Savaşlar kapitalist üretim tarzı için birçok açıdan vazgeçilmezdir. Savaş, öncelikle kapitalist krizlerin aşılmasının etkin bir aracı olarak işlev görür. Savaşın yarattığı büyük çaplı yıkım ve sefaletin yanında işgaller ve sömürgeleştirme faaliyetleri sermayenin ve emek gücünün büyük ölçüde değersizleşmesine yol açarak düşen kâr oranlarını yeniden yükseltir, yeni pazarlar yaratır ve böylelikle “sıradan iflas ve işsizlik” dalgası ile aşılamayan aşırı-birikim krizleri aşılır. 19. yüzyılın sonunda ve 1929'da yaşanan küresel krizlerin ardından gelen Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşları tam olarak bu rolü oynamıştır. Yani savaşlar krizlerin sebebi değil, sonucudur. Kapitalizm “barış” zamanlarında dahi savaş gücüne ihtiyaç duyar. Zira emperyalistler başta olmak üzere birçok kapitalist devlet kendi siyasi ve iktisadi hegemonyasını askeri güç yoluyla kurar ve korur. Özetle savaşlar kapitalizmin hatalı işleyişinden değil, tersine, “mükemmel bir şekilde” işlemesinden kaynaklanır.
Uzun yıllar SSCB'ye karşı NATO'nun ileri karakolu olma görevini üstlenen, işbirlikçisi olduğu emperyalistlerin Ortadoğu politikalarına hizmet eden, Kürdistan'ı sömürgeci boyunduruk altında tutan Türkiye kapitalizmi için de savaş hep önemli bir araç oldu. Bu yazıda Türk burjuvazisinin yaptığı savaş harcamalarını ve Türk savaş sanayisinin tarihsel gelişimini mercek altına almaya çalışacağız. İncelemeler özellikle 2015 sonrasına odaklı olacak. Çünkü bu dönem Türk burjuva ordusunun işgalci-yayılmacı niteliğini kat be kat arttırdığı ve yerli savaş sanayisinin niteliksel bir sıçrama yaşandığının iddia edildiği, özel bir dönem.
Tanımlar
Savaş harcamaları, savaş sanayisi, savaş ekonomisi, vb. kavramlar sıklıkla birbirinin yerine kullanılıyor. Savaşın bir ülke kapitalizmi içerisindeki yerini ve gelişimini ölçebilmemiz için öncelikle konuya dair bazı temel tanımları netleştirmemiz gerekiyor.
Bu yazıda Savaş harcamaları kavramı ile devletin ordu, Savunma Bakanlığı ve savunma ile ilgili diğer kamu kurumları nezdinde yaptığı tüm silah, mühimmat, askeri haberleşme, inşaat (üs, havaalanı vb.) lojistik, bakım-onarım, ar-ge ve yardım harcamalarının (ithalat + yerli tedarik) ve askeri personele yaptığı harcamaların (ücret, sosyal haklar vb.) yanı sıra paramiliter güçlere yaptığı harcamalarının toplamını ifade ediyorum. Bu tanımı ve veri setini Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 1950-2019 arasını kapsayan Askeri Harcamalar Veri Tabanı'ndan alıyorum. [1]
Savaş sanayisi kavramını yerli özel sektör ve kamu üreticilerinin ekonomik büyüklüklerini (ciro, ihracat, ithalat) tanımlamak için kullanıyorum. Buna dair verileri yine SIPRI'nin Silah Ticaretinin Mali Değeri Veri Tabanı [2] ve Silah Sanayisi Veri Tabanı'ndan [3] T.C. Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanlığı verilerinden [4] özel sektör ve kamu üreticilerinin tamamına yakınını kapsayan Savunma Sanayicileri Derneği'nin (SASAD) 2012-2019 arasında yayınladığı yıllık performans raporlarından [5] ve basın taramasından derliyorum. Bu verilere SASAD üyesi olmadığı için bilgilerine erişemediğimiz İHA ve SİHA üreticisi Baykar A.Ş.'nin dahil olmadığını belirtelim.
Bir ülke kapitalizmi içerisinde savaşın toplam parasal büyüklüğünü savaş pazarı olarak adlandırıyoruz. Ancak savaş pazarının değerini ölçmek için basitçe devletin yaptığı savaş harcamaları ile yerli savaş sanayisinin satışlarını toplayamıyoruz, çünkü devletin savaş harcamaları bütçeden personele yapılan harcamaları, uluslararası tekellerden doğrudan yapılan ithalatı kapsadığı gibi yerli savaş sanayisinden tedarikleri de kapsıyor. (Şekil 1)
Şekil 1: Savaş Pazarı
Buradan devletin yaptığı savaş harcamaları ile yerli savaş sanayisinin ihracatını toplayarak savaş pazarının parasal büyüklüğüne ulaşabileceğimizi görüyoruz. Yani;
Savaş Pazarı = Devletin Savaş Harcamaları + Yerli Savaş Sanayisinin İhracatı
Savaş ekonomisi yerine “savaş pazarı” terimini seçmemin nedeni, ilkinin imar, iskân, inşaat, iflas, borsa-faiz gelirleri, kaçakçılık, gasp, doğal kaynak talanı, sermaye ve ucuz emek gücü göçü vb. gibi dolaylı ekonomik etkileri de içeriyor oluşudur. Bu verileri bir zaman serisi oluşturacak kadar kapsamlı ölçmek zor olduğu için kapsam dışında tutacağım.
Türk Savaş Pazarının Parasal Büyüklüğü
Türk burjuvazisinin savaş harcamaları kapitalist gelişmenin seyrine uyumlu bir biçimde artmış, savaş sanayisi ihracatı da 1990'ların sonlarından itibaren varlık göstermeye başlamış. (Şekil 2) [6] Ancak asıl pay hâlâ devletin savaş harcamalarına ait.
Şekil 2: Türk savaş pazarının parasal büyüklüğü, 1950 -2019
Türkiye kapitalizminde savaş pazarının parasal büyüklüğü 2019 itibariyle 23 milyar 189 milyon dolar. Bu, Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın (GSYİH) yüzde 3.05'ine karşılık geliyor.
Şekil 3: Türk Burjuvazisinin Dünya Savaş Pazarındaki Konumu, 1950-2019
2019 itibariyle dünya savaş harcamalarının toplamı 1 trilyon 868 milyar dolardır. Türk burjuvazisinin savaş harcamalarının dünya burjuvazinin toplam harcamaları içindeki payı 1950-1988 arasında inişli-çıkışlı bir seyir izlemiş ve ortalama binde 6 olmuşken, 1988'den sonra tırmanarak 1988-2019 arasında yüzde 1'e kadar yükselmiş (Şekil 3). Türk burjuva devleti 1980'de dünyanın en fazla savaş harcaması gerçekleştiren 24. devleti iken, 2019'da 15. sıraya gelmiş. Savaş harcamaların GSYİH'e oranı bakımından ise sıralama aynı yıllar için 31 ve 26 olarak gerçekleşmiş.
Yerli savaş sanayisinin gerçekleştirdiği ihracatın dünya burjuvazisinin toplam savaş sanayi ihracatı içerisindeki payı ise ilk veriye ulaşabildiğimiz 1998'de on binde 1'in altındayken, hızla artarak 2019 yılında binde 9 olmuş (Şekil 3). Türk burjuvazisi 1998'de savaş sanayisi ihracatında dünyada 33. sıradaymış. 2019'da ise bu alanda en fazla ihracat yapan 19. burjuvazi. En büyük silah üreticileri listesinde 2 Türk şirketi var: TUSAŞ/TAI ve ASELSAN. ASELSAN 2010'da dünyanın en büyük 103., TUSAŞ/TAI ise 2014'te 107. şirketi oluyor. 2018'e gelindiğinde ASELSAN 54., TUSAŞ/TAI 84. sıraya yükseliyor.
Türkiye kapitalizminin payda ve sıralamada yaşadığı bu hızlı tırmanış elbette dikkate değer ancak en fazla savaş harcaması yapan ABD'nin dünya savaş harcamaları içerisindeki payının 2019 itibariyle yüzde 40, ilk 10 ülkenin toplam payının da yüzde 77 olduğu düşünüldüğünde, Türkiye'nin askeri emperyalist bir güç olma yolunda ilerlediğini söylemek imkânsız. Aynı şey savaş sanayisi ihracatı için de geçerli. İlk sıradaki ABD tek başına tüm askeri ihracatın yüzde 41'ini, ilk 10 ülke de yüzde 89'unu gerçekleştiriyor. Yani her ne kadar payda ve sıralamada yükseliyor olsa da Türkiye başlıca askeri üretim güçlerinden olma yolunda sayılamaz.
Savaş Pazarının Türkiye Kapitalizmindeki Yeri ve Gelişimi
1960-2019 yılları arasında savaş pazarının Türkiye GSYİH içerisindeki payı ortalama yüzde 3.3 olmuş. GSYİH'ten alınan pay en fazla 1975'te (yüzde 5.12), en düşük ise 2015 yılında (yüzde 2) alınmış (Şekil 4). Tarihsel olarak baktığımızda bu payın azalma eğilimi içerisinde olduğunu görüyoruz. [7]
Şekil 4: Savaş Pazarının Ekonomideki Yeri ve Seyri, 1960-2019
Türkiye kapitalizmi içerisinde savaş pazarı payının büyüme eğilimine girdiği 3 dönem tespit ediyoruz: 1974-1982, 1988-2002 ve 2015-2019 (Şekilde griye boyalı alanlar).
Türk burjuva devletinin 1974'te Kıbrıs'ı işgal harekâtı ve NATO destekli faşist 12 Eylül 1980 askeri darbesi ilk dönemdeki artışı açıklayan somut olaylar olarak karşımıza çıkıyor. İkinci dönemdeki artış ise Kuzey Kürdistan'da yükselen ulusal kurtuluş mücadelesini boğmak için başlatılan sömürgeci savaş ile örtüşüyor. 2015'te başlayan ve hala da devam eden artış dönemine denk düşen askeri faaliyetlerin merkezinde ise Kürt halkına ve kazanımlarına yönelik Bakur, Rojava ve Başur Kürdistanı'nda çok daha üst bir düzeyde yeniden başlatılan işgalci-sömürgeci savaş ve diğer bölgelerdeki yayılmacılık faaliyetleri duruyor.
Siyasi ilişkiler iktisadi ilişkilerin yüksek düzeyde soyutlanmış halidir. Savaş pazarının ekonomi içindeki payının artmasının iktisadi bağlamını anlamak için bu artış dönemlerini Türkiye kapitalizminin ortalama kâr oranlarının [8] seyri ile karşılaştırabiliriz (Şekil 5). Savaş pazarının GSYİH içindeki payının sıçrama göstermesine yol açan bu 3 dönem aynı zamanda kâr oranlarında sert düşüşün yaşandığı yıllara denk gelmektedir. Kâr oranlarının yükseldiği dönemlerde ise bu pay azalma eğilimindedir. Buradan, Türkiye kapitalizminde ortalama kâr oranının seyri ile savaş pazarının gelişimi arasında ters yönlü ve güçlü sayılabilecek bir ilişki olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Şekil 5 Kâr Oranları ve Savaş Pazarı İlişkisi, 1960-2019
1960-80 arasında dünyadaki devrimci dalgaya paralel olarak gelişen sınıf mücadeleleri sömürü oranının azalmasını, emek gücünün değerinin yükselmesini koşullamıştı. 1974'teki küresel petrol krizi hammadde fiyatlarını katlamıştı. Yeni sömürge ülkelerde uygulanan ithal ikameci politikaların mantıksal bir sonucu olarak Türkiye'de de ithalat bağımlılığı artmış ve 1978'e gelindiğinde dış borç krizi patlak vermişti. Yunan faşist cuntasının Makarios'a yaptığı darbeyi bahane ederek, garantörlük hakkını kullanma adı altında 1974'te Kıbrıs'a gerçekleştirilen işgal harekatının ve sınıf hareketini ezip sömürü oranını arttırmaya, Türkiye kapitalizminin emperyalist pazarlara entegrasyon ve taşeronlaşma sürecini başlatmaya yarayan NATO destekli faşist 12 Eylül darbesinin maddi-ekonomik zemininin bu dönemde hızla azalmakta olan kâr oranlarına bir karşı eğilim yaratma ve/ya telafi çabası olduğu söylenebilir. Kâr oranlarının 1980-1986 arasında artmaya başlaması da bunu doğrular niteliktedir.
İkinci dönemde (1986-1999) savaş pazarının payının yeniden artmasının sebeplerinden birinin sömürgeci savaş olduğu belirtilmişti. Aynı dönemde tam askeri diktatörlüğün yarı askeri diktatörlük biçimini almasıyla birlikte faşist baskı ve yasakların bir miktar gevşetilmesi Türkiye'de de sınıf mücadelesinin yükselişe geçmesini koşullamış ve kâr oranlarının tekrar düşüş eğilimine girmesine yol açmıştı. Sömürgeci savaş hem Kuzey Kürdistan'da Türk burjuvazisinin sömürgeci boyunduruğu devam ettirme hem de yaratılan şovenizm ile Türkiye işçi sınıfının bilincini teslim alıp, isyanının Kürt halkının isyanıyla buluşmasını engelleme işlevi gördü.
Türk burjuvazi çıplak devlet zoruna rağmen çözemediği siyasi krizine ek olarak 2000-2001'de ciddi mali kriz yaşadı. Bu kriz Türkiye kapitalizminin mali-ekonomik sömürgeleşme sürecinin altyapısını hazırlamak için atılan, örneğin, maksimum kâr için meta ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, yerli mali sermayenin kamu kaynaklarıyla geliştirilmesi, devletin ekonomideki etkinliğinin azaltılması gibi adımların nesnel bir sonucuydu. Burjuva değişim programını ve uluslararası tekeller ve mali sermaye oligarşisinin ekonomik programını uygulama vaadiyle iktidara gelen AKP ile kâr oranları 2002-2006 arasında tekrar yükselişe geçti. Bu yükselişin başlıca sebepleri 2001 sonrasında dünyaya yayılan uluslararası mali sermaye akımlarının döviz kurunu, dolayısıyla sermaye malı ithalatını ucuzlatması, büyük çaplı özelleştirmeler ve İş Kanunu’nda emeğin kazanımları aleyhinde gerçekleşen değişikliklerdi.
Ancak yasa hükmünü icra etti ve kapitalizmin 2008-9'da yaşadığı küresel krizden sonraki inişli-çıkışlı durgunluk sürecinde, daha spesifik olarak da 2013 sonrasında küresel ticaretin ve yabancı sermaye akımlarının mali-ekonomik sömürgelere olan akışının ve dünya ticaretinin yavaşlaması Türkiye burjuvazisinin baharına son verdi. Uluslararası tekellerin üretimlerinin emek-yoğun kısımlarını taşıdıkları ucuz emek cehennemlerinden biri olarak üretkenlikte diğer taşeronlarla rekabet edebilmek için ithal sermaye malı girdisi ve dolayısıyla dış borç bağımlılığını devamlı arttırmak durumunda olan Türkiye kapitalizmi, uluslararası sermaye akımlarının yavaşlamasıyla yükselen döviz kurunun altında ezilmeye başlamıştı. İthalat ve dış borç bağımlılığının artması ülke içinde üretilen ve ele geçirilen yerli yeni değer (katma değer) oranının azalması anlamına gelir. Bu bağımlılık altında kâr kütlesinin arttırılması (büyüme) hala mümkün olur ancak kurların artışı bu oranı durduğu yerde bir kez daha azaltır ve kâr oranları daha da düşerek bir süre sonra kâr kütlesini de düşürmeye başlar. Kâr oranlarında 2007 ve sonrasında gerçekleşen hızlı erimenin ve 2015 sonrasında büyümenin de tavsamaya başlamasının nedeni budur.
2015 yılı sadece ekonomik krizin kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladığı değil, siyasi krizin de en üst düzeye çıktığı yıl oldu. AKP'nin burjuva değişim programı çerçevesinde bireysel-kültürel haklar çerçevesinde Kürt halkını teslim alma politikaları işe yaramamıştı. 2013'te Gezi Ayaklanması'nın Türkiye işçi sınıfı ile Kürt halkının mücadeleleri arasında bir köprü kurması, iki temel müttefikin HDP'de birleşerek 7 Haziran seçim zaferi ile faşist barajları parçalaması ve Rojava'da devrimin yükselmesi burjuva diktatörlüğün tarihsel-varoluşsal temelini sarstı. Bu koşullar altında sömürgeci savaşı yeniden, daha üst bir mertebede yükselterek ezilenler cephesini dağıtmak, kazanımlarını boğmak, hatta doğrudan işgalciliğe girişmek Türk burjuvazisi için kaçınılmaz hale geldi.
Savaş, ayrıca kapitalist krizden çıkışın yolu olarak da görülüyordu. Türkiye hammadde zengini değildi. Evet, emperyalist üretim hiyerarşisinde yüksek teknolojili süreçlerin üretildiği halkalara atlayarak üretilen artı-değerin elde tutulabilen kısmını bir nebze arttırabilmek, böylece küresel krizin şiddetini daha az hissetmek “mantıksal olarak” mümkündü. Ancak eşitsiz gelişim kanununun gereği, Türk burjuvazisi ne böyle bir atılımı yapabilecek derecede yüksek ve merkezileşmiş bir sermaye birikimine sahipti, ne de burjuvazisinin ikili yapısı ve devrimci yükselişlerin tetiklediği rejim krizi böylesine istikrarlı ve merkezi bir sermaye koordinasyonuna müsaade eder durumdaydı.
Ama Türkiye kapitalizminin önemli bir avantajı da vardı: siyasi tarihi ve coğrafyası. Türk burjuvazisi 2015'ten bu yana 3 parça Kürdistan'da (ve diğer coğrafyalarda) yeniden yükselttiği işgalci-sömürgeci savaş ve yayılmacılık faaliyetleri ile;
-
Krizle birlikte rekabetin keskinleştiği emperyalist meta pazarların aksine, talebini doğrudan kendisinin yaratabileceği bir pazar oluşturmayı,
-
Yaratacağı savaş ekonomisi ile imar, iskân ve inşaat sanayisini canlandırmayı,
-
Savaş sanayisinde dışa bağımlılık oranını azaltmayı,
-
Bu alanda yürütülecek ar-ge faaliyetleriyle sanayinin diğer alanlarının da faydalanacağı “yüksek teknolojili üretim halkalarına” öncü ve kestirme bir yol açmayı,
-
Ucuz hammadde kaynaklarına erişim sağlamayı,
-
Yaratılacak dinci-millici histeri ile Türkiye işçi sınıfını bir kez daha şovenizm boyunduruğuna almayı planlıyor.
Tüm bunlar kapitalizmin küresel krizi altında sömürü oranını, kâr oranını, kâr kütlesini ve dolayısıyla emperyalist hiyerarşi içerisindeki konumunu korumaya ve yükseltme hedefine hizmet ediyor.
Yerli Savaş Sanayisi
Toplam savaş pazarının büyütülmesini kapsayan bu plan içerisinde elbette ki salt savaş harcamalarının arttırılmasından ziyade yerli savaş sanayisinin geliştirilmesi çok daha özel bir yer tutuyor. Faşist şef sadece siyasi değil, iktisadi “kurtuluş” hikayesini de buradan yazıyor. Peki yerli savaş sanayisi bahsedildiği gibi büyük bir atılım içerisinde mi? Bu sanayinin Türkiye kapitalizmini yüksek teknolojili üretim halkalarına sıçratma kapasitesi nedir? Kapitalist krizin yönetilmesinde savaş sanayisinin rolü nedir?
Şekil 6: Yerli savaş sanayisinin ekonomideki payı, 1997 – 2019
1980'lere kadar Türkiye'de bir savaş sanayisinden söz etmek pek mümkün değil. Özellikle 1947'den sonra askeri varoluşu büyük ölçüde doğrudan ABD ve NATO yardım, hibe ve transferleri ile şekillenen Türkiye kapitalizminin 1980'de ABD ile imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması sonrasında (ABD ve NATO ülkelerinin lisansı ile ve onlar için üretim yapacak olsa da) kendi savaş sanayisinin fiziksel temellerini atmaya başladığını söyleyebiliriz. Ancak bu sanayiye dair en erken verimiz 1997 yılına kadar uzanabiliyor.
Yerli savaş sanayisinde 2019 itibariyle 77 şirkette 74 bine yakın kişi çalışıyor. Ancak bu şirketlere tedarikçi olarak çalışan çok sayıda taşeron şirket var. Toplamda bu sanayinin 2019 itibariyle cirosal büyüklüğü 10 milyar 818 milyon dolar, ihracatı da 2 milyar 741 milyon dolar seviyesinde. Bu cironun toplam sanayi üretimi içerisindeki payı yüzde 7.8, ihracatın toplam ihracat içerisindeki payı ise yüzde 1.9 olarak karşımıza çıkıyor (Şekil 6). Normalde bir alt-sanayinin cirosu ile toplam sanayi üretimi karşılaştırılabilir veriler değildir, zira ilki çift sayımları barındırır. Ancak son kullanıcıya ve sanayiciye yapılan satışlara dair detaya sadece son yıllar için erişebiliyor ve 2019 için savaş sanayisinin üretiminin toplam sanayi üretimi içerisindeki payının yüzde 6.3 olduğunu görüyoruz. Yine de savaş sanayisinin cirosunun toplam sanayi üretimine oranının zaman içindeki seyri bu sanayinin gelişimine dair bize önemli bilgiler sunuyor. 2005-2010 arasında artan savaş sanayisi payı 2010-2015 arasında yatay seyrediyor ve 2015 itibariyle sert şekilde tırmanmaya başlayarak 5 sene içerisinde 2 kattan fazla büyüyor.
Savaş sanayisi ihracatının toplam sanayi ihracatı içerisindeki payına baktığımızda da bu payın son 8 sene içerisinde 2 kat büyüdüğünü ve 2019'da 2.7 milyar dolar boyutuna ulaştığını görüyoruz. Bir bütün olarak baktığımızda savaş sanayisinin Türkiye kapitalizmi içinde önemi hızla büyüyen ve öncüleşme yolunda olan bir sektör haline gelmeye başladığı anlaşılıyor.
Türk savaş sanayisinin üretiminin yüzde 33'ünü silahlı ve silahsız zırhlı araçlar, yüzde 20'sini askeri havacılık, yaklaşık yüzde 10'unu da silah, mühimmat ve füze üretimi oluşturuyor. En büyük ihracat kalemini diğer mali-ekonomik sömürgelere yapılan silahlı/silahsız zırhlı araçlar oluşturuyor. Ardından AB'ye yapılan askeri havacılık satışları geliyor. Üçüncü sırada yine diğer mali-ekonomik sömürgelere yapılan silah, mühimmat ve füze ihracatı var.
Tablo 1: Son kullanıcıya yapılan satışların bazıları (ihracat + hibe), 2000 – ...
Şekil 7 ise bize ihracatın savaş sanayisi üretimi içerisindeki payının gelişimini gösteriyor. 2002-2015 arasında inişli-çıkışlı bir biçimde yükselen bu pay 2015-2019 arasında düşüyor. Bunu 2015 sonrasında bu sanayinin odağını daha fazla “iç pazara”, yani devletin savaş harcamalarındaki dışa bağımlılığını azaltmaya çevirmesi olarak okuyabiliriz.
Şekil 7: Yerli savaş sanayisinde ihracatın payı, 2002 – 2019
Gerçekten de Türkiye kapitalizminin savaş sanayisine yöneliminin artmasında asıl merak edilen nokta da burası, yani “yerli üretimle dışa bağımlılığın azaltılması” iddiası oluyor. Ar-ge faaliyetleri de bunun merkezinde duruyor. 2019'da Türkiye kapitalizminde en büyük 500 sanayi şirketinin ar-ge yatırımlarının toplam satışlara oranı yüzde 1 seviyesindeyken [9], savaş sanayisinden bu oran son 10 yılda ortalama yüzde 17 gibi inanılmaz bir seviyede gerçekleşmiş (Tablo 1). 2019 'da savaş sanayisi bu faaliyete 1.6 milyar dolar harcamış ve bu harcamalar tek başına 500 büyük sanayi şirketinin toplam ar-ge harcamalarının yüzde 17.2'sini teşkil etmiş. Elbette bu paralar “hür müteşebbisin” cebinden çıkmamış. Sermayenin kolektif aygıtı olarak burjuva devlet bu alana ciddi kaynak aktarmış, aktarıyor. 2008'de ar-ge harcamalarına verilen teşvik, toplam harcamaların yarısına denk gelirken bugün bu faaliyetlerin yüzde 80'ni teşviklerden fonlanır hale gelmiş.
Tablo 2: Savaş Sanayisinin Ar-Ge Harcamaları, 2008-2019
Savaş sanayilerinin geliştirilmesinde burjuva devletin kolektif bir sermaye aygıtı olarak işlev görmesi beklenen bir şeydir. Ancak Türkiye kapitalizminde bu işlevi şekillendiren şeylerden birisi de burjuvazisinin iki bloklu yapısıdır. Erdoğan MÜSİAD'ın dolaysız, TÜSİAD'ın ise dolaylı temsilcisidir. Savaş sanayisinde her iki grup da aktiftir. Her iki grup da tüm işgalci, sömürgeci ve yayılmacı faaliyetleri açıktan desteklemektedir. Ancak bu sanayiye yönelik teşvikler daha çok faşist şefin dolaysız temsilcisi olduğu ve mali sermaye gücüne sahip olmayan sermaye blokunun krizden korunmasının, kalkındırılmasının ve tekelci konuma yükseltilmesinin bir aracı kılınmaktadır. Bunun yanında, bu sanayiye tedarikçi olan taşeron ağları yoluyla orta burjuvazi de faşist gericiliğin Anadolu'daki kalesi kılınmaktadır. Kısacası yerli savaş sanayisi Türk burjuvazisinin bir bütün olarak çıkarlarını koruma amacının yanında, açık bir şekilde iç siyasi bir rol de oynamaktadır.
Bunca yatırımın bir sonucu olarak devletin gerçekleştirdiği savaş harcamaları içerisinde yerli savaş sanayisinden yapılan tedariklerin payı son 3 sene içerisinde artmış (Şekil 7). 2016 yapılan toplam harcamaların sadece yüzde 15'i yerli üreticilere yapılan ödemelerden oluşmuşken, 4 sene içerisinde bu pay da ikiye katlanmış. Personel harcamalarının en kötü ihtimalle sabit olduğunu varsaydığımızda dahi, bu, devletin savaş harcamaları içerisinde askeri ithalatın azaldığını gösterir.
Şekil 8: Savaş Harcamalarında Yerli Tedarik 2016-2019
Tüm bunlar, iddia edildiği üzere Türk burjuvazisinin savaş sanayisinde dışa bağımlılıktan kurtulmaya başladığı anlamına gelir mi? Devletin savaş harcamalarında ithalat payının azalması önemli bir göstergedir ancak yerli tedarikçinin ithalat bağımlılığına bakılmadan nihai tablo anlaşılamaz. Aslında savaş sanayisinde dışa bağımlılığı ölçmenin en dolaysız yolu savaş sanayisinin girdi-çıktı tablolarına bakarak ithal-girdi oranı bulmaktır. Diğer sanayiler için bunun ölçüldüğü çalışmalara erişebiliyoruz. Örneğin en büyük ihracat sektörleri olan motorlu taşıtlar, metal, elektrikli ekipman ve kimyada 2002'de yüzde 30 olan ithal-girdi oranı 2018'e gelindiğinde bu yana yüzde 45-50'ye fırlıyor [10] Ancak savaş sanayisi için üreticilerin bu konuda beyanları dışında ölçümlere sahip değiliz. Faşist şefin savaş başkanlığı bürosu 2002 yılında yüzde 80 olan ithal girdi oranını 2019'da yüzde 35'e düşürdüklerini iddia ediyor.
Şekil 9: Yerli Savaş Sanayisinde İthalatın Rolü, 2012-2019
Bunun doğruluğunu dolaylı yoldan da olsa sınamak için savaş sanayisinin net ihracat (ihracat eksi ithalat) verilerine bakabiliriz. Atılıma geçilen 2015 yılından bugüne ihracat artarken ithalat daha fazla artmış ve sektör 2018 itibariyle net ithalatçı duruma düşmüş (Şekil 9). Aynı dönemde ithalat giderlerinin toplam savaş sanayisi cirosu (devlete satışlar + ihracat) içerisindeki payı da yüzde 21.7'den yüzde 28.3'e çıkmış.
Yani veriler savaş sanayisinde dışa bağımlılığın azaldığını göstermiyor. Zaten kâr oranlarının sert bir şekilde azalmaya devam ediyor olması da bunu destekliyor [11]. 2002 ve sonrasındaki özelleştirmeler yoluyla kamunun dış borcu özel sektör borcu haline gelince nasıl toplam borçluluk buhar olmadıysa, benzer şekilde kamunun askeri ithalat yükünün de özel sektöre devredilmiş olması da ithalat bağımlılığını azaltmaz. Hatta savaş sanayisinin devletin tam teşviki ve koruması altında olduğu düşünüldüğünde, gerçek bir devirden dahi değil, askeri ithalat muhasebesinin takla atarak “sivil” borç hesaplarına dönüşmesinden bahsedebiliriz. Kısacası Türkiye kapitalizmin kronikleşen sorunu olan ithalat bağımlılığı savaş sanayisi için de geçerliliğini koruyor gözüküyor.
Aslına bakılırsa bunda şaşılacak bir şey yok. Girişte de bahsettiğimiz üzere, birçok metada olduğu gibi savaş sanayisinin büyük bölümünde de Türkiye kapitalizminin emperyalist üretim zincirleri içerisindeki temel rolü, küresel pazarlar için yapılan üretimin emek-yoğun süreçlerini üstlenmek. Örneğin Türkiye otomobil üretmiyor, lisansı uluslararası tekellerin otomobil üretiminin düşük teknolojili süreçlerini (montaj, çeşitli parçaların imalatı) üstleniyor. Bu şirketler de zaten yabancı ortaklıklarla kuruluyor. Savaş sanayisinde de durum çok farklı değil. Türkiye uluslararası silah tekellerinin tedarikçiliğini ve taşeronluğunu gerçekleştiriyor. “Yerli üretici” denen birçok büyük firma da General Electric, Rolls Royce, Pratt Whitney, Lockheed Martin gibi uluslararası tekellerle kurulan ortaklıklardan oluşuyor. Sadece tedarikçi değil, ana üretici olmak ve kendi ürünlerini ihraç etmek istediği zaman ise bunu uluslararası tekellerden parça parça ya da bütün olarak lisans alma/kiralama yoluyla gerçekleştirebiliyor.
Hatta ekonominin diğer sektörlerinin aksine savaş sanayisinde böyle bir bağımsızlaşmanın koşulları çok daha kısıtlı, çünkü bu alanda emperyalist ülkelerin sadece ekonomik değil, güçlü siyasi ve diplomatik bir boyunduruğu söz konusu. Örneğin roket, gemi, uçak, tanksavar, sevk barutu, tapa gibi birçok silahın ne kadar üretilebileceği ve kime satılabileceği konuları ABD ile 29 Mart 1980’de imzalanan ve hala yürürlükte olan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) ile sınırlanmış durumda [12]. S-400 tercihi sonucu F-35 uçağını ortak üretim planından (en azından şimdilik bir süreliğine) dışlanması, Suriye'de işgalci olduğu gerekçesiyle Almanya'nın Altay tankına motor ve şanzıman tedarik etmekten vazgeçmesi, İngiltere'nin lisans sahibi olduğu milli (!) ATAK helikopterinin Pakistan'a satışına izin vermemesi emperyalist kısıtlamalara dair güncel ve somut örnekler olarak karşımıza çıkıyor.
Peki, o halde milli piyade tüfeğinden milli helikoptere, milli SİHA'lardan milli gemi projesine her saniye gözümüzün içine sokulan savaş araçları sadece bir kandırmacadan mı ibaret? Tam olarak böyle söyleyemeyiz. Emperyalist tekellerin ürettiği stratejik ürün grupları zaman içerisinde değişiyor ve “eskiyen” teknolojilere sahip ürünlerin (örneğin beyaz eşya, televizyon) üretimini mali-ekonomik sömürgelere devredip, patentle korunan yüksek teknolojili ürün üretimine odaklanmak (örneğin bilgisayar, uzay teknolojileri) kârlılık açısından daha rasyonel oluyor. “Milli” silahların üretiminin bir kısmı bu emperyalist ürün döngüsünün doğal sonuçları olarak karşımıza çıkıyor. Yani emperyalist ülkeler artık “uzay kuvvetleri” oluşturma çabasına girince, Türkiye'ye kalan da ya orta teknolojili silahlı/silahsız zırhlı araçların üretimi ya da yüksek teknolojili havacılık ürünlerinin parça üretimi-montajı oluyor.
Bazı savaş araçlarının üretiminin Türkiye gibi ülkelere aktarılmasının sebebi ise uluslararası anlaşmalar, BM kararları vb. nedenlerle emperyalist ülkelerin silah satışının yasak olduğu Yemen, Libya gibi bölgelere silah sevkiyatının mali-ekonomik sömürgeler üzerinden gerçekleşmesinin daha kolay olmasından kaynaklanıyor. [13]
Geriye kalan üretimlerdeki “millilik” iddiası ise genelde propagandadan öteye geçemiyor. Örneğin “yüzde 93'ü yerli üretim” olduğu iddia edilen, faşist şefin “gözbebeği” silahlı insansız hava aracı (SİHA) TB-2 Bayraktar için Kanada'dan sensör ekipmanı, Almanya'dan füzeler için hedef teknolojisi, İngiltere'den füze yerleştiricisi ithal ediliyor. “Milli” Altay tankının topunun tasarımı Alman Rheinmetall'e ait. Motor ve şanzıman tedariki Almanya'nın ambargosuna çarpan tank için şimdilerde Güney Kore ile görüşülüyor. Yine pek milli ATAK helikopteri İtalyan-İngiliz Augusta Westland'ın A129 helikopterinin bir varyantı ve bu firmanın lisansıyla üretiliyor. Donanmanın amiral gemisi olacak olan TCG Anadolu İspanyol Navantia lisansı ile (İspanyol donanmasındaki Juan Carlos I gemisinin kopyası olarak) üretiliyor ve geminin yüzde 40'ının ithal girdiden oluştuğu belirtiliyor. Yine bir diğer “milli” olan savaş uçağı TF-X hala ithal edecek motor arıyor.
Sonuç
Elbette tüm bunlar yerli savaş sanayisinin 2015 sonrasında girdiği atılımı hafife almamızı gerektirmiyor. Türkiye'nin askeri emperyalist bir ülke olma yolunda ilerlediği veya bırakalım kâr oranlarını yeniden yükseltmeyi, savaş sanayisinde dışa bağımlılığını anlamlı ölçüde azaltabildiği dahi şimdilik söylenemese de özellikle SİHA gibi belli stratejik ürünlere odaklı gelişimi onu ana üretici olma yolunda yavaş da olsa ilerletiyor. Bir bütün olarak baktığımızda, ithalatın azaltılamaması/artması pahasına da olsa, Türk burjuvazisinin kapitalist kriz koşullarında kendi talebini kendisinin oluşturabildiği bir pazar yarattığı ve bu savaş pazarının (bu yazıda detaylarına girmediğimiz savaş ekonomisi üzerine yaptığı “pozitif” etkilerle birlikte) krizin etkilerini bir nebze hafiflettiği ve son yıllardaki ekonomik büyümesine katkı sunduğu muhakkak. Doğrudan etkilerin yanında, savaş pazarı ve sanayisinin büyümesinin aynı zamanda Erdoğan'ın dolaysız temsilcisi olduğu ve küresel pazarlardaki gücü çok sınırlı olan sermaye blokuna tekelleşme şansı veriyor olduğu, faşist şefin böylece sınıfsal dayanağını koruyabiliyor olduğu da bir gerçek.
Ancak askeri emperyalist bir güce sahip olmadan savaş sanayisi yoluyla büyümeyi sürdürmek emperyalistler arası çelişkilerden faydalanmayı gerektiriyor ve bu faydacılık da pratik sınırlarına çarpıyor. Dahası, kapitalizmin küresel krizi sürüyor ve Türkiye'nin de bir mali-ekonomik sömürge olarak yaşadığı kriz giderek ağırlaşıyor ama işgalci-sömürgeci savaş, bırakalım sosyal barışı satın alacak bir fazla üretmeyi, iç siyasi krizi daha da derinleştiriyor. Yaşam üzerinden artı-değer üretemeyen, ölümden üretiyor. Ölülerin yaşama da ölüme de artı-değer sömürüsüne de isyan edeceği güne kadar...
Dipnotlar
[1] https://www.sipri.org/databases/milex. “Askeri harcama” tanımının detayları için: https://www.sipri.org/databases/milex/sources-and-methods#definition-of-military-expenditure. Resmi olarak “savunma” kategorisine girmese de Kürt ulusuna yönelik yürütülen sömürgeci savaşta polisin bir kısmının da (Örn. TEM, PÖH, KGT) aktif bir savaş aygıtı olarak kullanılıyor olduğu ortadadır. SIPRI'nın “savunma ile ilgili diğer kamu kurumları” ve “paramiliter güçler” tanımına bu aygıtların ne kadarının dahil ettiğini bilmiyoruz. Ancak SIPRI'nın verdiği yıllık savaş harcamaları rakamlarını devletin gerçekleşen merkezi yönetim bütçesinin detayları ile karşılaştırdığımızda, bu rakamın Savunma Bakanlığı, MİT ve TSK için yapılan toplam harcamaların ve SGK'dan asker emeklilerine yapılabilecek maaş ödemelerinin toplamından epey fazla olduğu, dolayısıyla Emniyet Genel Müdürlüğü için yapılan harcamaların (personel, silah) bir kısmını da kapsıyor olabileceği görülüyor.
[2] https://www.sipri.org/databases/financial-value-global-arms-trade
[3] https://www.sipri.org/databases/armsindustry
[4] https://www.ssb.gov.tr/WebSite/ContentList.aspx?PageID=48
[5] https://www.sasad.org.tr/sasad-savunma-ve-havacilik-sanayii-performans-raporu. SASAD verileri 2015 itibariyle sivil uzay ve havacılık üretimine dair veri kırılımını da içeriyor ancak SIPRI bu verileri de Silah Ticaretinin Mali Değeri Veri Tabanı'na dahil etmiş gözüküyor. Bu, sivil uzay ve havacılık üretimi ile askeri uzay ve havacılık üretiminin yüksek derece geçişken olmasından kaynaklanabileceği gibi, veri toplama hatası da olabilir. Sivil havacılık ve uzay üretimine dair yeterli tarihsel veriye sahip olmadığımızdan dolayı savaş sanayisi ölçümü için SASAD raporlarındaki toplam ciro, ithalat ve ihracat rakamları veri alındı.
[6] Bu ve bundan sonraki tüm şekiller, bahsedilen kaynaklardan alınan verilere dayanarak yazar tarafından derlenmiştir.
[7] Ancak bu eğilim bizi yanıltmamalı. Şekil 2'den de hatırlayacağımız üzere savaş harcamalarının parasal büyüklüğü 1988'den itibaren neredeyse kesintisiz olarak ve dik bir çizgi ile tırmanıyor. Yani bu tarihten sonra GSYİH’ya olan orandaki azalışlar bu pazarın küçülmesinden değil, Türkiye kapitalizminin büyümesinin esas olarak diğer üretim alanları üzerinden gerçekleştiğine işaret ediyor. Orandaki artışlar ise hem diğer üretim faaliyetlerinin payının azalması, hem de askeri harcamaların artışının daha da sertleşmesine karşılık geliyor.
[8] Emperyalizm çağında tek tek ülkelerin ürettiği değil, ele geçirebildikleri kâr oranlarından bahsedebiliriz. Ancak yine de ülke oranları, tarih içerisindeki seyri görebilmek açısından faydalıdır. Kâr oranı formülü olan s/ (c+v)'yi hesaplamak için ihtiyaç duyulan uzun dönem verileri Penn World Table version 10.0'dan alındı. (bkz. https://www.rug.nl/ggdc/productivity/pwt/?lang=en). İngiliz Marksist iktisatçı Michael Roberts'ın gerekçe ve yöntemini izleyerek hesaplama sadece üretken üretim için değil, tüm ekonomi için yapıldı. (Tartışmalar için bkz. https://thenextrecession.wordpress.com/2020/07/25/a-world-rate-of-profit-a-new-approach/). Değişmeyen sermaye için “reel sermaye stoku”, değişen sermaye için “emek payı” sütunları kullanıldı. Artı-değer kütlesine erişmek için de GSYİH'den emek payı çıkarıldı. Amortisman paydan da düşürülmedi. Reel sermaye stoku verilerinin konut harcamalarını da içerebiliyor olması ve dönen sermaye verilerine sahip olmayışımız, elde ettiğimiz oranların doğruluğunu azaltan faktörlerdir. Gerçek oranlar biraz daha yüksek olacaktır. Ancak bu oranların rakamsal değerini değil tarih içerisindeki seyrini incelemek istediğimiz için elde edilen sonuçların kullanılabileceğini düşünüyoruz.
[9] http://www.iso500.org.tr/sunum-ve-konusma-metni/iso-500/
[11] Salgın dönemi olan 2020'de kâr oranları muhtemelen yükselecektir. Ama bu yükseliş toplamda ithalat bağımlılığının azalmasından değil, kısa çalışma, evden çalışma, ücretsiz izin vb. esnek çalışma uygulamaları yoluyla sömürü oranının arttırılmış olmasından kaynaklanacaktır.
[13] https://sendika.org/2020/08/turkiye-savunma-sanayii-ve-emperyalizm-593473/#_ftn6