Siyasal Rejimin Açmazı ve Devrimci Görevler

Son dönemlerde, devletin yüksek kademelerinde ve siyasal parti sözcülerinin açıklamalarında da görüleceği gibi rejim oldukça sıkıntılı dönemler yaşıyor. Kuşkusuz, bu sıkıntının odağında “Kürt Sorunu” ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi bulunmaktadır. Gerek iktisadi olgular bakımından ve gerekse siyasal planda, bazen dolaylı ve bazen de dolaysız bir etkide bulunan Kürt ulusal sorunu artık uluslararası bir sorun olarak da TC'yi derinden sarsmakta ve zora sokmaktadır.

Verili somut siyasal koşullar da göstermektedir ki, bütün faşist ve gerici partiler, itibarlarını ve güvenilirliklerini kaybetmekle kalmamış, gerekli kitle desteğini de önemli ölçüde yitirmişlerdir. Son yerel seçimlerde RP ve MHP'nin oylarındaki görece yükselme, en başta mevcut büyük partileri düşündürmüş ve nedenleri üzerinde durmaya yöneltmiştir. Mevcut politika ve icraatları gözönünde alındığında; bütün partilerin geleneksel politikalarının iflas ettiği, siyasal partilerin tekmili birden bir kokuşma, içten içe çürüme ve yozlaşma içine girdikleri, ahlaki bir çöküntünün yaşandığı ve halktan soyutlandıkları ortadadır.

Refah Partisi, siyasi yaşamından henüz bir yönetme deneyimi bulunmadığından ve mevcut kirlilik ve kokuşmadan yeterince nasiplenmediğinden bu yönüyle diğer partilerden ayrılmaktadır. Ancak, RP'yi asıl konuşturan faktörler; onun sahte eşitlik, “Adil düzen” masalını tekrarlaması, mevcut siyasal rejimin dışında bir oluşum olarak kendini tanıtmaya çalışması ve toplumsal çelişkilere, haksızlıklara yer yer dokunmalarda bulunmasındandır. MHP ise, tamamen ırkçılık bayrağını dalgalandırıp, PKK düşmanlığını temel alan bir anlayışla saldırgan bir şovenizm taraftarlığı yaparak mevcut potansiyeli kanalize etmeye çaba harcıyor.

Halihazırda hiç bir parti %25'leri aşabilecek bir oy potansiyeline sahip değildir. Bunun en belirgin nedeni Kürt sorunudur. Kürdistan'da yükselen mücadele tüm devlet kurumlarının yanısıra, siyasal partileri de eritmiş ve gerçekliklerini tüm çıplaklığıyla dışa vurmuştur. Şimdilerde Karayalçın da dahil tekrarlanan “ya bitecek ya bitecek” nakaratı, nerdeyse mevcut gerici ve faşist partileri bitirme noktasına getirmiş bulunurken, Kürt ulusal kurtuluş güçlerinin giderek güç kazandığı açıktır.

Daha açık anlatmak gerekirse, “milli mutabakat” iflas etmiştir. MGK başkanlığındaki politika ve direktiflerle işleyen parlamento ve koalisyon; çözümsüzlük, açmazlık ve handikaplarla karşı karşıyadır.

70 yıldır zorla halka dayatılan kemalist resmi ideoloji de aynı şekilde sorunlara yanıt olamadığı gibi, faşist bürokrasi ve ideologlar da artık bunu savunamaz durumdadır. Ne idüğü belirsiz olan kemalizm; kah ırkçı, kafatasçı ve turancılığa karşı gibi gösterilerek yığınlara “sol” olarak sunulmaya çalışılmış ve bunda zaman zaman da başarılı olunmuş, kah dinsel ideolojiye dayalı şeriatçı güçlere panzehir olduğu söylenerek, sözümona laikliğin teminatı olarak gösterilmiş ve yine çoğunlukla komünizmin gelmesinin esas engeli olarak kemalizmin daha fazla savunulması istenmiş ve bunda da görece ve taktik başarılar elde edildiği görülmüştür.

Faşist rejim, sermaye ve onun ideologları kemalizm aracılığıyla gerek sağa ve gerekse “sol” olarak bilinen pek çok çevreyi aynı potada eritmeyi başarmış ve sömürü düzenini bu şekilde sürdüregelmiştir. Doğrusu, Türkiye'nin geleneksel “sol”u uzun yıllar kemalizm'in derin etkilerini taşımış ve politik mücadelede bir türlü ideolojik bağımsızlığını kazanamamıştır. Bu durum, ancak 1970'li yılların başında İ. Kaypakkaya tarafından aşılabilmiştir.

Geleneksel “sol”un kemalizm'in etkisini taşıması herşey bir yana, yığınların ve işçi sınıfının siyasal bilincini karartmış ve perspektifsiz bırakmıştır. Uzun yıllar revizyonist TKP ve işçi parti(leri)si, kemalizm bayrağıyla yürümüş ve onu “sol” olarak tanıtmaya araç olmuştur.

Son on yıllık bir süre içinde yükselen Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi (KUKM) kemalizmin ipliğini pazara çıkarınca, pek çok devrimci çevrenin yanısıra, radikal islamcılar da bayrak açtı. Gelinen noktada kemalizmin sefaleti yaşanmakta ve iflas kabul edilen bu “ideolojinin” hiç bir oluşum tarafından cesaretle savunulamadığı görülmektedir.

On yıllardır okullarda, askeri kışlalarda ve diğer resmi kurumlarda beyinlere şırınga edilen kemalizmin, militarizmin elinde bir zor sopası olarak işçi ve emekçi yığınlara karşı kullanıldığı görüldükçe, kimseler tarafından savunulamaz bir duruma gelmesi kaçınılmaz oldu.

