Bir Yüzyılın Ardından

İnsanlık, bir yüzyılı daha geride bıraktı. 20. yüzyıl da artık tarih oldu. 20. yüzyıl insanlık tarihinin en büyük savaşlarıyla, kitle hareketleriyle, devrimleriyle, ideolojilerinin maddi güce dönüşmesiyle; kapitalizm ve sosyalizmin, burjuvazi ve proletaryanın insanlığın geleceği üzerine mücadelesi ile karakterize olmuştur.

Geride bıraktığımız yüzyılda yaşamın her alanında nicel ve nitel bir dizi değişmeler olmuştur. Ama çağımızın karakterinde değişme olmamıştır. 20. yüzyılın karakterini Lenin, şöyle formüle ediyordu:

- “Son 15-20 yıldır, özellikle de Ispanyol-Amerikan Savaşı’ndan (1898) ve Boer Savaşı’ndan (1899-1902) sonra, eski ve yeni dünyanın ekonomik ve politik yazını, çağımızın özelliğini karakterize etmek için gittikçe daha çok sık ‘emperyalizm ’ kavramını kullanıyor”.

- “Kapitalizm, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bir avuç ‘ileri ülke’ tarafından sömürgeci baskının ve mali açıdan boğulmasının bir dünya sistemine dönüşmüştür. Tepeden tırnağa silahlı, dünyaya egemen iki-üç haydut (Amerika, Ingiltere, Japonya), ‘ganimet’i paylaşıyorlar ve kendi ganimetlerini paylaşma uğrundaki kendi savaşlarına bütün dünyayı çekiyorlar”.

- “Emperyalizm, sosyalist devrimin arifesidir... Emperyalizm, proletaryanın sosyal devriminin arifesidir. Bu, 1917’den bu yana dünya çapında doğrulanmıştır” (Lenin, c. 22, s. 191, 195, 198, 199, Alm).

Emperyalist burjuvazi ve ideologları, revizyonist blokun çökmesinden ve sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin dağılmasından; yani 1990/91’den bu yana marksizmin, sosyalizmin nihai olarak yenildiğinin, sosyalizmin yok olduğunun, mücadeleyi “özgür” dünyanın kazandığının ve insanlığın yeni bir dünya düzenine girdiğinin propagandasını yapıyor.

Emperyalist burjuvaziye göre çağımızın nitel bir değişimi söz konusu. Marksizm-Leninizm’e göre çağımız nitel bir değişme uğramamıştır, ama önemli nicel gelişmeler olmuştur. Önemli olan bu nicel değişmeleri görebilmek ve yorumlamaktır.

Bu soruna açıklık getirebilmek için Lenin’in yukarıya aktardığımız anlayışlarını çıkış noktası olarak alacağız ve bu anlayışların (çağımız emperyalizm çağıdır, birkaç emperyalist ülkenin hegemonya/talanı mücadelesi ve çağımızın aynı zamanda proleter devrimler ve de ulu sal kurtuluş mücadeleleri çağı olması) temel özelliklerini açacağız.

1 - 21. Yüzyıla Girerken Emperyalizm

a) Üretimin Yoğunlaşması ve Tekeller

"Sanayinin olağanüstü gelişmesi ve üretimin gittikçe daha büyük işletmelerde büyük bir hızla yoğunlaşması süreci, kapitalizmin en karakteristik özelliklerinden biridir... Birkaç on bin işletme he rşeydir; milyonlarca küçük işletme ise hiçbir şey... Tekellerin tarihinin en önemli sonuçları şöyledir: 1) 1860-1870; serbest rekabetin gelişmesinde en yüksek nokta; tekeller belli belirsiz embriyonlar halindedir. 2) 1873 krizinden sonra karteller önemli ölçüde gelişiyorlar, ama hâlâ istisnai ve kalıcı değil, geçici olgu durumundalar. 3) 19. yüzyılın sonunda görülen yükselme ve 1900-1903 krizi; karteller bütün ekonomik yaşamın temeli haline geliyorlar. Kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür... Üretim toplumsallaşıyor, fakat mülk edinme özel kalmaya devam ediyor. Toplumsal üretim araçları küçük bir azınlığın mülkiyetinde kalıyor. Şeklen kabul edilen serbest rekabetin genel çerçevesi varlığını sürdürüyor ve bir avuç tekelcinin halkın geri kalan kısmı üzerindeki baskısı yüz kat daha ağır, daha hissedilir ve daha dayanılmaz hale geliyor” (Lenin; “Emperyalizm...” C. 22, s. 200-201, 206, 209, Alm).

100 yıllık gelişme, kapitalizmin 20. yüzyıl tarihi; emperyalizm Lenin’in bu tespitlerinin hâlâ geçerli olduğunu gösteriyor. Değişme sadece nicel. Lenin, “Emperyalizm” eserinde Alman ekonomisinde görülen tekel (kartel) sayısını belirtiyor: 1896’da 250 kartel. Büyüklüğün göreceliğini ve gelişmenin nicel oluşunu göz önüne alırsak o günün 250 kartelini bugün hangi kapsamda bir tekel olarak görürüz, bu sorunun başka bir yönü. Ama yaklaşık bugünkü anlamıyla tekeli göz önüne getirirsek, Lenin’in “Emperyalizm” eserini yazdığı dönemde sadece bir tekelin olduğunu görürüz. Çünkü bugün, çok uluslu olmaksızın tekel olmak, ancak çok özel, yabancı sermayeye açık olmayan alanlarda faal olmak anlamına gelir ki, böyle bir iktisadi yaşam alanı olup olmadığını da bilmiyoruz. Her halükarda 20. yüzyılın başında sayısı bir olan çok uluslu tekel, 20. yüzyılın sonunda binlerle ifade edilir olmuştur. Bunların sayısı 1969’da 7 binden 1993’te 27 bine çıkmıştır. 1997’de ise 44 binden fazla çok uluslu tekelin 280 bin yabancı ortaklığı vardı. Ama bunların içinden en büyük 150-200 kadarı dünya ekonomisine hakim durumdalar. Örneğin 1998 verilerine göre sadece 200 en büyük çok uluslu tekelin cirosu 7.592 milyar dolar. Bu, dünya üretiminin %26,3’üne tekabül ediyor. Dünya üretiminin % 26,3’ünü elinde tutan 200 çokuluslu tekelin 176’sı 6 ülkeye ait (ABD: 74, Japonya:41, Almanya:23, Fransa: 19, Britanya: 13 ve İsviçre: 6). Sadece bu altı ülkeye ait 176 tekelin dünya üretimindeki payı da % 23,7 oranında.

Çok uluslu tekellerin dünya ekonomisini hangi boyutlarda kontrol ettiklerini yatırım anlayışlarında da görüyoruz. En büyük 100 çok uluslu tekelin yurt içi ve yurt dışı yatırım oranları şöyle:

En büyük 100 tekelin toplam yatırımlarında yurtdışına yapılan kısmın payı oldukça büyük.

Üretimin yoğunlaşması ve tekeller açısından 20. yüzyılın başından sonuna değişim/gelişme niceldir. Bu durumda, çağımızın, üretimin yoğunlaşması ve tekeller açısından değişmesi değil, tam tersine, "şeklen kabul edilen serbest rekabetin genel çerçevesi(nin) varlığını sürdür(mesi) ve bir avuç tekelcinin halkın... üzerindeki baskısı(nın) yüz (siz bunu bir milyon olarak okuyun bn) kat daha ağır, daha hissedilir ve daha dayanılmaz hale” gelmesi söz konusudur.

b) Bankalar ve Yeni Rolleri

"Bankaların ilk ve temel faaliyeti, ödemelerde aracılık yapmaktır. Bununla bağıntılı olarak bankalar, atıl sermayeyi faal sermayeye, yani kâr sağlayan sermayeye dönüştürürler, her çeşit para gelirlerini toplayarak, bunları kapitalist sınıfın emrine verirler.

Bankacılık geliştiği ve az sayıda kuruluşun elinde yoğunlaştığı ölçüde, bankalar mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, bütün kapitalistlerin ve küçük girişimcilerin bütün para sermayelerini ve belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin üretim araçlarının ve hammadde kaynaklarının büyük kısmını ellerinde tutan güçlü tekelcilere dönüşürler. Çok sayıda mütevazı aracının böyle bir avuç tekelciye dönüşmesi, kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşmesinin temel süreçlerinden birini oluşturur... Bankacılığın gelişmesinde son söz, her zaman tekeldir” (Lenin; agy. s. 214, 224)

20. yüzyılın başında Fransa’da 3- 6 büyük banka, Almanya’da 6-8 büyük banka, Amerika’da Rockefeller ve Margan’ın bankaları bu ülkelerde sermaye hareketini kontrol ediyorlardı.

Bugün, sadece, “ulusal” çapta tekel olarak dünya çapında faal olan bankaların geleceği yok. Gelişmenin bu yönünü gören dev bankalar, dünya hakimiyeti için “ulusal” sınırları aşarak birleşmelere gidiyorlar. Yeni olan bu. Para sermaye, hisse senetleri, değerli kâğıtlar, borsa spekülasyonları alanlarında “Global Players” olmanın yegane koşulu büyük ve büyümek. Sadece 1994’te ABD’de 550 banka birleşmesi ve devralması gerçekleşmişti. 1995’te ise ABD’nin en büyük sermaye kuruluşu arasında 8 birleşme olmuştur. Bütün emperyalist ülkelerde bu türden birleşmeler oluyor.

20. yüzyılın başında dünya bankacılık sektöründe Alman, Fransız, İngiliz ve Amerikan bankalarının hakimiyeti/büyüklüğü söz konusuydu. Yüzyılın sonuna doğru ise Japonya bankaları önde gidiyorlar. Örneğin 1994 yılında toplam bilanço bazında dünyanın en büyük 20 bankası içinde 15 Japon bankası, bir Alman, bir Amerikan, bir B. Britanya ve 2 Fransız bankası vardı. En büyük 10 bankasının hepsi Japon bankasıydı. 100 yıl içinde değişen bu. Bankacılığın özüne ilişkin olarak bir değişme olmamıştır.

"Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak tekeller, sanayi ile bankaların kaynaşması ya da iç içe geçmesi- işte mali sermayenin oluşum tarihi... Az elde toplanmış ve fiilen tekelci olan mali sermaye, şirket kuruluşlarından, emisyondan, devlet borçlarından vs. çok büyük ve gittikçe artan kârlar elde etmekte ve bütün toplumu tekelciler yararına haraca keserek finans oligarşinin egemenliğini sağlamlaştırmaktadır. Tekel, bir kez kurulup milyarları gönlünce işletmeye başlayınca politik yapılanmadan ve başka ‘ayrıntılardan bağımsız olarak, toplumsal yaşamın bütün alanlarına mutlaka bir kaçınılmazlıkla sızar” (Lenin; agk. s. 236, 241).

“İştirak sistemi” ile başka tekellere katılmak, başka tekellerin his se senetlerini satın almak, kredi vermek, değerli kâğıtları toplama, devlete borç vermek ve nihayetinde borsada oynamak, spekülasyon; bugünün bankacılığının ve mali kuruluşlarının temel özelliği. 20. yüzyılın başında da bu kuruluşlar aynı özelliklere sahiptiler.

Yüzyılın başı ve sonunda dünya borsalarında, mali hareketinde değişen ne? Sadece miktar, nicel değişim. 1910’da dünya çapında değerli kâğıtların toplamı 600 milyar franktı. Bu miktarın 479 milyar frankı İngiltere (142), ABD (132), Fransa (110) ve Almanya’ya (95) aitti. Japonya’nın payı ise 12 milyar franktı. Bugün ise dünya döviz pazarlarının günlük cirosu 1989’da 590 milyar dolardan 1998’de 1490 milyar dolara çıktı. 1995’te mali kurumların dünya çapında kontrol ettikleri miktar yaklaşık 21 trilyon dolardı. Bu miktarın %50’si ABD; %14’ü Japonya; %5’i Almanya; %6’sı Fransız ve %9’u da İngiliz kaynaklıydı. Değişen, Japonya’nın 100 sene içinde ikinci sıraya çıkmasıdır.

1995’te dünya üretiminin 26 trilyon dolar olduğu göz önünde tutulursa dünya borsalarında, döviz pazarlarında dolaşan 21 trilyon dolarlık miktarın büyüklüğü anlaşılır.

c) Kapitalizmde Eşit Olmayan Ekonomik Gelişme ve 20. Yüzyıldaki Durum

“Emperyalizm döneminde eşit olmayan gelişme yasası, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında ülkelerden birisinin sıçramak gelişmesi, bir ülkenin diğer ülkeler tarafından dünya pazarlarında hızlıca dışlanması askeri çatışmalar ve savaş felaketleriyle paylaşılmış dünyanın dönemsel olarak yeniden paylaşılması, emperyalizm kampında çelişkilerin derinleşmesi ve keskinleşmesi, dünya emperyalizmi cephesinin zayıflaması, tek tek ülkeler proleterlerinin bu cepheyi parçalama olasılığı, tek tek ülkelerde sosyalizmin zaferi olasılığı anlamına gelir ” (Stalin, C.9, s. 93/94, Alm. “Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi VII. Genişletilmiş Plenumu”).

20. yüzyıl kapitalist dünya ekonomisi, emperyalist ülkeler arası ilişki, hegemonya mücadelesi, rekabet ve emperyalist savaşlar, devrimler, Stalin’in çerçevesini çizdiği bu yasanın birer yansımaları olmuşlardır.

Yüzyılın başında dünya sanayi üretiminde ABD birinci, İngiltere ikinci, Almanya üçüncü ve Fransa da dördüncü sırada yer alı yordu. Japonya, İtalya’nın da gerisindeydi. Yüzyılın sonunu doğru ise sıralamada önemli değişmeler oluyor. ABD birinci konumunu sürdürüyor, Japonya ikinci sıraya çıkarken Almanya’nın konumu değişmiyor, İngiltere beşinci sıraya düşüyor ve Fransa’nın konumu değişmiyor.

Yüzyılın başında üçüncü sırada yer alan ABD, yüzyılın sonunda birinci sıraya çıkıyor. Almanya ikinci olma konumunu koruyor. İngiltere ilk sıradan beşinci sıraya düşerken, yüzyılın başında hesapta olmayan Japonya üçüncü sıraya çıkıyor.

d) Sermaye ihracatı alanındaki gelişme

Yüzyılın başında İngiltere yurtdışı yatırımlarında ilk sırada yer alıyor. Bu ülkenin yurtdışı yatırım miktarı 1875’te 22 milyar marktan 1900’de 40 milyar marka çıkıyor. İkinci sırada yer alan Fransa’nın yurtdışı yatırımları ise, aynı dönemde 11 milyar marktan 25 milyar marka çıkarken, üçüncü sırada yer alan Almanya’nın yurtdışı yatırımları da 2 milyar marktan 15 milyar marka çıkıyor. ABD’nin ise 1900 yılındaki yurtdışı yatırımları sadece 2 milyar mark.

Doğrudan yatırımlar bazında 1995’te dünya sermaye ihracında ABD’nin payı %30; İngiltere’nin payı % 11,9; Almanya’nın payı % 11,1; Japonya’nın payı %6,7 ve Fransa’nın payı da %5,5 oranındaydı.

Yüzyılın başında dördüncü sırada yer alan ABD yüzyılın sonunda birinci sıraya, hesapta olmayan Japonya dördüncü sıraya çıkarken, İngiltere ikinci, Fransa beşinci sıraya düşüyor. Konumunu koruyan sadece Almanya.

Başka kıstaslar bazında da güçler dengesindeki gelişmeler/ değişim gösterilebilir. Ama bu örnekler yeterli. Bu veriler, bütün 20. yüzyıl boyunca rekabeti, hegemonya mücadelesini, dünyanın paylaşılmışlığını ve yeniden paylaşmak için savaşları (I. II. Emperyalist Paylaşım Savaşları) ve bunların sonucu olarak belli ülkelerin dünya ekonomisindeki konumlarının değiştiğini gösteriyorlar. Kapitalizmde eşit olmayan ekonomik gelişme yasası etkisini yüzyılın başında sürdürdüğü gibi yüzyılın sonunda da sürdürüyor. Çünkü yasaya işlerlik sağlayan maddi koşullar değişmemiştir; çağımız, emperyalizm değişmemiştir.

Şüphesiz ki değişen çok şey olmuştur. Her şeyden önce gelişme, değişmeyi içerir.

e) Değişen Ne?

Ekim Devrimi dünya ekonomisinin bütünlüklü yapısını yıktı; dünya pazarı ikiye bölündü. Bu süreç ‘50’li yılların ortasına kadar devam etti ve kapitalist/emperyalist sistemin(dünyanın alternatifi olan sosyalist dünya) sistemi oluştu. Sosyalizm, kendi sorunlarının sonucu olarak Kruşçev modern revizyonistlerinin 1956’da SBKP(B)’nin XX. Parti Kongresi’nde siyasi iktidarı gasp etmeleriyle yıkıldı. Dünya ekonomisi yeni bir sürece girdi. Bu süreçte dünyanın iki sisteme, dünya pazarının ikiye bölünmüşlüğü ortadan kalkmadı: Bir taraftan kapitalist/emperyalist sistem ve dünya pazarı, diğer taraftan da esas itibariyle kapitalist olan, ama burjuva/kapitalist olgu ve yasaların klasik işleyişinin olmadığı bürokratik kapitalist/revizyonist sistem ve dünya pazarı. Böylelikle iki süper güçlü dünya sürecine girildi. Sovyet sosyal emperyalizmi güdümünde oluşan revizyonist blok, bürokratik kapitalizmin gelişmesinin ve klasik anlamda kapitalizme dönüşmesini kaçınılmaz kılan çelişkilerin 1989/91’de çözümüyle yıkıldı, Sovyetler Birliği dağıldı. ‘ 90 ’ lı yılların başından bu yana dünya, adeta 1900-1917’deki dünya görünümünü aldı; kapitalist/emperyalist sistemin hakim olduğu, dünya pazarının bütünleştiği (tek pazar) ve çok sayıda emperyalist gücün dünya hegemonyası için rekabet ettiği ve mevcut paylaşılmışlığı kendi lehine değiştirmek için mücadele ettiği bir süreç.

Marksist teoride bu sürecin diğer tanımı, kapitalizmin genel krizinin derinleşmesi ve kapsamlaşmasıdır. Kapitalizmin genel krizi ne anlama gelir? Bu konuda SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi’nin hazırladığı “Politik Ekonomi, Ders Kitabı”nda (C. 1) şöyle bir tanımlama yapılıyor;

“Emperyalizmin çelişkilerinin büyümesiyle, kapitalizmin genel krizinin ön koşulları da birikti. Emperyalizmin kampındaki çelişkilerin son derece keskinleşmesi, emperyalist güçlerin dünya savaşlarına varan çatışmaları, metropollerdeki proletaryanın sınıf mücadelesiyle sömürgelerdeki halkların ulusal kurtuluş mücadelelerinin birleşmesi, bütün bunlar kapitalist dünya sisteminin ciddi bir şekilde zayıflamasına, emperyalist zincirinin yarılmasına ve tek tek ülkelerin devrimci yoldan kapitalist sistemden kopmalarına yol açar. Kapitalizmin genel kriz öğretisinin temellerini Lenin, hazırlayıp ortaya koydu.

Kapitalizmin genel krizi, tüm kapitalist dünya sisteminin savaşlar ve devrimler, can çekişen kapitalizmle yükselen sosyalizm arasındaki mücadele tarafından belirlenen çok yönlü bir krizdir. Kapitalizmin genel krizi, kapitalizmin tüm yönlerini, hem iktisadi hem de politikayı kapsar. Onun temelini bir yandan kapitalist dünya iktisat sisteminin artan çöküşü ve diğer yandan kapitalizmden kopmuş ülkelerin artan ekonomik gücü oluşturur” (syf. 299. Alm).

Şüphesiz ki bugün kapitalist dünya sisteminin sosyalist sistem diye bir “derdi” yok, ama 21. yüzyılın karakterini değiştirecek, onun sonunu getirecek işçi sınıfı derdi var. Bunun dışında kapitalist sistemin bütün çelişkileri keskinleşmekte ve derinleşmektedir. Emperyalist burjuvazinin “küreselleşme” kavramıyla ifade etmeye çalıştığı yeni düzen anlayışı, onun mevcut çelişkilerini yok saydırma çabası, 21. yüzyılda başına neyin geleceğinin işaretleridir.

Kapitalizmin genel krizi, ‘90 ’ lı yıllardan bu yana dördüncü aşamasındadır (kapitalizmin genel krizinin birinci aşaması Ekim Devrimi’nden II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na kadar; ikinci aşaması II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan 1956’ya kadar - Sovyetler Birliği’nde modern revizyonistlerin iktidarı gasp etmeleri ve sosyalist sistemin yıkılmasına-; üçüncü aşaması da 1956’dan revizyonist blokun yıkılışına-1989/91- kadar sürmüştü). Genel krizin bu aşaması, emperyalist burjuvazinin her alanda “küreselleşme” saldırısıyla başlayan aşamadır.

Revizyonist blokun çökmesiyle emperyalist burjuvazinin ilan ettiği “nihai zaferi”ni birkaç kavramla ifade edebiliriz: Sosyalizm öldü, marksizm nihai olarak yenildi. İşçi sınıfı yok oluyor. “Demokrasi” kazandı. İnsanlığın geleceği “özgürlükçü” düzendir.

Bu ve benzeri kavramlarla anlatılmak istenenlerin hepsinin birer demagoji olduğu kısa zamanda anlaşıldı. Kapitalist sistemde veya da bütün 20. yüzyıl boyunca kapitalist/emperyalist sistemde niteliksel bir değişme olmamıştı. Emperyalist burjuvazi de bunun bilincinde ama o, düzenini devam ettirebilmek ve yerküreyi talana devam edebilmek için koşullarını kaçınılmaz kıldığı adımları da atmak zorundaydı. Bunun adına önceleri Yeni Dünya Düzeni dendi, ama Amerikan emperyalizminin dünyaya hakimiyeti anlamına gelen bu düzeni, diğer emperyalist ülkeler pek takmadılar. Çünkü önde gelen hiçbir emperyalist ülke, var olabilmek için Amerikan emperyalizmiyle rekabet etmekten ve yerküre pastasından en büyük parçayı kapmak için hegemonya mücadelesinden vazgeçemezdi. Öyle de oldu. Ve bugün daha doğrusu ‘90’lı yılların başından bu yana giderek sıkça kullanılan “küreselleşme” adı altında kapitalist/emperyalist sistem 21. yüzyılı da kendi yüzyılı yapmak istiyor.

“Küreselleşme”de yeni olan nedir? Gerçekten de kapitalist sistem son dönemlerde mi “küresel” olmaya başladı?

20. yüzyılın sonunda emperyalist burjuvazinin “küreselleşme” adı altında yaratmak istediği dünyası üzerine, Aralık 1847/Ocak 1848’de yazdıkları Komünist Manifesto’da K. Marks ve F. Engels şöyle diyorlardı:

“Burjuvazi, üretim araçlarını ve böylelikle üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz. Daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varlık koşulu, bunun tersine, eski üretim biçimlerinin değişmeksizin korunmasıydı. Üretimin sürekli alt üst oluşu, bütün toplumsal koşullardaki düzenin kesintisiz bozuluşu, sonu gelmez belirsizlik ve hareketsizlik, burjuva çağın bütün daha öncekilerden ayırt eder. Bütün sabit, donmuş ilişkiler beraberinde getirdikleri eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler ile birlikte tasfiye oluyorlar, bütün yeni oluşmuş olanlar, kemikleşmeden eskiyorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor. Kutsal olan ne varsa lanetleniyor...

Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yerde yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.

Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kadere boğarak, sanayiin ayakları altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinimlerin yerini, karşılamaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinimler alıyorlar. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yatırımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor...

Burjuvazi bütün üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile, son derece kolaylaşmış haberleşme araçları ile, bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığın içine çekiyor. Ucuz meta fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir ettiği, barbarların inatçı yabancı düşmanlığını teslim almaya zorladığı ağır toplar oluyorlar. Bütün ulusları yok etme tehdidiyle, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor; onları, uygarlık dediği şeyi benimsemeye, yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek kelimeyle kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratıyor” (Marks, Engels, C. 4, s.465/466 Alm).

Demek ki, bugün emperyalist burjuvazinin “küreselleşme” adı altında yaratmak istediği kendi hayalindeki dünya, hiç de yeni değil ve bu anlamda “küreselleşme” de hiç yeni değil. Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da anlattıkları küreselleşme ile bugün emperyalist burjuvazinin hayalindeki küreselleşe arasında zamansal farkın; tarihsel gelişmenin beraberinde getirdiği değişmelerin ötesinde esasa ilişkin bir değişme yoktur. Marks ve Engels’in bu anlayışa vardıkları dönem küreselleşmenin başlangıcıysa bugünkü dönem; 20. yüzyılın sonu aynı sürecin son dönemidir. Burjuvazinin daha da küreselleşecek olanağı kalmamıştır, burjuvazinin çelişkilerini çözmek veya nefes alabilmek için olanak sınırları giderek daralmaktadır.

Bugün, kapitalist üretim biçiminin zorla benimsetilebileceği alanlar, burjuva olmaya zorlanacak “barbarlar” artık kalmadı. (Ama maocular için hâlâ var) Kapitalist üretim biçimi uluslararasılaşacağı kadar uluslararasılaştı, yani küreselleşmenin sınırlarına vardı. Burjuvazinin, eskiden olduğu gibi, zor yoluyla, topuyla, tüfeğiyle işgal edeceği, sömürgeleştireceği alan da yok. Çünkü bunu bugün, sermayesiyle, ürünleriyle yapıyor. Yani klasik sömürgecilik, yeni sömürgecilik biçimiyle devam ediyor. Burjuvazi, üretim araçlarını sürekli devrimcileştiriyor, eskiyi yıkıyor, yenisini getiriyor. Ama ne yaparsa yapsın küreselleşmenin fiziki sınırlarına çoktan geldi ve yerkürenin fiziki hacmini genişletmeyeceği için sisteminin bütün çelişkileri yok oluşun yakın olduğuna işaret ediyorlar. Küreselleşmenin bugün varmış olduğu boyut, bütün dünyada sosyalizmin maddi koşullarının nedenli olgunlaşmış olduğunu gösteriyor.

Lenin, “Emperyalizm” yapıtında “emperyalizmin tarihteki yerini” tespit ederken tekeller hakkında şunları yazar:

“-Birincisi: Tekel, çok yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış üretimin yoğunlaşmasından doğmuştur. Kapitalistlerin tekelci birlikleri olan karteller(in), sendikalar(ın) ve tröstler(in)... bugünkü ekonomik yaşamda ne kadar önemli bir rol oynadıklarını gördük. Tekeller, 20. yüzyılın başlarında gelişmiş ülkelerde tam bir egemenlik kurdular” (Lenin, C. 22, agk, s. 304. Alm).

20. yüzyılın sonunda tekeller bütün dünyayı hakimiyetleri altına almışlardır. Öyle ki, sadece 100 çok uluslu tekel çok uluslu işletmelerin hepsinin sermaye stokunun yaklaşık beşte birini kontrol ediyor. 28’i Amerikan; 18’i Japon, 11’i Fransız, 10’u İngiliz, 9’u Alman, 4’ü Kanada ve 3’ü İtalyan menşeli olan 83 ve toplam olarak da 200 tekel, bütün yerküreyi kendileri için sınırsız, yatırım, üretim ve ticaret alanına çevirmişlerdir. İnsanları ve yeraltı zenginlikleriyle birlikte bütün yerküre bir avuç tekelin hizmetindedir.

“İkincisi: Tekeller, kapitalist toplumun özellikle tayin edici -ve en fazla kartelleşmiş- sanayi dallarında (kömür ve demir sanayinde) en önemli hammadde kaynaklarının böyle tekel altına alınması büyük sermayenin gücünü muazzam ölçüde artırmıştır... ” (Lenin, agk, s. 304)

Bu sanayi dallarına petrol, başka enerji maddeleri, elekroteknik vb. sektörler de katılmıştır. Çok uluslu tekellerin bugün tekellerine almadıkları önemli hiçbir sanayi sektörü kalmamıştır. Her bir sanayi sektörüne, dünya çapında faal olan birkaç tekel hakim durumdadır ve baş döndürücü hızla gelişen birleşmeler, “fil evliliği” ile de giderek daha az sayıda ve daha güçlü bir iki tekel faal olunan sektörü tamamen kontrol etmekte veya etmeye yönelmektedir.

“-Üçüncüsü: Tekeller, bankalardan çıkmıştır. Eskiden mütevazı birer aracı olan bankalar, bugün mali sermaye tekellerine dönüşmüşlerdir. En gelişmiş kapitalist ülkelerdeki üç-beş büyük banka, sanayi sermayesiyle banka sermayesi arasında bir ‘kişisel birlik’ gerçekleştirmiş ve bütün ülkenin sermaye ve para gelirlerinin en büyük bölümünü oluşturan milyonların denetimini elinde toplamıştır. Modern burjuvazi toplumda, istisnasız bütün ekonomik ve politik kurumların üzerine sımsıkı bir bağımlılık ağı germiş olan mali oligarşi, bu tekelin en çarpıcı görüngüsüdür” (Agk. s 305).

Burada sorunun en önemli yönü, birkaç bankanın tekelci konumunu kanıtlamak değildir. Önemli olan banka mali sermaye mali pazar ve bütün bunların uluslararası etkisi ve örgütlenmesidir. Lenin, “Emperyalizm” eserinde, “mali sermaye, bütün ekonomik ve uluslararası ilişkilerde öylesine önemli, hatta diyebiliriz ki, öylesine tayin edici bir güçtür ki, tam politik bağımsızlığa sahip ülkeleri bile boyunduruk altına alabilir ve almaktadır” (agk. s. 264) diyor. IMF’nin, Dünya Bankası’nın uluslararası planda oynadıkları rol, hükümetleri adeta esir almaları, mali sermayenin /oligarşinin çıkarlarını dayatmaları dünyanın günlük gerçekliği değil mi?

“Dördüncüsü: Tekel, sömürgecilik politikasından doğmuştur. Mali sermaye, sömürge politikasının bir dizi ‘eski’ dürtüsüne, hammadde kaynakları, sermaye ihracı, ‘nüfuz bölgeleri’, yani kârlı işler, ayrıcalıklar, tekel kârları ve nihayet genel olarak ekonomik önem taşıyan topraklar için mücadeleyi de etkilemiştir... Dünyanın tamamı paylaşıldığında tekelci sömürge sahipliği çağı kaçınılmaz olarak açılmış ve bunun sonucu olarak da dünyanın paylaşılması ve yeniden paylaşılması için son derece şiddetli bir mücadele başlamıştır” (Lenin; agk, s. 305)

20. yüzyıl tarihi; kapitalizmin bütün emperyalizm çağı bu mücadelelerle geçmedi mi? I. ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşları, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılmasını talep eden emperyalist güçler tarafından başlatılmadı mı? Hoş (!), bugün işgalin ve sömürgeciliğin biçimi değişti. Sömürge, yarı- sömürge ülkelerin emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadeleleri sonucunda emperyalizme geri adım attırıldı. Klasik sömürgecilik (birkaç ülke dışında, örneğin Rusya, Türkiye vs.) büyük çapta tarihe karıştı. Ama onun yerine yeni sömürgecilik aldı. Emperyalist güçler bu sefer dünyayı, siyasi, iktisadi ve askeri güçlerine göre paylaştılar. Siyasi, ekonomik ve askeri koalisyonlar, bunların üzerinde mali sermayeye, ticari ilişkiler vb. faktörlerle emperyalist ülkeler dünyayı yeniden paylaştılar ve bugün de bu paylaşılmışlığı devam ettirmek isteyen güçle (ABD) buna karşı olanlar, yani yeniden paylaşmak isteyenler (başta Almanya) arasında amansız bir rekabet sürdürülmektedir. Balkanlar - Hazar Havzası- Ortadoğu üçgeninde önemli stratejik konumu olan Türkiye üzerine ABD ve AB’nin rekabeti bu gelişmenin bizi doğrudan ilgilendiren çıplak bir görünümüdür.

2 - 21. Yüzyıla Girerken “Küreselleşme”nin Sonuçları ve Çelişkiler

Marks ve Engels’in deyimiyle burjuvazi, “kendi hayalindekine benzer bir dünya yaratmak” için hakim sınıf olduğundan bu yana küreselleşme mücadelesi veriyor. Küresel olmayan bir kapitalizmden bahsedilemez. Sürekli küreselleşmek kapitalizmin var oluş koşuludur. “Küreselleşme”nin içeriği bunu gösteriyor. Bu kavramı açtığımızda “küreselleşme”nin konularını görüyoruz: a) maliyede ve sermaye sahipliğinde uluslararasılaşma, b) üretimde uluslararasılaşma, c) pazarlarda uluslararasılaşma, d) teknolojide, bilimde uluslararasılaşma, e) yaşam biçiminde uluslararasılaşma (kozmopolitleşme), f) tüketim ve kültür yaşamında uluslararasılaşma vs.

Bütün bunlar kapitalist üretim biçimine ve onun dünya çapında hakimiyetine; kapitalist dünya ekonomisine ve düzenine özgü olan faktörlerdir. Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da tespit ettikleri olgular. O gün, hayal ettiği dünyayı kurmak için mücadele eden burjuvazi -bugün için emperyalist burjuvazi- bugün, 20. yüzyılın sonunda, kurmuş olduğu dünyasını devam ettirmenin çabası içindedir. O, 21. yüzyılın kendi yüzyılı olmayacağı korkusu içinde hareket ediyor. Çünkü o, yaratmış olduğu dünyanın sorunları ve çelişkileri içinde boğuluyor. Nedir bu sorunlar ve çelişkiler? Bunları tez biçiminde belirtmekle yetiniyoruz.

-Kapitalist ekonominin dünya ekonomisi olması yeni değildir; ve bu anlamda emperyalist burjuvazinin “küreselleşmesi” de yenilik açısında bir demagojidir.

Stalin, “Leninizmin İlkeleri Üzerine” yazısında konuya ilişkin olarak şöyle der:

“Sömürge ve bağımlı ülkelere yoğun sermaye ihracı; bütün yerküreyi kapsayana kadar sömürge ve ‘nüfuz alanları ’nm sömürülmesi; kapitalizmin, dünya nüfusunun ezici çoğunluğunun bir avuç “ileri” ülkeler tarafından mali köleciliğin ve sömürgeci baskını bir dünya sistemine dönüşmesi. Bütün bunlar bir taraftan münferit ulusal ekonomileri ve ulusal toprakları, dünya ekonomisi denen bütünlüklü bir zincirin halkalarına dönüştürdü ve diğer taraftan da dünya nüfusunu iki kampa böldü; geniş sömürge ve bağımlı ülkeleri sömüren ve ezen bir avuç ‘ileri ’ kapitalist ülkelere ve emperyalist boyunduruktan kurtulmak için mücadeleye zorlanmış olan sömürge ve bağımlı ülkelerden oluşan çoğunluğa” (Stalin. C. 6. s.83/84 Alm).

G-7’ler bazında bugün birkaç “ileri kapitalist ülke” dünya üretiminin dörtte üçüne; yani %75’ine, dünya ticaretinin %70’ine sahip durumda. Dünya üretiminin ve ticaretinin bu oranlara tekabül eden miktarı Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Pasifik bölgesinde üretiliyor ve pazarlanıyor. Dünya gelirinin 1960’ta %70’i ve 1994’te de %86’sı insanlığın en zengini olan beşte birinin kontrolündeyken, en fakiri beşte birinin bu gelirdeki payı aynı yıllarda %2,3’ten %1,1’e düştü. Veya 1997 yılı itibariyle “Asya Kaplanlarıda dahil sanayi ülkeleri, dünya nüfusunun %15,7’sini oluşturmalarına rağmen dünya üretiminin %55,3’ünü ve dünya ticaretinin de %77,1’ini kontrol ediyorlardı. “Gelişen” ülkeler ve eski revizyonist blok ülkeleri ise dünya nüfusunun %84,3’ünü oluşturmalarına rağmen dünya üretimindeki paylar %44,7 ve dünya ticaretindeki payları da ancak %22,8 oranındaydı.

- Sermayenin uluslararasılaşması yeni boyutlar kazanmıştır: Burada söz konusu olan, sadece tekellerin çok uluslu olmaları değildir. Burada söz konusu olan, kapitalizmin her alanda uluslararasılaşmasıdır. Sermayenin kendini değerlendirmesi, araştırma, üretim, pazar, vb. bütün alanlarda kapitalist üretim biçimi uluslararasılaşmıştır. UNCTAD’ın verilerine göre (“World İnvestment Report 1993”) 37 bin çok uluslu tekelin başka ülkelerdeki ortaklarının sayısı 170 bin. Bunların kontrol ettikleri yurtdışı yatırımlarının miktarı 2 trilyon dolar. Ama sadece 100 en büyük çok uluslu tekel, toplam yurtdışı yatırımlarının dörtte üçünü; %75’ini kontrol ediyor. 1992 verilerine göre Siemens; 150’den fazla ülkede kurumlaşmış, Almanya dışındaki fabrika sayısı 240.

Birleşmeler, “fil evliliği” küresel rekabetin ve hegemonya mücadelesinin kaçınılmaz sonucudur. Uluslararası planda var olabilmek için tekeller, birbirleriyle ölüm kalım rekabeti içindeler. Daha güçlü olmak için devler birleşiyorlar. Uluslararası çapta birleşen işletmelerin sayısı 1991’de 85 iken, bu sayı 1998’de 544’e çıkıyor. Toplam yurtdışı doğrudan yatırımlarında birleşmeler için ayrılan yatırımların payı 1996’da %49’dan 1997’de %58’e çıkıyor.

Sermayenin uluslararasılaşması bölgesel entegrasyonu dışlamıyor. Emperyalist ülkeler arası rekabet, sermayenin/kapitalist üretimin biçiminin uluslararasılaşması sürecinin son aşamasında bölgesel ekonomik entegrasyonların kurulmasını beraberinde getirmiştir. AB, NAFTA, Pasifik sahası (oluşma sürecinde), AFTA (“Asya Serbest Ticaret Alanı”), Mencosur. Bunlar, en önemli olan bölgesel entegrasyonlar. En güçlü olanlar ise NAFTA (ABD, Kanada, Meksika), AB ve ülke olarak Japonya, bölge olarak Pasifik sahası. Bu üç bölgenin dünya üretimindeki, ve ticareti ve sermaye hareketindeki ağırlığını ayrıca belirtmeye gerek yok. Ama uluslararasılaşan sermayenin aslında bölgeselleştiğini bu üç bölge ve yurtdışı doğrudan yatırımları bazında göstermekte yarar var. 1997 yılındaki bu türden toplam yatırımların %27’si AB’ye; %22,7’si ABD’ye, gelirken AB’den başka ülkelere yapılan yatırımların toplam içindeki payı %42,4 ve ABD kaynaklı olanın da payı %27. Dolayısıyla yurtdışı doğrudan yatırımlarında (gelen giden) AB ve ABD belirleyici konumdalar. Demek ki yatırım konusunda küreselleşmeden ziyade bölgeselleşme önemli.

-Çok uluslu tekeller “ulusal” tekellerdir: Tekellerin çok uluslu olmaları ve uluslararası faaliyet sürdürmeleri onların ulusal kökenlerinin kalmadığı şeklinde de yorumlanıyor. Bu tamamen yanlış ve yanıltıcıdır. Ulusal kökeninden kopmuş bir sermayenin hegemonya mücadelesini ve rekabetini nasıl açıklayacağız. Bu anlayış nihayetinde üst emperyalizm, süper tekel vb. Kautsky’ci anlayışlara götürür ve emperyalist, haksız savaşların nedenini gizler. Bir tekel ne kadar çok uluslu olursa olsun, esasen çıkış noktası olan bir ulusal devle te sahiptir. Emperyalist ülkelerin hükümetlerinin iktisadi politikaları, ekonomiyi desteklemeleri bunu açıkça göstermiyor mu?

-Neoliberalizm, emperyalist burjuvazinin çıkarına hizmet eden bir politikadır: Emperyalist ülkeler, IMF ve Dünya Bankası gibi mali kurumlarıyla bağımlı ve yeni sömürge ülkeleri tamamen talan etmek için özelleştirmeyi ve pazarlarını yabancı sermaye ve ürüne tamamen açmayı dayatıyorlar. Neoliberal politika, bağımlı ve yeni sömürge ülkelerde ulusal olan hiçbir şeyin bırakılmamasını amaçlı yor.

-Teknolojik gelişme ve İşsizlik: Rekabet, üretimde teknolojinin sürekli yenilenmesini kaçınılmaz kılıyor. Rasyonelleştirme ve otomasyon sonuç itibariyle işçilerin sokağa atılmasını beraberinde getiriyor. Bu nedenlerden dolayı daha ‘20’li yıllarda görülmeye başlayan kronik kitlesel işsizlik, bugün 20. yüzyılın sonunda kapitalist sistemin bir eğilimi olmaktan çıkarak, bir yasası olmuştur. Kronik kitlesel işsizlik, kapitalizmin artık ortadan kaldırabileceği, yani işsizliği kronik kitlesel olmaktan çıkartabileceği bir olgu değildir. Önümüzdeki dönem, dünya çapında çalışabilir nüfusun %20’sinin, başka düşüncelere göre üçte birinin çalışmasıyla ihtiyaçların karşılanabileceği bir süreç oluyor. 21. yüzyılda sayısal olarak bakıldığında, çalışan bölükleri giderek azalan, çalışmayan bölükleri giderek artan bir dünya, işçi sınıfıyla karşı karşıya kalacağız.

Sonuç itibariyle, 21. yüzyılda tarih sel olarak ömrünü doldurmuş kapitalizm/emperyalizmin bu ve benzeri sorunları ve çelişkileriyle karşı karşıya olacağız.

3- 21. Yüzyıla Girerken Marksist Teorinin Çözeceği Sorular

Lenin, 19. yüzyılda Marks ve Engels’in geliştirdikleri ve temellendirdikleri düşünceleri; proletaryanın dünya görüşü olarak tanımladığımız ideolojiyi, başka bir kavramla ifade edecek olursak Marksizmi, yaşadığı koşullara; 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki koşullara uyarlayarak geliştirdi ve gündemde olan siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunları çözümlemede kılavuz olarak aldı. Marksizme katkılarından dolayı Lenin’in düşünceleri; Leninizm, Stalin tarafından çağımızın Marksizmi olarak tanımlandı.

Lenin, emperyalizmi, kapitalizmin en son aşaması olarak tanımladı. Aynı zamanda, emperyalizm aşamasında kapitalizmde, sosyalizmin maddi koşullarının hazırlanmış olduğu sonucuna vardı. Bu anlayışından hareketle o, proleter devrimin stratejisi ve taktiğini geliştirdi. 1917 Ekim Devrimi, Lenin’in bu anlayışını doğruladı. Ama beklendiği gibi, bütün Avrupa’yı kapsayan proleter devrimler gerçekleşmedi. Almanya ve Macaristan gibi ülkelerdeki ayaklanmalar ve kısa ömürlü iktidarlar sonuç vermedi. Avrupa’da işçi hareketi bastırılmıştı. Böylece Sovyetler Birliği, sosyalizmi tek başına; tek ülkede inşa etmekle karşı karşıya kaldı.

Emperyalist ve sonra da iç savaştan dolayı yıkılmış emperyalist/kapitalist abluka altında olan, geri bir ülkede sosyalizmin (tek ülkede) inşasına girişildi ve tek ülkede sosyalizm, başarıyla inşa edildi.

Ekim Devrimi ve I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonuçları, dünyada güçlü bir komünist hareketin yükselmesini ateşledi. Birçok ülkede yeni komünist gruplar, partiler kuruldu. III. Enternasyonal, bu gelişmenin dünya çapındaki örgütlenmesi oldu.

Birçok emperyalist ülkede burjuvazi enternasyonal komünist ve işçi hareketinin gelişmesine kayıtsız kalmadı ve yığınlarda görülen devrimci mayalanmayı bastırmak için faşist terör rejimlerini kurmaya yöneldi. Almanya’da Hitler faşizmi, faşist rejimlerin en vahşi versiyonlarından birisiydi.

I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki yenilgisine rağmen, Amerikan sermayesinin de desteğiyle yeniden güçlenen Alman emperyalizmi, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patlak vermesine neden oldu. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde olduğu gibi, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde de Alman emperyalizmi dünyanın yeniden paylaşılması talebini yükseltiyordu. Bu taleplerin sonuçları, emperyalist dünya savaşları oldu. Sadece II. Emperyalist Paylaşım Savaşı, 55 milyon insanın ölümüne neden oldu.

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı, faşizmin yenilgisiyle ve savaşa katılmak zorunda kalan Sovyetler Birliği’nin zaferiyle sonuçlandı. Savaş sonrasında enternasyonal devrimci hareket ve komünist işçi hareketi güçlendi, sosyalist kamp doğdu.

Birçok sömürge ve yarı sömürge ülkelerde sosyalist Sovyetler Birliği’nin desteğiyle sömürgeci talan ve baskının zincirleri parçalandı. Yükselen ulusal kurtuluş mücadelesi, eski sömürge sistemini çökertti.

20. yüzyılın ortasına gelindiğinde Sovyetler Birliği önderliğinde kurulan sosyalist sistem, bu sistem etrafında yer alan ulusal kurtuluşçu hareket, enternasyonal komünist hareket Amerikan emperyalizmi önderliğindeki kapitalist dünyayı korkutuyordu. Ama kapitalist dünyanın kabusu gerçek olmadı; enternasyonal marksist-leninist hareket ve işçi hareketi, tarihinin, 20. yüzyıldaki en büyük yenilgisini aldı; 1956’daki SBKP’nin XX. Kongresi’nde siyasi iktidarı gasp eden Kruşçev modern revizyonistleri, Lenin ve Stalin’in Sovyetler Birliği’nde kapitalist restorasyonun; kapitalizme geri dönüşün yolunu açtılar. Bu, Sovyetler Birliği’nin modern revizyonizminin etkisinde kalan ülke ve partilerde, bir bütün olarak enternasyonal işçi ve komünist hareketin çoğunluğunda revizyonist yozlaşma anlamına geliyordu. Enternasyonal işçi hareketi bu yenilgiyi henüz tam anlamıyla atlatmış değildir.

Revizyonist blokun çökmesi ve arkasında sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin dağılması emperyalist burjuvazi tarafından marksizmin, sosyalizmin yok olması olarak açıklandı. Bu koyu antikomünist propaganda, Marksizm-leninizmin dolaylı olarak aldığı bir “yenilgi” oldu. Çöken ve dağılan, yok olan ne marksizm-leninizmdi, ne de sosyalizmdi. Çöken, dağılan ve yok olan revizyonizm ve revizyonist sistemdi. Hal böyle olmasına rağmen emperyalist burjuvazinin ‘90’lı yılların başındaki antikomünist propagandası etkisiz kalmadı. Onun etkisi, marksizm-leninizme vurulan doğrudan bir darbeydi, bu dolaylı bir “yenilgi”ydi.

Toplumsal yaşamın ve ekonominin sorunlarına, toplumu doğrudan ve dolaylı ilgilendiren, toplumun gündemine gelen bütün sorunlara Marksizm-leninizm çözüm getirmiştir. Toplumsal yaşamın bütün sorunlarına iki dünya, iki ideoloji açısından yaklaşılmıştır. Bir taraftan burjuva dünya ve ideolojisi olan idealizm, diğer taraftan, geleceği temsil eden işçi sınıfı ve proleter ideoloji. Çağımızın hakim sınıfı burjuvazi ile bu hakimiyeti yok etme mücadelesi veren proletarya arasındaki uzlaşmaz sınıfsal duruş, iki dünyanın, iki ideolojinin ortak yönlerinin olmadığını gösterir.

Lenin, “Karl Marks’ın öğretisinin Tarihsel Geleceği” makalesinde şöyle der:

“Marksist öğretide en önemli olan, sosyalist toplumun yaratıcısı olarak proletaryanın dünya-tarihsel rolünün açığa kavuşturulmasıdır. Bütün dünyada gelişmelerin seyri, Marks’ın açıkladığı gibi, bu öğretiyi doğruladı mı?” (Lenin. C. 18, s. 576, Alm).

Evet doğruladı. Göğü fethetme cüretini gösteren Paris Komünarlarının mücadelesi, Rusya proletaryasının mücadelesi, Ekim Devrimi ve dünya proletaryasının daha nice mücadeleleri Marks’ı, Engels’i, Lenin ve Stalin’i; marksist öğretiyi doğruladı.

Başlangıçta marksist öğreti hiç de hakim öğreti değildi. O zaman marksist öğreti, sosyalizmin oldukça çok sayıdaki fraksiyonlarından veya akımlarından sadece birisiydi. (Lenin. agy). Marksist öğreti ancak sınıf mücadelesi sürecinde proletaryanın yegane öğretisi olarak gelişti.

Lenin, “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni” makalesinde marksist öğreti hakkında şöyle der;

“Marksist öğreti her şeye muktedirdir. Çünkü o, doğrudur. Marksist öğreti, bütünlüklüdür, ahenklidir, insanlara hiçbir hurafeyle, hiçbir gericilikle, burjuva boyunduruğun hiçbir savunmasıyla bağdaşmayan bütünlüklü bir dünya görüşü sunuyor” (Lenin. C. 19, syf. 314).

Bu bütünlüklü dünya görüşü, bir dogma değildir. Marksist öğreti, doğadaki ve toplumdaki gelişmeleri inceleyerek, sonuçlar çıkartarak ve ona göre hareket ederek gelişen bir öğretidir. Yöntem olarak marksizm, proletaryanın elinde, pusula gibi kullanması gereken bir kılavuzdur. Lenin ve Stalin marksist öğretiyi böyle kavradılar ve onu geliştirdiler.

Madem ki böyle, o halde 21. yüzyıla girerken Marksist teorinin çözmesi gereken sorunlarından anlaşılması gereken, örneğin sosyalizmin gerçeklik olup olmayacağının, proletarya diktatörlüğünün doğru olup olmadığının veya leninist tipte bir partinin gerekli olup olmayacağının tartışılması değildir. Marksizm-Leninizm, bu ve başka sorunlara çözüm getirmiştir. Ancak biliyoruz ki, işçi sınıfının dünya görüşü olarak marksizm, doğada ve toplumda gelişmelerin, marksist öğretiye yönelik saldırıların, sınıf mücadelesinin gündeme getirdiği sorunlara cevap vererek gelişebilir ve gerçek anlamda bir kılavuz olur. Bunun tersini düşünmek dogmatizmdir. Bizim sorunumuz marksist teoriyi canlı pratikte, doğadaki ve toplumdaki gelişmelerin çeşitliliği içinde geliştirebilmektir. Bunu yapmaksızın 21. yüzyılı emperyalizmin/ kapitalizmin son yüzyılı yapamayız. Devrimci proletarya bizden, Marks’ın, Engels’in, Lenin ve Stalin’in şu veya bu konuda ne söylediklerini değil, onların tespitleri temelinde önümüzde duran sorunlara cevap vermemizi talep ediyor. 21 .yüzyıla girerken marksizmin çözmesi gereken teorik sorunları bu çerçevede ele almak gerekir.

Emperyalist burjuvazi, bir bütün olarak dünya burjuvazisi, revizyonist blokun çökmesinden sonra zafer sarhoşu olmuştu. Burjuvazi, bir taşla iki kuş vurduğunu sanıyordu, taşı atan kendisi olmadığı halde: Bir taraftan revizyonizm, marksizm olarak pazarlanıyor, diğer taraftan da marksizm, sosyalizm öldü propagandası yapılıyor. Burjuva ideologlar da çok iyi biliyorlar ki, revizyonist blok somutunda çöken, yok olan, ölen ne marksizmdi ve ne de sosyalizmdi. Ama Sovyet modern revizyonistlerinin ihanetlerini yıllarca reel sosyalizm diye tanıttıkları ve dünya çapında milyonların buna inandığı bir ortamda revizyonizmi sosyalizm diye göstererek antikomünist propaganda yapmak ele geçmez bir fırsattı. Burjuva ideologlar revizyonizmin artıklarıyla birlikte, (revizyonizme “ihanet” edenlerle birlikte) bu fırsatı değerlendirdiler.

“Komünist Manifesto”dan bu yana burjuvazi, sosyalizmi, komünizmi çürütmeye, Ekim Devrimi’nden bu yana proletarya diktatörlüğünü, inşa edilen sosyalizmi yıkmaya çalışmıştır. Ama burjuvazi, marksizm ve sosyalizm özleminin dünya işçi sınıfı içinde yayılmasını engelleyememiştir. Ancak 1956’da Sovyetler Birliği’nde revizyonist ihanet, burjuvazinin amacına geçici olarak ulaşmasına neden olmuştur.

Hiçbir bilim marksizm kadar ihanetle karşı karşıya kalmamıştır. Hiçbir bilim, marksizmin çarpıtıldığı kadar çarpıtılmamıştır. “Tarihin diyalektiği öyledir ki, marksizmin teorik zaferi, düşmanların, marksist kılığına bürünmeye zorluyor” (Lenin; “Karl Marks’ın Öğretisinin Tarihsel Geleceği; C.18, syf. 578. Alm).

Marksizm var olduğundan bu yana tarihin diyalektiğinde bu türden gelişme hiç eksik olmamıştır. Tarihsel bakımdan, marksizmin savunulabileceği en zor dönemi henüz tam anlamıyla geride bıraktığımız söylenemez. Bu dönemde de başarılı olmamızın, burjuvazinin koyu antikomünist propagandasını göğüsleyebileceğimizin yegane yolu/koşulu marksizmin katışıksız, kendi bütünselliği, ahenkliliği içinde bir bilim olduğundan hareket etmektedir. Marksizmin katışıksızlığından anlaşılması gereken, onun genel doğrularını, genel formülasyonlarını tekrarlamak değildir. Tersine, bundan anlaşılması gereken, marksizmin günümüzün sorunlarının çözümünde yöntem ve kılavuz olarak kavrayabilmektir.

Burjuvazi, marksizme karşı cepheden saldırısına doğadaki ve toplumdaki gelişmelerin gündeme getirdiği sorunlara cevap verirken de devam ediyor. Onun amacı, marksizmi tanınamaz hale getirmek, tamamen başkalaştırmaktır, burjuva düzene entegre olmuş bir fikir hareketine indirgemektir. Bu nedenle revizyonist pratiği, marksizmin uygulanması/ sosyalizm olarak göstermeye, marksizmin marksist kılığına girmiş düşmanlarını “önder düşünürler” olarak popüler yapmaya çalışacaktır. Bu nesnellik bize, en acil ve önemli sorunumuzun teorik alanda olduğunu gösteriyor. Bu alanda burjuvazi ve ideologlarını avantajlı kılan bir dizi nedenler vardır. Bunların içinde en önemlisi, ‘50’li yılların ortasından günümüze kadar doğadaki ve toplumdaki - ama her alanda- gelişmenin önümüze koyduğu sorunlara çözüm getirilmemiş olmasıdır. Marksist teoriyi bugün daha canlı olarak bu sorunların çözümü için bir silah olarak kullanmak temel görevlerimizden bir tanesidir.

Marksizm, tamamlanmış, istenilen konuda genel formülasyonlarının uygulanmasıyla sonuç alan bir bilim değildir. Marksizm ancak, sorunlara somut durumun somut analizi temelinde yaklaşıldığı ve yeni kavrayışlarla geliştirildiği ve zenginleştirildiği müddet çe bir bilim olarak kalır. Marksizm, temel ve genel kuralları yeni gelişmeleri kavramada ve açıklamada çıkış noktası olarak alındığı müddetçe bir bilimdir. Marksizmin canlılığı, onun böyle kavranmasındadır. Onun ölmeyen ruhu buradadır. Aksi takdirde onu, genel formülasyonlardan, birtakım ilkelerden oluşan bir bütün olarak dondurmuş oluruz. Bu, marksizmi dogmalaştırmak, onun canlı ruhunu öldürmek demektir.

21. yüzyıla girerken marksist teori, çözüm bekleyen bir dizi önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Dünyada son 50 yıldan bu yana önemli değişmeler olmuştur: doğa bilimindeki korkunç gelişme, yeni buluşlar bizi bekliyor. Toplumsal alandaki devasa gelişmeler bizi bekliyor. Kapitalist ekonomideki gelişmeler, burjuva politik ekonominin son 50 yıl içindeki sorunlarının sınıf mücadelesi için yorumu bizi bekliyor. İşçi sınıfının iç yapısındaki, katmanları arasındaki değişmelerin incelenmesi bizi bekliyor. 21. yüzyıla girerken önümüzde duran ve benzeri sorunlara emperyalist burjuvazi kendi açısından, düzenin ebediliğini sağlamak için cevaplar veriyor. Komünistlerin elinde ise diyalektik ve tarihsel materyalizm silahı var. 21. yüzyıla girerken önümüzde duran önemli ve acil sorunlara bu silahı kullanarak, onu çıkış noktası olarak yaparak cevap vermek zorundayız.

Son otorite Stalin, 1953’te aramızdan ayrıldı. O dönemlerde “sıkışan” ona, partiye başvuruyordu. E. Hoca, bunu içtenlikle anlatır. O zaman sığınılacak, başvurulacak bir yer vardı: Stalin. SBKP(B), sosyalist Sovyetler Birliği. Bugün, 50 yıldan bu yana böyle bir otorite, parti ve ülke yok. Ama bizler, bu burjuva ideolojik hegemonyayı parçalama görevini somut olarak önümüze koyarak ilerleyebiliriz. Bu potansiyelimiz vardır. Şimdi sorunumuz, 20. yüzyılın ortalarındaki seviyeyi 21 .yüzyılın başına çekmektir. Bu devasa, bütün burjuva dünyaya meydan okuyan ve cüret gerektiren bir mücadeledir.

Teorik mücadele hangi alanlarda yoğunlaştırılmalıdır, acil olan konular hangileridir? Bu mücadele her alanda sürdürülmelidir, her konu önemlidir. Ama bir sıralama da yapılabilir. Bu anlamda öncelikle ele alınması gereken konuların çerçevesi şöyledir.

- Felsefe alanında görevlerimiz

Metafizik ve diyalektik düşünce tarzı ve yöntemi arasındaki mücadeleyi yeni olgular ışığında güncelleştirmek zorundayız.

Metafizik düşünce tarzı, burjuva dünya görüşüne ve diyalektik düşünce tarzı da proletaryanın dünya görüşüne tekabül eder. Metafizik düşünce tarzı incelenen maddeyi, değiştirmez ve hareketsiz olarak korur. Diyalektik düşünce tarzı ise, ele alınan maddeyi ve olayları, hareketleri ve değişimleri içinde; birbirleriyle karşılıklı ilişkileri ve bağımlılıkları içinde inceler.

Son yüzyılda doğa biliminde devasa gelişmeler olmuştur. Röntgen ışınlarının, radyoaktivitenin vs. keşfinden kozmosun sırlarının çözümüne geçiliyor. Bilimsel teknik gelişme dev adımlarla ilerliyor. Burjuva bilim adamları, diyalektik yöntemi kullandıkları zaman yeni keşiflerde bulunabiliyorlar. Ama aynı zamanda tanrının dünyayı yarattığına, her şeyin “ilk patlama” ile başladığına inanıyorlar. Burjuvazi, doğa biliminin kazanımlarını, felsefeyi kendi dünya görüşünü ve düzenini ebedileştirmek amacıyla kullanıyor. Burjuvazi, 50 yıldır bu alanda “cirit atıyor”. Bu alanda burjuvaziyle mücadeleye girişebilmek için teorik temelden yoksun değiliz. Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in öğretileri bize bu alanda da yol gösteriyorlar. Önemli olan, son 50 yıllık dönemde görülen doğa bilimlerindeki gelişmeyi incelemek ve bu bilimin, felsefenin gelişmesinde oynadığı rolü açıklamak ve bir bütün olarak diyalektik materyalizmi hem yön tem olarak kullanmak ve hem de geliştirmektir.

Dünyayı yorumlar duruma düşmeyi hak etmiyoruz. Bizim görevimiz onu değiştirmektir.

-Devlet teorisi alanında görevlerimiz

Devlet teorisi konusunda da yapılması gereken çok iş var. Sorun, iki devlet tipi vardır, burjuva diktatörlüğüne tekabül edene burjuva devlet, proletarya diktatörlüğüne tekabül edene de sosyalist devlet denir demekle sınırlı değildir.

-Ekonomi alanında görevlerimiz

Lenin’in emperyalizm analizinden bu yana bir dizi değişmeler oldu. Daha I. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde emperyalizmin tekelci devlet kapitalizmi özelliği ortaya çıkıyor. Bu süreç aynı zamanda, kapitalizmin genel krizinin başlangıcı olur. Lenin, bunlara açıklık getiriyor. Lenin’in ölümünden sonra Stalin, aynı alandaki gelişmeleri yorumluyor. Örneğin kapitalizmin genel krizinin birinci ve ikinci aşamaları. Sovyetler Birliği’nde geriye dönüş üçüncü aşamanın ve revizyonist blokun çökmesi de dördüncü aşamanın temel nedenleri oluyor.

Tekelci devlet kapitalizmi sürecinde ekonominin devreviliğinde de değişmeler oluyor. 1934-1937 döneminde başlayan ve Stalin’in tespit ettiği gibi özel tipte bir durgunluk olan süreç, giderek ekonomi devreviliğinin bir aşaması oluyor. Bu gelişmeyi ‘70’li yıllarda görüyoruz ve bu dönemden sonra emperyalist/ kapitalist ekonomilerde yükseliş aşaması yerini inişli- çıkışlı bir durgunluğa terk ediyor.

Fazla üretim krizleri 8-10 senede bir patlak vermesindeki zamansal devrevilik değişiyor. Tekelci burjuvazi aldığı tedbirlerle ekonomik devreviliğin seyrine müdahale edebiliyor. Örneğin krizlerin patlak vermesini geciktirebiliyor/ erteleyebiliyor, ama ortadan kaldıramıyor.

Ayrıca belirteceğimiz gibi, işsizlik kronikleşmiş, sermaye küreselleşiyor. vs. vs.

Bütün olarak baktığımızda emperyalist/ kapitalist ekonomide yeni olan önemli gelişmeler var. Bunların bazılarını Stalin’in “SS- CB’nde sosyalizmin Ekonomik Sorunları” yapıtında buluyoruz. Bu yapıt, bu alandaki en son teorik açılım. 50 seneden bu yana bu alanda kapsamlı, yol gösteren teorik bir çalışma yok. Kapitalist ekonominin analizi de tamamen revizyonistlerin tekelindeydi.

Son 50 yıllık gelişmeler bazında burjuva ve revizyonist politik ekonominin tarihini yazmak zorundayız.

Yakın geçmişin devrimler tarihini incelemek ve dersler çıkartmak ve onların deneyleriyle devrimci stratejimizi zenginleştirmek, mücadele biçim ve yöntemlerinde taktik planlarımız için yararlanmak güncel bir görevdir.

Yeni bir Enternasyonal’in kurulması alanında görevler

Uluslararası komünist hareketin örgütsel birliğinin sağlanmış olmasının ne nedenli önemli olacağını anlatmanın gereği yok. Önemli olan bu alanda adımlar atmaktır.

Uluslararası planda hangi örgütün ne dediğinin, gücünün ne olduğunun gerçek anlamıyla bilinmediği bir yenilenme ve toparlanma, örgütlerin birbirlerini tanıma sürecinden geçiyoruz. Yapılması gereken, özellikle III. Enternasyonal’i bütün yönleriyle incelemek, bu enternasyonalden bu yana komünist partilerin muazzam birikiminden dersler çıkartmak ve bunlardan yararlanmaktır. Enternasyonal komünist hareketin yeni örgütsel birliği geçmişin tecrübeleri üzerinde yükselmelidir.

Geriye dönüş sorunu ve görevlerimiz

Sovyetler Birliği’nde Kruşçev modern revizyonistlerinin SBKP(B)’nin XX. Kongresi’nde siyasi iktidarı gasp etmeleri ile sosyalizmin yıkılması ve kapitalizmin yeniden inşası süreci başlamıştı. Bu geriye dönüşte, iç yozlaşma, üst yapı kurumlarında küçük burjuva unsurların, Stalin’in deyimiyle “kızıl bürokratlar”ın hareketinin tayin edici rolü olmuştur. Böyle bir gelişme, inşa edilen sosyalizm tarihinde ilk defa görülüyordu. Bir daha böyle bir gelişme olmaması için Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası bütün yönleriyle incelenmeli ve bolşevik partinin hatalarından ve eksikliklerinden öğrenilmelidir.

Kapitalist restorasyon ve komünist partilerinin revizyonist yozlaşmayı bütün yönleriyle ve kapsamlı olarak incelenmeksizin, dersler çıkartılmaksızın burjuvaziye karşı mücadele eksik olacaktır.

-Kronik kitlesel işsizlik sorunu ve işçi sınıfı

Kapitalizmde işsizliğin kronik kitlesel olması eğilim yeni değildir. Kronik kitlesel işsizlik olgusu ‘20’li yıllardan bu yana görülüyor. Teknolojik gelişmenin kazanımlarının üretiminde ve ekonominin bütün alanlarında uygulamaya konması, rasyonelleştirme kaçınılmaz olarak işçilerin sokağa atılmasına neden olmaktadır. Kapitalist ekonomi daha az sayıda işçiyle daha ucuza ve daha çok üretecek durumdadır. Öyle ki 21. yüzyılda çalışabilir nüfusun %20’sinin çalışmasının yeterli olacağının hesabı bile yapılıyor. Bu durumda hangi oranlarda olursa olsun işsizlik, özellikle sanayi ülkelerinde kronik kitlesel olacaktır. Gelişmenin geriye dönüşü olmayan bu özelliğinden dolayı kronik kitlesel işsizliğin emperyalist çağda bir eğilim olmaktan çıktığını ve bir yasa olduğunu tespit ediyoruz. Bu tespitimiz sorunun bir yönü. Esas olan ise, kronik kitlesel işsizlik olgusundan hareketle 21. yüzyılda işçi sınıfının durumuna açıklık getirmektir. Unutmayalım ki bu süreç bizi, önümüzdeki dönemde işsiz bölükleri çalışan bölüklerinden daha çok olan bir işçi sınıfıyla karşı karşıya getirecektir. Örgütlenme sorunu, fabrika olgusu, işsizlerin toplumsal yaşamdaki ve mücadeledeki yerleri değişim içinde. 21. yüzyılın işçi sınıfını kavramak bu ve benzeri sorunları araştırmaktan geçiyor.

21. yüzyıla girerken temel görevlerimizin neler olduğunu ana hatlarıyla belirtmemiz, bu alanlarda kendi hesabımıza, hiçbir şey yapmadığımız anlamına gelmez. Ama sorun şu: Bu, ne kadar yeterli ve mevcut teorik çözümlemelerimizi uluslararası işçi ve komünist harekete ne derece mal ediyoruz?

Sonuç itibariyle;

20. yüzyıl gibi 21. yüzyıl da emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. 21. yüzyılda, geçmiş dönemin tecrübelerinden dersler çıkartarak, kapitalist sistemin nihai sonunu getirmek göreviyle karşı karşıyayız.

Sovyetler Birliği’nde revizyonist ihanetin sonucu olarak sosyalist kampın çökmesi nedeniyle ‘50’li yılların ortasından bu yana emperyalizmle sosyalizm arasındaki çelişki yoktur.

-Kapitalist ülkelerde işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişki, emperyalist ülkeler arasındaki çelişki, sömürgeci baskı altındaki halklar ile emperyalizm arasındaki çelişki çağımızın temel çelişkileri olma özelliklerini kaybetmemişlerdir.

-Amerikan emperyalizmi, emperyalist ülkeler arasında iktisadi, politik ve askeri olarak en güçlü güç olma konumunu koruyor. Ama tarih, bu konumundan dolayı Amerikan emperyalizminin her şeye muktedir olmadığını da göstermiştir. Amerikan emperyalizmi çöküş sürecinde olan bir güçtür ve dünyanın mevcut paylaşılmışlığı kendi lehine olduğu için yeniden paylaşımı talep eden değil, en azından mevcut paylaşılmışlık ilişkilerini devam ettiren güç durumundadır.

Buna karşın emperyalist ekonomik entegrasyon olarak AB, onun içinde özellikle Alman emperyalizmi, yakın gelecekte Çin ve Rus emperyalizmi dünyayı yeniden paylaşmayı talep edecek olan emperyalist ülkelerdir.

-Haksız savaşların, istila savaşlarının kaynağı emperyalizmdir. Emperyalizm, gericilik demektir, böl ve yönet onun temel taktiklerindendir.

21. yüzyılı, sömürü ve talanın, baskı ve zulmün son yüzyılı yapmak bizim elimizdedir. 21. yüzyılda emperyalizmin yegane alternatifi proleter devrimdir, sosyalizmdir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi