Marksizm’in başat belirlemelerinden olan “tüm toplumsal yaşam, özünde pratiktir” (Feurbach Üzerine Tezler) vecizesi onun ortaya çıkış dönemine ilişkin de fikir verir. Marx, Alman düşünce ekolünün hakim olduğu bir coğrafyada doğup büyüdü. Akla gelebilecek önemli düşünürlerin çoğu ‘Alman’dı. Takip ederek etkilendiği, sonra kendi düşünce sistemini oluşturdukça koptuğu Hegel ve Feurbach gibi isimler onların en popüler olanlarıydı. Meşhur ‘11. Tez’ gibi pratiğe vurgunun altını çizen felsefecilerle gerilim ve polemik içeriğini de barındırır. Tutulan yolu, neden ortaya çıktığını, ayırıcı özelliği vurgulayan bu gibi ifadeler en genel anlamda sınır taşlarını andırır. Onun içine adımını atan, nereye geldiğini, nereye yürüdüğünü ve bunun nasıl yapılacağını böylece anlar–öğrenir. Eylemsizliğiyle meşhur Alman felsefe geleneği içinden gelen biri ‘eylem’e ve pratiğe merkezi önem veriyorsa bu hem ayrıksı bir tutum hem köklü bir eleştiridir ve Marx tam da bunu hedefleyip yola çıkarken belirsiz, muğlak ara bölgeler bırakmamıştır.
Zaman zaman pratik ve 11. Tez bütün bir felsefi geleneğin eleştirisi zannedilir. Oysa bağlamı hiç de o değildir. Alman ekonomisinin içinden/ve ona hüsran eder Marx. Çünkü, Doğu’daki İslam felsefesini ayırırsak bile, Antik Yunan’da Perikles gibi hem askeri lider hem de politikacı olan bir çok felsefeci vardı. Sadece o değil. Bütün Fransız felsefesi gayet aksiyonerdir. Rönesans, aydınlanma ve burjuva devrimdeki Fransız felsefecilerini hatırladığımızda, en bilinenlerden biri Holbach’tır, Marx’ın ne yapmaya çalıştığını daha iyi anlar ve bağlamı kaçırmaz.
Marx bir kopuşu ve yeniden inşayı temsil etti; bunu gerçekleştirdi. Her kopuş öncelikle içine doğduğu ‘verili durum’un köklü eleştirisidir. Kendi içinde bazı aşırılıkları taşıması olağandır. Semavi dinlerin ortaya çıkışından tarihsel ve toplumsal devrim denemelerine ve değişimlerine kadar hemen her örnek bunu doğrular.
Ancak, genellikle şu da olur: çıkıştaki asıl vurgu, ki bu yıkıcılığı içerir, zamanla biricik vurgu halini alınca yahut öyle zannedilirse birinci kuşaktan gelen isimler o tür aşırılıkları önlemek için söz alır, aslında ne söylemek istediklerini izah ederler. Bu gibi müdahalelere imkan bulamayan politik veya kültürel çıkışlar o şanstan da mahrum olduğu için genellikle elenir, gündemden düşer.
Marx ve Engels de bu sorunla yüz yüze geldi. Mesela ayı zamanda ütopiklik eleştirisi olarak ‘Ütopik Sosyalizm’in reddi olan fikirler dondurulunca ütopya karşıtlığı halini aldı. Bu yol Marksizmi alelade bir pozitivist türevine çıkarabilirdi. Marx ve Engels bu tehlikeye karşı mesai harcadı. Ancak Lenin’e kadar, daha tam ifadesiyle 2. Enternasyonal’de hakim olan bakış açısı ‘aşırı gerçekçilik’ olarak hayatın ve zamanın dondurulması çabasıydı. Trajik olan Marx ve Engels’in düşünsel varisleri sayılan Bernstein ve Kautsky’nin, zaman ve derece farklarıyla beraber ona en nihayet Marx’ın-Engels’in düşüncelerinin canına okumaya çalışmasıydı. Ancak tarihin diyalektiği işledi ve Lenin’in müdahalesi ile Marksizmi standartlaşma ve dondurma çabası yenilgiye uğratıldı.
Lenin’in hayal kurmayı salık veren bir yerde durması ve bunu ifade etmesi de kayda değerdir.
Toplumsal devrimin, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesiyle mümkün olacağını söyleyen Marx, yine o sıralar, toplumsal kurtuluşun hangi yollarla sağlanacağı hakkında süregelen tartışmalarda, diğer bütün kişi, grup ve çevrelerden ayrı bir yolu tutmuştu. Ancak bu da zaman içinde, sosyalizm için mecburi ön şart olmaktan çıkarılıp ‘gerçek ve yeter şart’ haline sokulunca ekonomik alt yapının hemen, her durumda değil ‘son tahlilde’ belirleyici olduğundan daha fazlasını söylediklerini yazan Engels böyle bir mekanikleştirmenin ne tür sonuçlara yol açacağının farkındaydı. Elbette Engels’in bunu kamusal bir yayında değil kişisel bir mektupta vurgulaması hakkında da, başka bir bağlam etrafında düşünmek faydalı olacaktır.
‘Ben Marksist değilim’ diyen Marx’ın, olguyu ve hareket halindeki düşünce dünyasının bazen iyi niyetlerle de donuklaştırılabileceğini öngördüğünü söyleyebiliriz. Değiştirenin değişmesi ve eğiticinin eğitilmesi hareketi ve etkileşimi öne çıkarır ve hatta gerektirir. Değiştirenin biyolojik değişimini değil, onun düşüncelerinin değişimini anlayabiliriz. Kendini ebedi özne, doğayı ve kitleleri, tarihi, zamanı nesne sayan anlayış aydınlanmanın kötü miraslarından biriydi ve Marx değil onu ikonlaştırarak, mumyalayarak, dondurarak onu şematize edenler o davranış çizgisini kesintiye uğrattılar.
Kendisine “Doğu’nun Marxı” da denilen İbn-i Haldun toplumları incelerken doğuş-çöküş döngüsünü “asabiyye” teorisiyle açıklamaya girişir. Bu dönem ilerici, devrimci düşünceleriyle akımlar çok geçmeden durağanlaşır ve sonra çöküşle yok olur. Bu yazı bağlamında bizi ilgilendiren, çıkış ve kopuş eylemlerinde tipik ve doğal olan köşeli, yer yer sert ifadelerin en genel anlamda köşe taşına dönüştürülerek bir tür hapishane inşa edilmesi halidir. Bu yola girildiğinde sonunun ne olacağı sorusunun tarih boyunca pek çok örnekte sınanan cevabı birbirine yakındır.
Türkiye devrimci hareketinin tarihi 1960’ların sonuna uzanır. Türkiye sosyalist hareketinin tarihi ise 1800’lerin ikinci yarısına kadar gider. Ağır yapısal sorunları bulunan sosyalist hareketin eylemli eleştirisi olarak 1971 devrimci hareketi, genel geçer sosyalist yaklaşımdan kopuştur.
Türkiye sosyalist hareketinin halkın dışında olmak/kalmak veya bunu tercih etmek biçimindeki yapısal zaafı, örgütsel bütünlükten yoksunluk, politik iddiasını kaybederek varoluşunu kültür hareketine sıkıştırmak ve karşı devrim cephesinin saldırılarına karşın legalizm konformizmini terk etmemeye iman etmek gibi diğer yapısal zaaflarla iç içe geçince, bahsettiğimiz kopuş, sosyalist hareketle anılan ne varsa tümüne tepkiyi de barındırdı.
Kentli, yarı aydın, bilen ama yapmayan, karışan ama uygulamayan, kariyerist, devrim gibi bir amacı olmayan ortalama sosyalist bireyin pratik eleştirisi, bütün bir 1970’lerde etkisi dalga dalga sürecek olan zaaflar halinde devrimci harekete sirayet etti.
Halka uzaklık eleştirisi halk ile bütünleşme biçiminde kitlesel devrimci dalgayı sağladı, halk gerçekliğiyle halk iç içe geçti ancak somut, düşünsel altyapısı ve strateji-taktik bağlamı inşa edilen bir devrim ve iktidar bilinci oluşturulamadı. Hatta ve daha sonra, bu kez 1970’ler kitleselliğine çok uzakken, bu kez tümüyle iktidar ve devrim odaklı hale gelen devrimci hareket bu defa halkın- ezilenlerin gündelik yaşamıyla iç içe olma doğal görevinden uzak kaldığı oranda neşesini, enerjisini yitirmeye başladı.
Okuyan, öğrenen, bilen ama yapmayan ortalama sosyalist sıradanlığın eleştirisi, okumayı, öğrenmeyi ancak mecbur kaldıkça üstlenme ve onu da pratik için araçsallaştırma tek yanlılığına yol açtı. Bir uçtan diğerine savrulmak, çıkış- kopuş dönemlerinde olağanken bunun yapısal karaktere dönüşmesi ölümcül risklere yol açtı. Türkiye ve Kürdistan devrimci mücadelesi yıllara yayıldıkça olumsuz etkileri günden güne daha bir kuvvetle hissedildi.
Lenin de pratik politik bir akımı ortaya çıkarırken pratiği vurguladı. Sonra ve mecburen o pratiğin ‘devrimci teori’ ön koşuluyla beraber düşünülmesini istedi. Türkiye şartlarında bu tek yanlılık ne yazık ki giderilmedi. Devrimci hareket salt pratikçi, çoğu zaman da düz pratikçi bir klişeyle tanımlanmaya zemin hazırlayan tek yanlılıktan sıyrılamadı. Marksist Leninist Komünistlerin, ‘düşünen ve dövüşen kadro ve partili’ yönelimi meselenin fark edildiğini anlatmakla birlikte, hem sorun bundan çok daha kapsamlı olduğu hem de böyle bir kadro kuşağı ortaya çıkarılamadığı için güçlü- kalıcı alternatifler henüz oluşturulamamıştır.
Teoriyi birikim isteyen, Marksizm’e hakimiyet gerektiren, kolektifin strateji-taktik bütününe vakıf olmayı zorunlu kılan çok kıymetli bir iş-alan değil de laf kalabalığı olarak gören ve bunu pratikçilik adına üreten bakış açısının, tepkisel olsun veya olmasın, trajik sorunlara yol açtığını Latin Amerika’dan Türkiye’ye bir çok politik devrimci akımın tarihini ele aldığımızda görebiliriz.
Latin Amerika devrimciliği, tıpkı Türkiye’deki gibi geleneksel sosyalist statükoculuğa baş kaldırıyordu. Kuvvetli popüler ve hala hatırlanan bir çok eylem yaptılar. Zora dayalı mücadeleyi yegane ayırıcı özellikleri haline getirdikçe, politik askeri başarısızlıklar ardından türlü tasfiye biçimlerine konu olmaktan kurtulamadılar. Mezhepçiliğin veya şablonların yettiği veya yeter gibi görüldüğü hızlı politika ve kitleselleşme halleri sona erdiğinde ağır tasfiyeler yaşadılar. Belki de tek şansları, pratik politik düşünüş biçimleri vesilesiyle tasfiyenin daha büyük yıkımlara yol açması için yerel sendikal-belediye hareketlerine dönüşme başarısıdır. Düz ve ideolojik bir yerden bakılınca tümünü ‘tasfiyeci’ diye suçlamak mümkün, ancak bir açıdan da bu tutunma başarısı toplumsal gelişimin daha fazla yıpranmasını engelledi. Ancak salt pratik politik hareketlerin ‘an’a müdahale imkanının yanında bütünü gözden kaçırma ve manipülasyona-akıntıya kapılmaya yatkınlıkları da olduğu için oradaki geri çekilmelerin ikili karakterlerinden biri her örnekle kendine has detaylar olmakla birlikte galip geldi.
Marx, Alman düşünce geleneği özelinde saf teorisizme karşı çıkar, önce Hegel ve ardından Feurbach’tan koparak Marksizm olarak adlandırılan yolu ararken en büyük avantajı, düşünsel ve entelektüel birikimini yine o ekol içinde gerçekleştirmesiydi. Okuyup öğrendikleri önemliydi, ancak, idealist- eylemsiz dış kabuk daha ileri gitmeyi önlüyordu. Marx onu kırdı.
1971 devrimci hareketinin birinci kuşak kadroları o güne kadar problemli sosyalist şekillenmenin esaslı reddine giriştiler. Onlar aynı zamanda, o geçiş döneminde, eleştirdikleri sol-politik kültürel/siyasal ortamda düşünsel birikimlerini kazandılar. Dönemin popüler sol dergilerinde yazılar yazdılar, tartışmalara katıldılar. Bu durum kopuş eylemlerinde onların daha geniş kitlelerce dikkate alınmasını sağladı. Söz gelimi,Mahir, Deniz, İbrahim ve yoldaşları, bir yandan gençlik, işçi, köylü eylemlerine daha çok katıldılar ve bu hareketleri devrimcileştirmeye çalıştılar, diğer yandan Marksizm, Leninizm ve dünya devrim deneyimlerini daha çok incelemeye yöneldiler. Bu nedenle geçmiş dönemin yollarında ısrar edenler prestij kaybına uğradı.
Bir akımın, toplumsal hareketin ve örgütlülüğünün içinden gelen, bütün gereklerini yapan ve eleştirisini orada inşa edenlerin sözü ile eylemi dönüştürme kapasitesine sahipken dışarıdan kimi zaman akıl veren, istikamet tayin etmeye çalışan yorum ve değerlendirmelerin dişe dokunur etkilere yol açması mümkün değildir. Üstelik söyledikleri oranda ciddiye alınacak fikirler olsa bile, dışarıdan yapılan eleştiriler buharlaşır.
Türkiye sosyalist hareketine, 1971 devrimcileri öncesinde ve onlarla zamandaş başka eleştiriler de yapıldı. Ancak, sadece 1971 devrimcilerin ki iz bıraktı. Çünkü bütün o eleştiri ve belirlemeler, stratejik konumlarında değişimi gerekli kılıyordu. Sosyalist hareketi kitlelere yabancılıkla, yarı aydın dar dünya görüşü vb. eleştirip o konumu terk etmeyenlerin, en başta geleni tutarsızlık olmak üzere pek çok karşı eleştiriye konu olmaları kaçınılmazdı. Legal yaşam ve konforu terk etmeden legallik eleştirisi yapmak da bunlardan biriydi ve bunu göze alabilen 1971 devrimciliği olduğu için saygınlık kazandı.
1970’lerin ikinci yarısından sonra devrimci hareketin bu kez bir başka tek yanlılıkla dar pratikçilikle malul olduğu eleştirisi ancak ve yalnızca bütün bu pratiklerin cefasını çeken, sıkıntılarını yaşayan, bedellerini gönüllüce üstlenenlerce gerçekleştirildiğinde anlam taşır. Hayatlarının herhangi bir anında bedel ödememiş, konformist yaşam düzenini sürdürmüş olanların dar pratikçilik gibi genellemeleri, tam da bu nedenle mücadeleye katkı olarak değil, gayet haklı bir tepkiyle haddini bilmezlik olarak değerlendirilebilir. Ayrıca bu türden kolay ve dışarıdan söz üretimi devrimci hareketin kendi iç dinamikleriyle yaptığı, yapabileceği tartışmaları da ketler. Bu denklem ve mekanizma esas olarak bütün ekoller için geçerlidir.
Gerek tek tanrılı dinler ve onlara bağlı tarihsel devrimler gerek yerel siyasal ve toplumsal devrimlerde; bir yandan reddedilişler ve kopuşlar bir yandan da kendinden önceki düşünce ve deneyim birikiminden istifade eden sentezcilik bir aradadır. İster Hz. Musa ve Hz. Muhammed’in davranış çizgisiyle bakalım ister Alman ve Osmanlı köylü isyanlarına ve elbette Marx’a, Lenin’e; tümünde bu tutum ve politik zeka öne çıkar. Olabildiğince birleştirerek, kırıp dökmeden birer devrim cephesi inşa etmeye girişmişlerdir.
Teori, düşünce, politik akıl, entelektüel donanım tam da bu bütüncül bakışa ulaşmak için hayati önemdedir. Eleştirmek, yıkmak ve aşmak aynı zamanda alternatif bir yeniden inşa dönemine açılmayı gerektirir. Tek yanlı varoluş biçimlerinin bunu sağlaması mümkün değildir. Yıkma, eleştirme hamleleri bununla buluşmadığında tepkisel hareketlerden daha ileri sıçramaya hayat izin vermez.
Pratik odaklı hareketler zaman içinde, düşünsel kurmaylık imkanlarından yoksunlukları oranında dar pratiklere gerilemeye ve politik pratiğin türlü nedenlerle kesintiye uğradığı veya nitelik kaybı yaşadığı durumlarda hızla sıradanlaşmaya adaydır. Genellikle de böyle olagelmiştir. Sadece 1970’lerde değil, 1990’larda da Türkiye’de son derece etkili devrimci adalet eylemlerinden dünya ölçeğinde ilgi uyandıran kitlesel politik kampanyalara uzanan eylem fırtınası dönemleri oldu. Hepsi kıymetliydi. Ne var ki 1970’lerden bu yana devrimciliğin aşil topuğu olan düşünce ile eylem yabancılaşması aşılamadığı için kalıcı toplumsal örgütlenmelerle tamamlanamadı. Yine bu nedenle, eylem dalgaları çeşitli kırılmalara uğradığında devrimci hareket, on yıllar boyunca etkisini örgütleyebileceği imkanları ıskaladı.
Oysa devrimcilik, kolektif planda ve onun etrafında/içinde bulunan devrimcilerin kişisel kapasiteleriyle, yıllarca sokak eksenli pratik politik imkanlardan mahrum olduğunda da kendini üretmeyi gerekli kılar. Çünkü aksi halde boşluklar oluşur ve o boşlukları dejenere hayat formlarından duygusal savrulmalara dek bütün çirkinliği ve cesametiyle kapitalizm doldurur. Savrulmalar, bozulmalar ve etik değer kayıpları devrimci ideallerden türlü biçimlerde üretilemediği zamanlarda güncel bir mesele halini alır.
Dolayısıyla pratik politik devrimciliğin izi sürülürken, düşünsel donanım buna uygun ise şayet, müzik, sanat- edebiyat- kültür- toplum bilim gibi başlıklar altında da o devrimcilik genişletilmiş ve yeni alanlara taşınmış olarak sürdürülebilir. Düşünsel kapsayıcılığa bağlı olan pratik politik ısrarının çekirdeğini oluşturduğu ancak varoluşun tek biçimi diye anlaşılmadığı dengeli konumları, hem aşırılıklara karşı önlem hem akıp giden olanakları değerlendirme yaratıcılığını barındırır.
Ahenk, müziğin yanında politikada ve onun yürütücüsü kolektif öznelerin kendilerini gerçekleştirme süreçlerinde anahtar kelimelerden biri. Ahengini kaybetmek geriye düşüşü, savrulmayı, organik bütünün ortadan kalktığını işaretler. Türkiye devrimci hareketinin kısa sayılamayacak elli yıllık tarihinde ahenk yitimini gösteren birçok örnek bulunabilir. Bütün araç ve biçimleri kullanmanın yanı sıra tarihsel ve çağdaş fikir çeşitliliğini sosyalizm saçağı altında alıp onlarla eleştirel etkileşimde bulunmaya açıklık hem ahenge hem sırat-ı müstakim’den ayrılmamaya delalet ederken kendi içine dönüşlerle, hariçte kalan her fikirle hasımlık temelinde harbe tutuşmalarla çerçevelenen daralma biçimleri ahengin kaybolduğunu, türlü tek yanlılıklardan birine kapıldığını anlatır.
Bu bağlamdaki tek yanlılık, ya zaman içinde türlü nedenlerle ortaya çıkan meselelerle aşırı indirgemeci bir tutum ve küçümseyici genellemelerle mahkum edici normatif bir dille “ilişkilenmek” ve onları araçsallaştırma çabası ya da o gibi akım ve meselelerle ilişkilenirken kendi olmaktan çıkıp onların kopyalarına dönüşmek onları yankılamaktır. Her iki durumda da kendi sözünü söyleme, meseleler ne ise üstünde düşünüp özgün fikirler üretme ihtimali ortadan kalkmış olur. Oysa Marksizm’in temel yöntemleriyle bütün başlıklarda özerk ve özgün düşünceler oluşturmak mümkündür. Yarılma, yabancılaşma ve birbiri üzerine fal açma yolları böyle böyle açılır.
Teorik hakimiyet, diyalektik kavrayış, gözünü ve kalbini hayata açma halleri tek yanlılıkları zayıflatacaktır. Türkiye devrimci hareketinde her iki ucun örnekleri var oldu. Ancak kitle bağlarının zayıfladığı ağır baskı dönemlerinde her iki biçim daha şiddetli biçimlerde ve daha fazla özneyi çevrelerine alarak sırat-ı müstakimin dışına taşıdı. Sonucu dağınıklık oldu. Dar ve dağınık siyasal tablolarda sözlerin radikalizmiyle sıradan pratik hayat gibi tezatlar kadar bütünüyle iradi kırılmalar da güncelliğini korudu. Sirkülasyon fazlalığıyla süreksiz- kesintili pratik politik güzergah güven duygusunu aşındırdıkça halk kitleleriyle politik özneler aynı evrede birbirinden farklı zamanlar yaşamaya başladı. Söz ve eylem, talepler ve ihtiyaçlar birbirine dokunmayınca açık yahut örtük ümitsizlikler dallanıp budaklandı. Kelimenin her anlamıyla devrim güncelliğine kilitlenmeyen, zamanla ‘çevre’ konumuna gerileyen bir politik mahfili devrim gerçekte pek ilgilendirmez ve o Lenin’in deyimiyle ‘Rubleye kapik eklemekle’ meşguldür, oysa devlet halk çelişkisi temelinde bakış toplumsal özgürlük cephesi oluşturma amacı taşıyan bir politik akım için fırsatların harcanması, tek yanlılıklar yüzünden devrimci imkanların heba olması hayati önemdedir.
Bütüncül zihin dünyasıyla teorik bakış zayıflığı günübirlik-palyatif tutumları stratejik konumlanışların önüne geçirdiyse son elli yıllık dar pratikçi ve dar grupçu reflekslerin eylemli eleştirisine ihtiyaç var demektir. Kendisini Rönesans iddiasıyla teorik-politik evrene içeren devrimci sosyalistlerin pratik ana doğrultusunun bu yönde ilerlediğini rahatlıkla söyleyebiliyoruz.
Ancak hala bir alternatif ana akım oluşturulamadığını da kaydetmek gerek. Darlığından ve örgüt zayıflığından bağımsız olarak devrimci hareket politik askeri eylemleriyle ülke sathında duyulup bilinmenin ötesinde türlü yok sayma tutumlarıyla karşılaşıyor. Sözünü, tezlerini, yorumlarını sınırlı bir alanın dışına genişletme dikkati ve rikkati en genel anlamda sol-sosyalist çevrelerde pek öne çıkmıyor.
İşaret ettiğimiz darlıklardan, tek yanlılıktan, entelektüel kapasite daralmasından bağımsız olarak bunu ele alamayız. Ancak bütün yeterlikler varken de, türlü grupçu-mezhepçi reflekslerin canlı olduğunu vurgulamak gerek. Devrimci hareketi veya devrimci sosyalistleri “aksiyonerlik” kıskacına hapsetmek bir politik kurnazlık değilse safdilliktir. İki karşıt eğilimin buluşması ilginç. Çünkü devrimci varoluşu salt aksiyonerlikle, pratikçilikle açıklayan ve dar yanıyla yalnızca buradan ilişkilenen refleksif tutumla bunu kendi politik yararı için kullanıp bir yafta haline getiren devrimcilik dışında bulunan sol-sosyalist çevrelerin eğilimi bir yanılma ve yabancılaşma katalizörü gibi çalışır.
Oysa politik askeri cephe çalışması ve pratiği bir toplumsal devrim partisinin toplam kapasitesinin çok az bir kısmına denk düşer. Çünkü, adı üstünde bütün bu faaliyetler, özünde toplumsal devrimi amaçlayan bir “parti”nin verimidir.
Bolşeviklerin eylem kapasitesi onların toplam kapasitesiyle karşılaştırılamaz bile. En aksiyoner devrimci gruplardan olan Tupamorolar’ın bütün kapasitesi oraya vakfedilmedi. Kürdistan özgürlük hareketini düşünelim, halihazırda dünyada en çok eylem üreten akım olduğu halde bu onun bütün kapasitesini yansıtmaz. Siyasal-toplumsal özgürlük mücadelesine de gayet uygundur bunlar. Devrimci partiler ,birey eylem grubu değildir ve o amacı da taşımaz.
Kürt siyasal hareketi bunu, kendisi bakımından “yüzde yirmi eylemcilik, yüzde seksen eğitim” biçiminde ifade etti. Oranlar değişebilir ama toplamda, yukarıdaki vurgumuzla uyumludur. O halde iki mesele iç içe geçer. İlki şu: Eylem üreten pratik politik kararın haricinde kalan kapasiteyle edebi, sanatsal, teorik-düşünsel üretim miktarı nedir? Yazık ki, tek yanlılıktan dolayı buralarda geniş kıraçlıklar, boşluklar var. Tümü doldurulmayı bekleyen boşluklar bunlar. Ancak öncü bakış açısı dönüşümüne ihtiyacı öne çıkıyor. Çünkü o boşluklar ancak bu dönüşümle dolacaktır.
Pratikçilik haricinde ne varsa tümünü pratikçi, indirgemecilikle araçsal-işlevsellikleriyle ele almak, müstakil, hususi düşünsel çaba ve birikimi öngörmediği için dikkate değer ürün yaratma sürekliliğini kapsayamaz.
Yakınmayı adet edinmek, zorlanmaları dış faktörlere bağlamak, sorunları kendi dışındaki durumlarla izaha kalkışmak devrimci iradi çabanın rolünü reddetmek anlamı taşır. O halde bir yandan devrimci bireyin hem moral-düşünsel donanımı elde etmesi ve diğer yandan pratikçilik haricinde de kendini kolektif planda üretmesi bütün yakınmalardan daha sonuç alıcı olacaktır.
Ancak bu da yetmez. Devrimcilikle arasına duvarlar çekenler genellikle konum belirleyici pozisyonlar, tartışmalardır.Devrimcileri yok sayan düşüncelerini önemsizleştiren davranışlarında gözlemlemek mümkün. Bütün iddialarını bırakan ama bir taraftan da bunu hazmedemeyenlerin, gençliklerini hatırlatan, sosyalizm mücadelesini türlü biçimlerde sürdürürken kişisel ikbal dertleri bulunmayan kimselere karşı bu tutumlarında ideolojik ve psikolojik faktörler iç içedir. Tekelci tutumlarını teşhir elbette seçenek dışı değil. Ancak salt bununla yetinmek, bir tür mağduriyet diliyle sonuç üretmeyen dövünmelerden farksızdır.
Seçenek oluşturmak için işe girişmek, üstelik bunu geniş kitlelerin sesini işitmediği gettolarda kendini var etme kolaycılığı yerine alternatif ana akımı oluşturmak, kalıcı, stratejik ve sonuç alıcı yol olacaktır.
Elbette bu tür bir yönelim Marksist Leninist Komünistleri, tepeden tırnağa, merkezden çevreye bütün bireyleri kapsayacak bir düşünsel derinleşme ve yenilenmeyle dar grup refleksinin ötesine taşırabilir. Uzatmayalım, Marx bir yandan Adam Smith’i, Ricardo’yu incelerken eş zamanlı biçimde felsefe çalışıyor, tarih okuyor, dönemdaş sosyalist düşünceleri izliyor, bilimsel gelişmeleri takip ediyor, edebiyat günü gününe okuyor, sorular çıkarıyordu. Ortalama bir Marksist’ten bu düzeyden daha azına razı olması çıtayı düşürmek, kapitalizme karşı mücadeleyi güncel bir konu haline getirmemek olacaktır. Kuşkusuz Engels ve Lenin’in hayatında da entelektüel düzey yüksektir. Daha önemlisi moral ve ilgi onlarda her yaşta diridir.
Maddenin niteliğinin artması, maddenin manevra ve atılım imkanlarını belirler. Kolektiften çok şey beklemek bütün bireyleriyle kolektifin yeni nitelikler kazanması halinde gerçekçi olacaktır. Bu konuda yolun neresinde olunduğu incelenmeyi hak eder bir sorundur.
İlgi çeşitliliği, birikim ve kişisel yaşam örgüsüyle tamamlanan iyimserlik Marx’ı tek yanlılıktan korudu. Onun öyle bir endişe duymasını gerektirecek esaslı soruları bu nedenle olmadı. Dolayısıyla o ilgi çeşitliliği, günümüzde de tek yanlılığa karşı koruyuculuğunu sürdürecektir. Ana akım politik-teorik- sanatsal-edebi alternatif demek hazır formüllerin, sıkça tekrarlandığı için yıpranmış ‘çözümlerin’ sekter- tepkisel-kestirip atan cümlelerin kolaycılığını kalıcı olarak terk etmeyi gerektirir.
‘Rönesans’ tam da buna imkan tanıyan bir bakış ve perspektifi teorik olarak kendinde taşır. Onu açığa çıkarıp işlemek, bu bakışa vesile olan soruları sormaktan uzak geleneksel dar pratikçi devrimciliğe kıyasla çok daha kolaydır. Kesişim kümesi siyasal özgürlükler devrimi, daha somut biçimiyle demokratik halk cumhuriyeti hedefi bulunan kolektiflerle bireylerin alabildiğine geniş özgürlük cephesi bu hedefi doğrultusunda hareketlendiğinde ortaya devasa bir enerji çıkacaktır.
Kültüralizm, teorisizm, dogmatiklik, dar pratikçilik gibi tek vektörü kimlik haline getirme eğilimi ağır baskı ve kolektif nitelik zayıflaması dönemlerinde daha şiddetli biçimlerde ortaya çıkar. Her türlü tek yanlılık kendi kendinin karikatürüne dönüşme faciasıyla yüz yüzedir. Rönesans iddiasını gündelik ‘rutin’ faaliyetin bileşenine dönüştürmeyi başarmak devrimin bin bir yolunu zorlarken, tek yanlılık çıkmazından da kurtuluş imkanıdır.