Resmi ideolojinin iflası ve yıkımı, üniversite ve diğer kurumların yanısıra, burjuva ideologlarını da yeni arayışlara yöneltti. “İkinci cumhuriyetçiler”, bir kısım alevi dernekleri ve bazı islamcı çevreleri bu yeni arayışların kapsamı içerisinde yer almaktadır. Keza “misak-ı milli”cilik “ülkenin bölünmez bütünlüğü” üzerinde and içerek var olmaya çaba harcayan, Cem Boyner başkanlığındaki “Yeni Demokrasi Hareketi” vb. oluşumlar da aynı çizgi üzerinde bulunmaktadırlar.

Açıktır ki, siyasal rejim ve sermaye, değişen koşullara uygun düşecek yeni politik arayışlar içindedir ve deneme yoluyla hangi oluşumun güç olabileceğini beklemektedir.

Son dönemlerde pek çok resmi kurumun öne sürdüğü “din ve devletin barışması” yönündeki arayışın en güçlü olasılık olarak öne çıktığı söylenebilinir. Bu çözümün iki ayağından birini devletten giderek kopan radikal islamın yeniden devlete bağlanması oluştururken, diğerini de Kürt Ulusal Mücadelesi'nin ayrılma yönündeki isteminin boğulması ve değişik ulus ve etnik kökene bakılmaksızın “üniter devlet” anlayışının kotarılması oluşturmaktadır.

Belirtmek gerekir ki siyasal rejim; yığınların nabzını elinde tutmak için bir yandan politik atmosferi koklamakta, diğer yandan da buna uygun düşecek çözüm arayışlarına ağırlık vermektedir.

Peki, nedir bu yeni koşullar ve değişen atmosfer? Şimdi de bulguları değerlendirmeye çalışalım.

Ortadoğu’nun başta ABD ve diğer emperyalist devletler bakımından önemi gözönüne alındığında, Türkiye'nin bölge için oldukça büyük bir yer kapladığı görülecektir. “Yeni Dünya Düzeni”nin her ne kadar “ölü doğan bir bebek” olarak, düzensizlik olduğu kanıtlandıysa da, emperyalistler bu politikadan vazgeçmiş sayılmazlar. “Yeni Dünya Düzeni” ABD'nin “koruyucu” şemsiyesi altında, tam bir hegemonya içinde sömürge ve bağımlı ülkelerin hizaya gelmesi demekti. ABD'nin bilgisi olmadan yaprak kıpırdamayacak, taş yerinden oynamayacaktı.! “Körfez savaşı”nın ardından Irak'a ders verilmiş ve hizaya getirilmişti. Ezilen ulusların kurtarıcısı kesilen ABD ve diğer emperyalistler, Güney Kürdistan topraklarında “tampon bölge” kurmak suretiyle uydu bir Kürdistan'ın inşası için koşulları olgunlaştırıp, gerekli vizeyi de kamuoyuna sunmuşlardı.

Körfez savaşında Türkiye, tamamen emperyalist efendilerin buyruğuyla sonu belirsiz bir maceraya girişti. Nasıl olsa “bir koyup üç alacak”lardı. Emperyalist plan; Musul ve Kerkük'ün de dahil olduğu bu zengin petrol bölgesini Irak'ın denetiminden koparıp Türkiye'nin denetimine vermeyi öngörüyordu. Ancak, emperyalistlerarası uzlaşmaz çıkar çelişkileri, ganimeti paylaşmada kendini dışa vurunca plan gerçekleşmedi.

Çekiç Güç'ün bu bölgeye konumlandırılması baştan itibaren Türkiye kerhen destekledi. Zira, iktisadi-siyasi ve askeri bağımlılık bunu dayatıyordu. Türkiye egemen sınıfları “Birleşik bir Kürdistan”ın oluşumuna karşı olduklarını, hatta Güney Kürdistan'daki gelişmelerin dahi kendilerini huzursuz ettiğini her vesileyle ifade ederek, Kuzey Kürdistan'ın kendilerinden koparılma ihtimalinin kabullenemez bir durum olduğunu belirtip, bu hususta bir çıkar çatışması bulunduğuna ilişkin efendilerine serzenişte bulundular.

Sonuçta Türkiye; zengin koca tarafından fena halde aldatılmış, “Körfez savaşanda her türlü uşaklık rolüne karşın, bırakalım “üç alma”yı, savaştan dolayı pek çok olanaktan yoksun kalmış, Irak'a uygulanan emperyalist ambargodan da birinci dereceden olumsuz etkilenerek derin bir iktisadi krize yuvarlanmıştı.

Gerek ABD'yi gerekse diğer emperyalistleri asıl kaygılandıran PKK'ydi. Zira PKK bir türlü hizaya gelmeyip, “Yeni Dünya Düzeni”ne kafa tutmaya devam ettikçe bunun emperyalistlerin çıkarına ters düşeceği ortadaydı ve bu durum “uydu bir Kürdistan” için baş engel teşkil etmekteydi... PKK'nin bu özellikleri onun pek çok devlet tarafından “terörist” ilan edilmesine gerekçe yapılıyordu. Nitekim, Türkiye'nin “terörizme karşı mücadele”de yalnız bırakılmaması ve her türlü silah, askeri araç ve teçhizatla donatılması, emperyalistlerin en temel görevlerinden birisiydi. Türkiye'nin sık sık efendilerinden “terörizmin bitirilmesi” amacıyla yardımla birlikte süre istemesinin temelinde bu anlayış yatmaktadır. Şayet, PKK teslim alınır, radikalizmden arındırılır ve uysallaşırsa, o durumda “uydu Kürdistan” planı daha kolay yaşam bulacak ve Talabani-Barzani işbirlikçilerinin sahip oldukları “itibar”da kendilerine tanınacaktı.

Bütün bu dış ilişki ve çelişkilerin Türkiye'yi derinden etkilediği, iç kamuoyunun, basın ve bürokrasinin bu sorunlara ilgi duyduğu, tartıştığı ve çözüm önerileri üzerinde hesapların yapıldığı, gelişmelerden görülmektedir. TC'nin “terörizmin kökünün kazınması” amacıyla efendilerine biçtiği sürenin tutmaması, KUKM'nin bırakalım teslim alınmasını, her türlü şiddet ve zorbalığa karşın giderek daha geniş bir alana yayılması, hesapları alt üst etmektedir.

