İçinden geçmekte olduğumuz günlerde yaşanan olaylar göstermiştir ki, postmodern düşünce(1) bir safsatadan ibarettir. Bu, az çok bilimsel düşünme yeteneğine sahip herkes için aşikardır. İnsanın burun direğini kıracak denli rezil kokular yayan bu zırva yığını, Marksizm adına söz söyleme iddiasındaki kimi yazarları ve akımları bu kadar etkisi altına almasaydı onu tarih değirmenine havale etmek yeterli olurdu.
Marksist olduğunu ileri süren reformcu ya da devrimci çevreler, devrim dalgasının geriye çekildiği ve burjuva gerici sert rüzgarların estiği dönemin etkisiyle bu safkan idealizmden fazlasıyla etkilendiler. Burjuva idealizmin en sofist temsilcisi Berkeley’i bile şaşırtacak denli bilim ve akıl düşmanı bu fikirler materyalist dünya görüşünü savunanları nasıl oluyor da bu denli etkisi altına alabiliyordu? Gerçi kimse açıkça postmodernizmi savunmuyordu. Tersine kendisini postmarksist ilan edenler hariç hemen bütün marksistler postmodernizme cephe almış görünüyordu. Gel gör ki, postmodernizme karşı çıkanlar bir biçimde onun ideolojik çekim alanına dahil oldular. Marksizm cephesinden postmodernizmi eleştirenler, akıl ve bilim savunusu adına tam da postmodernistlerin ileri sürdüğü gibi, marksizmi modernizmin bir kolu haline getirerek postmodernizmin değirmenine su taşıdılar. Bazıları da postmodernizmin modernizme yönelttiği kimi eleştiri öğelerini haklı görerek onu kısmen olumladılar. Postmodernizme dair her iki yaklaşım da daha en başta modernizm-postmodernizm ayrımını ve önsel olarak marksizmin ve burjuva liberalizmin aynı sürecin birbirini içeren iki kolu olduğu tezini kabule dayanıyordu.
Bu genel teorik tartışmaların çok ötesinde postmodern fikirler bilinçli ya da bilinçsiz biçimde ilerici reformcu ve devrimci politikaya sindirildiler. Bugün açık biçimde “sol” üzerinde postmodern burjuva ideolojik hegemonyadan söz etmek mümkün. Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Coğrafyamızda “sol” adına politika yapan her renkten ilerici ya açıkça, ya utangaç biçimde, ya da hiç farkında olmadan bu hegemonyanın etkisinde kaldı. Birikim dergisi ve Radikal İki yazarları postmodernizmin bayraktarlığını yapıyor. Özellikle Radikal(2) İki’nin “sol” cenahta nasıl etkili olduğu biliniyor.
Abdullah Öcalan’ın özellikle son dönemlerde ileri sürdüğü düşünceler postmodern fikirlerin bir derlemesinden öte ne anlama geliyor? “Sivil toplum”, “demokrasi”, “devlet” hakkında ileri sürdüğü savlar her hangi bir postmodern yazarın söylediklerinden özel bir farklılık taşımıyor.
“Gerçekleştirilebilir bir siyasal topluluğun yaratılmasını amaçlayan postmodern siyasetin Özgürlük, Farklılık ve Dayanışma üçlü ilkesi tarafından yönlendirilmesi gerekiyor. Burada özgürlük ve farklılığın bekasının zorunlu koşulu ve bunlara yapılacak özde kollektif katkı, dayanışmadır”. Böyle diyor, postmodern yazarlardan Zygmunt Bauman. Acaba bu düşünceler Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ne ne derece ilham vermiştir. Söz konusu olan yalnızca parti isminin ileri sürülen fikirlerle örtüşmesi değildir, özgürlük ve birey kavramlarına atfedilen içeriktir.
“Öteki” yayınları, “Öteki İstanbul” gazetesi, “Öteki” kültür merkezi gibi kurumlar postmodernizmin en başat kavramlarından birine neden bu kadar sarılıyor acaba? Postmodern yazarlar bilinçli biçimde işçi sınıfı, ezilenler, yoksullar dememek için “öteki”yi tercih ediyorlar. Bu kavram aynı zamanda “ya- bancılaşma”ya karşılık olarak da kullanılıyor. “Öteki”, o kadar muğlak bir kavram ki, herkes bir diğerine karşı “öteki” olabiliyor. “Ötekiler” olarak ifade edilenler, yani dışlanmışlar kendi varoluşlarıyla kutsanıyorlar. Bir şey “öteki” olunca her türlü eleştirinin dışında sayılıyor, eşdeğer farklılıklar olarak tanımlanıyorlar. Homoseksüeller, lezbiyenler, dazlaklar, Naziler, kadınlar vb. hepsi “öteki”nin içinde.
Bu kadarla sınırlı değil, Marksist-Leninist yazın da zaman zaman içinde olmak üzere devrimci yazın postmodern söylemin etkisinde kalıyor. Örneğin kapitalizmi eleştirmek adına “tüketimcilik”, “tüketim ilişkileri” kavramaları kullanılabiliyor. Bu kavramların kapitalizmi kutsamak ve onun gerçek içeriğini bulanıklaştırmak anlamına geldiği ortada. Bu tip kavramlar kapitalizmin görece geliştiği 60’lı yıllarda ortaya atıldı. O dönemin heyecanına kapılan kimi aklı evvel sol düşünürler işçi sınıfının üretici bir sınıf olmaktan çıkarak tüketici bireylere dönüştüğü, insanlar arasındaki ilişkiyi sınıfsal aidiyetin değil tüketim kalıplarının belirlediğini ileri sürdüler. Bu fikirleri ortaya atanlar daha sonra postmodernizmin öncüleri haline geldiler. Postmodernistlere göre tüketim, sınıf mücadelesini zamanı geçmiş bir kavram haline getirmiş, üretimi sollamıştır. Bu nedenle toplumun uzlaşmaz biçimde işçiler ve kapitalistler olarak bölündüğü fikri yok olmuştur. Üretim ilişkileri değil tüketim ilişkileri hakimdir. İnsanlar artık kendilerini bir sınıf olarak tanımlamıyorlar, ya da, bir sınıfla özdeşleştirmiyorlar, daha “tikel kimlik”lerle (örneğin kadın, gay, lezbiyen, Hintli, vb.) ifade ediyorlar. Diğer şeyler bir yana, insanlar arasındaki eşitsizliğin bu denli büyüdüğü, toplumun geri kalan kısmının tekeller lehine hızla mülksüzleştirildiği, açlığın, sefaletin görülmedik boyutlara ulaştığı günümüzde nasıl olur da “tüketim çılgınlığımdan, “tüketim ilişkileri”nden bahsedilebilir.
“Sol” literatüre yerleşmiş bir başka postmodern kavram da “kontrol toplumu.” Postmodernizmin önde gelen düşünürlerinden Baudrillard’a göre, eğer modernlik kodları endüstri burjuvazisi tarafından belirlenen üretim çağı ise postmodernlik sibernetik tarafından yönetilen bir enformasyon ve göstergeler çağıdır. Ona göre postmodern dünyada imaj, simülasyon(3) ve gerçeklik arasındaki sınır infilak edip göçmüştür. Ayrıca postmodern medya ortamında enformasyon ve eğlence, imaj ve politika arasındaki sınırlar da kalkmıştır. Baudrillard, kitlelerin devamlı mesaj bombardımanına tutulmalarından dolayı bezginleşerek sessizleştiklerini söylemektedir. Bu durum toplumsalın sonu anlamına gelmektedir. Toplumsalın yok olmasıyla birlikte, sınıflar, ideolojiler, kültürler ve bizzat gerçek arasındaki ayrımlar infilak edip içe göçmüştür. Baudrillard’ın bu fikirleri onlarca yazar tarafından döne döne dile getirilmiştir. Bir yandan emredici tüketim kalıpları(marka çılgınlığı), diğer yandan “cilalı imaj devri” ile kitleler yönlendirilmekte, medya da kontrolü sağlamlaştırmaktadır. Böylece devletin diğer “ideolojik aygıtları” ile “kontrol toplumu” inşa edilmektedir. Hal böyle olunca insanların bilinçlerini belirleyen üretim ilişkilerindeki yeridir tezi buharlaştırılmakta, sınıflar el çabukluğu ile yok sayılmaktadır. Her şey bir yana bir teslimiyet, kadere boyun eğiş anlamına gelen bu idealist metafizik belirlemeler nasıl olur da Marksizm savunucularının literatürüne yerleşebiliyor?!
Kimi “sol” çevrelerin “Batı” düşmanlığı da postmodern etkilenmelerden biri. Postmodernistlere göre “Batı” her türlü melanetin kaynağı. “Batı” bilimi, felsefesi, kültürü baştan aşağı tahakküm içeriyor. Liberalizm de, Marksizm de “Batı”ya aittir. Her ikisi de “üst-anlatı”(4)dır. Her ikisi de “Doğu”ya hor görüyle yaklaşmış, onu “öteki”leştirmiş. Postmodernistler “Batı”yı sınıf ilişkilerinden, üretim tarzından soyutlayarak yekpare ve hep aynı kalan, değişmez bir fenomen olarak kavrıyor. Böylece kapitalizm, emperyalizm “Batı”nın içinden çekip alınıyor. Onun ilerici ve gerici dönemleri arasındaki ayrım yok sayılıyor. Bir zamanlar devrimci burjuvazinin feodal gericiliğe karşı mücadelesi de, işçi sınıfının burjuvaziye karşı başkaldırıları da, Paris Komünü de bir çırpıda gözden kaçırılıyor. Ama aynı zamanda bunlar Nazizmle eşitleniyor. Doğru ya, hepsi “Batı” denen torbanın içinde duruyor. Bilim ve tekniğe bakış açıları da farklı değil. Sanki burjuvazi değil de, bilim ve tekniğin gelişmesi sonucu artan makineleşme tahakküm nedeniymiş gibi gösteriliyor. O nedenledir ki, insanları makineleşmeyi sömürü ve baskının araçları olarak kullanan burjuvaziye karşı mücadeleye sevk etmek yerine gelişmiş teknolojinin insanları nasıl da robotlaştırdığı üzerine ağıt yakıyorlar. Bazı “sol”cular postmodern söylencelerin öylesine etkisi altında kalıyorlar ki, emperyalizme, kapitalizme karşı kılıç kuşanacaklarına “Batı”ya karşı çıkıyorlar, “Doğu”culuğu maharet sayıyorlar. Dahası kimileri “Batı” denince sanayi ve teknolojiyi algılıyorlar, bu nedenle sanayileşmeye ve teknolojiye karşı çıkmayı “sol”culuk sanıyorlar.
Görülüyor ki, nereden bakılırsa bakılsın postmodernizm işçi sınıfını, sınıf mücadelesini yok sayan, iktidar hedefli bir politik mücadelenin imkansızlığını ileri süren görüşleriyle işçi sınıfını silahsızlandırmayı, politik örgütlenmesini hiçleştirmeyi hedef alan burjuva gerici bir akımdır. Onlara göre politik eylemlerimiz sistemi bütünüyle çökertemeyeceği için rüzgar nereden eserse oraya yelken açmamız, daha mütevazı, daha olanaklı projelere ağırlık vermemiz gerekir. Çünkü hiçbir kapsamlı politik eylem gerçekten uygulanamaz. Merkezsizleşmek bugünkü sistemin karakteridir. Makro politikalarla bir yere varılamaz. Sınıftan söz edilemeyeceği için “çokluk”, “öteki” öne çıkarılmalıdır. Çünkü “bütüncül” kimlikler yoktur, “tikel kimlikler” vardır. Bu nedenle “tikel kimlikler” ya da “tikel” sorunlara dayalı “mikro politika”lar esas alınmalıdır. Dönüştürülecek bütün olmayınca, bütünü dönüştürecek bir çabaya da gerek yoktur. Zaten sistem merkezsizleşmiştir. Toplum, sistem, kimlik birleşik değil asimetriktir. Doğal olarak muhalefet, mücadele bu esaslara göre düzenlenmelidir. İktidar bir üst yapı oluşumu olarak ele alınamaz. O her yerdedir. Tahakküme karşı mücadele edenler iktidar hedefiyle hareket edemezler. Bu fikirler İmparatorluk yazarlarının ileri sürdüklerine ne kadar benziyor! Benzerlik yalnızca onlara mı ait? Mesela EZLN, bir dizi yeni feminist, ilerici reformcu birçok parti üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri kendi cephelerinden ifade etmiyor mu? Bunlar bir yana, örneğin, bugün iktidar mücadelesi verilemez, mevzi kazanmayı stratejimizin odağına oturtmalıyız diyen Mehmet Yılmazer postmodern fikirlerin etkisi altında değil mi?
Postmodern Düşünce Neyi Savunuyor
Yukarıda anlatılanlar postmodern düşünce hakkında önemli ipuçları veriyor. Ama postmodernizm bunlardan ibaret değil. Ayrıntısına indikçe ondaki idealizmin en uç noktaya vardırılmış bilinemezcilik, yoksayıcılık(5), kuşkuculuk olduğunu görürüz. İnsanı bu denli hiçleştiren, insan iradesini bu denli anlamsızlaştıran postmodern düşünce insana tevekkülden başka bir şey önermiyor. Ama bu tevekkülün bilinmez ve görünmez büyük bir gücün belirlediği kurallara uymayı emreden dinsel bir kadercilikten farklı yanları var. Dinsel kadercilikte bir toplum, toplumsal ilişkiler ve bu ilişkilerin bir ürünü olarak ahlak, vicdan gibi erdemler ‘tepetaklak edilmiş’ bir yanılsamalı bilinç biçimi olarak ta olsa kendini değişik politik etkinlikler halinde gösterir. Postmodern düşüncede ise ahlak ve vicdan, sorumluluk ve sevgi “tahakküm”ün bir unsuru olarak kökünden dinamitlenir, erdemsizlik kutsanır. İnsani olan ne varsa buharlaştırılır.
Postmodern düşünce en geniş anlamda kuşkucudur. Her alandaki temel ilkelerin geçersizleştiğini söyler. Düşünce tarihi bundan böyle anlamını yitirmiştir. Onlara göre, “Modern akıl” evrenselliği, birlik ve bütünlüğü, aynı kuralların her yerde geçerli olduğu görüşünü getirir. Postmodernizm ise aksine her durumun farklı olduğunu ve özel biçimde anlaşılması gerektiğini ileri sürer. Her biri kendine ait bir mantığı olduğu için bütün paradigmalar (birbirlerine göre hiyerarşik bir üstünlükleri olmadığı anlamında) eşittir. Postmodern dünyada evrensel akla yer yoktur. Akıl aydınlanmanın, modern bilimin ve Batının bir ürünüdür. Modern bilim gibi akıl da tahakküm edici, baskıcı ve totaliterdir. Akıl ve rasyonalite, postmodernizmin duyguya, içe bakış ve sezgiye, yaratıcılığa, hayal gücüne ve fanteziye duyduğu güvenle bağdaşmamaktadır. Postmodern düşünceyi açıklarken Rosneu bu tip belirlemelerde bulunuyor. Bir başka yerde aynı yazar şunları söylüyor: Postmodernizm “nedenselliği, belirlenimciliği, eşitlikçiliği, hümanizmi, liberal demokrasiyi, zorunluluğu, nesnelliği, akılcılığı, sorumluluğu ve hakikati sorgular.”
Postmodernistlere göre dışımızdaki gerçeği kavrayamayız, çünkü evrensel değerler yoktur. Yoktur çünkü, bütünlük anlayışı yanlıştır. Doğal ve toplumsal dünyayı rasyonel, bilimsel anlama; ve parçalı bir deneyimden belirli evrensel ilkeler çıkarma projesi, sadece bir fantezi değil tehlikeli bir fantezidir de. Bir fantezidir; çünkü dünya, bir tek “tümleştirici” teori altında toplanamayacak kadar karmaşık ve değişiktir. Tehlikeli, çünkü evrensellik; Avrupa merkezci bir bakış noktasıdır. Avrupa ve Amerika rasyonellik ve nesnellik düşüncelerini diğer halklara dayatmanın aracıdır. Evrensellik ırkçıdır; çünkü Avrupalı olmayan bakış noktaları olduğunu yadsır. Aydınlanma evrenselliği ile başlayan yol, Nazi ölüm kamplarıyla son bulur. Teknolojik ilerleme ve kitle demokrasisi, çok az entelektüel dinamiğe, manevi meşguliyete ya da kültürel derinliğe sahip bir insan kitlesi yaratır. Böyle bir toplumun yaratılması insanlığı barbarlık uçurumuna getirmiştir. Nazizmin yükselişinin arkasında, düşüncesiz kitlelerin Adolf Hitler gibi liderleri sürü gibi izleme isteği vardır.
Postmodern düşünce etik(6) olanı dışlar ve yerine pragmayı(7) koyar. “Bütünsellik”i reddeder, “parçalılık”ı yüceltir. Bilim hiçtir, bilgi (herkesin kendine göre yorumladığı) her şeydir. Her şey görelidir. Her şey geçicidir. Bu nedenle insan hiçbir zaman doğruya ve gerçeğe ulaşamayacaktır. Biz neyi tercih ediyorsak doğru odur. O nedenle bir faşistle bir komünist, liberalle Marksist, cani ile hümanist arasında bir fark gözetilemez. Herkes neyse odur. Tercihler arasında bir ayrım yapılamayacağı gibi, dikey ya da yatay bir bölümleme de yapılamaz. Kavram yoktur, kurgu vardır. Bilinen anlamda politika varlık nedenini yitirmiştir, çünkü o, bütünselliği ve sınıfsallığı kapsar; o halde herkesin düşüncesi kendine, kişisel olan politiktir. Ne gerçek dünyadan, ne toplumsal gerçeklikten söz edilemez. Benim dünyam, bedenimin hazları, zihnim, dilim tek gerçekliktir. “insanın içindeki inanç” dışımızdaki gerçek dünyadan daha güçlüdür. Asıl doğrular ve gerçekler bizim (tek tek bireyler anlamında) kalbimizdeki inançlardır. Genel gerçeklik taşıyan her şey, teori, üst-anlatı, evrensel açıklamalar reddedilmelidir.
Bilimsel olarak geçerli inançlar ile halk inançları ve/veya ideolojileri arasında ayrım yoktur. Bilimsel olarak geçerli bilginin amaçlayabileceği gerçek dünyayla ilgili hiçbir nesnel hakikatten bahsedilemez. Ortaya atılan her düşünce eşit biçimde haklılaştırılabilir. Bunlar farklı yorumlar arasında yapılan tercihlerle inşa edilir. Bu tercihleri de verili bir araştırıcılar cemaati üyelerinin bilinçli ve bilinçsiz önyargıları ve çıkarları mecbur eder. Doğa yasaları da “toplumsal olarak inşa edilmiştir” ve tarihsel olarak değişebilirler.
Dil ya da söyleme biçilen rol postmodern düşüncenin bel kemiğini oluşturur. Onlara göre insanların ve onların toplumsal ilişkileri başka bir şey değil dil tarafından oluşturulur, ya da en azından dil, dünya hakkında bilebileceğimiz tek şeydir. Ve başka bir şeye ulaşamayız. Toplum basitçe dil gibi değildir, dildir; ve hepimiz dil kapanına yakalandığımız için, içinde yaşadığımız özgül söylemler dışında kullanabileceğimiz hiçbir dışsal hakikat standardı, hiçbir bilgi göndergesi yoktur. Her şey söylemdir. Ve söylem her şeydir. İnsanlar dilsel yaratıklar olduklarına göre, içinde hareket ettiğimiz dünya dil aracılığıyla taşıdığımız ve tarif ettiğimiz bir dünya olduğuna göre, demek ki dilin dışında bir şey yoktur. Bizzat varlığımız, kimliğimiz ve “öznelliklerimiz” dil aracılığıyla oluşur. Dil nihai bir hapishanedir. Oradaki kuşatılmışlığımız direnişin ötesindedir. Çünkü dil biz ne isek o yapandır, bundan kaçınmak olanaksızdır.
Postmodern yazarlara göre tarih, bir dizi söylemsel farklılık, birbiriyle bağlantısız bir dilsel paradigmalar ardışıklığıdır. Tarihsel süreç ve nedensellik diye bir şey yoktur. Bunlar birer uydurmadır. “Tarih yapma” düşüncesini unutmalıyız. Tarih yapılamaz, ancak herkes kendi bakış açısıyla tarihi okuyabilir ve yorumlayabilir.(8) Tarih bir ağaca benzetilirse eğer, postmodernistler ağacın gövdesi ya da dallarıyla değil yapraklarıyla uğraşırlar. Ama o yaprakları da daldaki haliyle değil uçup gittikten sonra yerden toplayarak incelerler. “Önemli olan yaprakların ağacın üzerindeki yeri değil, şimdi onlardan biçimlendirebileceğimiz modeldir.” (F.R. Ankersmit)
İnsan beni o kadar kırılgan, akışkan ve parçalı (merkezsiz özne), kimliklerimiz o kadar değişken, belirsiz ve kırılgandır ki, ortak bir toplumsal kimlik (sınıf gibi), ortak bir deneyim ve ortak çıkarlar üzerine kurulu kolektif eylem ve dayanışma için temel olamaz.(9) Toplumu oluşturan ve sürekli değişen parçalar arasında herhangi bir birleştirici kalıp oluşturulamaz.(10) Ve buna dayalı süreç (sınıf mücadelesi gibi) örgütlenemez.(11) Toplum bireysel kimliklerin toplamıdır. Toplum bireylerin rastlantısal etkileşimidir. Toplum “çoklu toplumsal kimlikler görüngüsüdür. Toplum “söylemsel olarak inşa edilmiş” bireysel kimliklerden oluşur. Toplumsal gerçeği bütünsel anlamda kavrayamayız. Toplumsal yasalar en iyi durumda, amprik(12) görüngülere(13) bir düzen getiren elverişli kurgulardır.
Nedensel ve çözümlemeye yatkın hiçbir sistem ve hiçbir tarih olmadığına göre, bizi baskı altında tutan birçok gücün köküne inemeyiz. Bir tür birleşik muhalefet, bir tür genel insan kurtuluşu, kapitalizmle genel mücadele hevesine kapılmamalıyız. ”Bu bağlamda var olan tek şey, oyuncuların hamleleri, kişinin kendi elini iyi oynama sanatı ve elindeki kartları en iyi kullanma hüneridir.” (Zygumut Bauman)
Postmodern Saçmalıklar
Bir Internet sitesi olan ZNET'in editörü Michael Albert'in postmodernizme dair yorumu şöyle bir girişle başlıyor:
"Yaklaşık iki yıl önce, Boston'dan New York'a, Sosyalist Araştırma Görevlileri Konferansına katılmak üzere gidecektim. Oraya birlikte gideceğim araştırma görevlisi arkadaşımdan, bu dört-beş saatlik yol boyunca bana 'postmodernizm'i anlatmasını rica etmiştim. Kabul etti ve yol boyunca konuştuk; o anlattı, ben dinledim. New York'a vardığımızda, eğer birisi bana 'postmodernizm nedir?' diye sorsa, verecek cevap bulamazdım. Dört saatlik bu konuşmanın ardından hala 'postmodernizm'in ne olduğunu bilmiyordum. Aklıma üç yorum geldi.
a) Arkadaşım, bana bir kavramı dört saatte anlatamayacak kadar aptal birisiydi.
b) Ben, bir kavramı dört saatte anlayamayacak kadar aptal birisiyim.
c) Kavramın kendisi aptalca ve dört saatte açığa kavuşturulması mümkün olmayan muğlak bir potpuriden, bir lapadan ibaret."
Albert’in de dediği gibi postmodernizm diye ifade edilen saçmalıklar yığını bir lapadan ibaret. Burjuva gerici idealist felsefenin bütün geçmişi boyunca biriktire geldiği zırvalıkları bünyesinde toplayan iğrenç kokular yayan bir lapa.
18.yüzyıl Aydınlanmacılarından Diderot Berkeley için şunları yazmıştı. “Sadece kendi varlıklarını ve kendi içlerinde birbirlerini izleyen duyumları kabul eden, başka bir şeyi kabul etmeyen felsefelere idealist denir. Bana göre, bu ancak körün ortaya çıkarabileceği zırva bir sistemdir; insan aklı ve felsefe için ne utanılacak bir şeydir ki, hepsinin en anlamsızı olduğu halde, mücadele edilmesi en güç olan sistemdir.”
Berkeley hayranı bir piskopos onun düşüncesini şu sözlerle açıklar. “Düşünceler arasındaki bağlantı, neden sonuç ilişkisini değil, yalnızca bir iz ve işaretin, işaretle belirtilmiş şey arasındaki ilişkisini içerir… Böylece açıkça görüldüğü gibi, sonucun ortaya çıkmasına katılan veya bunun için birlikte işleyen, tümüyle açıklanamaz olan ve bizi büyük büyük saçmalıklara sürükleyen şeyler...Yalnızca, bilgilerimizin simgeleri veya işaretleri olarak kabul edildiklerinde, çok değil bir biçimde açıklanabilirler.”
Postmodernistlerin piri Nietzsche “olgular yoktur sadece yorumlar vardır” ya da “gözle görünen dünya yegane dünyadır ‘gerçek’ dünya ise sadece bir yalan”; Nietzsche’den sonra baş tacı ettikleri Nazi profesör Heidegger, “nesnelerin dilbilimsel olarak kaydedilen kimlikleri dışında bir özleri bulunmaz” derken Berkeley’in o arı idealizmini tekrar etmekten öte ne yapıyor? Postmodernistlerin pek muteber kabul ettiği varoluşçu felsefenin mimarlarından Sartre, “her şey bir mesajdır” derken Berkeley’den farklı bir şey mi söylüyor? Postmodernistlerin önde gelen isimlerinden Jacques Lacan “hakikat gerçeklikten değil dilden çıkarılır” derken Başöğretmeni Berkeley’i bile mezarda ters döndürecek bir idealizme saplanmıyor mu? Berkeley, “Metin dışında hiçbir şey yoktur”, ya da “dil bütün anlamın kaynağıdır” diyen Derrida’yı duymuş olsa, mezarından fırlayıp “bu kadarını ben bile cesaret edemezdim” diyerek onu öpmez miydi?
Postmodernistler, “yalnızca ben varım, benim dışımdaki her şey benim tasarımımdır” biçiminde özetlenebilecek solipsizmin(14) günümüzdeki temsilcileridir. Ama bir farkla, bugüne kadarki bütün idealistler “ben”, “zihin”, “tin” gibi ruhsal olanın maddeye göre önceliğini savunurken, nihayet, düşünen bir insan, zihni olan birey tasarımı yapıyorlardı; postmodernistler ise yalnızca bizim dışımızda nesnel bir gerçeklik olarak maddeyi yok saymıyor, zihin ve akla dair ne varsa onu da dinamitliyorlar, her şeyi dil ve söyleme indirgiyorlar. Onlara göre bütün doğa, bütün tarih, bütün bilim, bütün toplum ve bütün insan dil ve söylemden ibarettir. Derrida, “metin dışında başka bir şey yoktur” derken tam da bunu kasteder.
Postmodernistler için gnosis nitelemesi yapanlar var. Gnosis, özce, edinilmiş bir bilgiyi değil de bir iç vahye dayanan, yalnız erenlere özgü ilahi gerçeklere varmaya ve ruhun kurtulmasını sağlayacak savların algılanmasına olanak verilen felsefi dini düşünce sistemi olarak tanımlanıyor. Postmodernistler de insanı dış dünyadan, doğadan, toplumsal ilişkilerden kopuk, kendi kendine var olan, varoluşunu, dilde ifadesini bulan “iç inançlar” a bağlayan fikirleri ile gnosis sayılabilirler. Yine de tam olarak onlara gnosis diyemeyiz, çünkü bir gnosis her şeye rağmen “ruhun kurutuluşuna iman eder; oysa postmodernistler için dil her şeydir ve o bir hapishanedir, insan dil içinde dil tarafından kuşatılmıştır, doğal olarak ne ruhun ne de zihnin kurtuluşundan söz edilemez.
Fizikçi Alan Sokal, postmodern düşüncelerin nasıl bir saçmalıklar yığını olduğunu ispat etmek için bir bilim dergisine bir makale gönderir. Sokal bilinçli olarak bir dizi zırva fikri alt alta yazar. Bu derginin pek bilimsever ve “modernizm” sever editörleri hiçbir uyarı ve itiraz yöneltmeden makaleyi olduğu gibi basar. Makale postmodern düşüncenin hiçbir işe yaramayan bir yamalı bohça, bir idealist paçavra olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Ama daha ilginci bu derginin postmodern düşünceyi savunan bir dergi olmamasıdır. Şunları belirtir Sokal: “Fiziksel ‘gerçeklik’in, toplumsal ‘gerçeklik’ten daha az olmak üzere, nihayetinde toplumsal ve dinsel bir inşa olduğu; bilimsel ‘bilgi’nin, nesnel olmak bir yana, onu üreten kültürün egemen ideolojilerini ve güç ilişkilerini yansıttığı ve kodladığı; bilimin doğruluk iddialarının, aslen teori-yüklü olduğu ve bilim topluluğunun söyleminin, tam yadsınamaz değerine karşın, muhalif ya da marjinalleşmiş topluluklardan çıkan karşı-hegemonik anlatılara göre ayrıcalıklı bir epistemolojik statü iddiasında bulunamayacağı giderek daha fazla alenileşti.”
İşte postmodern saçmalıkların kısa bir özeti. Bu düşünceler Nietzsche’nin ifade ettiği “doğruluk,...insancı benzetmeler ordusudur”, “hiçbir şey var değildir”, “gerçek dünya kavramından sonra görünen dünya kavramında da kurtulmuş oluyoruz”, ya da, “bizim yüklediklerimiz dışında dünyanın kendisinde nesnel bir düzen yoktur” biçimindeki fikrilerle bu denli örtüşmesi tesadüf müdür? Nietzsche her bakımdan tam bir nihilistti. Nihilizm insan varoluşunu, bilgiyi, değerleri bütünüyle yok sayan, bütün değerlerin temelsiz olduğunu, hiçbir şeyin ilkece bilinmesinin ya da iletilmesinin olanaklı olmadığını savunan felsefe anlayışıdır. Nihilizm sonuna dek götürülmüş kötümserlik, kuşkuculuk olarak da nitelenebilir. Bu felsefe anlayışı düşünce ve akla dair ileri sürülen her şeyi olumsuzlar. Evrensel doğruların varlığını reddeder. Evren ve doğayla birlikte bütün bir dış dünyanın kavranamaz ve bilinemez olduğunu ileri sürer. Görülecektir ki, Nihilizmde ne varsa postmodernizmde de o vardır.
Önde gelen günümüz postmodernistleri yapısalcı ve onun post yapısalcı ekolünden gelir. İsviçreli dil bilimci Ferdinand Saussure yapısalcılığın babası olarak kabul edilir. Saussure’ye göre, konuşan herkesin bilinçsiz bir düzeyde paylaştığı, dilin altyapısı vardır. Bu, tarihsel gelişimle ilgisi olması gerekmeyen “derin yapı”dır.(15) Sausere’nin bu ve benzer fikirleri daha sonra bir çok düşünürü etkiledi. SSCB ve Leninizm’e düşmanlığı rehber alarak Marksizmin idealist yorumuna soyunanlar ve daha sonra Althusser yapısalcılığın önemli isimlerinden oldular. Yapısalcılığı kısaca şöyle özetleyebiliriz. Yapısalcılık bir yapıtı, bir olguyu, bir değeri toplumsal ya da tarihsel koşullardan yalıtık ele alır. Yapısalcılara göre, insan zihni her yerde, her zaman, bütün tarihsel dönemlerde, hep aynıdır. Zihin ona ulaşan verilere kendisinde içkin olan belli yapılar yoluyla anlam verir. Yapılar evrimden ve her türlü dönüştürücü düşünceden bağımsızdır. Yapısalcılara göre “yapı” tarih dışıdır, tarihi gerçek ne olursa olsun “yapı”yı oluşturan içsel bağ değişmez.
Bireylerin bu toplumsal ağda ya da yapılarda önemi yok denecek kadar azdır. Bu nedenle de bireylerin eylem ve kararları toplumsal olayların gidişatı üzerinde önemli bir değişiklik yapmaz. L. Strauss, Derrida, Lacan, Foucault, Deleuze gibi düşünürler kariyerlerine yapısalcılıkla başladılar(16). Daha sonra Post yapısalcılığa terfi ettiler. Post yapısalcılık yapısalcı düşünüşün idealizmini daha da derinleştirdi. Post yapısalcılık kendi kendine bağımsız varoluş halindeki “yapı”yı reddetmez. Ancak, hiçbir “yapı”nın kendi kendisine yeterli olduğuna inanmaz, “yapı”nın kendi içinde birbiriyle ilişkili bağlantıları olduğunu kabul etmez. “Yapı”yı oluşturan her öğe birbirinden bağımsız olarak bir arada durur. Onlara göre hiçbir türden düşünce dizgesi kendi iç tutarlılığı gereği mantıksal temeller üzerine kurulamaz Çünkü, metnin (yapının) her durumda yazarın niyetlerinin çok ötesine uzanan bir anlam ufku vardır. Bu ufuk çok anlamlıdır. Tek bir anlam yapısı içine kapatılmayacak denli açık uçludur. Post yapısalcılıkta kuşkuculuk, nihilizm, bireycilik, kötümserlik, bilinemezcilik en uç noktasına vardırılır. Post yapısalcılık varoluşçu felsefenin “yapı” içine enjekte edilmesinden başka bir anlama gelmez. Varoluşçu felsefeye göre, insanlar doğarken seçmedikleri bir alana fırlatılırlar. Ama herkesin varoluşu farklıdır, insan tümel değil “tikel” bir varlıktır. Her insan kendi varlığını yaratır. Her insan, kendisine göre eylemde bulunacağı değerleri kendisi yaratmalıdır ve kendisi dışında hiçbir yere başvurmadan eyleminin sorumluluğunu üstlenmelidir.
Açıkça görülüyor ki postmodernistler idealist felsefenin günümüze uzanan mantıki sonucunu temsil ediyorlar. Onlar her hangi bir şeyin ötesi (post) değil uç noktaya vardırılmış idealizmin sürdürücüleridir. Bilimin, nesnel gerçeğin, toplumun, toplumsal varlığın, toplumsal çelişkilerin, sınıf mücadelesinin reddi üzerine yükseliyorlar. Ve en önemlisi de insan iradesinin dönüştürücü gücünü yadsıyorlar; insana değişmesi mümkün olmayan koşullara boyun eğmeyi öğütlüyorlar.
Engels’in belirttiği ve Lenin’in üzerine basa basa tekrar ettiği gibi, “Yeni terminolojik incelikler ardında, skolastik bilgiçlik yığını ardında, her seferinde felsefi sorunların çözüm tarzında iki temel eğilim iki belli başlı eğilim gördük. Doğa, madde, fiziksel, dış dünya birincil; bilinç, zihin, duyum (zamanımızda yaygın olan terminolojiye göre deneyim), ruhsal, vb. ise ikincil olarak mı ele alınmalıdır-işte, gerçekte filozofları iki büyük kampa ayırmaya devam eden temel sorun budur. Bu alanda hüküm süren binlerce ve binlerce yanılgının ve şeyleri birbirine karıştırmanın nedeni, terimler, tanımlamalar, skolastik kurnazlıklar, söz hokkabazlıkları paravanası altında, bu iki temel eğilimin gözden kaçırılmasıdır.”
Amaç: Sınıf Mücadelesinin Sonunu İlan Etmek
Tarih düz bir çizgi değildir, ya da doğru bir çizgi izlemez. Tarihin yönü hep ileriye doğru olsa da, aynı üretim ilişkileri içinde dahi sonsuz bir dizi çembere, bir sarmala yaklaşan eğridir. Ekonomik ve politik bunalım dönemlerinde eski konumlarını kaybeden, tarihin kaçınılmaz döngüsü içinde yok oluşa sürüklenen, ya da egemenlere başkaldırısı başarısızlıkla sonuçlanan toplumsal sınıf ve tabakalar o anı, tarihin eğrisinin o anını, o andaki bir bölüntüsünü bağımsız, tam bir çizgi gibi kavrarlar. Bunun kaçınılmaz sonucu, tek yanlılık, tek yönlülük, cansızlık, donukluk, kötümserlik, o güne kadar peşinde gittikleri fikirlere inançsızlık, öznelcilik, öznelci körlüktür.
Tarihi ve toplumu dinamik, değişken, karşıtların çelişkili birliği, azalan ve yok olmakta olanla gelişen ve başat hale gelmekte olanın aynı anda bir arada olduğu biçiminde kavrayamayanlar, olayları ve olguları donuk ve değişmez, bir- biriyle ilişkisiz gibi algılar. Her sınıf ve tabaka tarihin o durağan, değişmezmiş gibi görünen anından üretim ilişkileri içinde tutukları yere uygun ve politik yenilginin ağır baskısı altında farklı sonuçlara ulaşır. Kimi o yaşanan döneme lanet okuyarak geleceğe dair tam bir karamsarlık içinde inzivaya çekilerek “eski güzel günlerin” özlemiyle yaşar. Bazılarında ise tam karşıt bir eğilim görünür. Dün yüceltilen bugün aşağılanır. Dün vazgeçilmez ilan edilen bugün safsata derekesine indirgenir. Düne ait olan her şey kuşku değirmeninde öğütülmeye verilir. Kötümserlik alır başını gider. Bir şeylerin “son”u ilan edilir ve bir şeyler “yeni”den keşfedilir.
Örneğin Yeni Kantçılık, Yeni Hegelcilik, Yeni Thomasçılık son yüz elli yıllık tarih içinde defalarca ortaya atıldı. Postmodernistlerin bütün afra tafralarına karşı daha 20.yüzyılın başlarında birinci paylaşım savaşı sırasında ve sonrasında endüstri toplumunun, “modernizm”in sonu ilan edilmişti. Aynı ilan bu kez ellili yıllarda tekrarlanıyordu. Oswald Spangler 1919’da “Batı uygarlığının ve onun egemen değerlerinin bir sona ulaşmakta olduğunu” belirtiyordu. Arnold Toynbee 1934’de yayınladığı kitabında 1914-18’de modernizmin sona erdiğini ve yerini postmodern bir döneme bıraktığını söylüyordu. Toynbee’ye göre 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan dönem “modern çağlar” olarak nitelenmeliydi. Aynı dönem bir başka yazar, Rudolf Panwitz, birinci paylaşım savaşının etkisi altında Avrupa’nın hümanist değerlerinin çöktüğü düşüncesiyle postmodern kavramını kullanmıştır. 1957’de Bernard Rosenberg “her tarafı metalar ile sarılmış, ortak tüketim ve statü normları benimsemek durumunda kalmış, amorf kitlenin parçası olan kişi” artık postmodern insandır diyor. 1959’da ise bir başka yazar, “modern çağın sonunda olduğumuzu” duyuruyordu. Ona göre “Batı kültürünü” karakterize eden bütün beklentiler artık yetersizdir. Modern dönemin yerini “postmodern dönem alıyor. Aklın ve özgürlüğün birleşik ilerlemesine Aydınlanmacı inanç, bu inanca dayanan iki temel ideoloji -liberalizm ve sosyalizm- ile birlikte, dünya ve kendimizle ilgili yetersiz açıklamalar fiilen çökmüştür. J.S. Mill ve K. Marks eşit ölçüde çağdışıydılar.” Yine aynı dönem Daniel Bell, endüstriyel toplumun son bularak yerini servis ekonomilerinin aldığı post endüstriyel bir topluma geçildiğini açıklıyordu. D. Bell post endüstriyel toplumla birlikte ideolojinin sonunu ilan etmişti. J.M. Limpet ise benzer biçimde “sınıf mücadelesinin gerilediği ve kızıl bayraksız-ideolojisiz mücadeleye dönüştüğünü belirtiyordu. İdeolojinin sonunu ilan eden Bell’e göre bilginin elde edilmesi, örgütlenmesi, denetimi, kullanımı sanayi sonrası temelini oluşturur. Böyle olunca sermaye birikimi, yatırım ve üretim geri plana düşer. 1976’da bu kez benzer gerekçelerle Horowitz “ideolojinin sonu”nun geldiğini duyurmuştu. Sonraki dönemde daha birçok yazar ideolojinin sonunu ilan edip durdu. Ta ki, Fukuyama “tarihin sonu”nu açıklayana kadar.
Kendilerini marksist ilan etseler de, gerçekte, marksizmle uzaktan yakından ilişkileri kalmamış kimi yazarlar da -kendilerine postmarksist deniyor- aynı bataklıkta kulaç atıyorlar. Mesela, Gregor McLenan, Marksizmin “çağdaş toplumun” kültürel ve siyasal yapısını kavramakta çok yetersiz kaldığını öne sürmektedir. Bir başkası, Michele Barrett’e göre, Marksist bilim ya da kuram anlayışı, indirgemecidir, işlevselcidir, özcüdür ve evrensellik iddiasındadır. Bu tür bilim ya da kuram anlayışı çökmüştür. Frederic Jameson, kapitalist gelişme çizgisi içinde yeni bir aşamaya girildiğini ve postmodernizmin bu yeni aşamanın baskın kültürü olduğunu ileri sürmektedir. Jameson’a göre Marks’ın pazar ya da Lenin’in emperyalizm çözümlemeleri yetersiz kalmaktadır. Metalaşma süreci ve kapitalist değişim, daha önce örneği görülmemiş ölçüde, yaşamın her alanını, bilgi üretim ve akışını, bilinç ve yaşam düzeylerini kökten etkilemiştir. Buradan çıkan sonuç nedir? Sınıf mücadelesi, sosyalizm eski bir söylencedir artık ve tarihsel olarak sona ermiştir. Jürgen Hebermes postmodernizmi “insanı özgürleştirici değer ve kuramları geçersiz kılmaya çalışan tutucu ideolojinin yeni bir yorumu” olarak değerlendirse de postmodern fikirlerin birçoğuna katılmaktadır. Katıldığı fikirler Jameson’unkilerle aynıdır.
Baudrillard, postmodern çağın belirleyici özelliğinin, sınıf çatışması ve sınıf çatışması mantığının yerine taklitlerden oluşan bir gerçeküstücülüğün geçtiğini ileri sürmektedir. Postmodern topluma bir imajlar ağı egemendir. Ve bu imajlar insan ya da toplum yaşamı ile ilgili olguların taklididir. Hal böyle olunca bireyin bu ağın dışına çıkması ve tepkisini başkalarıyla birlikte örgütlemesi imkansızdır. Baudrillard’a göre, bizzat muhalefet kendisini daima bir yönetici ideolojik formasyon olarak ortaya koymuştur. Marksizm daima kapitalizmin gövdesine zerk edilen ve onu daha dayanıklı hale getiren bir aşı olarak davranır.
Daha fazla uzatmaya ve okuyucunun sabrını zorlamaya niyetimiz yok. O kadar çok yazar o kadar çok saçmalamış ki, bunları tek tek aktarmamız ne mümkün ne de gerekli. Buraya kadar aktarılanlardan da anlaşılacağı gibi neredeyse bir asırdır, marksizmin sonu, ideolojilerin sonu, sınıf mücadelesinin sonu ilan edilir durur. Ancak marksizm, ideoloji ve sınıf dokuz canlıdır, bir türlü ölmek bilmiyorlar. Sömüren ve sömürülenlerin olduğu bir toplumsal ilişki var olduğu müddetçe de bu böyle devam edecek. Yani, bu hamur daha çok su kaldırır.
Postmodern Durum
“Tinin diyalektiği, anlatım hermenöteği rasyonalizm ya da çalışan öznenin kurtuluşu, ya da servetin yaratılması...gibi büyük anlatıya açıkça başvurarak kendisini meşrulaştıran herhangi bir bilimi anlatmak için modern terimini kullanacağım...postmodernizmi, meta anlatılara inanmazlık olarak tanımlıyorum.” Böyle diyor Lyotard.
Lyotard gibi bütün postmodern yazarlar tarihi modern ve postmodern olarak ikiye ayırıyorlar. Onlara göre “modern dönem” Aydınlanma döneminden başlayarak 1960’ların sonunu kadar sürer. Bu dönemin karakteristik özelliği ilerlemeci, kurtuluşçu fikirlerin egemen olmasıdır. Aydınlanma düşüncesi liberalizm ya da Marksizm formunda devam etmiş biri Hitler Almanya'sında diğeri SSCB’de mantıki sonucuna ulaşmıştır. Her ikisi de totaliterdir. “Büyük anlatılardan başka bir sonuç beklenemez zaten. Bu aydınlanmanın “totaliter” mirasıdır. Nietzsche daha önce benzer şeyler söylemişti. Ama asıl olarak fikir marksizmin sağ burjuva liberal yorumcuları Adorno ve Horkheimer’e aittir. Onlar Aydınlanmanın diyalektiği adlı kitaplarında bunu belirtmişlerdi.
Postmodern yazarlar pozitif bilimde, özellikle fizik biliminde ortaya çıkan yeni kanıtlar (parçacık fiziği, görececilik, kuantum teorisi) nesnel gerçeğin bilinemez olduğunu ispatladığını, Teknolojide meydana gelen büyük değişimler sonucu artık bir dönemin kol işçiliğinin ortadan kalktığı, bilginin üretim sürecine girmesiyle marksist değer teorisinin geçerliliğini yitirdiği, üretimin genişlemesiyle tüketim ilişkilerinin başat hale geldiği bu nedenle üretim tarzının belirleyiciliği fikrinin iflas ettiği, tümleştirici hiçbir kimliğin kalmadığı, artık bir dizi alt kimliğin insan davranışlarında egemen olduğunu, Üretimde, insan ilişkilerinde, devlet yönetimlerinde derin bir parçalanmanın oluştuğu düne ait her şeyin infilak ettiği, bu parçalanma sonucunda yeni bir toplumsal yapının oluştuğu, bu yapının merkezsiz bir mahiyet taşıdığı, zaten merkezsizleşmenin yaşanan dönemin başat eğilimi olduğu, bilinen anlamda “tarihin sonu”nun geldiği, çünkü anlaşılmıştır ki tarih süreksizdir, sınıflı toplumlarda tarihin devindirici gücünün sınıf mücadelesi olduğu fikrinin iflas ettiği, zira artık sınıflardan bahsedilemeyeceği, topluma müdahale etmenin imkansız olduğu, tarih ve toplumun “arkeolojik çözümleme” ya da “yapısöküm” yoluyla ancak yorumlanabileceği, doğal olarak ortaya çıkmış bu yeni dönemin, toplumsal yapı ve ilişkilerin postmodern dönem olarak adlandırılmasının doğru olacağını ileri sürdüler. Bütün bu fikirleri postmodern durum olarak nitelediler.
Marksizmin Aydınlanmanın mirası üzerinde yükseldiği ne kadar doğruysa, modernist bir akım olduğu düşüncesi o kadar yalan, çarpıtma ve saçmadır. Marksizm devrimci proletaryanın ideolojisidir. “Devrimci proletaryanın ideolojisi olarak dünya tarihi bakımından önemini, burjuva çağın en önemli kazanımlarını kesinlikle reddetmemekle, bilakis tam tersine insan düşüncesinin iki bin yıldan fazlaki gelişmesinde değerli olan ne varsa hepsini benimsemekle ve işlemekle kazanmıştır.”(Lenin)
Marksizmin felsefesi materyalizmdir. 18. yüzyıl büyük Aydınlanmacılığının materyalizmi Marksizm felsefesine kaynaklık etti. Fransız materyalizmi kör inanca, yobazlığı ve bunun gibi şeylere düşman tek tutarlı felsefe olarak ortaya çıktı. “Fransız materyalistleri eleştirilerini yalnızca dini şeylerle sınırlandırmadılar; zamanlarının her bilimsel geleneğini, her siyasi kuruluşunu eleştirdiler.” (Engels)
Marks 18. yüzyıl materyalizmi ile yetinmedi. Alman felsefesindeki gelişmelerden yararlandı. Feuerbach materyalizmini ve Hegel diyalektiğini zenginleştirerek yeni biri forma kavuşturdu. Feuerbach’ın metafiziğini ve Hegel’in idealizmini yıkarak bilimsel sosyalist dünya görüşünün temellerini attı. “Esas başarı, diyalektikti, yani en tam, en derin ve en kapsamlı biçimiyle, gelişim öğretisi, bize sonsuz bir biçimde gelişen maddeyi yansıtan insan bilgisinin göreceliliği öğretisiydi.” (Lenin)
Marks’ın tarihsel materyalizmi o güne kadar tarih ve siyaset konusundaki görüşlere egemen olan karışıklığı ortadan kaldırır. Üretici güçlerin büyümesi sonucu üretim ilişkileri üretici güçlerin önünde engel hale gelir. Ortaya çıkan çelişki üst düzeyde yeni bir toplumsal yaşantı sistemine yerini bırakır. Eski üretim ilişkileri egemen niteliğini yitirir. Belirleyici unsur üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Bu çelişki sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesi biçiminde tezahür eder.
“İnsanın bilgisi, nasıl ondan bağımsız olarak varolan doğayı (yani, maddenin gelişmesini) yansıtırsa, insanın toplumsal bilgisi (yani onun çeşitli felsefi, dinsel, siyasal vb. görüş ve öğretileri) de, toplumun iktisadi sistemini yansıtır. Siyasal kuruluşlar, iktisadi temele dayanan bir üst yapıdır” (Lenin)
Marksist iktisat teorisinin öncülleri İngiliz klasik ekonomi politiğinden gelir. Emek değer teorisinin temellerini Adam Smith ve David Ricardo atmıştı. Her iki bilim adamı da metaların değerinin emek tarafından belirlendiğini bulmuştu. Ama onlar bunun nasıl oluştuğunu çözememişti. Marks her metanın değerinin onun üretiminde harcanan toplumsal bakımdan gerekli-emek tarafından belirlendiğini bulmuştu. Emek- gücü meta haline gelmişti. Emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan İşçi, günün bir bölümünde kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak için çalışır, günün öteki bölümünde ise kapitalist için karşılıksız olarak çalışır, karın kaynağı, artı-değeri yaratır. “Artı-değer öğretisi, Mars’ın iktisat öğretisinin temel taşıdır.” (Lenin)
Sermaye küçük üretimi yıkar, büyük bir mülksüzleştirme saldırısına girişir, işsizler ordusu büyür, emeğin üretkenliğinin artmasıyla kapitalist tekeller boy verir. Buna karşın üretimdeki anarşi, bunalımlar derinleşir, pazarlar üzerindeki hakimiyet kavgası büyür. Doğada ve toplumda ne varsa, insanlar arasındaki her türlü alışveriş, ilişki metalaştırılır.
Marks’tan önce de bir dizi sosyalist, komünist kapitalist toplumu eleştiriyor, lanetliyordu.
Ama onlar kapitalist gelişmenin gerçek yasalarını ortaya koyamadıkları ve tarihsel materyalist bir bakışa sahip olmadıkları için kapitalist toplumun nasıl yıkılacağını gösteremiyorlardı. Marks sınıf savaşı öğretisiyle bu sorunu çözümledi.
Burjuvazi feodal sınıf düzenini yıkıp egemenliğini ilan edince başlangıçtaki devrimci barutunu tüketti. Giderek gerici tutucu bir sınıf haline dönüştü. Kaçınılmaz olarak felsefi ve siyasi bütün üstyapı buna uygun bir değişim içine girdi. Öreğin A. Smith ve Ricardo değeri yaratan emektir derken 19. yüzyıldan itibaren neo-klasik iktisat bu görüşü terk ederek değerin kaynağını “marjinal fayda”da görmeye başladı. Hegel’in diyalektiği de Feuerbach’ın materyalizmi de terk edildi. Tersine Hegel’in idealizmi ve Feuerbach’ın metafiziği burjuva felsefecileri tarafından baş tacı yapıldı. Daha 19.yüzyılın birinci yarısında Aydınlanmam materyalizm yerini pozitivizme bırakmıştı. Pozitivizm Materyalizme ve ateizme karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Başlangıçta pozitivizm liberal burjuvazinin ideolojisiydi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren burjuvazinin Marksizm’e karşı ideolojik mücadelesinin bir biçimi haline geldi. Pozitivistlere göre nesnel gerçekliğin varlığını ve tanınabilirliğini kabul eden her teori metafiziktir. Bilebileceğimiz tek şey deneylerle kanıtlanmış olgulardır. Doğada ve toplumda nitel sıçramalara yer yoktur. Yalnızca evrim vardır. Tıpkı doğada olduğu gibi toplumda da “güçler dengesi” vardır. Her toplumsal grup kendisi için belirlenmiş toplumsal işlevi yerine getirmekle yükümlüdür. Tersi davranış güçler dengesine aykırıdır ve kabul edilemez. Yani işçiler, yoksullar durumlarına razı olsunlar, bu doğa ve toplum kanunundur. Denge bozulursa toplum bozulur. Marksistler her dönem pozitivizme karşı açık bir tutum almışlardır. Lenin pozitivist görüşlerle ilgili olarak şunları söyler: “tüm bunlar acınası bir lapadır, tek tek her bir sorunda materyalist ve idealist çizgiyi birbirine karıştıran, felsefede rezilce bir orta yolculuktur.” Tarih der Marks “kendileri daha da soyut olana empiristlerinki gibi bir cansız olgular derlemesi” ya da “idealistlerinki gibi hayali öznelerin hayali eylemi” değildir.
Felsefe alanında materyalizme karşı “yeni” görüşler ortaya atıldı. Bu “yeni”lik idealist felsefenin kimi büyük ustalarının yaşadıkları tarihsel dönemde oynadıkları geliştirici içeriklerinden soyutlanarak tamamen gerici amaçlarla “yeni”den gün yüzüne çıkarılmasından ibaretti. Örneğin 1860’lı yıllarda “Yeni-Kantçılık” peydahlandı. Temel amaçlarını “materyalizme karşı en keskin silahlarla savaşılmalıdır” biçiminde ortaya koydular, maddi dünyanın nesnel varlığını yadsımaya kendilerini vakfettiler. Yine tekelcilik öncesi kapitalizmin evrimleme döneminde “Yeni Hegelcilik” ortaya çıktı. Pozitivizm burjuvazinin tutucu kesimlerinin çıkarlarını tatmin etmez hale gelmişti. “Yeni Hegelciler” materyalizme, doğa bilimlerine, özellikle de Darvinizme şiddetle saldırdılar. Hegel’deki rasyonalizmi ve gelişme düşüncesini reddettiler. Ondaki, mutlak ruh ve mutlak kavramına sarıldılar. Bu da anlaşılırdı. Burjuvazi için artık mutlak, değişmez düzen fikrinin dışındaki her şey zararlıydı. Bu yeni hegelciliğin sosyoloji versiyonu; tek tek vatandaşların mutlaka uyması gereken güçlü, merkezi bir devletin yaratılmasının gerekli olduğunu ispatlamaya çalıştılar. Emperyalizm dönemiyle birlikte pragmatizm de bir felsefe akımı olarak gün yüzüne çıktı. Pragmatistler, bilgiyi salt psikolojik, öznel bir süreç olarak görür. Onlara göre her şey yararlı olduğu sürece doğrudur. Bütün bilimsel teoriler, bütün ahlaki ilkeler, bütün toplumsal kurumlar, bireylerin kişisel amaçlarına ulaşmasında yalnızca birer amaçtır. Evrende iç bağlantı, yasaların uyumluluğu, vb. yoktur. Bu herkesin kendi deneyimlerine dayanarak, kendine göre işlediği bir mozaiğe benzemektedir. Toplumsal yapı, ilişkiler de benzer bir biçimde birbiriyle tutarlı bir bağ olmadan “çoğulcu” bir biçimde bir arada bulunurlar.
Sanatsal akımların gelişmesi burjuvazinin devrimci-ilerici dönemden gerici-tutucu bir döneme geçtiğini gösterir. Müzikte, resimde, edebiyatta gelişen burjuva realizmi dışımızdaki nesnel gerçekliğin tanınması ve onun yansıtılmasına dayanıyordu. 19. yüzyılın ortalarından itibaren burjuva realizmine karşı modernizm bir sanat akımı olarak gelişti. Modernizm, sanatın amacının gerçekliği olduğu gibi yansıtmak olmadığını ileri sürer. Onlara göre sanatın toplumsal gerçekliği yansıtmak gibi bir amacı olamaz. Sanatçının amacı o an yaşadıklarını, düşündüklerini, hissettiklerini dile getirmektir. Bunu nasıl dile getireceği sanatçının tercihidir. Eserin anlaşılır olup olmaması sanatçıyı ilgilendirmez. Sanat sanat içindir. Modernist sanat akımı soyutlamacılığa dayalı bir biçim uygular. Soyut dışavurumculuk, simgecilik, imgecilik, gerçeküstücülük, dadacılık gibi bir dizi türevinden bahsedilebilir. Modernizm insan algısından bağımsız bir “nesnel” gerçekliğin olamayacağı ve bireyin iç dünyası dışındaki nesnel gerçekliğin değersizliğini savunur.
Burjuva liberalizminin tarihsel evrimi için de benzer şeyler söylenebilir. Feodalizme karşı burjuva liberalizmi başlangıçta, bütün burjuva sınırlanmışlığıyla birlikte, özgürlükçüydü. Süreç içinde ilerici özünü tamamen yitirdi. Bütünüyle işçi sınıfı ve emekçileri özgürce soymanın ideolojisi haline geldi.
Açıktır ki, postmodernistlerin iddiasının aksine, marksizm, ilk andan itibaren kendisinden önce biriken bütün ilerici özü kapsayarak yeni bir dünya görüşü, bilimsel sosyalizm olarak ortaya çıkmıştır. Burjuvazi ise aynı dönem bütün ilerici özünü yitirerek gerici olan ne varsa ona sarılmıştır. Marksizm ile bu gerici fikirler arasında herhangi bir bağ kurulamaz. Burjuva ideolojisi, başlangıçtaki devrimci dönemi hariç, hiçbir zaman insanlığın büyük bir anlatısı, ilerlemeci olmamıştır.
Eğer bir modern dönem tanımı yapılacaksa bu, burjuvazinin gericileşmeye başladığı günden bugüne süren bir zaman dilimi olarak belirlenmelidir. Bu zaman dilimi içinde marksistler, durmaksızın burjuva modernistleriyle mücadele etmişlerdir. Engels’in Anti-Dühring’i, Doğanın Diyalektiği; Marks’ın Kapital’i; Lenin’in Ampiriokritisizm’i ve daha sayılabilecek onlarca eser bu mücadelenin kanıtları olarak orta yerde duruyor.
Postmodernistler ise bu modern dönemin bütün idealist pisliğinin mirasçılarıdır. İster pozitivizme, ister yeni-kantçılık ve yeni-hegelciliğe, ister pragmatizme, isterseniz bir sanat akımı olarak modernizme bakınız orada şu ya da bu biçimde postmodern idealist lapanın bir yanını görebilirsiniz.
1917 Ekim Devrimi ve özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra bilimsel sosyalist dünya görüşüne, tarihsel materyalizme, sosyalist gerçekçi sanata karşı burjuva gericiliğinin amansız bir savaşı başladı. Sosyalist gerçekliğe karşı dışavurumcu soyut sanat yeniden gündemleştirildi. Nesnel gerçekliğin bilinemezliği üzerine yeni teoriler ortaya atıldı. Çürütülmüş idealist fikirler cilalanarak yeniden piyasaya sürüldü. Bunda anlaşılmayacak bir şey yoktu; sınıf mücadelesi her alanda şiddetlenmişti. Çünkü artık proleterlerin birçok devleti vardı.
Nasıl ki burjuva gericiliğinin o anki ihtiyaçlarına denk düşen bir felsefi eğilim ortaya çıkıyorsa; nasıl ki pozitivizm tutuculaşmaya başlayan liberal burjuvazinin çıkarlarına denk düşüyorsa, nasıl ki, yeni kantçılar, yeni hegelciler, nietzsche, modernist sanat akımları tekelciliğe geçiş sürecindeki kapitalistlerin dünya görüşünü yansıtıyorsa, nasıl ki, pragmatizm emperyalist burjuvazinin sınır tanımaz kar hırsının ideolojik formuysa, postmodernizmde bütün bunların bir toplamı olarak emperyalist küreselleşme dönemindeki burjuva egemenliğinin ideolojisini temsil ediyor. Eğer bir postmodern durumdan söz edilecekse o durum bu durumdur.
Yeni Bir Çağ Mı Burjuva Tükeniş Çağı Mı?
Postmodernistler yaşadığımız dönemi yeni bir çağ olarak niteliyorlar. Çünkü kapitalizm eski kapitalizm değildir. Emperyalizmden de söz edilemez. Sınıf parçalanmış “tikel” öznelere dönüşmüştür. Sınıf çelişkilerinden söz edilemez. Bir iktidar mücadelesi verme dönemi kapanmıştır. Artık farklı kimliklerin farklı talepleri kendilerini farklı yapılarda bir araya getirdikleri hiyerarşik olmayan örgütlenmeler aracılığıyla dile getirilebilir. İnsan, toplum, devlet, üretim ilişkileri merkezsiz öznedir.
Tekrara girmemek için daha fazlasını yazmayalım. Postmodernistler bu fikirleri 1960’lı yılların sonundan itibaren yaygınlaştırdılar. Bu fikirlerin kaynağının Fransa olması ilginçtir. Euro-komünist liberal sol fikirlerin kalelerinden biri olan Fransız sol aydınları 68 başkaldırısının sonuçsuz kalması ile tam bir yenilgi ideolojisine yataklık ettiler. Bu düşünceler aynı yıllarda krize saplanan burjuvazinin çıkarlarıyla da tam bir örtüşme halindeydi. Hayek’in ve Freidman’ın neoliberal politikalarıyla denk düşüyordu. Ama denilebilir ki postmodern fikirlerin asıl yaygınlaştığı dönem 1990’lar sonrasıdır. SSCB’nin yıkılması ve şaha kalkan emperyalist küreselleşme yalnızca bir dönemin değil bir çağın kapandığı yanılsamasını yarattı. Emperyalist küreselleşmeyle birlikte postmodernistler de şaha kalktı.
Emperyalist küreselleşme sermayenin dolaşımı önündeki her türlü engelin kaldırılması için ekonomik, politik, askeri, ideolojik bir saldırı dalgası başlattı. Tekelci devlet kapitalizmi tasfiye edilerek, devletin elindeki işletmeler özelleştirilecek, sosyal devlet tasfiye edilecekti. Yeni sömürge devletler yeniden yapılandırılacak, sermayenin dolaşımı önündeki bütün ulusal çitler yıkılacak, yönetişim devleti adı altında devletin, siyasal partilerin yetki alanları kısıtlanarak buralar emperyalist kuruluşların denetimine bırakılacak, siyasal örgütlenmeler yerine “sivil toplum kuruluşları” teşvik edilecekti. Bu emperyalist politikalara karşı çıkan devletler zorla hizaya getirilecek, gerektiğinde işgal edilip parçalara ayrılarak işgalci kuvvetlerce bölüştürülecekti.
Dünden kalma ne kadar “bütün” varsa parçalarına ayrılacaktı. Sanayiinin iç örgütlenmesi ve işçi sınıfının sendikal örgütleri de bu parçalanmadan payını alacaktı. Sermaye yoğunlaşıp bir avuç tekelin elinde toplandıkça üretimin iç yapısı parçalara ayrılıyordu. Sanayiinin ucuz işgücü cennetleri olan yeni sömürgelere kaydırılması, taşeronlaştırma, aynı iş yerindeki üretim birimleri arasında ilişkinin koparılması, artan işsizlik, sendikal örgütlenmeleri zayıflatıyor, işçi sınıfı iyice güçten düşüyordu.
Sermaye daha büyük bir oranda spekülatif alana kayarak büyük bir soygun sektörü yaratıyordu. Hisse senetleri, bonolar, kredi kartları...yaşama tarzında değişikliklere yol açıyor, orta sınıflar geçici olarak bu soygundan payını alıyordu.
Yeni bilişim teknolojilerinin ortaya çıkması geleneksel sanayiinin çöktüğüne yoruluyor, hizmet sektörünün büyümesi geleneksel işçi sınıfının sonu olarak ilan ediliyordu. Sanayiinin ve işçi sınıfının sonu ilan edildiğine göre ideolojilerin, tarihin sonu da ilan edilmeliydi. Komünizm yıkılmıştı ve liberal demokrasi zafer kazanmıştı. Artık yeni bir çağdaydık, büyük anlatıların sonu gelmişti. Çelişkisiz, süreksiz, yönsüz bir toplum doğmuştu.
Peki Gerçek Durum Neydi?
1850’lerde ABD’de bir köle satın almanın bedeli 50 bin dolara eşit olurken, 21. yüzyılda 100 doların altına inmiş durumda. 27 milyon insan köle olarak alınıp satılıyor. Büyük boyutlara varmış kadın ve çocuk ticaretinden, milyarlarca dolara ulaşan organ ticaretinden bahsetmeye bile gerek yok. Dünyada her 6 çocuktan biri çalışmak zorunda kalıyor. 200 milyona yakın 8 yaş altı çocuk, en ağır sömürü koşullarında yaşıyor. 8 milyon çocuk, fuhuş sektöründe ve uyuşturucu ticaretinde kullanılıyor.
Belirlemelere göre dünya nüfusunun yarısı- 3 milyar insan-günde 2 doların altında bir gelirle geçiniyor.
1970’de dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’si, dünyanın en fakir yüzde yirmisinden 32 misli fazla ortalama gelire sahipti. 1991’de bu 32 misli fark, 61 misline çıktı. 1970’de en fakir yüzde 20 dünyanın toplam gelirinin yüzde 2.3’ünü alırken, bu rakam 1991’de 1.4’e düştü.
1965-1980 arasında kişi başına düşen brüt iç hasıla büyüme hızı 1.5’di; bu hız 1980-1992 arasında 1.2 olarak tespit edildi. Bunun anlamı şu: yeni teknolojiler gelişirken üretimin ve ülkelerin gelişme hızı azalmıştır.
1950’de kişi başına düşen ortalama gelir (ABD dolarının 1980 değeriyle) yeni sömürge, ya da geri kapitalist ülkelerde 164, gelişmiş kapitalist ülkelerde 3841 dolardı: arada 3677 dolar fark vardı. 30 yıl sonra 1980’de bu rakam geri ülkelerde 245 dolara çıkarken, gelişmişlerde 9648 dolara yükseldi: aradaki fark 8403 dolardı. 1990’a gelindiğinde uçurum iyice büyüdü, geri ülkelerin geliri 353 dolar olurken gelişmişlerin geliri 20173 dolara fırlamıştı: fark 19820 dolardı artık.
Yapılan tespitlere göre tekel karlarının büyük bölümü spekülatif sermaye yatırımlarından geliyor. Bunun dışında kalan karlar da yeni yatırımlar ve teknolojik gelişme nedeniyle değil ücretleri dondurma, işçi sayısını azaltma, sosyal yardımları tırpanlama yoluyla elde ediliyor.
İkinci paylaşım savaşından bugüne 150 savaş çıkmış. 20. yüzyılda savaşlarda ölen insan sayısı 250 milyon olarak biliniyor. Dahası ikinci paylaşım savaşından bugüne savaşlarda ölen insan sayısı ikinci savaştan fazla.
Yıllık askeri harcamalar 1 trilyon dolara ulaşıyor. ABD’nin payı 400 milyar dolar. Savunma harcamalarında asker başına dünya ortalaması 31480 dolar, buna karşın sağlık harcamalarında dünya ortalaması kişi başına yalnızca 251 dolar.
Her gün 24 bin insan açlıktan ölüyor. 300 milyonu çocuk olmak üzere 800 milyon insan ise açlık çekiyor. Acil çözüm için ise 24 milyar dolar yeterli. Yani yıllık askeri harcamaların yüzde 2’si.
Dünyanın bugünkü görünümü hakkında daha birçok rakamdan veriden bahsedilebilir. İşte postmodernistlerin postmodern dünyası bu.
Yine de postmodern lakırdıların etkili olduğu kabul edilmelidir. İflas etmiş sosyal demokrasi postmodern fikirlerden “üçüncü yol”u üretti. Postmodern düşüncelerin anarşizan içeriği bir akım olarak anarşizmin yeniden güçlenmesine yol açtı. Parti, örgüt fikrine düşmanlaşma örgütsüzleştirilmiş bireyin yüceltilmesi, ahlaki çürümenin kutsanması, geleceksizlik, kapitalizm sınırları dışında her türlü ütopyanın imkansızlığının ileri sürülmesiyle ütopyasızlaştırma ve yazının buraya kadar olan bölümünde ifade edilen daha bir dizi etkileme... Bütün bunların toplamı olarak en tam deyimle insanı insani olan her şeyden soyutlama, kadercilik, mistisizm ve en son olarak yabancılaşmanın en üst düzeye vardırılması insanı insansızlaştırma...
Sınıflar arasında, yeni sömürgelerle gelişmiş kapitalist ülkeler arasında gelir uçurumu bu denli büyürken, orta sınıflar hızla mülksüzleştirilip işsizler ordusu saflarına fırlatılırken, açlık yoksulluk içinde sefilce bir yaşama mahkum edilen milyarlarca insana her gün yenileri eklenirken, kadın ve çocuk emeğinin ucuz işgücü olarak kullanımı giderek daha çok yaygınlaşırken, ahlaki çürüme ve dejenerasyon had safhaya çıkarken, uyuşturucu kullanımı ve ticareti bizzat kapitalist devletler eliyle yaygınlaştırılırken, kapitalist tekeller daha fazla kar için doğayı ve insanlığın tarihsel mirasını yıkıma uğratırken, yalnızca doğada değil uzayda da geri dönüşsüz bir kirlenmeye sebep olurken, kapitalist ekonomilerin militarizasyonu alıp başını giderken, emperyalistler dünyayı bir kez daha kendi aralarında paylaşma kavgasına tutuşmuşken hangi yeni çağdan bahsedilebilir. Eğer ille de bir çağ tespiti yapılacaksa bu çağ burjuva tükeniş çağı, can çekişen kapitalizm çağı olarak nitelenebilir. Postmodernizm de bu tükenişin felsefesi olarak adlandırılabilir. Ve onlar bugünkü egemen sınıfların egemen zihinsel gücüdür.
Marks’ın belirttiği gibi; “egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.
Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; bir başka deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler.”
Postmodernler Bütünselliğe Neden Bu Kadar Düşman
İstisnasız bütün postmodernistler “meta-anlatı, üst-anlatı” gerekçesiyle her türden “bütünselleştirme”ye karşı savaş açmış durumdalar. Emperyalist küreselleşme politikalarının düşünce dünyasındaki yansıması değil mi bu?! İş süreci parçalanıyor; kapitalist metropollerdeki büyük sanayi komplekslerinin teknoloji yoğun departmanları dışındaki bölümler ucuz işgücünün olduğu ülkelere kaydırılıyor, aynı fabrikada aynı tekele bağlı farklı işletmeler kurularak aynı iş sürecindeki işçiler arasında ilişki koparılıyor, fabrikanın bir kısım işi taşerona veriliyor. Amaç: işçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtmak, mutlak ve nispi artı-değer oranını artırarak kar oranlarının düşme eğilimini dengelemek. Tekelci devlet kapitalizmi parçalanıyor; özelleştirmeler yoluyla devlet tarafından yürütülen ekonomik ve mali faaliyetler özel sermaye şirketlerine devrediliyor. Belediye ve genel olarak alt yapı hizmetleri kamu yararına bir işler toplamı olmaktan çıkarılarak özel şirketlere devrediliyor. Amaç: devlet şirketlerinin özel şirketlerce yağmalanması ve işçi sınıfı örgütlülüğünün zayıflatılması. “Sosyal devlet” parçalanıyor; sağlık ve emeklilik sigortaları dağıtılarak özel sermayeye devrediliyor, eğitim ve sağlık hizmetleri bütünlüklü bir devlet işi olmaktan çıkarılıp kar amaçlı çalışan işletmelere bırakılıyor. Amaç; işçi sınıfına yapılan çıplak ücret ödemesi dışındaki her türlü kazanılmış hakkı ortadan kaldırmak, artı-değer oranını yükseltmek, sermayeye yeni değerlenme alanları yaratmak. Yeni sömürge ülkelerin geleneksel devlet yapıları parçalanıyor; devlet güvenlik ve vergi toplamak dışındaki alanlardan uzaklaştırılıyor. Maliye ve ekonomi üzerindeki denetim devletin elinden alınıyor. Buraları hükümetlerden bağımsız “özerk kurullara” devrediliyor. Bağımsız bütçe oluşturma ve para basma ve kredi dağıtma, dış ticareti kontrol etme, çeşitli sektörlere sübvansiyon uygulama hakkı elinden alınıyor. Yasa yapma yetkisi uluslararası denetime alınıyor. Amaç: uluslar arası tekellerin ve emperyalist devletlerin hakimiyetini güçlendirmek. Emperyalist tekellere yeni alanlar açmak ve sermaye girişleri ve transferinin önündeki her türlü engeli kaldırmak. Siyasal partiler, örgütlenmeler parçalanıyor; Parti yerine “sivil toplum kuruluşları” teşvik ediliyor. Siyasal bir program etrafında bir araya gelmiş topluluklar yerine tek tek sorunlar etrafında birleşmiş amorf bir yapıya sahip küçük çaplı örgütlenmeler özendiriliyor. Birbirine düşman sınıfların aynı yapı içinde ya da paralel örgütlenmelerle bir araya gelmeleri teşvik ediliyor.
Bu parçalama harekâtının daha onlarca örneği verilebilir. Çelişki şurada ki, üretim süreci parçalanırken tekelleşme düzeyi artıyor. Yani, işçi sınıfı arasındaki dayanışma ve örgütlülüğü baltalayanlar kendileri daha büyük, “bütünsel” tekeller oluşturuyor. Özelleştirme yoluyla devletin ekonomi ve mali kuruluşları parçalanıp satılırken, bunlar çoğunlukla devletlerden daha büyük mali güce sahip tekellerin elinde toplanıyor. Yeni sömürge devletlerin hükümranlık hakları tasfiye edilirken bu haklar uluslararası mali kuruluşlar ya da emperyalist devletlere devrediliyor. Daha fazla uzatmaya gerek yok. Parçalama eğilimi karşıt bir eğilim tarafından üst düzeyde bütünleştirme eğilimi tarafından koşullanıyor. Postmodernistlerin parçalanma dedikleri işte bu bütünselleştirmedir. Egemen sınıflar kendileri daha üst düzeyde bütünleşirken işçi sınıfı ve genel olarak bütün ezilenleri örgütsüzleştirerek, iç bağlarını gevşetmek, parçalamak için her türlü aracı kullanıyorlar. Bu onların sınıf çıkarı gereğidir. Çünkü egemenler daha büyük tekeller halinde birleştiklerinde, “bütünselleştiklerinde” her defasında daha da azalırlar. Karşı tarafı ise parçaladıkça çoğaltırlar. “Bütünselleşmek” sermayenin daha büyük bir kısmının daha az elde toplanması demek. Bu da ancak birilerinin mülksüzleştirilmesi pahasına olur. Mülksüzleştirme hızlandıkça emeğinden başka satacak bir şeyi olmayanların sayısı artar. Kutuplaşma derinleşir. Az olan sömürücü egemenler daha azalırken sömürülen çoğunluk daha çoğalır. Toplumsal dengesizlik dünkünden daha dengesiz hale gelir.
Görüleceği gibi, postmodernistlerin ezilenlerin her türlü bütünleşmesine düşmanlıkları, “bütünsel”anlatılara inanmazlıklarını ilan etmeleri, her türlü örgütlenmeleri “totaliter” saymaları, kapitalistlerin, ezilenleri kurtuluş düşüncesinden uzak tutma gayretlerinin ideolojik ifadesidir.
“Tarihte dönemsel olarak meydana gelen devrimci sarsıntının, mevcut her şeyin temelini değiştirmeye yetecek güçte olup olmayacağını belirleyen şey, çeşitli kuşakların hazır olarak buldukları yaşam koşullarıdır; ve eğer toptan bir alt üst oluşun bu maddi öğeleri, bir yandan mevcut üretici güçler, ve öte yandan da, yalnızca o güne kadarki toplumun tekil koşullarına karşı değil, bu tekil koşulları yaratan o güne kadarki “yaşamın üretiminin” kendisine, bu ‘bütünselliğe’ karşı başkaldıran devrimci yığın yoksa, bu alt üst oluş fikrinin daha önce binlerce kez dile getirilmiş olması, pratik gelişme açısından, komünizm tarihinin tanıtladığı gibi hiçbir işe yaramaz” (Marks-Engels)
Postmodernistlerin sınıf değil “tikel” kimlik, sömürü ve baskı değil “kontrol toplumu”, ezilenler değil “öteki”, parti değil “sivil toplum”, kapitalizm değil “sistem”, üretim ilişkileri değil “tüketim ilişkileri” kavramlarını kullanmaları ve bunları benimseteme gayretleri şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Kapitalistler ve onların postmodern sözcüleri ne kadar gayret ederlerse etsinler güneş balçıkla sıvanmaz. Kapitalist tekelci bütünleşme ne kadar üst boyuta erişirse erişsin bu, tekeller arasında, emperyalist devletler arasında rekabet edenlerin sayısına azaltsa da rekabeti azaltmaz, bilakis rekabeti, çatışmayı şiddetlendirir. Kapitalistler kendileri adına ve kendileri için var olan bir devlet olmadan, rakip kapitalistleri devre dışı bırakmadan yaşayamazlar. Nihayet onları en “bütün” olduklarını sandıkları anda bölen, parçalayan, birbirine düşüren de bu değişmez gerçeklerdir. Ve tersi olarak, tekeller daha büyük tekeller halinde bütünselleşirken işçi sınıfı ve bütün ezilenler kapitalistlerin ve onların ideologlarının bütün gayretlerine karşı hep bölük pörçük kalamaz. Yaşanan parçalanma daha büyük bir bütünleşme yaratmak dışında bir sonuç doğurmaz.
Çünkü materyalizm bize “ fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi etkinliğine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır”, der. Çünkü diyalektik bize her şeyin karşıtı ile varolduğunu; hiçbir şeyin tek yönlü olarak gelişemeyeceğini her şeyin karşıtını büyüterek gelişeceğini öğretir. Burjuvazinin bütün medya araçları, sermayenin ideolojik aygıtları ne denli kendi çıkar dünyasını herkesin dünyasıymış gibi yansıtırsa yansıtsın, ne denli ezilenlerin bilincini tersyüz etmeye gayret ederse etsin, ne denli bilinç “baş aşağı çevrilmiş” gibi görünürse görünsün, bütün bunlar ancak belirli bir tarihsel aşamada geçici olarak etkili olabilirler. Son tahlilde yaşamın gerçek dili, o yaşam içindeki gerçek insanların dili belirleyici olacaktır. İnsanlar içine doğdukları koşulları değiştirme yeteneğine sahip doğadaki tek canlı yaratıktır.
O yaşamın gerçek dilidir ki, toplumsal ilişkilerin diyalektik sürecidir ki: 11 Eylül’de ikiz kulelerle birlikte bütün postmodern safsatalar da yerle bir oldu, Arjantin’de Bolivya’da ezilenler ayaklandı, Kolombiya’da gerillalar tüfeklerini ateşlemeye devam ediyor, Filistin’de feda eylemleri artarak sürüyor; bütün atomize etme çabalarına karşın işçi sınıfı ezilenler emperyalist küreselleşmeye karşı dünyanın dört bir yanından akıp bir araya geliyor, emperyalist savaşa karşı dünyanın dört bir yanında aynı anda gösteriler düzenliyor, dünya çapında genel grev örgütleniyor. O kaçınılmaz gerçektir ki, sermayenin özgürce dolaşımını sağlamak için ulusal çitleri kaldırıp, proletaryayı ve ezilenleri bu ulusal çitler içinde hapsetmenin ilelebet süremeyeceğini ortaya çıkarmaya başlamıştır.
Postmodernizme İki Yanlış Eleştiri
Kendisini marksist sayan kimi çevreler postmodernizme karşı birbirine karşıt iki cepheden tutum alıyorlar. Bunlardan biri Marksizm adına modernizm savunuculuğu yapıyor. Konu üzerinde daha fazla detaya girmeyeceğiz. Ama bu çevrelerin (başını Monthly Review çekiyor) postmodernizme karşı duruşlarını emperyalist küreselleşmeye karşı gerici ulusal direnişe geçen dar kafalı milliyetçilerle aynılaştırabiliriz. Dünün egemenlerinin bir bölümü nasıl ki yeni sömürgelerin yeniden yapılandırılmaları sonucunda eski ayrıcalıklarını kaybetme korkusuyla emperyalist küreselleşmeye karşı cephe alıyorsa, yine ulusal pazarların tekellerin denetimine girmesiyle konumlarını kaybetme tehlikesiyle, tekellerle rekabet gücü bulamayan, ya da onlara eklemlenemeyen orta burjuvazinin bir kesimi küreselleşmeye milliyetçi bir direniş gösteriyorsa bu çevrelerin postmodernizme karşı duruşları da aynı dar kafalılığın ürünüdür. Faşistlerle nasyonal “sol” nasıl aynı cephede birleşiyorsa bunlar da her türlü gerici burjuva düşünceyi modernizm savunusu adına Marksizm’le eşitliyorlar.
Diğer ucu postmodern fikirlere esasen karşı çıkmayan yine de kendilerini marksist olarak nitelemekten vazgeçmeyen postmarksistler oluşturuyor. Bu çevreler de (başını New Left Reviev çekiyor) emperyalist küreselleşmenin nimetlerinden faydalanmak isteyen ama tekellere de sınırlama getirmek gerektiğini savunan burjuva kesimlerin sınıf çıkarına denk düşen fikirler ileri sürüyor.
Marksist Leninistlerin duruş noktası her ikisinden de farklıdır. Onlar nesnel gelişmenin bilimsel yorumunu yaparak, değişen ve gelişeni anlamaya, bunun gerçek mahiyetini ortaya çıkarmaya, görüntünün arkasındaki gerçeği herkes için bilinir hale getirmeye çalışır. Onlar emperyalist küreselleşmeye karşı çıkmak adına dar kafalı burjuva milliyetçiliğine prim vermezler. Keza dar kafalı burjuva milliyetçiliğine prim vermemek adına emperyalist küreselleşmeyi hiçbir koşulda olumlamaz, liberal sola meyledenleri şiddetle eleştirirler. Onlara yalnızca bilimsel gerçeklere bağlıdır. Yalnızca proletarya ve ezilenlerin gücüne, örgütlü gücün dönüştürücülüğüne inanırlar. Ve dünyaya bu perspektiften bakarlar.
Dipnotlar
1- Teori diyemiyoruz, çünkü teori en nihayetinde kendi içinde-doğru ya da yanlış- az çok tutarlı bir düşünce bütünlüğü, bir sistem gerektirir. Oysa post modern düşünürler kendilerini daha en baştan “bütünlük” ve “sistem” düşmanı ilan ettiklerinden bir teoriden söz edilemez. Olsa olsa tutarsız, eklektik, her yere çekilebilen, her anlama gelebilen birbiriyle ilişkisiz düşüncelerden söz edilebilir.
2- “Radikal” de post modernistlerin iğdiş ettiği kavramlardan biri. Devrimi zihinlerden silmek için öne çıkarıldı. Artık kapitalizmi devirmek ve sosyalizme varmak imkansız olduğu için burjuva demokrasisini radikal değişikliklere uğratmak politik mücadelenin temel stratejisi olmalıdır. Post modernizmin bu bakış açısı tekelci burjuvaziye arayıp da bulamadığı ideolojik maniplasyon olanağı yarattı. Neoliberal politikaların uygulanması, özelleştirme, sosyal devletin tasfiyesi, yönetişim devletinin uygulanması, yeni sömürgelerin emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak yeniden yapılandırılması, sermaye dolaşımının önündeki her türlü engelin kaldırılması radikalizm olarak sunuldu. Radikal iki’nin radikalizminin özü budur.
3- Aynı yapım, taklit
4- Meta-anlatı, büyük-anlatı da deniyor. “Hangi birleştirme tarzını kullanırsa kullansın, ister kurgusal bir anlatı olsun ister bir kurtuluş anlatısı olsun, büyük anlatı inanılırlığını yitirmiştir.” (F. Lyotard)
5- Nihilizm-hiççilik
6- Ahlaki
7- Yarar, yararcılık (pragmatizm)
8- “Sanayi toplumunun ivmesine karşı çıkmak için basitçe geç kalınmıştır. Bu ivmenin ortasında sadece uyanık ve serin kanlı durma kararındadırlar. Bilinçli biçimde uyum gösteren, fakat uysal olmayan post modernistler, bu ivmeyi kaydeder, ayrıntılandırır, büyütürler. Onun kendisini yargıladığı kadar onu yargılarlar. Hiçbir şeye saldırmamaya kararlıdırlar, tutkulu bir biçimde kayıtsızdırlar.” (H. Kariel)
9- “Sınıf, tarihsel açıklamanın ana bir planı olmak yerine, diğer terimlerle kaba eşitliği paylaşan bir çok terimden biri haline gelmiştir.” (P. Joyce)
10- “Herkesi içine alan bir siyasal topluluğa asla ulaşılamaz...[Siyasal] topluluğun olabilirliğinin koşulu aynı zamanda da bunun tam olarak hayata geçirilmesinin imkansızlığıdır.” (Chantel Mauffe)
11- “Bireyin (bütün tahakküm ve baskıların değişmez kod adı olan) ‘toplumsal bütün’ altında kurban edilmesi çağrılarına ihtiyatla yaklaşmamız için yeterince gerekçeye sahibiz.” (Zygmut Bauman)
12- Deneysel
13-Fenomen, olgu
14- Tek bencilik
15- “Derin yapının bizde pek sık kullanılan “derin devletle benzerliği ortada. Faşizm dememek için “derin devlet” diyorlar. O öyle bir derinliktedir ki, kimse ona ulaşamaz ve onunla baş edemez. Eğer mesele faşizmle burjuva demokrasisi arasındaki bir fark olarak konmayıp “derinlikle ifade edilecekse bütün burjuva devlet yapılarının “derin” bir işleyişe sahip olduğu gözden kaçırılmış olacaktır.
16- Derrida, Foucault, Lyotard gibi ünlü post modernistler önceleri kendilerine marksist diyorlardı. Örneğin Derrida Fransız Komünist Partisi üyesiydi. Foucault’da kısa süre parti üyeliği yaptı. Marksizmin sağ yorumcuları olarak felsefi idealizm bataklığında kulaç attılar. Yapısalcılığı baştan benimsediler. Lyotard radikal bir sosyalist derginin editörüydü. Ama bunlar gerçekte hiçbir zaman Marksist olmadılar. En baştan itibaren. Ve onlar o dönem genellikle marksist yapısalcılar olarak nitelendi.
Kaynaklar
Felsefe Metinleri, Marks Engels, Sol Yay.
Marks Engels Marksizm, Lenin, Sol Yay.
Materyalizm ve Ampriokritisizm, Lenin, İnter Yay.
Postmodernizm, Gencay Şaylan, İmge Yay.
Marksizm ve Postmodern Gündem, Ellen Meiksins Wood ve diğerleri, Ütopya Yay.
Burjuva Postmodernist Liberalizmi, J. Hebermas-Ernesto Laclau ve diğerleri, Sarmal Yay.
Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, Zygmunt Bauman, Ayrıntı Yay.
Postmodern Toplumsal Analiz ve Postmodern Eleştiri, John W. Murphy, Eti Yay.
Herkes İçin Postmodernizm, Richard Aggignanesi-Chris Garratt
Marks’ın Hayaletleri, Jacques Derrida, Ayrıntı Yay.
Aydınlanmanın Diyalektiği, Max Horkheimer- Theodor Adorno, Kabalcı Yay.
Kusursuz Nihilist, Keith Ansell-Pearson, Ayrıntı Yay.
Nietzsche, Hayatı Eserleri Felsefesi, Arthur Danto, Paradigma Yay.
Büyük Kapatılma, Michel Foucault, Ayrıntı Yay.
Michel Foucault Ve Arkeolojik Çözümleme, Veli Urgan, Paradigma Yay.
Heidegger Üzerine İki Yazı, O. Pogeler-B. Aklemen, Paradigma Yay.