıf farklılıkları, “Baksana insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır. Elbette ahiret derece ve üstünlük bakımından daha büyüktür” (Isra-21) denilerek savunulmaktadır. Dahası, “Ey Muhammed, onlar Rabbinin nimetlerini mi paylaştırıyorlar? Onların dünya hayatındaki geçimliklerini aralarında biz taksim ettik. Birbirilerine iş gördürsünler diye kimini ötekilere derecelerle üstün kıldık” (Zuhruf-32) diyen bir eşitsizlik anlayışı söz konusudur.
Adalet bakımından da sosyal, sınıfsal ve cinsel eşitsizlik sürdürülmektedir. İslam hukuku (fıkıh) ve adalet anlayışı Müslümanlarla gayrimüslimlere ve “hak” dinden olmayan ve dinsizlere, kölelerle köle sahiplerine, yoksullarla mülk sahiplerine, kadınlarla erkeklere farklı farklı uygulanmaktadır. Mirasta, kısasta, cezada, toplumsal konumda bu eşitsiz hukuk ve adalet anlayışı sürdürülmektedir. Kur’an “hürün hür, kölenin köle ile, dişinin de dişi ile kısas edilmesini” (Bakara-178) emretmektedir. Kadını ikinci sınıf görür. Mahkemede tanıklığını geçerli saymaz. Ancak “erkek tanık eksikliği” durumunda “eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden kendine güvendiğiniz bir erkek ve iki kadın tutun” (Bakara-282) der. Mirasta ise “erkeğe iki dişi hissesi”ni (Nisa-11) uygun görür. Dahası kadını aşağılar, erkeğe tabi kılar. “Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. İyi kadınlar, gönülden boyun eğenler ve Allah’ın korunmasını emrettiğini, kocasının bulunmadığı zamanda koruyandır. Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün” (Nisa-34) demektedir.
Bütün bu eşitsizliklerin vicdani gerekçelendirilmesi de ilginçtir; “Biz dilersek herkese hidayet verirdik, fakat cehennemi tamamen cin ve insanlarla dolduracağımıza dair benden söz çıkmıştır” (Secde-13) biçimindeki bir vicdani tasarrufa sahiptir.
Görüleceği gibi Kur’an ve İslam’ın eşit ve adil olma, hoşgörü gibi bir sorunu yoktur. Tersine, sınıfsal, toplumsal, sosyal ve cinsel eşitsizliklerin kaynağı olarak Tanrı’yı göstermektedir. Tanrı insanların eşit olmasını istememiştir! İslamiyet, 7. yüzyıl Arap toplumunun sosyal ve sınıfsal gerçeklerini, eşitsizliklerini esas almış ve evrenselleştirmiştir.
Ayrıca açık hükümlerden de anlaşılacağı gibi Kur’an Arap toplumuna indirilmiştir, Muhammed peygamber Arap toplumunu yola getirmesi için gönderilmiştir! Haliyle kavmiyatçıdır. “Ey kavmim, bana uyun size doğru yolu göstereyim” (Mümin-38) denilmektedir. Allah tarafından indirildiği varsayılan Kur’an’da, peygamberin bizzat kendisinin seslenmesi çelişkisi bir yana, doğrudan Arap kavmine seslenilmektedir.
İslamiyet Arap yarımadasındaki siyasi otorite boşluğunu gidermiş, güce ve egemenliğe dayalı, savaş ve kıyımlarla, boyun eğdirme ve itaatle “birlik” sağlamıştır. Buna rağmen eşit, adil, kardeşçe, hoşgörüye dayalı bir toplumsal düzen kuramamıştır. Bütün ilahi, Tanrısal göndermelere rağmen sorunlar dünyevi yoldan çözülmüştür. Bu yüzden İslamiyet, asr-ı saadet döneminin sorunlarına bile çözüm olamamış; hoşgörü, eşitlik ve siyasi katılım bakımından “cahiliye devri”nin kabile aristokrasisine dayalı siyasi katılım düzeyini dahi aratır olmuştur.
Siyasal ayrılıklar ve çıkarlar kılıç zoruyla çözülmüştür. Daha Muhammed peygamberin ölüsü kaldırılmadan iktidar savaşı başlamış, Ali ve kimi ileri gelenler dışlanarak Ebu Bekir halife ilan edilmiştir. Devamında ise Ömer, bir oldubittiye getirilerek Ebu Bekir tarafından halife atanmıştır. Adalet sembolü olarak gösterilen Ömer, bir suikastla öldürülecektir. Ömer’in ölmeden atadığı 6 kişilik heyet (Şura) tarafından kılıç zoruyla Osman halife yapılıyor, Osman dönemi de ayyuka çıkan suistimaller sonucunda ayaklanan Müslüman halkın Osman’ı linç etmesi ve Yahudi mezarlığına atmasıyla sonuçlanıyor. Halife olması beklenen Ali’yi, başta Kureyş’ler olmak üzere iyice palazlanmış olan egemenlerin istememesiyle, iç savaş çıkacaktır. Peygamber eşlerinden Ayşe’nin, Ali’nin halifeliğine karşı başlattığı Deve Savaşı ve Muaviye’yi halife yapmak için Sıffın Savaşı’nda onbinlerce Müslüman ölecektir. Ali’nin öldürülmesi ve Muaviye’nin halife olmasıyla asr-ı saadet dönemi sona erecektir.
Devamında ise Peygamberin torunlarından Hasan zehirlenerek, Hüseyin ise yanındakilerle birlikte Kerbela’da vahşice öldürülecektir.
Asr-ı saadet döneminin saadeti, adaleti ve çözüm yöntemi budur. Eğer kılıç, katliam ve savaşlarla, boyun eğdirerek sağlanan “çözüm”, eşitlik ve adalet adına bir çözüm olarak görülmez ise; İslam’ın, asr-ı saadet dönemin sorunlarına dahi çözümler üretememiş olması, günümüzün çok yönlü, karmaşık siyasal ve ulusal sorunlarına bir çözüm çerçevesi olamayacağının en önemli kanıtıdır. Bu yüzden İslamiyet mezhep, tarikat, yorum vb. biçimlerde bölünmüş, “tek bir İslam olduğu, diğerlerinin cehennemlik olduğu” peygamberin hadisinde belirtilmiş olmasına rağmen bölünme ve parçalanmaların önüne geçilememiştir.
İslamiyet hem gündeme geldiği siyasal ve toplumsal koşullar, hem de din ve devleti bir görmesi, siyasal ilişkileri din referansıyla yürütmesi itibariyle siyasal bir dindir. İslamiyet’in bu siyasal niteliği onu egemenlik ve iktidar ilişkilerinin dolaysız uzantısı kılmaktadır. Emevi devleti, iktidar mücadelesinin Emeviler lehine çözülmesinin ürünüdür. Genel olarak Arap kavmini temsil gücünden bile uzaktır. Abbasiler döneminde ise, öncelikle Abbasi hanedanının/egemenlerinin çıkarlarını temsil etmekle birlikte, daha genel olarak Arap kavminin ve egemen sınıflarının temsili düzeyine ulaşmıştır. Fakat bütün bu süreçler boyunca İslamiyet ve Arap toplumu içinde, iç çatışmalar ve iktidar mücadelesi ve de Karmatiler, İsmaililer, Fatımiler biçiminde eşitlikçi toplumsal düzen arayışları eksik olmamıştır. İslamiyet’in ve İslam devletinin siyasal egemenlik alanları genişledikçe de, Arap/İslam anlayışına ve düşüncesine karşı, Fars İslamcılığı, Türk İslamcılığı gibi İslami yorumlar da gelişmiştir. Bu bazen mezhepler, bazen de yorumlar biçiminde olmuştur. Fars/Acemlerin İslam’ın Şii mezhebi/yorumuyla özdeşleşmesi bunun tipik bir örneğidir. Veya Türk egemen sınıflarının İslamiyet’i kabul ettikten sonra, uzun süre, eski pagan dönemi Şamanist din anlayışlarıyla İslam’ın değişik biçimlerde sentezine dayalı, tasavvufi bir İslam anlayışının gelişmesidir. Bu sentez, Türkmen, Yörük halk tabakalarında, göçebe boylarda çok daha belirgindir. İslam’ın Sünni yorumunun Osmanlı’da resmi din haline gelmesi bile, Fatih döneminde Gazali yorumunun benimsenmesinden sonra olmuştur.
Demek ki; İslamiyet siyasal ve toplumsal çıkarlara, değişen sorun ve ihtiyaçlara göre farklılaşmasının yanında, kavim ve kavim çıkarlarına göre de farklılaşmaktadır. Bu yalnızca İslamiyet için değil, Hristiyanlık ve diğer dinler için de geçerlidir. Slav halklarının Rus Ortodoks Kilisesine bağlı olması, Anglo-Sakson İngilizlerin Anglikan Kilisesini kurması bunun tipik örnekleridir.
İslamiyet’in orijinal kaynaklarının, Kur’an’ın ‘evrensel’ eşitlik yaklaşımı böyledir. Siyasal, sınıfsal ve kavmi bakımdan eşitlik olmadan toplumsal adalet sağlanamayacağı gibi, “kardeşlik” de sağlanamaz. Sebepsiz rızıklandıran, dilediğinden alıp dilediğine veren, birbirlerine iş gördürebilsinler diye sınıf farkları yaratan ve bunu meşrulaştıran, erkeği kadına üstün kılan, Müslüman olmayanı düşman gören eşitsizliklere ve adaletsizliğe dayalı Tanrı düzeninde, eşitliğe dayalı bir kardeşlik sağlanamaz.