Gelinen noktada Kürdistan Ulusal Sorunu; Türkiye'nin gerek iktisadi ve siyasi, gerek toplumsal ve yaşamsal tüm birimlerini derinden sarsmaktadır. Bunca güçlü bir devlet geleneği, küçümsenemez ordu ve militarizm (bütün uydurma kahramanlıklara bakılmazsa) tam anlamıyla bir çözülme ve yenilgi psikozu içindedir. Kısacası; “üç beş çapulcu” devlete ve siyasal rejime diz çöktürmüş; ordu, bürokrasi, istihbarat birimleri ve parlamento çözümsüzlük ve acizlikle işin içinden nasıl çıkılacağının hesabını yapmaktadır.

Genelkurmay ve MGK'nın “alçak yoğunlukta savaş” itirafı bile durumu anlatmaya yetmemekte, onlarca savaş uçakları ve helikopterler, tanklar, dağın taşın mayınlanması, yakılan ormanlar, yıkılan ve talan edilen köyler, ilçeler ve iller, onbini aşan insan kaybı, ekonomik iflasın yanında siyasal erkin içine girdiği derin ve kapsamlı bunalım, gerçek bir savaşın tablosunu en çıplak şekliyle gözler önüne sermektedir.

TC artık Kürt ulusunu yönetemez durumuna düşmüştür. Tersini söylersek, Kürt Ulusu eskisi gibi yönetilmek istemeyip, bağımsızlığını haykırmaktadır. Sömürgecilik zinciri giderek zayıflamakta, kopmaya yüz tutmaktadır.

10 yıldır devam etmekte olan kirli savaşın faturası oldukça ağırdır. Bu faturaya en büyük itiraz Türk tekelci sermayesinden gelmektedir. Sermaye önemli bir pazar kaybıyla yüzyüzedir. Başta tüketim nesneleri gelmek üzere, pek çok metanın Kürdistan'da satılmasının yolları giderek ortadan kalkmaktadır. Beyaz ve kahverengi eşya ile tekstil ürünleri pazarı daraldıkça, sermayenin kar oranları da düşme kaydetmektedir. Üstelik, yıllardır Kürdistan'dan Türkiye'ye akmakta olan artıklar ve kar transferleri de durmuş bulunmaktadır. Aynı şekilde, Türkiye ekonomisini besleyen önemli bir hammadde kaynağı da durmuştur.

Her ne kadar sermaye, sürmekte olan savaşa karşı sesini yükseltmeye çalışıyorsa da bu, onların olası bir “Bağımsız Kürdistan”a yeşil ışık yaktıkları anlamına gelmemektedir. Sermayenin talebi daha çok “kısmi haklar”ın tanınması ve savaş giderlerinin kısıtlanması yönündedir. Türk tekelci sermayesi, “Misak-ı Milli” sınırlarının ve “Ülkenin bölünmez bütünlüğü”nün korunmasını esas alan ve bunda ısrar eden bir çözümü isterken, bir kısım burjuva demokratik taleplerin tanınması eğilimini taşımaktadır. Onlar, Kürtlere eğitim-öğretim ve kültürel haklarını vermekle “ülkenin birliği”nin korunacağı hesabı ile ehveni-şer tutumunu benimsiyorlar.

Sermayenin çıkarı; Kürdistan'daki hammadde ve artıkların transferinin devamını, ucuz işgücü olanaklarından yararlanma ve kendi ürünlerinin bu pazarda serbestçe dolaşımını gerektirmektedir.

Hükümette Revizyon ve Kabine Değişikliği Neye İşaret Kürt Ulusal hareketi giderek, uluslararası düzeyde kendisinden daha sıkça söz ettirmekte, evrensel bir çok kurum soruna ilgi duymaktadır. TC'nin yoğun olarak işlediği suçlar ve insan haklarının hayasızca çiğnenmesi, “kendi topraklarını savaş uçaklarıyla bombalaması” ve daha pek çok insani boyutun sıkça ihlal edilmesi, bu kurumların ilgisini çekmektedir. Alman menşeli askeri araçların Kürt halkına karşı kullanması vesilesiyle uygulanan kısa erimli ambargolar, ABD'nin askeri yardımları insan hakları ihlalinin kaldırılmasına endekslemesi ve ambargo tehditti, Ortadoğu sorununda TC'nin işlevi, olası bir “Kürt Devleti” projesinin hayata geçirilmesi, Kıbrıs sorununda TC'nin haksız bir zeminde ısrar etmesi ve vb pek çok uluslararası sorun gözününde bulundurulduğunda, hiç kuşkusuz TC'nin dış ilişkileri ve politikası önem kazanacaktır.

Ancak unutmadan belirtelim ki, emperyalistlerin bütün bu sorunlara ilgi duymasının temel nedeni onun insan hakları ve ulusların bağımsızlığını savunmasından kaynaklanmamaktadır. Bu, tamamen bir çıkar ve hegemonya kurmakla ilgilidir. Emperyalistlerin asıl destek sunduğu gücün TC olduğu unutulmamalıdır. Yaptırım tehditlerinin altında daha fazla taviz koparmak istemi yatmaktadır. Hayati önemde olmadıkça TC, zaten tavizde sınır tanımaz bir esnekliğe, (bağımlılığın da bir sonucu olarak) zaten sahiptir.

Her şeyin iç içe geçtiği, kimin elinin kimin cebinde olduğu, at izinin it izine karıştığı bu karmaşık ilişkiler yumağında elbetteki sorunları ve ilişkileri doğru kavramak ve tahlilde bulunmak oldukça güçtür.

TC'nin Dışişleri Bakanlığı ve faşist bürokratlarının bu karmaşık ilişkiler içinde değiştirmesi ne tesadüfi bir olay ve ne de basit bir kabine değişikliği olarak görülemez. Bunun altında daha çok TC'nin ve emperyalistlerin çıkarlarının bir çatışma dönemine girdiği, emperyalist baskıların daha fazla yoğunlaşacağı yatmaktadır. Hikmet Çetin'in uluslararası tekeller ve lobilerle içli dışlı olması bir güvensizlik kaynağı olarak görülmekteydi. Ve Çetin'in bu güçlerin talimatlarının dışına çıkmayacağı sezileri, O'nun değiştirilmesine vesile olarak görülebilir.

Burada, emperyalistlerin “Kürt politikasının da görece bir değişikliğin gözlemlendiği diğer bir faktör olarak belirtilebilinir. Bu değişikliğin daha çok, TC'nin uyguladığı şiddet ve savaşın zayıflatılması ve giderek terkedilmesi yönünde kendini dışa vurduğunu belirtmek abes olmasa gerek!..

Mümtaz Soysal'ın Dışişler Bakanlığı’na terfi edilmesini daha çok belirtmeye çalıştığımız bu karmaşık ilişkilerin sonucu olduğu söylenebilinir. Yanısıra, Soysal'ın özelleştirmeye karşı tutumu ve soruna engel çıkarma girişimlerinin de bu şekilde ortadan kalkacağı hesabı yapılmıştır. Soysal, bugüne değin, her ne kadar burjuva liberal bir aydın intibasını vermişse de, O'nun ırkçılık düzeyine varan milliyetçiliği ve Kürt sorunundaki tutuculuğu Dışişler için biçilmiş kaftan olarak görülmesine neden olmuştur. Mümtaz Soysal, uşak ve uydu basın ve medya tarafından “Batı karşıtlığı”, “antiemperyalist fikirlere sahip” biri olarak tanıtıldıysa da bu gerçek dışıdır. Soysal, anti-emperyalist bir niteliğe sahip değildir. O'nun bazı reformlar yanlısı olduğu, devletin ve siyasal rejimin dikenlerinden kısmen de olsa arınması gerektiği ve “sosyal demokrasi” (!)yi savunduğu söylenebilir. Bu nitelikler ve özellikler itibariyle Soysal, Dışişleri’nde TC'nin çıkarlarını daha çok savunacak, yer yer emperyalistlerin haksızlıklarına tutum alarak çıkışlar yapacak ve fakat klasik dışişleri politikasından da ayrılmayacaktır.

Emperyalist baskılara rağmen Irak'la diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi doğrultusunda çaba içine girecek ve en önemlisi de Kürt düşmanlığı tutumunu en açık şekilde dışa vurup, olası bir “Kürt Devleti”nin oluşumuna engel olmaya çalışacaktır. Mümtaz Soysal'ın Dışişleri Bakanlığı'na atanmasına bir başka faktör de, SHP içindeki muhalif kanadın dizginlenmesi yatmaktadır. Koalisyonun koltuk destekçisi ve “kirli savaş”ın ortağı SHP; tüm kamuoyu baskısına, yoğun oy kaybına ve kendi tabanının itirazlarına rağmen kirliliğe, siyasi yozlaşma ve çürümeye, sermaye ve faşizmin taleplerine yanıt olmaya devam etmektedir. Son revizyonunda bunu gözönüne serdiği açıktır. SHP, oy kaybının gerçek nedenini araştırma yerine, artan milliyetçilik ve şovenizm dalgasına o da kendini kaptırmış ve mitinglerde daha fazla Kürt düşmanlığı politikasıyla oy kaybının önleneceği hesabı içindedir.

Koalisyonun giderek zayıflaması ve milletvekili istifalarının bir türlü bitmek bilmemesi sonucu, bu kez faşist MHP'nin de fiilen koalisyona eklemlendiği ve Türkeş'in sık sık T. Çillerle gizli görüşmeler yaparak taktikler verdiği bilinmektedir. Hatta öyle ki, MHP ve bazı bağımsız milletvekillerinin SHP'siz bir koalisyon planı yaparak, olası bir erken seçimle DYP ile ittifak içine girebileceği dahi düşünülmektedir.

MHP zaten başlangıçtan itibaren faşist kirli savaşın önemli bir dinamiği durumundadır. Pek çok kadrosu, Kürt illerinde korucubaşı, özel tim komutanıdır. Yine, son yerel seçimlerde karakol ve polis okullarındaki sandıklarda, tüm oylar MHP'ye atılmıştır. Ordu içinde, ikinci ve üçüncü derecedeki subayların önemli bir bölümü MHP'lidir. Zaten Kürt düşmanlığı ile artan şovenizm ve ırkçılık da en fazla MHP'nin işine yaramakta, güç kazanmasını sağlamaktadır.

Ordunun da çözülme, moralsizlik ve gerilla karşısında tutunamayıp dağılmayla yüzyüze kalması, giderek kirli savaşın çoğunlukla sivil faşist odaklar tarafından yürütülmesi planını daha çok öne çıkarmaktadır.

MGK'nın son on yılın dökümünü yaptığı “Kürt raporu” bu çözümsüzlüğü bir kez daha ortaya koymaya yetmektedir.

Bu süre içinde toplam 960 köyün yakılıp harabeye çevrildikten sonra boşaltıldığı, yalnızca operasyonlara 987 trilyonun harcandığı ve savaş faturasının 4.2 katrilyon olarak tahmin edildiği, operasyonlar sonucu yüzbinlerce hektar ormanın yakıldığı ve bu durumun doğal ekolojik dengeyi bozduğu; pek çok mağara ve tarihi kültür mirasının yok olduğu, MGK'nın raporunda itiraf edilmektedir. TC ve Genelkurmay’ın kendi insan kaybını devamlı olarak düşük gösterip, öldürülen gerilla sayısını yüksek göstermesi ve bu şekilde psikolojik savaş üstünlüğünü elinde tutarak moral kazanmaya önem verdiği bilinmesine karşın, yine de verdiği rakamların tüyler ürperten boyutta olduğu ortadadır. Buna göre; 244 subay, 621 astsubay, 930 uzman çavuş, onbaşı, 5644 er ve 275 emniyet mensubu olmak üzere toplam 7614 kişinin yaşamını yitirdiği yazılmaktadır. Bu sayılara 4036 köy korucusu da eklenince 11.750 (onbirbin) kişilik bir orduyu savaşta kaybettiği bizzat MGK tarafından kabul edilmektedir. Bu süre içinde 2 savaş uçağı, 3 helikopter, 5 savaş tankı devre dışı kalmış ve binlerce sakat insan bu ayıbı taşıyarak savaşa devam edilmesi istenmiştir.

Savaşta gerilla ve KUKM kayıplarının dökümü de şöyle sıralanmaktadır: 6443 gerilla, 3330 PKK yanlısı (ki bunların çoğunluğu PKK sempatizanı bile sayılmayacaktır) aynı süre zarfında 13.000 gerillanın sakat kaldığı ve onbinlerce kişinin de gözaltına alınarak çoğunun tutuklandığı da, MGK'nın raporu arasında yer almaktadır. (Kaynak Özgür Ülkeye aittir)

Bu sayıların da kanıtladığı gibi, gerilla ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi “üç beş çapulcu” ile ifade edilmeyecek kadar büyük, donanımlı ve yetkindir.

MGK'nın kendi denetimine aldığı ve hizaya soktuğu burjuva basını, bu kirlilik içinde promosyon savaşı ile kupon vermeye devam etmektedir. Kokuşmuş ve köhnemiş burjuva siyasal rejim kadar, basın da kirlenmiş, yozlaşmış ve köhnemiştir.

Onyıllardır milyonlarca işçi ve emekçiyi, yığınları terörize eden, karayı ak gösteren ve insan beyni ve yüreğini teslim alarak kirliliğe alıştıran basın ve medyadır. Günümüzde medyadan daha fazla, insanı afyonlayıp uyuşturan başka bir nesneden bahsedilemez.

Şayet 10 yıldır devam eden “kirli savaş”ın acı ve dramatik sonuçları hala bilinmiyorsa ve hala bu kör kuyunun, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” adı altında saklanarak anlaşılması sağlanamıyorsa bunun en baştaki nedeni medyadır.

Şayet bu medya, İngiliz basın kuruluşu BBC'nin İsrail askerlerinin Filistinli bir gerillanın kolunu nasıl kırdığını saptadığı gibi saptasaydı, ve aynı yayın kuruluşunun Falkland Adalarındaki İngiliz vahşetini tarafsız ortaya koyma tutumunu benimsemiş olsaydı acaba kirli savaş hala bu denli savunulabilinir miydi?

ABD'nin Vietnam vahşetini izleyen bir gazetecinin, askerlerin yaşlı bir Vietnamlı kadının başına dayattıkları silahı veya küçük bir çocuğun arkadan nasıl kurşunlandığını görüntülemesi savaşın kaderini ABD’nin aleyhine değiştirmeye yetmedi mi?

TC, ABD'nin Vietnam'daki uygulamalarının da, İsrail'in mazlum Filistinlilere uyguladığı terörün de beterini Kürdistan'da uygulamaktadır. Ne var ki medya, kör ve sağır yaşamakta ve sermayenin buyruklarından ayrılmamakta ayak direttikçe savaşın vahşet tablosunu yığınların öğrenmesine olanak yoktur.

Basın kuruluşları; televizyon ve gazeteler tekelci sermayenin ellerindedir. Sermaye, bu kuruluşlara kar amacının yanısıra, kurulu sistemin korunması görevi yüklemiştir. Pek çok basın kuruluşu devletten kredi alarak ayakta durmaktadır. Böyle bir ilişki ister istemez basına diyet, borç ödeme yüklemekle kalmamakta, ideolojik etkinlik sağlamanın da vazgeçilmez bir aracı durumuna getirmektedir. Köşe yazarları, gerçeği ortaya koyma, doğru haber yayma ve yazma, inceleme ve sorgulama yerine, sahibinin sesine göre şekillenmekte ve ona uygun konuşmaktadır.

Bir kısım bağımsız ve demokrat basın, hem gücü itibariyle ve hem de siyasal rejimin ağır baskılarına maruz kaldığından yeterli etkinliği ortaya koyamamaktadır. Faşist rejimin muhalif basına yönelik saldırıları, ağır cezalar uygulaması ve kapatarak milyarlık para cezalarına tabi tutması da egemenlerin tahammülsüzlüğünü ortaya koymaktadır. Son bir yıl içinde, pek çok akademisyen, araştırmacı yazar, sendikacı ve aydın “terör suçlusu” olarak tanımlanmış ve cezaevlerine kapatılmıştır. Onlarca devrimci ve sosyalist dergiye uygulanan ağır para cezaları ve kapatma davaları yetmiyormuş gibi yazıişleri müdürleri de olur olmaz bahanelerle tutuklanıp cezalandırılmaktadır.

Faşist rejimin ve sermayenin bu tahammülsüzlüğü ve siyasal saldırıları, onun bir avuç egemenler dışında milyonlarca işçi ve emekçiye ve Kürt ulusuna uyguladığı diktatörlüğün bir sonucudur. Devlet ve rejim sermayeye demokrasi, milyonlarca işçiye, emekçi memurlara ve tüm halka koyu bir baskı, terör, işkence ve tutuklama uygulamaktadır. Bu terörü kınayan, ona destek ve güç vermeyen her kurum, kişi, çevre ve parti hemen soruşturma ve kovuşturmalara maruz kalmaktadır.

Parlamento; en açık dejenerasyona, yozlaşmaya ve kokuşmuşluğa örnektir. Kendisi generaller tarafından kapatıldığında ve göstermelik parti kapatmaları gündeme geldiğinde avazı çıktığı kadar bağırıp, yakınan burjuva faşist parti liderleri, askerlerin pabucunu dama atarcasına cuntacı, darbeci ve yasaklayıcıdırlar. 2 Nisan darbesi bunlardan biridir. MGK'nın buyruğuyla DEP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılarak vekilliklerinin düşürülmesi... ardından hepsinin apar-topar tutuklanarak sorgulanması, burjuva parlamentonun sahip olduğu “demokrasi”(!) anlayışını gözler önüne sermektedir.

Koalisyon hükümeti, örneğine ender rastlanan bir pişkinlikle alttan yığınları ve işçi sınıfını, “demokratikleşme paketi” ile oyalamakta, açıkça alay etmektedir. Onların demokratikleşme dediği, tıpkı 141 ve 142'nin kaldırılarak, yerine daha baskıcı ve terörcü bir yasa olan “anti-terör yasası” örneğinde olduğu gibi, yeni faşist yasa ve karanameler çıkarıp ezilenleri terbiye etmenin bir aracı durumuna getirmekten başka ne olabilir ki?

Hele hele işçi sınıfı suskunluğunu korudukça, memurlar sustukça kısacası, tüm halk yığınları geniş ve kitlesel bir direniş ve mücadele ortaya koymadıkça, burjuvazinin; ezilenlerin lehine düzenlemelerde bulunmasına ve demokratik haklar tanınmasına hemen hemen hiç olanak yoktur. Özgürlük ve demokrasi mücadelesi, tüm yığınların sınıfsal kavgası ve direnişiyle başarılı olabilir. Kazanılmış haklar her dönemde mücadele sonucunda elde edilmiş ve hiçbir zaman burjuvazi tarafından hediye edilmemiştir. Bu bağlamda, koalisyonun “demokratikleşme” masalı kimseyi aldatıp, rehavete götürmemelidir.

Diyelim ki, basına yönelik baskılar ve verilen cezaların kaldırılması ve olası bir “basın affı” ancak, ciddi ve kararlı bir mücadele sonucunda hayat bulur. Yazarların, sendikacıların ve aydınların susturulmasını amaçlayan bu yaptırımların boşa çıkarılması tamamen bir kampanya sonucu yapılarak, oluşturulabilecek ciddi bir kamuoyu baskısı bu yasayı iptal edecek ve rafa kaldıracaktır. Yoksa, siyasal rejimin hiçbir gereklilik yokken, kendisinin çıkarttığı bir yasayı iptal etmesi ve o yasadan hüküm giyenleri salıvermesi düşünülemez.

Türk egemenlik sistemi, başka KUKM, olmak üzere hem işçi sınıfına ve hem de emekçi memur hareketine yönelik oldukça kapsamlı bir saldırı, susturma ve sindirme içindedir. Bu saldırılardan gençlik ve kadınlar da nasibini almaktadır. Rejim, tüm kötülüklerin, zamların ekonomik bunalımın nedeni olarak, Kürt Ulusal Mücadelesini göstermekte ve bunu vesile yaparak, herkesin fedakarlık yapmasını istemekle kalmayıp devlete itaat edilmesini empoze etmektedir. Bir yandan bankalara, ve tekelci sermayeye ucuz faizle kredi verirken, diğer yandan da 1 milyona yakın işçinin bağıtlanmış toplu iş sözleşmesi farklarını ödememekte, “zorunlu tasarruf fonu” adı altında toplanan paraları zamanı geldiği halde iade etmeyip el koymakta ve memurlarla alay edercesine 1 kg peynir dahi alınamayacak kadar komik bir “zam”la onları açlıkla yüzyüze bırakıp “fedakarlık” istemektedir.

Bir yandan teslim alınan sendikalar ve onların bürokrat başkanları aracılığıyla sınıf, eylemsizliğe ve hareketsizliğe sürüklenirken, diğer yandan da özelleştirme silahı ile işçi sınıfının sendikal kazanımları ve örgütlülüğü dağıtılarak kanatları yolunmak istenmektedir. Özelleştirme planı devreye konulduğundan bu yana pekçok işletme, işyeri ve belediye de bu fırsattan yararlanıp yüzbinlerce işçiyi işinden etmiştir. Henüz özelleştirme gerçekleşmediği halde, bunca işçinin işten atılması düşündürücüdür. Yalnızca belediyelerde bile Mart'tan bu yana 50 bini aşkın işçinin iş akdinin feshedilmesinin özelleştirmeyle direk bir bağı bulunmadığı ortadadır.

Görüldüğü gibi, hem özel tekelci sermaye ve hem de kamu sektörü özelleştirmeyi bahane edip, sınıfın en yiğit, mücadeleci ve deneyimli kesimini üretim dışına atmakta ve bu şekilde sınıfın eylemi dinamizmini içten içe zayıflatmayı amaçlamaktadırlar.

İşçi sınıfı, sermaye ve siyasal rejimle bir hesaplaşmaya girmez, kitlesel bir eylem ortaya koymaz ve somut iktisadi ve siyasi taleplerle meydanlara dökülmezse daha kapsamlı baskılarla yüzyüze kalacaktır. İşçi sınıfı, sendikal gericilik barikatını mutlaka yıkmalı ve sendikal bürokrasinin rejimle danışıklı dövüşünü deşifre etmelidir.

Sendikal bürokrasinin, işçi sınıfı içindeki burjuva ajanlar veya onların gizli temsilcileri olduğu unutulmadan sınıfın, ilk darbeyi bu kesime vurması, küçümsenemez bir başarı ve ilerleme olacaktır.

İşçi sınıfı, kendi gücüne güveni esas almadıkça, inisiyatifi ele geçirmedikçe ve kendi öz sınıf talepleriyle meydanlara çıkmadıkça, işten atılmalara, zor çalışma koşullarına ve rejimin yoğun saldırılarına set çekemez. İşçi sınıfı, Kürt Ulusal Mücadelesine destek vermeyi bir demokrasi ve özgürlük sorunu olarak görmelidir. Zira Kürt ulusunun özgürlüğe kavuşması, işçi sınıfının, demokrasi ve siyasal özgürlük mücadelesine de hizmet edecektir.

İktisadi ve Siyasal Bunalım, Devrimci ve Sosyalist Güçlere Yeni Olanaklar Sunuyor

Bir ülkede; siyasi ve iktisadi göstergelerin istikrarlı seyretmesi, toplumsal huzursuzluk ve hoşnutsuzluğun kendini dışa vurmaması, egemenlerin nefes borularının açık ve sistemin herhangi bir ciddi tehditle yüzyüze olmadığına işarettir. Bu tür durumlarda siyasi iktidar kendini kolaylıkla üretebilir. Devamlılığından zorlanmadan ilerleyebilir ve alttan yığınları yönetmekte pek fazla engelle karşılaşmaz.

Mevcut gösterge ve toplumsal görüngüler Türk egemenlik sisteminin huzur ve istikrarını değil, bunalım içinde olduklarını ve yönetmekte hayli zorlandıklarını göstermektedir. Ne var ki, derin iktisadi ve siyasal bunalım, sınıf çatışmaları ve bir devrimci ve sosyalist alternatifle birleşemezse, işçi sınıfı ve diğer muhalif toplumsal dinamikler, bir eylem dalgası ile faşist iktidarı tehdit etmekten uzaksa; daha da önemlisi, öznel (subjektif) koşullar yetersiz ve elverişli değilse bu durum; en başta mevcut iktidarların büyük bir tehdit altında olmadığını ifade eder.

Türk siyasal rejiminin durumu da, verili konjonktürde buna benzer bir durum göstermektedir. Sistemi pekçok hastalık kemirmekte, ateşi yükselmekte ve fakat bütün bunlar onu ölüme ve yıkıma götürecek düzeyden uzaktır.

Kürdistan Ulusal Kurtuluş mücadelesi kendi öz dinamikleriyle önemli bir mesafe sağlamış; taleplerini, sömürgeci egemenlik sistemine dayatmış, ancak işçi sınıfı ve emekçilerin gerekli desteğini kazanamadığından hedefine ulaşamıyor. Bundan dış koşulların da etkisi ve rolü unutulmamalıdır.

İşçi sınıfı; özelleştirme, işsizlik ve sendikasızlık saldırısına maruz kalmasını, enflasyonun getirdiği önemli geçim sıkıntılarına rağmen, hala bir direniş ve mücadele kararlılığı sergilemiş değildir. Korku yılgınlığı aşamamış, gücüne güvensizliği yıkamamış ve devrimci ve sosyalist hareketlerden uzak durmaya devam eden işçi sınıfından bilinçli ve iradi bir mücadele kararlılığını beklemek abestir.

Gerek işçi sınıfımız ve gerekse emekçi memur hareketinin, onca saldırı ve dayatmalara, yaptırım ve haksızlıklara rağmen güçlü bir karşı koyuş ortaya koyamaması kendi başına irdelenmeye muhtaçtır.

Sınıfın tam bir hareketsizlik ve eylemsizlik içinde olduğunu ileri sürmek yanlış olacaktır. Hatırı sayılır eylemlilikler, yer yer polis ve diğer militarist güçlerle lokal düzeyde karşı koyması ve iktisadi hakların kazanımı için ülke çapında eylemlere başvurması gözardı edilemez gelişmelerdir. Zaten sınıfın bilinç düzeyi, örgütlenmede aldığı mesafe, dayanışma kültürü, deney ve tecrübe zenginliği, sendikal bürokrasi ve gericilik tarafından pasifizm ve reformcu öğelerle sisteme bağlanması ve özellikle de marksist-leninist donanıma sahip bir öncüden yoksunluğu, siyasal rejimi sarsacak eylemler ortaya koymasına engeldir.

Gerek özgürlük ve demokrasi mücadelesinde kendinden sözettiren devrimci hareket ve gerekse, komünist zeminde yeralan politik oluşumlar olsun (mevcut durumlarıyla) sınıfa ve emekçilere gerekli güveni vermekten uzaktır. Demokratik devrimci hareketlerin bazı bireysel eylemlerine rağmen, sahip olduğu kültür ve ahlakın yanısıra, çarpık demokrasi bilinci, hotzotçuluğu ve kitlelere güvensizliği, yanlış strateji, program ve taktiklerle birleşince bu durum, işçi sınıfı ve emek cephesinin kendilerinden uzak durmasına neden olmaktadır. Bu kesimin kendi saflarında cereyan eden şiddet girişimleri ve yer yer silah kullanılması da sınıfın tepkisini çekmektedir.

Komünist saflarda yeralan ve marksizmi leninizmi temsil eden grup, hareket ve “parti”lerin bütün siyasal olgunluk, yerleşmiş sosyalist kültür, ahlak ve mücadelede işçi sınıfını temel almaları tek başına yeterli değildir. İyi niyetli ve samimi tüm uğraşlara rağmen hala marjinallikten kurtulamamaları, işçi sınıfı ve emekçilere yeterli güveni vermekten uzak olmaları, düşündürücüdür.

Toplumsal olaylara ve siyasal rejimin içinde bulunduğu genel ve kapsamlı bunalımların yarattığı olanaklara rağmen ML'lerin bir güç olamamasının nedenleri üzerine yoğunlaşmak ve marjinalliği aşmak önem taşımaktadır. Faşist siyasal iktidarın hemen hemen hergün yeni saldırılara başvurmasına, kazanılmış kısmi hakları rafa kaldırmasına ve yeni iktisadi ve siyasi yaptırımlar devreye koymasına karşın sosyalistlerin her somut durumu iyi değerlendirip taktikler geliştirdiğini söylemek ham hayal olur. Karşıdevrimin her bir saldırısı, devrimci ve sosyalist taktiklerle yanıtlanmadıkça ve yığınların beklentilerine karşılık verilmedikçe, komünistlerin görevlerini ve tarihsel sorumluluğunu yerine getirdiği söylenemez.

Açıkça söylemek gerekirse, nesnel koşulların sunduğu herbir olanağın marksist-leninistler tarafından yeterince değerlendirilemediği ve bu durumun da işçi sınıfının güvensizliğine neden olduğu açıktır. İşçi sınıfı yazımızdaki iç tutarlılığa ve teşhir ve propoganda da neleri nasıl kullandığımızdan ziyade, pratiğimize bakıyor. Hangi toplumsal olaya karşı, nasıl bir pratik ve eylem sergilediğimiz işçi sınıfını daha fazla ilgilendiriyor. Taktik savaşımda, devrimci mücadele araçlarını yerli yerinde kullanıp kullanmadığımız, bu araçların işçi sınıfı tarafından benimsenip benimsenmediği, enflasyon, işsizlik, zamlar, faşist yasalara karşı mücadele vb. vb. gibi somutluklarda, ML'lerin hangi somut siyasal eylem programları geliştirdikleri ve hangi kampanyaları örgütledikleri işçi sınıfı ve emekçileri örgütlemede önem taşımaktadır. Sözgelimi faşist rejim ve bürokrasinin gerçekleştirdiği yolsuzluk ve hırsızlıkların ve tekelci sermayeye peşkeş çekilen trilyonların, somut olarak ve belgeleriyle gözler önüne sergilenmesi ancak bir kampanya ile sağlanır. Aynı durum, sağlık eğitim ve kirli savaş için de geçerlidir. Bunların yerine getirilmesi görevi, sosyalist öncünün sorumlulukları arasındadır. Somut siyasal kampanyalar ve bu kampanyalarda kullanılan propaganda ve ajitasyon araçları ve etkin bir dil, işçi sınıfının örgütlenip öncüye güven duymasını sağlamada önemli bir yere sahiptir.

Ne var ki, marksist-leninist hareketlerin (kimi yerel çalışmalarını saymazsak) güçlü, birleşik kampanyalar gerçekleştirdiklerini söylemek oldukça güçtür. Kısacası, bu alanda izlenen politika; “deve kuşu misali”ni anımsatır türdendir.

Devrimci-demokratik saflarda olduğu gibi, marksist-leninistler bakımından da eylem birliği, sınıf çıkarlarını gözetme ve devletin saldırılarına karşı ortak tutum alma ve ortak savaşımı geliştirme bilinç ve sorumluluğu yanlış ve çarpıktır. Bu çarpıklık da yığınları olumsuz etkilemekle kalmamakta, uzak durmaya sevketmektedir. Her grubun kendini beğenmesi ve beğendirmeyi esas alması, grupsal rekabetin her zeminde kendisinden sözettirmesi, sınıfın şimşeklerini üzerine çeken bir başka konudur. Bu anlayış, işçi ve emek cephesini de gruplara bölmekte ve karşıdevrim ve mücadelede gücünün zayıflamasına neden olmaktadır.

Marksist-leninistlerin (en azından bir bölümünün) ortak irade ortaya koyma yönündeki samimi çabaları, işçi ve emekçileri de heyecanlandırmakta, ilgi ve desteğini almaktadır. Birlik yönünde atılan her somut adım, hiç kuşku yok ki, mevcut olumsuzluk ve handikapların önemli bir bölümünü aşacak, sınıfın sosyalistlere beslediği güvensizliği giderecek ve öncü ile sınıfın ayrı duruşunu önemli ölçüde yok edecektir. Birlik; mevcut koşulların, devrime sunduğu olanakları daha iyi görecek, değerlendirecek ve kanalize edecektir. Marjinal bir yapının kendi olanaklarıyla başaramadığını, ortak sosyalist irade kolaylıkla başaracak ve toplumsal olaylara müdahale etmede yol alacaktır. Siyasal kampanyaların hayat bulması, siyasal teşhir görevinin yerine getirilmesi ve propaganda ve ajitasyonun etkili, cezbedici gücünün ortaya konması; güçlü bir irade ve ML'lerin birliğinin sağlanmasıyla daha başarılı olacaktır.

Sosyalist saflardaki dağınıklığın kısmen giderilmesi, işçi sınıfının kümelendiği işletme ve fabrikalarda kendini konuşturmakla kalmayacak, buralarda yoğunlaşarak bir kale haline getirmeyi başarmada daha büyük olanaklara sahip olacaktır. Fabrika ve işletmelerin fethedilmesi ve üretim disiplini içinde işçi sınıfının örgütlenmesi, devrim ordusunu enine ve derinliğine yetkinleştirecektir.

Parti kültürü ve fikrinin geliştirilmesi, siyasal olgunluk ve tutarlılığın yerleştirilmesi, bilinçte ve örgütlenmede daha önemli mesafelerin alınması, en başta teori ile pratik arasındaki görece kopukluğa son verecek, sınıfın bütün olanaklarını merkezileştirip harekete geçirecektir.

Mevcut durumda; var olan devrimci olanakların devrime kanalize edilememesinin temel nedeni, güçlü ve tutarlı bir siyasal oluşumun bulunamamasından kaynaklanmaktadır. Siyasal rejim ve devletin içine girdiği yıkım, ekonomik darboğaz, siyasal bunalım, kangrene dönüşen pekçok sorunun bir türlü aşılamaması, muazzam çürüme, yozlaşma ve hoşnutsuzluk, giderek devrime kanalize etmektedir. Siyasal partiler, kitleleri kendilerine bağlamada ve inandırıcı olmaktan her geçen gün daha fazla uzaklaşmaktadır. Bütün bu veriler, sosyalistlere daha büyük görevler yüklemekte ve sorumluluğunu arttırmaktadır.

Kitle mücadelesinde esas engel haline gelen pasifizm ve sağcılığın aşılması, öncünün içinde bulunduğu zaafların giderilmesi ve yeni ufukların açılması için, somut eylem planları ve güçlü kampanyalarla tüm araçların devreye konulması gerekmektedir. Nesnel koşulların yarattığı elverişli durumu değerlendirmek ve devrime kanalize etmek politik öncünün en temel görevidir. Ve bunu başarmak, öznel koşulları işlevine kavuşturmak elimizdedir.

Devrimci Yaşam Dergisi

Eylül 1994

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi