Antiemperyalist Mücadelenin Kapsamı Ve Güncel Önemi

Bir yanda antiemperyalist pratikler, tavırlar (Venezuela, Irak, Lübnan); bir yanda ABD'nin ezme- boyunduruk altında tutma isteklerine, dayatmalarına direniş (Suriye, İran); bir yanda ise ırkçı faşist, şoven, burjuva milliyetçi demagojiler var. Komünist ve devrimcilerin tutarlı antiemperyalist mücadelelerini bir an için bir yana bırakırsak, ABD'ye karşı yürüttüğü söylem ve pratiği ile etkili olan Chavez hareketi, Irak'ta ABD ve işgalci ortaklarına karşı savaşım veren direnişçiler, Lübnan'da ABD ve Siyonizme kafa tutan Hizbullah, Filistin'de Siyonist İsrail ve ABD'ye direnen Hamas, Afganistan'da işgalci ABD ve NATO'ya karşı mücadele eden Taliban, dünyanın değişik köşelerinde emperyalist küreselleşmeye itiraz eden değişik grupların farklı içerikteki tepkileri yerküremizde etki yaratırken, tek tek devletlerdeki özgün gerçek ve sorunların farklı çehreler kazandığı ırkçı-faşist, şoven, burjuva milliyetçi partilerin, grupların, çevrelerin demagojik “vatanseverlik” söylemleri de güçlenmekte, örneğin burada bunların bir kolu ilerici güçler, işçi ve emekçiler içinde ideolojik hegemonya kurmaya yönelmektedir. Hatta inanacak olursanız; MHP, BBP, bilumum kuvvacı, vatansever güçbirlikçi kesimler, Genelkurmay, Çankaya “vatanseverlik” nedeniyle “küreselleşmeye”, Türkiye'yi bölüp parçalamak isteyen Batı'ya karşıdırlar! “Bağımsızlık” istemektedirler!

Türkiye'de daha dün ilerici-demokrat tutum içindeki birçok aydın ve sanatçı antiemperyalizm adına Genelkurmay bayrağının altına sığındılar, ilerici-demokratik talepli mücadeleyi yükseltenleri 'emperyalistlerin oyununa gelmek'le eleştiriyor; Kıbrıs'ta işgalin, Kürdistan'da sömürgeciliğin sürdürülmesini antiemperyalizmin gereği ilan ediyorlar.

Antiemperyalizm sorununda ortaya çıkan bu belirsizlik ve karmaşıklık, karşıt saflara geçişteki baş döndürücü hız, içinden geçmekte olduğumuz sürecin bir tarifidir aynı zamanda. Kapitalist sistemde, onun emperyalist hakimiyet biçiminde öylesine değişimler yaşanıyor ki, hiçbir olgu birkaç on yıl önceki kavram içerikleri ya da düşünce kalıpları ile açıklanamaz. Egemenlik biçimlerindeki değişim, kaçınılmaz olarak sınıfların karşılıklı ilişkilerinde kimisi geçici, kimisi köklü ve geri dönülmez sonuçlara yol açan sarsıntılar yaratmaktadır.

Meselenin bu yanı incelemeye tabi tutulmadan, olgular keyfiyetten bütünüyle uzak, kendi gerçekliği içinde ve aynı dönemdeki başka olgularla ilişki ve etkileşimi dikkate alınarak değerlendirilmeden, bilimsel bir yaklaşım sergilemek olanaksızdır.

Önsel fikirlerin hayat içindeki kanıtlarını aramak değil, somut koşulların somut tahlilini yaparak gerçeğin bilgisine ulaşmak, materyalist yaklaşımın ve diyalektik yöntemin bilimsel sosyalizmdeki karşılığıdır. Gerçeğin bu bilgisinden hareketle sınıf mücadelesine, mevcut duruma işçi sınıfı cephesinden müdahale etmek ve sürece yön veren etkin bir irade oluşturmak Marksizm'in tayin edici düsturudur.

Her olay ya da olgu, içinde oluştuğu tarihsel çevre (en geniş anlamda ekonomik, politik ve toplumsal çevre) tarafından belirlenir. Ya da bir başka deyişle onun ürünüdür. Bir kez ortaya çıktıktan sonra bu olgu ya da olay onu yaratan tarihsel çevre üzerinde, sınıf çelişkilerinin keskinlik düzeyine bağlı olarak, şu ya da bu düzeyde, az ya da çok etkide bulunur.

Geçmişteki herhangi bir olay, oluştuğu koşullar dikkate alınarak değerlendirilebilir. Geçmişteki olgu ve olaylar bugünkü tarihsel çevre kantarına vurarak yeniden tarif edilemeyeceği gibi, bugünkü benzer olaylar, biçimsel benzerlik ne denli çarpıcı olursa olsun geçmiş tarihsel koşullara göre tanımlanamazlar. Çünkü her şey gibi sınıflar ve sınıf ilişkileri de akışkandır ve sürekli yeni biçimler alarak değişime uğramaktadır.

Kapitalist emperyalizm ve onun yüzyıldan fazla süredir geçirdiği değişimler tanımlanmadan antiemperyalizmin günümüzdeki içeriği ve politik mücadeledeki yeri belirlenemez. Örneğin; 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi ya da hemen sonrası dünya ile bugün arasında, özsel bakımdan, her iki dönemin de kapitalist emperyalizm olması anlamında bir fark yoktur. Buna karşın hiçbir şey aynı değildir; ne emperyalist tekeller, ne işçi sınıfı, ne köylülük, ne de diğer tabakalar yüzyıl önceki durumundadırlar.

Kuşkusuz, kapitalist emperyalizmde meydana gelen değişimler ve bunun sınıf mücadelesine dolaysız etkileri incelenmeye değer. Ne var ki burada sadece konumuzu ilgilendiren sınırlar dahilinde meseleyi ele alacağız.

Emperyalist Küreselleşme Sürecinde Yeni Sömürgecilik'ten Yeni Tipte Yeniden Sömürgeciliğe

SSCB 1991'de yıkıldı. Bu aynı zamanda, Varşova Paktı'nın dağılması ve iki kampa bölünmüş dünyanın sonu anlamına geliyordu. 1956'dan sonra girilen kapitalist yol, 1991'de SSCB devletinin ortadan kalkmasına yol açmıştı.

Kapitalist emperyalizmde 1970'lerden itibaren önemli değişiklikler belirmeye başlamıştı. Değişiklikler giderek daha ayırt edici bir hal aldı. Üretim ve sermayenin yoğunlaşma düzeyi yükseldi. Uluslararası tekellerin etkinliği büyüdü, mali oligarşinin hakimiyeti perçinlendi. Bunlara bağlı olarak tekelci rekabet şiddetlendi. Muazzam miktarlara ulaşan sermaye fazlasının mevcut pazar yapısı ve pazar bileşenleri ile kendini yeniden üretmesinin, düşen kar oranlarını telafi etmesinin olanakları yoktu. Sermaye için yeni değerlenme alanları, yüksek karlar elde edebileceği yeni pazarlar bulmak, ya da var olanları bu amaca uygun olarak dönüştürmek zorunluydu. Gerçi, birbirine sıkıca bağlanmış bir dünya pazarı oluşmuştu, yine de bu farklı pazarların iç içe geçmiş sıkı birliğini ifade ediyordu. Yüksek gümrük duvarları, iç pazarı korumaya dönük bir dizi mevzuat, sermaye transferine konan engeller, sermayenin isteklerine artık yetmeyen bir düzeyi ifade ediyordu. Sermaye daha fazlasını istiyordu. Mali sermaye için ihtiyaç olan şey, sermayenin engelsiz dolaşım özgürlüğünü olanaklı kılan bütünlüklü bir dünya pazarıydı. Bu bütünleşme rekabetin tükenmesine değil, tam tersine çok daha yıkıcı bir hal almasına yol açacaktı. Çünkü var olmak için dünya pazarında söz sahibi olacak bir sermaye kuvvetine ulaşmak gerekiyordu.

Yeni sömürge devletler, emperyalist sisteme o denli bağımlı hale gelmişlerdi ki, tekelci sermayenin bu sınırsız dolaşım isteğine karşı koyamazlardı. Az çok karşı koymaya yeltenenler ya da az çok farklı politikalar izlemeye kalkanlar, askeri faşist cuntalarca alaşağı edildiler. İşbirlikçi tekelci burjuvalar da emperyalist tekellerin çıkarına tabi şekilde yeni sömürgelerin dönüştürülmesinin başlıca unsurlarındandı. Çünkü bu aynı zamanda onların da çıkarınaydı. Devlet destekli palazlanmanın sonuna gelinmişti. Bu haliyle iç pazar tıkanmaya başlamış, uluslararası sermayenin sınırları açma zorlamasına karşı 'dünyaya açılmak' dışında bir yol kalmamıştı. Devlete ait işletmeler, mülkler özelleştirme adı altında uluslararası tekellere ve işbirlikçi burjuvaziye peşkeş çekilmeli, toplumsal faydalı işler kategorisine giren eğitim, sağlık yine aynı güçlere kar alanı olarak devredilmeli, sermaye akışı ve dolaşımının önündeki tüm engeller kaldırılmalı, iç pazarı korumaya yönelik mevzuat kökten değiştirilmeliydi.

SSCB'nin yıkılması, başlamış olan süreci daha da hızlandırdı. SSCB'den ve revizyonist kamptan geriye kalan devletlerin kapitalist emperyalist sisteme entegrasyonu, kapitalistler için muazzam önemde tarihsel bir fırsattı. Balkanlar'da meydana gelen trajik olaylar, emperyalist rekabetin ve gerici milliyetçiliğin halkları nasıl birbirini boğazlamaya sürüklediğini bir kez daha gösterdi. Çin'in kapitalist dünyaya etkin entegrasyonu da emperyalist küreselleşmeyi hızlandıran faktörlerden biri olarak kaydedilmelidir. Böylelikle 20 yy. boyunca kovulduğu bütün mevzilere kapitalist emperyalizm yeniden nüfuz etti.

SSCB'nin yıkılması, Yugoslavya'nın parçalanıp emperyalistler arasında paylaşılması, diğerlerinin emperyalist sisteme entegre edilmesi ile sonuçlanmadı yalnızca. Düne kadar SSCB'ye karşıt, antikomünizm temelinde örgütlenmiş bağımlı devletlerin de dönüşüme uğratılmasına yol açtı.

Bir avuç emperyalist devletin dünyayı yeniden düzenleme -yeni tipte sömürgeleştirme- hamlesi emperyalist devletlerle bağımlı ülkeler arasında bir dizi yeni çelişkinin doğmasına neden oldu. Konuyla ilgili verilebilecek tipik örneklerden biri; Yugoslavya ve Miloseviç'tir. Miloseviç, Yugoslavya'nın emperyalizme entegrasyonunun başlıca figürlerinden biriydi. SSCB'nin dağılmasının ardından iştahı kabaran Avrupalı emperyalistlerin Yugoslavya'yı parçalayıp yutma girişimi karşısında daha da keskin bir Sırp milliyetçisi olarak boy gösterdi. Hırvat ya da Sloven ayrılıkçı milliyetçiliği ulusal kurtuluşçu bir milliyetçilik olmadığı gibi, Miloseviç'in ileri sürdüğü gibi Sırp milliyetçiliği de en küçük bir antiemperyalist öz taşımıyordu; birinciler emperyalizme iltihak, ikincisi ise başka ulusları zorla egemenlik altında tutma girişimiydi. Miloseviç'in gerici milliyetçiliğini antiemperyalizm söylemi ile maskelemesi durumu değiştirmiyordu. Ne böyle bir rolü, ne tutumu, ne de programı vardı. O, Sırp egemen sınıflarının bir kesiminin milliyetçi sözcüsüydü. Bu milliyetçilik baştan aşağı gerici milliyetçiliktir. O, ne kapitalizme karşıydı ne de emperyalizme. Emperyalist sistem içinde “büyük” devletlere rağmen ve onların çıkarına aykırı olarak kendi çıkarlarını elde tutma mücadelesi veriyordu. Başka ulusları Sırp burjuvazisinin egemenliği altında tutarak Yugoslavya'nın emperyalist sistem içindeki yerini sağlamlaştırmaktan yanaydı.

Benzer bir durum Irak'ta yaşandı. Irak, emperyalist yeni tipte entegrasyona karşı direnişin en çarpıcı örneklerinden biridir. Bir dönem SSCB etkisi altında burjuva bir devlet olan Irak, Saddam'la birlikte AB ve ABD emperyalizmine yanaştı. İran'la savaşında Saddam'ı emperyalistler etkin biçimde destekledi. Saddam, Güneybatı Asya'da (Ortadoğu) bağımsız bir politik aktör olarak kalabileceğini düşünüyordu. Oysa bu petrol coğrafyasında emperyalistler, bütün devletlere ekonomik-politik entegrasyonu dayatıyordu. Saddam, ezilen Irak halkları üzerinde gerici bir diktatörlük kurmuştu. Emperyalistlerin entegrasyon dayatmasına Saddam direnince, hatta bunun da ötesinde, Kuveyt'i ilhak etmeye kalkışınca, emperyalist saldırganlık yeni bir boyut kazandı. İki safhalı bir emperyalist saldırı sonucu Irak işgal edildi. O ana kadar zorba rejimi korumaya dönük gerici milliyetçi bir savunu içinde olan BAAS'çılar, işgalin ardından emperyalist işgale karşı direniş cephesinde yer aldılar. İşgale karşı aktif tutumları nedeniyle nesnel olarak antiemperyalist bir rol oynuyorlar.

Bu kategoride ele alınabilecek bir diğer örnek, Afganistan'dır. SSCB'nin ülkeyi işgal etmesine karşı politik İslami direnişi destekleyen ve büyüten ABD ve diğer emperyalistlerdi. Talibanlar, ABD'nin yeni sömürgesi Pakistan tarafından eğitildi ve organize edildi. Onlar bu desteği arkalayarak ülkenin büyük bölümünde iktidarı ele geçirdiler. Daha sonra onlar da ABD'den bağımsız hareket etmeye yeltendi ve entegrasyona kafa tuttu. Bunun üzerine, Afganistan emperyalist işgale uğradı. Taliban kuvvetleri diğer ABD karşıtı kuvvetlerle birleşerek direnişe geçti. Dün emperyalizmin gerici vurucu kuvvetlerinden biri olan Taliban, direnişteki tutumundan dolayı nesnel olarak antiemperyalist bir rol oynuyor.

İran ve Suriye devletleri de emperyalist zorbalıkla karşı karşıyadırlar. Tıpkı Saddam Irak'ında olduğu gibi bu ülkenin egemenleri bu dayatmaları kabul ettikleri an, altlarındaki iktidar toprağının kayıp gideceğini biliyorlar. Bu nedenle emperyalist yaptırımlara karşı içte baskıları artırmak ve dışta gerici işbirliğine girmekten çekinmiyorlar. Kürtlere karşı zorbalık, ezilenlerin politik özgürlük talebini gerici tahakkümü yoğunlaştırarak yanıtlama, bölge gerici devletleriyle ortaklık girişimleri bunun başlıca örnekleridir. Emperyalizmin dayatmaları kadar onların gerici burjuva diktatörlüklerini tahkim ederek sürdürme gayreti de kabul edilemez. Bu gerici burjuva diktatörlüklere antiemperyalist politik aktörlük atfetmek, abesle iştigal etmektir. Bu ülkelerin devletsel varlıklarına karşı emperyalist saldırı girişimlerine karşı çıkmak, her antiemperyalistin görevidir. Çünkü böylesi bir işgal ya da bu devletlere diz çöktürmek, bu ülke ezilen halklarına onulmaz zararlar vereceği gibi, böylelikle bütün bölgeyi tehdit edecek emperyalist karşı devrim üslerinin oluşturulmasına yol açacaktır. Emperyalist zorbaları durduracak ya da onları güçten düşürecek tutumlar objektif olarak işçi sınıfı ve ezilen halkların yararınadır. Çünkü onların bu direnişi kendi gerici hakimiyetlerini korumaya hizmet etse de, emperyalizmin planlarını bozdukları ölçüde direnen halkların güç toplamasına ve yeni mevziler kazanmasına olanak yaratıyorlar. SSCB'nin yıkıldığı 1991 yılına kadar emperyalistlerin Güneybatı Asya politikası bambaşka bir seyir izlemişti. Petrol yataklarının kapitalist emperyalistlerin denetiminde tutulması, SSCB'nin bölgede etkinlik kazanmasının engellenmesi, var olduğu kadarıyla etkisinin kırılması, her türden devrimci girişkenliğin daha başlamadan ezilmesi için dinsel gericiliğe, feodal despotizme dayalı gerici diktatörlükler korundu ve desteklendi. SSCB'nin ortadan kalkmasıyla durum değişti. Dünün iktisadi ve politik yapılanması yeni tipte emperyalist entegrasyona, petrol yatakları üzerinde doğrudan denetime engeldi. Hızlı ve etkin entegrasyonla birlikte bölge hakimiyeti için keskinleşen emperyalist rekabet değişimi zorluyordu. Petrol ve diğer hammadde kaynakları üzerinde devlet mülkiyeti ve denetimi kaldırılmalı, özelleştirmeler yapılmalı, sermaye dolaşımının önündeki engeller yok edilmeliydi. Yukarıda da değinildiği gibi bazı devletler bunu kabul etmediler. Emperyalizmin buna yanıtı işgal oldu. İşgal amaç değil, himayeci sömürge düzenini kurmanın askeri yöntemidir. Emperyalizmin planları bakımından himayeci sömürgecilik de bir geçiciliği ifade eder. Himayeci sömürgecilik, emperyalizme yeni tipte entegrasyon sürecinin geçici biçimlerinden biridir.

Yeni sömürgelerin emperyalizme yeni tipte entegrasyona tabi tutulması -sömürgeleştirme süreci- şu ya da bu devletle, şu ya da bu bölgeyle sınırlı olmayan genel bir durumu ifade eder. Bu nedenledir ki, yine en genel anlamıyla emperyalizmin sömürgesel yöntemleri, emperyalist devletlerle yeni sömürge devlet ilişkileri, yeni sömürge egemen sınıflarının birbiriyle ilişkileri, kapitalist emperyalist devletlerin ve yeni sömürge emekçi sınıfların birbiriyle ilişkileri keskin değişime uğramıştır.

Yeni sömürgelerde devletin ekonomik fonksiyonu en alt düzeye indirilmekte, sermayenin sınırsız dolaşımını engelleyen her türden bariyer kaldırılmakta, ekonominin ve maliyenin yönetimi, bütçe oluşturulması dahil, uluslararası finans kuruluşlarınca kotarılmakta, Merkez Bankaları özerkleştirilerek hükümetlerin politik tercihlerinden tamamen uzak tutularak uluslararası finans kuruluşlarının denetimine verilmekte, tahkim vb. yollardan iç hukuk işlevsizleştirilmektedir. Bu koşulların oluşturulma düzeyine bağlı olarak uluslararası tekeller fabrikaları buralara taşımakta ya da yeni fabrikalar açarak bu bölgelerdeki ucuz işgücünü rekabet olanaklarını artırmak için kullanmakta; banka, borsa vb. ele geçirmekte, ticaretin denetimini tekeline almaktadır. Kısaca yeni sömürge pazarları emperyalist tekeller için bir “dış pazar” değil, dünya pazarına açıldıkları bir üs, engelsizce faaliyet yürüttükleri, kendileri için bir “iç pazar” haline gelmektedir. Emperyalist tekeller dolaylı değil, doğrudan hakimiyeti sağlamaktadır.

İşbirlikçi tekelci burjuvazi yeniden sömürgeleştirme sürecinin başlıca yerel aktörüdür. O, uluslararası tekellerin ilhakına kapıyı sonuna kadar açtığı gibi, kendisi de uluslararası tekellere iltihak etmiştir. Böylece işbirlikçi burjuvazi, uluslararası tekellerin organik uzantısına dönüşmüştür. Bu, işbirlikçi tekelci sermaye ile emperyalist tekeller arasında bir çelişki olduğu anlamına gelmez. Tam aksine, yeniden sömürgeleştirme süreci, işbirlikçi tekelci burjuvaziyi çok daha palazlandırmakta, ona başka pazarlarda yeni olanaklar yaratmaktadır. Ama bunu “kendi başına” değil, uluslararası tekellerle daha sıkı bir entegrasyona girerek, onun bir parçası haline gelerek yapabilir.

Bundandır ki, işbirlikçi tekellerle emperyalist tekellerin “ortak çıkarları”ndan değil, “çıkar birliğinden”; işbirlikçi tekellerin çıkarlarının, emperyalist tekellerin çıkarlarına tabi olmasından söz edilebilir. Bu, işbirlikçi tekellerin kompradorlaşması değil, onların emperyalist tekellerin organik parçası haline gelmesi demektir. İşbirlikçi tekelci burjuvazi yeniden sömürgeleştirme sürecinde emperyalist tekellerin ortağı, aracı, sömürgeleştirme saldırısının unsurlarından birisidir.

Yeni sömürge sistemde orta burjuvazi işbirlikçi tekelci burjuvazi ile çelişkili bir bütün oluşturuyordu. Fakat çelişki uzlaşır nitelikteydi. Zira orta burjuvazinin kaderi tekelci burjuvaziye bağlanmıştı. İşbirlikçi tekellerin hakimiyetinin sınırlandırılması, devlet olanaklarından daha çok pay, hareket alanının genişlemesi için mücadele yürütüyordu. Bugün durum değişti. Ne pay alabileceği bir devlet, ne de tekelleri sınırlayabilecek bir gücü var. Yeni dönemde üretimin parçalanarak taşeronlaştırılması, fason ve basit emeğe dayalı parça tedarikçiliğindeki artış, bu burjuva tabakanın varlık alanını genişletti. Buna karşın onun bağımsız var oluş olanaklarını büsbütün ortadan kaldırdı. Onlar, uluslararası tekellerin bir nevi “parça-patron”u ya da aynı anlama gelmek üzere “parça-işçisi” konumuna geldiler. Onlar, uluslararası tekellerin ve onların hakimiyetindeki dünya pazarının bir bileşenine dönüşmüştür. Kendi başlarına bir hiçtirler. Bağımsız üretim ve ticaret olanakları her geçen gün biraz daha tükenmektedir. Ekonomideki en küçük bir sarsıntıda iflas tehlikesiyle burun buruna gelirler. Bu nedenle, varlıklarını ancak emperyalist sermayenin kesintisiz akışı ile ikame etme şansını yakalarken, tekellerin etkinliği arttıkça kendilerine düşen payın azalması çelişkisini yaşarlar. Bu çelişkilerin keskinleşmesi ölçüsünde, bir emekçi hareketi söz konusuysa, emperyalist tekellerin etkinliğinin sınırlandırılmasına yönelik bazı kısmi önlemlerin bayraktarlığını yapabilir ya da onlardan bazıları gerici milliyetçi hezeyanların sözcüsüne dönüşebilirler.

Kentin ve kırın küçük burjuvazisi ve genel olarak orta sınıf tabir edilen bütün küçük burjuvalar, büyük bir mülksüzleştirme ve işsizleştirme saldırısıyla karşı karşıya kaldılar. Emperyalist tekellerin iç pazara doğrudan girmesi, iç pazarın dünya pazarına dolaysız entegrasyonu, bir başka deyişle iç pazarın “açık pazar” haline gelmesi küçük burjuva tabakaların varlığını sürdürme olanaklarını günbegün tüketti. Önceki süreçte kısmen devlet desteği, sosyal devlet uygulamaları, sermaye yoğunlaşma ve merkezileşmesinin görece düşüklüğü küçük burjuvaziye “yaşam alanı” yaratıyordu. Kuşkusuz kapitalist gelişme önceki süreçte de onu çözüyordu, fakat daha yavaş, tedricen ve daha az 'acıtarak'. Yeni durumda devlet desteğinden yoksunluk, uluslararası tekellerin rekabeti karşısında düşülen çaresiz durum, bu tabakaların çözülmesine baş döndürücü bir ivme kazandırdı. Yalnızca kent ve kırın üretici ve tüccarları için değil, eğitim görmüş, serbest meslek sahibi küçük burjuva tabakalar için de manzara az çok aynıdır.

Sömürgeleşme sürecinin başında nasıl ki 'boş topraklar'a fetihler düzenleniyor, nüfus (Beyaz) yerleşimi ile koloniler oluşturuluyordu, bugün aynı şey sermaye yerleşimi yoluyla gerçekleştiriliyor. Engel olana ordular gönderiliyor. Bu sermaye kolonizasyonu nedeniyledir ki, yeni sömürgelerin çehresi değişiyor. Tek ürün ihracatına dayalı, kapitalist metropollerin tarımsal ürün tedarikçiliği dönemi sona erdi. Bu ülkeler tekellerin üretim ve ticaret “üs”leri haline geldikçe, ihracat sınai ürün ağırlıklı oluyor ve tarım ürünleri ticareti tersine işliyor.

Mali oligarşi fethettiği her ülkede sermaye kolonileri kurdukça ve yerleşimini güçlendirdikçe, o ülke halklarının ezici çoğunluğunu köleleştirecektir. İşçi sınıfı ve küçük burjuvazinin de başına gelen budur. Üretim ne denli artarsa artsın, burjuva ekonomik göstergeler ne denli iyi çıkarsa çıksın yoksulluk, işsizlik, sefalet artacaktır. Devletle halk arasındaki en küçük 'sosyal' bağ bile sökülüp atılacaktır. Bir yandan büyüyen mülksüzleştirme, diğer yandan daha az işçiyle daha düşük ücretle, daha çok çalıştırarak, daha çok üretim durmadan, üretim arttıkça çoğalan bir 'fazla nüfus' yaratacaktır. Bunlar, bugünden görülen ve giderek belirginleşen olgulardır. Yalnızca yeni sömürgelerde değil, emperyalist metropollerde de benzer bir durum vardır. 'Fazla nüfus' oluşumu oranın da karakteristik görünümüdür. 19. yüzyılın sonunda olduğu gibi onları yerleştirecek 'boş topraklar' da yoktur. Çünkü o topraklara nüfus yerleştirmek yerine, sermaye kendisi yerleşmektedir. Proletarya için de durum geçmişe kıyasla genel olarak çok farklıdır. Klasik emperyalizm çağında sömürgelerden (yarı ve yeni sömürgeler dahil) elde edilen yüksek karlar, sömürgeci ülkelerin işçi ve emekçilerine bir ölçüde de olsa pay edilirdi. Proletaryanın üst tabakası küçük burjuva bir karakter kazanmıştı. Emperyalizm savunucusu, burjuvaziyle uzlaşan, burjuva egemen ulus bayrağını sallayan, şoven ve sosyal şoven etki altında kalan üst tabaka bir işçi sınıfı oluşmuştu. Oysa bugün durum bambaşkadır. Emperyalist küreselleşme döneminde, emperyalist tekellerin ezilen-bağımlı ülkeler üzerindeki boyunduruğu sıkılaştıkça, kapitalist metropol işçileri zenginleşmek bir yana, daha da yoksullaşmaktadır. Yeni sömürgelerde işgücü çok daha ucuzdur. Kapitalistler fabrikalarını buraya taşıyorlar ya da taşıma tehdidi ile ücretleri aşağıya çekiyorlar. Hammadde kaynaklarına yakın yere gidiyorlar. Onları engelleyen hiçbir şey yok. Gittikleri yerden diledikleri gibi ticaret yapabiliyorlar. İşçi sınıfını eskisi gibi emperyalist haraca ortak etmenin bir gereği kalmadı.

İşçi sınıfı gibi kapitalist metropollerin orta sınıfları da bu sürecin dolaysız etkisini iliklerine kadar hissettiler. Bundan da öte, bütün emekçi tabakaların alışılagelen yaşam tarzlarında derin sarsıntılar meydana geldi. Eğitim, sağlık, işsizlik, çalışma saatleri, ücretler vb. hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Eğitim paralı hale geliyor, ücretsiz sağlık hizmetleri kısıtlanıyor, işsizlik ödentileri ve zamanı eksiltiliyor, çalışma saatleri yükseltiliyor, ücretler düşürülüyor. Bu durum sınıf çelişkilerini keskinleştirdiği gibi, dünden farklı olarak emperyalizmin işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki nesnel dayanaklarını da buharlaştırıyor.

Bütün bunlardan da görülmektedir ki, işçi sınıfı ve emekçiler arasında ulusal dar görüşlülüğün son temelleri de yıkılıp gitmektedir. Emperyalist küreselleşme bu temellere son darbeyi indirmektedir. Proletarya için enternasyonalizm ne geleceğe dair bir ülkü, ne de salt bir dayanışma çağrısıdır. Proletarya için enternasyonalizm, güncel ekonomik ve politik mücadelenin bir konusudur. Bu nesnel bir durumdur. Nesnel olduğu kadar bir zorunluluğu ifade eder. Ücret artışı, işsizlik sigortası, çalışma saatleri, sağlık ve eğitimle ilgili hak mücadelesi dahi enternasyonal savaşımın konusu yapılabildiği ölçüde burjuvaziye karşı bir saldırıya dönüştürülebilir. Ancak bu yoldan yeni haklar elde edilebilir. Emperyalist küreselleşmeyle birlikte kapitalistler, iktisadi sınır çitlerini söküp atarken dünyanın her yerinde işçiler için olduğu kadar diğer emekçiler için de ulusalcılık, ulusal refahçılık, ulusal kalkınmacılığın temellerini de yıkıp atmıştır.

Emperyalizm karşıtlığı, antiemperyalist sömürge ya da yeni sömürgelerin ilhak ve mali boyunduruğa karşı bir güncel savaşım sorunu olmaktan çıkmış, dünyanın bütün işçi ve emekçilerinin ortak güncel savaşım sorunu halini almıştır.

Gerici Milliyetçilik Ve Halkçı Yurtseverlik

Tekelci sermaye, ulusal iktisadi çitleri yıkarak dünyayı tek bir pazar olarak birleştirirken, şiddetlenen tekelci rekabetin gereği çok daha güçlendirilmiş devletlere ihtiyaç duyar. Uluslararası tekeller adına işgalci ordulara, işçilerin karşı çıkışını bastıracak polise, halkı vergi yoluyla haraca bağlayacak memurlara, tekelci sermayenin çıkarları için kulis yapacak diplomatlara ihtiyaç duyarlar. Yeni sömürgeleri de “açık pazar” haline dönüştürüp yeniden sömürgeleştirirken bu devletleri de çıkarları doğrultusunda yeniden inşa ederler. Bütün bunları ulusal ve uluslararası hukukla güvenceye bağlarlar.

Yeni sömürgeler, emperyalizmin iktisadi ve siyasi ablukası altında tam teslimiyete zorlanırlar. Serbest ticaret; serbest soygundan başka bir şey değildir. Bölgesel serbest ticaret anlaşmaları bunun biçimlerinden biridir. Bu yolla güçlü mali tekeller, yeni sömürge ve bağımlı devletler üzerinde hakimiyetini çok daha ileri bir noktaya taşır. Bölgesel birlikler yoluyla emperyalist devletler kendi hinterlandını yaratıyor, bu da sömürgeleştirme sürecine yeni bir boyut katıyor.

Emperyalizmin yeniden sömürgeleştirme politikalarına karşı iki politik refleks, iki politik eğilim gelişti: Gerici milliyetçilik ve halkçı yurtseverlik. Birincisi eski pozisyonlarını kaybeden devlet bürokrasisinin ve burjuva sınıfların politik tepkisi, ikincisi halk tabakalarının gelişme eğilim gösteren antiemperyalist hareketini tarif ediyor.

İki tipik örnek olarak Türkiye ve Venezuela'yı ele alabiliriz.

Türk egemen sınıfları, emperyalizme iktisadi entegrasyona karşı çıkmadıkları gibi, bunun gerçekleşmesi için gerekli bütün şartları hazırladılar. 12 Eylül darbesinden beri süreç bu minvalde devam ediyor. Ekonomik entegrasyon için -ekonomik ilhak kadar, ekonomik iltihak anlamına da gelir- belli başlı bütün adımlar atıldı. Emperyalist tekellerin organik uzantısına dönüşmekte olan sermaye oligarşisi ve emperyalizmin çıkarları doğrultusunda devleti yönetme ayrıcalığını elinde bulunduran ordunun çıkarları, emperyalist tekeller ve devletin hedefleriyle örtüşüyordu. Devlet, bu amaca uygun olarak dönüşüme uğratıldı. Buna karşın siyasi entegrasyon aynı hızda gelişmedi.

Ordu, devleti yönetme ayrıcalığını kaybetmek istemiyor. Bu nedenle milliyetçiliği, mevzilerini korumanın manivelası olarak kullanıyor. Gerçekte AB 'karşıtlığı', yönetme ayrıcalığını sürdürmeye yöneliktir. AB'ye girmeye evet, ama ordunun devlet üzerindeki vesayetini korumak kaydıyla; istedikleri budur.

Ekonomik olduğu kadar siyasi entegrasyon da bütün yeni sömürgeleri kapsayan emperyalizmin dayattığı genel bir konsepttir. Daha önce sözü edildiği gibi; gümrük duvarları ardında işbirlikçi burjuvazi ve onun devletinin iç pazarı denetlediği; dış ilişkilerde ABD uydusu, SSCB karşıtı, içerde antikomünist bürokratik, ABD'ci ordunun yönetsel ayrıcalıklarla donatıldığı devlet yapılanması yeni sürecin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktı. Her şeyden evvel bu devlet yapılanmasının oluştuğu şartlar değişmişti. Emperyalist tekeller ekonomide olduğu gibi politikada da tam teslimiyeti dayatıyor, mevcut devletin “Yönetişim”e uygun olarak yeniden düzenlenmesini talep ediyorlardı. “Yönetişim”, yeni sömürge devletlerde belirgin olan devlet bürokrasisinin görece güçlü özerk yapısına ve ordunun yürütme tekeline son vererek, merkezi devlet yetkilerini en aza indirerek, en genel anlamda parlamentonun ve devletin diğer yönetsel aygıtlarının hareket olanaklarını olabildiğince kısıtlayarak, devlet denetiminin emperyalist tekellere -elbette onların iştirakçisi, ortağı, uzantısı haline gelen işbirlikçi burjuvazi üzerinden- devrinin adıdır. Bu yoldan devleti uluslararası tekellerin ve finans kuruluşlarının bir uzantısı, organik bir kolu haline getirmeyi amaçlıyorlar. İşbirlikçi burjuvazi nasıl emperyalist tekellere entegre edildiyse, işbirlikçi devlet de emperyalist sisteme öyle entegre edilecekti.

Devleti yöneten geleneksel faşist bürokrasi buna razı olmadı. ABD emperyalizmine askeri, mali, siyasi olarak tam bağımlılık içinde olan ordu ve onun sivil bürokrasi içindeki uzantıları, mevzilerini terk etmemeyi, buna direnmeyi zaman zaman antiemperyalist söyleme başvurarak vatanseverlik makyajlı demagojik ve ırkçı söylemlerle gerekçelendirdiler. En küçük antiemperyalist öz ve niyet taşımayan bu faşist bürokratik tabaka, kitlelerdeki bilinçli, sezgisel, tepkisel ABD, IMF, AB karşıtlığını kullanarak yabancı müdahalelere karşı olduğu demagojilerinin propagandasıyla ilericilerin, ezilenlerin emperyalizm karşıtı duygularını politik çıkarlarına tedavül etmeyi amaçlıyor. Doğrudan ABD tarafından teşkilatlandırılmış kontrgerilla ve onun mafyatik uzantıları demokratik haklara düşmanlığı, Kürtlere karşı koyu faşist ırkçılığı antiemperyalizm sosuyla halklarımıza yutturmaya çalışıyorlar.

Yalnızca ordu değil, emperyalist istihbarat örgütlerince kontrgerillanın sivil uzantısı olarak örgütlenmiş MHP-BBP gibi faşist militer partiler, milliyetçi faşist cephenin temel kuvvetlerindendir. Keza CHP de aynı sularda kulaç atıyor. O, '70'lerdeki uzlaştırmacı “ortanın solu” çizgisini de tasfiye edip, 1930-'40'lardaki misyonuna uygun bir rotaya girdi. 1930'larda faşist yasalar ve ırkçı faşist Türkleştirme kampanyaları ile ülkeyi tek parti diktatörlüğü altında yöneten bu parti, bugün de ordunun kanatları altında benzer bir rol arıyor.

Ordu, MHP, CHP ve aynı paralelde hareket eden diğer bütün parti ve örgütlerin ırkçı, şoven burjuva tez ve programlarını kimi emperyalist devletlere karşı vatansever tavırlar alarak gösterme sahtekarlıkları, gerici milliyetçiliğin örtüsünden başka bir şey değildir. Kemalizm, bu milliyetçiliğin şemsiyesidir. Bu şemsiyenin altında faşist Türk milliyetçileri toplaşmaktadır.

Dün devrim ve komünizm düşmanı, emperyalizmin çocuğu, emperyalizmsever konumda olan faşist milliyetçilik, iktidara tutunmak ve varlığını sürdürmek için antiemperyalizmin kimi söylemlerini de kullanarak gerici bir refleks örgütlüyor.

Ordu ve onun sivil faşist uzantıları için antiemperyalizm ne denli sahtekarlıksa, onların peşine takılan Türk halkımızın antiemperyalistliği o kadar sahicidir.

Uluslararası tekellerin pervasız saldırganlığı küçük mülk sahibi sınıfları derinden sarstı, onları adeta sersemletti. Mülksüzleşmeyle atbaşı giden işsizleşme, süregiden hayat tarzlarının altüst olmasına neden oldu.

Orta burjuvazinin bazı kesimleri de dahil küçük mülk sahiplerinin, genel olarak günbegün yoksullaşan orta sınıfların feryadı, ordu merkezli cephe tarafından faşist milliyetçiliğin politik gücü olarak örgütlenmeye çalışılıyor. Dünün ilerici demokrat birçok aydını da umutsuzluk ve karamsarlık içinde, laik yaşam tarzının elden gideceği korkusuyla faşist milliyetçiliğin ideolojik çekim alanına kayıyorlar.

Faşist Türk milliyetçiliği, toplumu, “ülkeyi bölmeyi amaçlayan” emperyalistlerin savunucuları liberaller ve laikliği ortadan kaldırmaya yeminli dinciler ittifakı ile emperyalist planlara pabuç bırakmamaya ant içmiş, laik kemalistler olarak saflaştırmak istiyor.

Buradan da görülüyor ki, emperyalizme yeni tipte entegrasyon, yeni tipte bir nasyonalizm -ırkçı, şoven, faşist milliyetçilik- doğuruyor. Bu, devlet yönetme ayrıcalığı elinden alınmak istenen, bürokratik kastla, mülksüzleştirme saldırısına maruz kalarak bu kastın peşine takılan küçük burjuvaların gerici milliyetçi refleksini ifade eder. Daha tam bir deyişle yeni tipte bu nasyonalizm, devlet yönetiminden uzak tutulmak istenen ordu ve uzantılarının; tekellerin hakimiyetinin bir nebze de olsa sınırlandırılması yanlısı bir kısım orta burjuvanın, hızlı bir mülksüzleşmeye tabi olan küçük burjuvanın tepkilerinin, emperyalizme siyasi entegrasyonun kimi biçimlerine gerici çıkarları uğruna direnmenin ideolojik kılıfıdır. Bu nasyonalizm, Türkiye'de her şeyiyle faşist bir niteliktedir.

Faşist Türk nasyonalizmi, içerde Kürt halkına ve diğer ezilen milliyetlerden halklara karşı ırkçı, inkarcı, saldırgan konumdadır. Dışta da ezilen halklara karşı gerici ittifaklar peşinde koşan, Kıbrıs'taki işgalin sürgit devamını savunan, Kerkük üzerine fetihçi-yayılmacı planlar yapan, İsrail ve ABD çıkarları doğrultusunda hareket ederek gerçek niteliğini ele veren, hiçbir demokratik içeriği ve hedefi olmayan bir milliyetçiliktir.

Yeni tipteki bu faşist-gerici nasyonalizm -yıkılmakta olan tabakaların gerici refleksi- Türkiye'ye özgü değildir. Ve yalnızca Türkiye gibi sömürgeleşme sürecindeki ülkelerde değil, emperyalist metropollerde de görülmektedir. Bu, emperyalist küreselleşme ile birlikte eski yaşam tarzlarını kaybeden umutsuzluk içindeki küçük burjuvaların tepkisini ifade eder. Avrupa'daki bir çok faşist parti, bu tepkinin politik ifadesidir.

Kuşkusuz gerici milliyetçilik ortaya çıktığı her ülkenin tarihsel koşullarına bağlı biçimde farklı söylemle dile getirilecektir. Buna karşın öz hep aynıdır: Emperyalist küreselleşmeden canı yanan burjuva tabakaların, ayrıcalıklı bürokrasinin, gerici diktatörlüklerin, yönetsel ayrıcalıklarını sürdürme gayretleri ve bunun halk sınıflarının tepkilerini arkalama çabası. Bu anlamda İran'da, dünün Irak Saddam'ında, bugünün Türk ordusu merkezli nasyonalizm arasında, onun gerici niteliği açısından herhangi bir fark yoktur. Dün emperyalizmin en sadık uşağı kimi devletlerin egemen sınıfları, emperyalist küreselleşme saldırıları karşısında çıkarlarının tehlikeye girdiğini görerek egemen emperyalist bloka tavır alabilirler. Diğerleri gibi onlar da antiemperyalizm demagojisine başvurabilirler. Antiemperyalizm, bütün bu gerici sınıfların çıkarlarının, saltanatlarını sürdürmenin bir maskesi olur. Böyle olmakla birlikte hepsi aynı kefede ele alınamaz, örneğin İran'la Türk generalleri arasında bir eşit işareti konamaz. İran, görece bağımsız tutumuyla ABD'nin Güneybatı Asya (Ortadoğu) planlarını bozmakta, onun gerici niteliği ne olursa olsun nesnel olarak antiemperyalist mücadele alanının genişlemesinde rol oynamaktadır. Oysa Türkiye'deki ırkçı, şoven, burjuva milliyetçi güruh hem ABD'nin imalatıdır/işbirlikçisidir, hem de sermaye oligarşisinin bir aleti olagelmiştir. Bugün ordu merkezli bu kesimin emperyalist ABD ve sermaye oligarşisiyle kimi çelişkileri olsa da, onun özü değişmemiştir. O, emperyalizmin ve sermaye oligarşisinin çıkarları doğrultusunda işbirlikçi, saldırgan savaş aleti görevlerine dört elle sarılmaktadır.

Emperyalist küreselleşmeye karşı gerici milliyetçiliğin tam tersi yönde başka bir tepki hareketi daha gelişmektedir: Halkçı yurtseverlik. Bunun da tipik örneği, Chavez liderliğindeki Venezuela'dır. Halkçı yurtseverlik de emperyalist küreselleşme ile birlikte hızlı yıkım sürecine girmiş toplumsal tabakaların tepkisini ifade eder. Fakat o, ilerici bir eksende gelişmektedir. Irkçılığı, milliyetçiliği reddetmekte, aynı bölgede yaşayan diğer halklarla kardeşleşmeyi, gönüllü, eşit, demokratik birliği rehber edinmektedir. “Yurt”u yaşadığı ülkeyle sınırlamayıp, Latin Amerika'daki komşu halklarla da kardeşleşmeyi ve bölge halkları ile emperyalizme karşı birlikler kurmayı hedeflemektedir. Emperyalistlerin serbest ticaret antlaşmaları ve bölgesel birlikler yoluyla, büyük bölgesel sömürge alanları yaratma çabalarına karşı kendine kapanmayı değil, başka halklara demokratik genişleme yolundan direnilebileceği bilinciyle hareket ediyor. Bu açıdan da halkçı yurtseverliğin halklar arasında bölgesel işbirliği eğilimi ilerici, demokratik, enternasyonalist bir içerik taşır. Halkçı yurtseverlik, yaygın demokratik örgütlenme ve politik özgürlükçülükle de ilerici karşı duruşun ifadesidir.

Halkçı yurtseverliğin liderlerinden biri olan Chavez ve uyguladığı program, yukarıda tarif edilen olumlu özelliklerine rağmen tutarlı antiemperyalist bir içerikten yoksundur. Örneğin, finans kapitale karşı etkin önlemler almaktan uzaktır. Emperyalistlere karşı ne denli sert açıklamalarda bulunursa bulunsun, sorunun bu yanı itibarıyla Chavez'de somutlaşan antiemperyalizm sınırlıdır.

Bu anlaşılır bir durumdur. Hem gerici milliyetçilik, hem de halkçı yurtseverlik geçiş dönemi ürünüdürler. Nasyonalizm yıkılmakta olan, erimekte olan sınıf ve tabakaların zavallı çığlığıdır. Erime hızlandıkça çığlık bir feryada dönüşecektir. Yine de iktisadi olduğu kadar siyasi olarak da eriyip gitmekten kendini kurtaramaz. Gerici milliyetçiliğin hiçbir geleceği yoktur. Fakat onun gerçek niteliğini, halk düşmanı gerici özünü açığa çıkartacak politik akımlar etkili olmazlarsa, emperyalist küreselleşme saldırısı altında inleyen milyonları peşinden sürükleyebilirler. Böyle bir gelişmenin işçi ve ezilenler için nasıl bir felakete yol açacağı aşikardır. Elbette gerici milliyetçiliğin de, halkçı yurtseverliğin de geçiciliği bugünkü biçimlerine dairdir. Kapitalist emperyalizm yıkılıp yok edilmedikçe yeni koşulların yeni siyasal refleksler yaratacağı açıktır.

Halkçı yurtseverlik de bu bağlamda geçicidir. Sosyalist devletlerin bulunmadığı, proleter enternasyonalizminin etkin olmadığı bir dönemde ezilenlerin ilerici toplumsal tepkisidir bu. Gelişmesi ve geliştirilmesi gereken bir eğilimdir. Onun yüzü enternasyonalizme dönüktür. Bir ülkedeki ezilenlerin emperyalizme ve her türden işbirlikçilerine karşı birliğini ifade eder.

Ezilenlerin bölgesel ve daha ileri ittifaklarını savunur. Bu eğilim geliştikçe kaçınılmaz olarak ayrışacaktır. Ya proletaryanın basıncıyla sosyalizme ve proleter enternasyonalizme evrilecek, ya da daha ileri gitmekten çekinen tabakaların etkisiyle emperyalizmle uzlaşma siyasetine çakılacaktır. Proletarya, bu eğilime güç vererek onu ileri taşıyabilir. Halkçı yurtseverlik, işçi sınıfı ile diğer ezilenler arasında antiemperyalizm temelinde asgari buluşma zeminidir.

Devrimci Ve Sınırlı Antiemperyalist Mücadele

Günümüzde antiemperyalizmi tanımlarken kavramları güncel içeriklerine bağlı olarak kesinkes birbirinden ayırmak gerekir. Örneğin, antiemperyalist programı olan bir parti ile ondan çok uzak olmasına karşın sınırlı antiemperyalist bir programa sahip bir hareket ideolojik konumlanmaları ne denli farklı olursa olsun pekala antiemperyalist mücadele zemininde bir araya gelebilirler. Örneğin, Lübnan Hizbullah'ı ile Lübnan Komünist Partisi'nin İsrail işgali ve ABD'nin bölge politikalarına karşı ittifakı bu zemindedir. Ama buradan yola çıkarak iki partinin de antiemperyalizm programı, ya da antiemperyalizme verdiği içerik aynılaştırılamaz. O nedenle ilgili kavramları buraya kadar anlatılanı önsel bilgi kabul ederek şu biçimde tasnif etmekte yarar vardır.

Devrimci antiemperyalist program: Klasik emperyalizmin sömürgecilik döneminde, antiemperyalist programın asgari zemini, emperyalistlerin kovulup kompradorların iktidarına son vererek bağımsızlık elde etmekti. Klasik emperyalizmin yeni sömürgecilik döneminde, emperyalistlerle ilişkilerin kesilerek, işbirlikçi tekelci birliklerin yönetimine son vererek devrimci demokratik (siyasal özgürlük ve toprak sorununun çözümünü program edinmek) iktidar kurmak, devrimci programın asgari zeminini oluşturuyordu.

Emperyalist küreselleşmenin yeni sömürgeleri yeniden sömürgeleştirme siyaseti, devrimci antiemperyalist programın asgari zeminine kimi yeni unsurlar eklemektedir. Yeniden sömürgeleştirme sürecindeki devletlerde ekonomi uluslararası tekellerin doğrudan kontrolüne girmiştir. İşbirlikçi burjuvazi gibi onun devleti de emperyalist entegrasyona tabi tutulmaktadır. Bu nedenle “emperyalizmle bağımlılık ilişkilerini kesmek”, borçları iptal etmek ya da birkaç yabancı sermaye şirketini kapatmaktan çok öte bir anlam kazanmıştır. Onların ve işbirlikçilerinin mallarına el koymak demek, daha baştan ekonominin büyük bölümünü devletleştirmek demektir. Küçük burjuvazinin hızla eridiği, proleter tabanın hızla genişlediği hesaba katılırsa, devletleştirmenin toplumsallaştırma anlamına geleceği açıktır. Bu bakımdan devrimci antiemperyalizm her zamankinden çok daha fazla antikapitalizmdir.

Ama teoride olanın politikada hemen karşılık bulmasını beklemek, safdillik olur. Yeni sömürgecilikten, yeniden sömürgeciliğe geçiş nasıl ki bir “geçiş” süreci ise antiemperyalist demokratik devrimin asgari zemininin antikapitalizme doğru ilerlemesi de bir “geçiş”i ifade eder. Mali oligarşiyi de hedef tahtasına koymuş bir halkçı yurtseverlik antiemperyalist programın asgari zemini olarak kabul edilebilir. Buradan da anlaşılıyor ki; henüz tüm içeriği ile antikapitalist olmayan fakat dünkü burjuva demokratik devrim zemininden daha ileri bir noktada olan (devletleştirmenin toplumsallaştırmayla iç içe geçtiği ve bölgesel birlikleri daha baştan hedefleyen), sosyalizme ilerleyişi çok daha hızlı olabilecek (proleter öncünün örgütlülüğü ve gücü oranında) bir asgari zemindir bu.

Sınırlı antiemperyalist program: Devrimci antiemperyalist programdan yoksun olmakla birlikte sınırlı antiemperyalist hedefleri düzen içinde tedrici önlemlerle (ulusallaştırma, üs kapatma, bazı anlaşmaları iptal, borç ödememe gibi) gerçekleştirme çabası içine girenler bu kategoride ele alınmalıdır. Örneğin, ABD'nin serbest ticaret anlaşmasına kaşı mücadele eden Chavez, bu konumdadır. Chavez, ABD emperyalizmine karşı açık ve net bir tutum almaktadır. Buna karşın tutarlı devrimci antiemperyalist bir programdan yoksundur. Venezuela’da finans tekellerinin faaliyetine son vermeye yönelik, bunların tamamen kovulmasına dönük bir program henüz uygulanmamaktadır. Elbette bu durum fazla devam edemez. İlerlemek için finans oligarşi engeli aşılmak zorundadır. Ya halk mali oligarşiyi defedecek ya da onlar halkı ezecektir. Chavez'in devrimci bir antiemperyalist programdan yoksunluğu onunla dönemsel taktik ittifaklardan uzak durmayı asla gerektirmez. Fakat bundan öteye bugünkü haliyle onunla stratejik ittifak, devrimci hedeflerden vazgeçmekle eş anlamlıdır. Chavez hareketi kitle basıncıyla devrimci antiemperyalist bir programa doğru çekilebilir. Onunla ittifakın asıl içeriği de bu amacı gerçekleştirme çabası olmalıdır. Sınırlı antiemperyalist hedefleri program edinenlerle proletaryanın ittifakı, kısa ya da uzun, dönemseldir. Mücadele gündemine gelen emperyalist politikaların bertaraf edilmesine endeksli bir birlikteliktir.

Nesnel olarak antiemperyalist karaktere bürünenler: İşgalci ya da hegemonyacı bir emperyalist devlet ya da emperyalist ittifaka karşı, devrimci ya da sınırlı bir antiemperyalist programdan yoksun olmakla birlikte, mücadelenin nesnel ilericiliği, devrimciliği temelinde antiemperyalist karaktere bürünenler bu çerçevede ele alınabilir. Irak Yurtseverleri, Hamas, Lübnan Hizbullah'ı (aynı zamanda sınırlı antiemperyalist hedefleri program edindiği de söylenebilir), Taliban vb. bu kategorinin içindedir.

Emperyalist küreselleşmeye karşı uluslararası mücadele mevzilerinde de bu kategorileşmeye şu ya da bu düzeyde denk düşen bir farklılaşma söz konusudur. Devrimci antiemperyalist mücadele içinde olanlarla, sınırlı antiemperyalist hedefler peşinde koşanlar ve bugünkü duruşlarıyla nesnel olarak antiemperyalist rol oynayanlar aynı mücadele cephesinde yan yana gelebilmektedirler. Proletarya, tereddütsüz biçimde emperyalizmin güncel politikalarına karşı, onu taktik yenilgilere uğratmak, belirli savunma mevzileri kurarak onu durdurmak için bir dizi farklı güçle zayıf ya da kuvvetli ittifaklar kuracaktır. Bu ittifak bileşenlerinin mevzisi hangi ülkede, hangi cephede oluşmuşsa onun rengini alacağını, içindeki güçlerin buna göre belirleneceği açıktır. Önemli olan bu güçlerin emperyalizme karşı direniş içinde olup olmadıklarıdır. Dün emperyalizmle işbirliği içindeki kimi politik İslami akımlar bugün direniş mevzisine geçmişlerse onlarla bu mevzi düzeyinde taktik ve bazı durumlarda stratejik (işgalcinin kovulması temelinde) ittifaklardan geri durmak, proletaryanın öncülerini güncel mücadeleden koparmak ve geniş yığınları bu akımların etkisine terk etmek dışında bir sonuç doğurmaz.

Dikkat edilecek temel nokta, süreci statik kavramamaktır. Geçirgenliğin ve geçişkenliğin yüksek düzeyde görüldüğü bugün, somut durumun somut tahlili, somut politikalar üzerinden taktik oluşturmak her zamankinden çok daha önemlidir.

Diğer bir nokta ise, emperyalist politikalara karşı kendi gerici emelleri için politika geliştirmeye yeltenen gerici milliyetçilere prim vermemek, onların gerçek yüzlerini her durumda açığa çıkarmayı başarmaktır. Emperyalizme karşı mücadele gerici milliyetçiliğe, nasyonalizme karşı mücadeleden ayrı ele alınamaz. Emperyalizme karşı mücadelede onların gerici ideolojik etkisinden özenle kaçınılmalıdır. Demokratik her ilerlemeyi emperyalizmin komplosu olarak mahkum etmeleri karşısında, onların gerçek niyetlerini kitlelere göstermek ve demokratik haklara sahip çıkmak bunlardan biridir.

Emperyalistlerin politikalarına karşı olmak, onun hedeflediği ülkeyi ya da durumu mutlak biçimde savunmayı gerektirmez. Örneğin, emperyalistlerin İran politikası kesinlikle mahkum edilmelidir. Fakat bu, gerici Ahmedinejad yönetimini desteklemek anlamına gelmez. Suriye için de aynı şey geçerlidir. Bu devlet yönetimleri, egemenlik yürüttükleri ülkelerinde işçi ve emekçileri, sömürge ve bağımlı halkları acımasızca ezmektedirler. Gerçekten antiemperyalist bir duruş sergileyeceklerse, emperyalizme karşı bütün işçi ve emekçilerin özgürce örgütlenme ve mücadele hakkının önünü açmalıdırlar. Oysa onlar bunu yapmak yerine baskıyı artırıyorlar. Bunun dışında bir emperyalist saldırı karşısında, elbette bütün dikkatler emperyalist saldırgana yöneltilmelidir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi