İlk maddeci filozoflardan Heraklitos, günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce “Her şey akar, hiçbir şey durmaz” demişti. Evren adını verdiğimiz ‘oluş’un, dâhiyane bir sezgiyle kavranışını dile getiriyordu Heraklitos’un bu mantıksal yargısı: değişim sonsuzdur.
Evrenin (ve doğanın) nesnel bilgisinin deneysel sınama ve doğrulamaya dayalı sistematik kavranışı ve düşüncede açığa çıkarılması/somutlanması anlamında Heraklitos, bir doğa bilimci değildi elbet... Doğa bilimlerinde bu düzey çok çok sonraları edinildi insan etkinliğinin toplumsal-teknik birikimi tarafından. Bilim (ve bilimci eylem) henüz pratik deneysel eyleme dayalı olmaktan çok Doğa’nın dolaysız gözlemlenmesine dayalı olarak soyutlanan ‘düşünsel eylem’in yaratıcılığı biçiminde bir ön gelişim potansiyeli olarak vardı denebilir. Deneyin bıraktığı bu boşluk, filozoflarca-filozofların ‘mantıksal deney’leri tarafından düşünsel biçimde dolduruyordu zorunlu olarak.
Derdimiz Hereklitos’un felsefesinin tarihteki önemine odaklanmak değil. Keza toplumsal insan etkinliğinin bir ürünü olarak bilim üretiminin tarihçesi üzerinde bir tartışma yürütmekte değil başlı başına. Ama biz, Heraklitos’tan bugüne 2500 yıl geçmiş olmasına rağmen felsefe ile bilim arasındaki ilişkinin hala ne kadar dinamik ve belirleyici etkiler taşıyan toplumsal bir gerçeklik olduğu üzerine güncel bir şeyler söylemek istiyoruz. Ve amaca hizmet eden çok taze bir gelişmeye/örneğe sahip olduğumuzu düşünüyoruz: ‘Tanrı parçacığı’!
‘Tanrı parçacığı’, bilim ile felsefenin buluşmasının (işbirliğinin mi diyelim) en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Onu CERN’de (Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi) Büyük Hadron Çarpıştırıcısı denilen laboratuvar deneyinde ‘var’ ettiler. Felsefi idealizm ile kuantum fiziğinin ‘çarpışma’sının bir ürünü o. Ve ilan edildi ki bazıları tarafından, artık maddenin ‘ne olduğu’ ve ‘nereden geldiği’ne ilişkin elde yadsınamayacak bir kanıt var. Higgs Bozonu dediğimiz ‘kuvvet alanı’ndaki ‘parçacık’lardır maddeyi var eden güç. Enerji (ışık) bu ‘alan’dan geçtiğinde ona yapışan ya da etrafında kümelenen bu Higgs parçacıkları ışığa ‘kuvvet’ kazandırıyor. Yani ‘kütle’ kazandırıyor. Enerji, maddeye dönüşmüş oluyor... Böylece Einstein’ın ünlü Özel Görelilik Teorisi’nin formülü olan E=mc2’si mutlak doğrulukla gözlenmiş oluyor. ‘Teori’nin de söylediği gibi enerji ve madde birbirinden ayrılmaz, kütle-enerji Evren’de sabittir, korunur. Biz bunu biliyorduk, buna ‘inanıyorduk’, ama nasıl olduğunu, nasıl gerçekleştiğini tam anlayamıyorduk. Ama şimdi ‘şu an’da (ve tanrının da yardımıyla) gösterdiler ki: kütle yoktu, ama ‘var’ oldu. Tam da biz bilim insanlarının en büyük kozmolojik ‘düşünsel yaratısı’ olan Büyük Patlama Teorisi’nde öngörüldüğü gibi evren sonsuz değildir, onun bir ‘başlangıcı’ vardır ve bir ‘sonu’ da olacaktır. Bütün matematiksel hesaplamalarımız, ölçüp biçmelerimiz ve bunları mükemmel denklemler serisi/sistemi halinde formüle edip ‘kuram’laştırdığımız Standart Model adlı yapımız da bize bunun böyle olması gerektiğini söylüyordu zaten... Mutlak sonsuzluk yoktu ve olamazdı fizik dünyada... Her şey ‘bir’ şeyden başlamak zorundaydı, tıpkı matematiğin öğrettiği gibi... Biz de o yoldan yürüdük ve maddenin başlangıcına laboratuvarımızda ulaştık.
CERN’dekilerin ‘yüzyılın deneyi’ dedikleri araştırmada ulaşılan sonucu böyle yorumlamakta üstelik mealen bir dil üslubuyla da anlatarak bilim insanlarının emeğine haksızlık mı ediyoruz ya da bu keşfin bilimsel/nesnel önemini küçümsemiş mi oluyoruz? Böyle bir niyet taşımadığımızı en baştan belirtmiş olalım. Ama eğer ortada bir haksızlık varsa da bu bizim yorumlarımıza kaynaklık eden somut bir olgudan doğuyor, metafiziğin fiziğe, felsefi idealizmin bilime, bilim insanları eliyle yaptığı haksızlıktır bu... Bu durumu açacağız ilerde, ama buna rağmen bilim insanlarının CERN laboratuvarında ulaştıkları bulguların nesnel öneminin tümüyle farkında olduğumuzu da söyleyelim. Nihayetinde ortada Evren’in ve maddenin yapısını daha derinlikli anlama çabasında doğa bilimleri açısından atılmış önemli bir adım ve deneysel bir başarı var. Bu başarının anlamını da yorumlayacağız daha sonra.
Einstein bir kuantum fizikçisi/kuramcısı değildi. Ancak geliştirdiği görelilik teorisiyle (özel görelilik ve genel görelilik olarak iki düzeyi var bu teorinin) kuantum fiziğinin geliştirilmesinde/teorisinin kurulmasında büyük katkıları olduğu kabul edilir. Bugünkü düzeyiyle dahi kuantum fiziği, Einstein’ın görelilik teorilerinin belirlediği temel sınırlar içinde bir gelişim göstermektedir, bu temelleri aşan ya da yeni bir hareket noktası kazandıran bir düzey yaratamamıştır. İster ‘ışık hızı’nın, bütün fiziksel varoluşu belirleyen bir nitelik olması itibariyle ‘atom altı’ dünya bakımından olsun, ister ‘kütle çekimi’ kuvvetinin kozmolojik düzeydeki hareketlere koyduğu ‘statik’leştirici sınır bakımından olsun kuantum fiziği bir nevi Einstein ‘hapishanesi’nde yaşıyor gibidir sanki. Tabii bu felsefi bir hapishane esasen. Fiziki değil! Yoksa kuantum fiziği nesnel açıdan çok yol katletti Einstein’dan bu yana. Onun zamanında elektron, proton, nötron, mezon gibi bir kaç yapı parçacıklarından ibaret olarak bilinen atomun, meğer ‘altında’ çarşamba pazarı misali yok yok denecek kadar ‘parçacık’ çeşidi, bolluğu olduğu anlaşıldı sonradan. Fiziksel dünyanın atom altı denen maddesel alan formu kapsamı içinde 200 civarında ‘farklı’ parçacık daha olduğu gösterildi ya da ‘keşfedildi’. O da şimdilik!
Gelişme bu yönde oldu ama tam da Einstein’in “önyargıları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur” demesi misali kuantum fiziği de ‘atomun altı’nı parça parça etmesine rağmen bilim insanlarının çoğunluğu bakımından felsefi idealizmin ‘önyargıları’ parçalanmaktan hala çok uzak. Bunun müsebbibi Einstein’dır, onun göreliliktir teorileridir demek istemiyoruz elbette, bu Einstein’ın fizikte yaptığı gerçek devrimi anlamamaktan kaynaklanan, haksız bir yargı olur.
Ancak sorumluluğu olduğu da kesindir. En başta evrenin yapısı hakkında dile getirdiği ‘inanç’larıyla teorilerinin yorumlanmasında felsefi idealizme kapıyı aralayan da odur. Einstein’ın ‘takipçisi’ oldukları iddiasıyla görelilik teorisini kılavuz kabul eden pek çok kuantum fizikçisi ve kozmolog ‘dahi’nin ‘inancı’nı tepe tepe kullanmış onu en mistik spekülasyonların aracı yapmışlardır. Einstein tabii ki hiçbir zaman bu denli ileri gitmezdi ve gitmemiştir de. (Dahası yaşamının son yılları içinde teorisinin bu türden çarpıtılmalarına ve yorumlanmalarına karşı açıktan mücadele de yürütmüştür.) Ama teorilerindeki nesnel devrimci içeriğe karşın kendinden önceki Newtoncu klasik fiziğin ‘statik evren’ anlayışına ve ‘inancı’na temelde bağlı kalan da o olmuştur. Örneğin bu inanç ona teorisinin kurgusunda/formülasyonunda ‘kozmolojik sabit’ diye ‘denge’leyici bir ‘matematiksel’ nitelik koymak zorunda bile bırakmıştı. (Yaşamının sonlarına doğru bu ‘kozmolojik sabit’in bilimsel kariyerinin en büyük zaafı/hatası olduğunu da dile getirmiştir.)
Zorunlu bırakmıştı çünkü Einstein ışığın kütle çekime bağlı olarak bükülmesi nedeniyle evrenin zaman içinde kendi üzerine kopamayacağını en sonunda sonsuz yoğunlukta bir enerji noktası ya da kümesi haline geleceğine inanıyordu. Ancak onun yaşadığı yıllar içinde de görünür evrenin güçlü teleskoplarla gözlenmesi kaydedilen radyo frekansları, ölçülen kozmik ışın tayfları vb. aracılığıyla giderek ‘genişlediği’ belirleniyor ya da ileri sürülüyordu. Einstein’ın inancına göre olamazdı çünkü evrenin genişlemesinin sonsuz boyutta bir olasılık durumuna tekabül etmesi statik ya da ‘kararlı denge’ yapısına sahip olduğu şeklindeki klasik fizik anlayışıyla (uzay geometrisine de diyebiliriz) uzlaşmaz bir çelişki barındırıyordu esasen...
Ama aslında daha da spesifik olan çelişki Einstein’ın ‘zaman’ kavrayışında, anlayışındaydı... Newton nasıl fizik dünyada uzayın/uzamın mutlak olmadığını ortaya çıkarmış mekaniğin yasalarını bunun üzerine inşa etmişse, Einstein da fiziki dünyada ‘zaman’ın mutlak olmadığını ortaya çıkarmış ve görelik yasalarını bunun üzerine oturtmuştur. Ancak Newton zamanın mutlak olduğunu düşünüyordu: ‘uzam’dan bağımsız bir nitelik olarak vardı zaman... Dolayısıyla mekanik yasaları tüm evren formları için (madde formları) geçerli kabul edildi çok uzun süre boyunca. Hatta Newton mekaniğinin mantığı madde olmadan da ‘zaman’ın var olabileceği anlamına geliyordu. Felsefi idealizmin fiziğe (bilime) mirası olan ‘boş uzay’ yanılgısının ‘yasa’laştırılmasıydı bu.
Einstein, görelilik teorisiyle yıktı tabii, zamanın mutlak olduğu fikrinin temellerini. Onun yerine göreliliği koydu: madde ve enerji aynı şeydir, kütle değişirse hız da (zaman) değişir ve tersi. Hız arttıkça kütle de artar örneğin; enerji maddeye dönüşür çünkü. Sağduyunun tek yanlı yargılarına tamamen ters bu olgunun gerçek olduğu deneysel olarak da ölçüldü ve doğrulandı, hem makroskopik dünyada, hem de atom altı denilen mikroskopik dünya da. Böylece uzayın ve zamanın görelilik (bağıntılı) içinde belirlenen maddesel temel nitelikler olduğu kanıtlanmış oldu nesnel bakımdan. ‘Nesnel bakımdan’ vurgusunu yapmamızın özel bir nedeni var. Çünkü Einstein’ın bu nesnelliği kavrayışında (bilince çıkarışında) öznelcilik eğiliminden kaynaklanan felsefi bir zaaf, boşluk da vardı. Göreliliği, zamanın mutlaksızlığını, Özne’ye bağlı bir ölçü olarak düşünüyor ve kabul ediyordu esasen o. Zamanın kendisiyle onun ölçümünü birbirine karıştırmasından kaynaklanan bu sorun Einstein’ı öznel idealizmin sularında kulaç atmaya da götürdü yıllar boyunca. ‘Zaman’da geriye dönülebileceği gibi bir teorik çıkarıma da sahipti Einstein. Sonraki yıllar içinde bilim-kurgusal fantezilerin baş tacı yapılan bu matematiksel soyut ‘inanç’ Einstein’ın statik evren anlayışına paralel bir sonuçtu elbet.
Evren’in bir başlangıcı varsa oraya doğru ‘geri’ dönülebilir! Evet, ‘dönülebilir’, ama ‘zaman’dan bütün maddesel (ve duyumsal) niteliklerin arındırılmış olması koşuluyla. Yani ‘saf enerji’ haline getirilmesiyle! E=mc2’nin ‘madde’sine bakılırsa bu mümkün görünmüyor ama bir de formülün ‘ruhu’ var! ‘Saf’ enerji ruhu, idealizmin ‘evi’nde yaşayan ruh, ışık hızının ruhu. Bu ruhu takip ederek geriye, en geriye giderek hızın sonuna ulaşmak, ‘saf’ enerjinin durgunluk haline varmak. Mutlak’ın başlangıcına erişmek. Einstein, ‘tanrı zar atmaz’ demişti, evrenin belirlenmişliğini anlamak için. Ama belirlenmek her zaman bir şeye göre belirlenmektir, belirlenen belirler aynı zamanda. Evrende (ve doğada) bu nedenle saf olan hiçbir şey yoktur, olamaz. Saf’lık, bir şeyin kendi kendini belirlemesi anlamına gelir ki, diyalektik mantık bakımından geçersiz bir çıkarımdır bu, saçma bir mantıktır. Belirlenmek ve belirlemek, şeylerin özündeki çelişkinin var olma biçimidir. İçinde çelişkiyi barındırmayan bir varoluş yoktur; varlık çelişkili bir oluştur. Saf’lık, bir oluş değil, olma’yıştır, olma’yan tek şey hiçliktir. Hiçlik, belirlenmez, oluş’un dışındadır, hiç’lik hiçbir yerdedir.
Ama ruh’un evi, hiçlik için gerçek bir mekândır, zamansız bir mekân. Gerçeklik ise böyle bir çelişkisizliği içinde barındıramaz, ne parça, ne bütün olarak. Gerçeklik, ‘kendi içine kapalı dünya’ların mekânı değildir, yoksa yok olurdu parça ya da bütün olarak. Evren, uzam ve zamanın kütle ve enerjinin maddesel birliğidir. Evren olduğu için enerji ve kütle, uzam ve zaman yoktur; enerji ve kütlenin, uzam ve zamanın ‘oluş’ içinde çelişkili birliği (hareketi/dönüşümü/gelişimi) olarak evren vardır. Evren oluş’un sonsuzluğudur. Kendi içine kapalı değildir evren; enerji, kütle, zaman, uzam, oluş’un ucu açık sonsuzluğu içinde maddenin varoluş formlarıdır (biçimleridir); her biçim, içinde maddenin sonluluğunu ve oluş’un sonsuzluğunu barındırır. Son, kendi başına bir şeyin ne başlangıcı ne bitişidir evrenin bütünlüğü/birliği içinde... Sonsuz, son’ların toplamı olmadığı gibi, son da sonsuz’dan eksilte eksilte ede edilebilecek bir sonuç değildir. Sonsuzluk, sonlu olan şeyler arasındaki ilişkilerin en belirleyici niteliğidir. Son, sonsuzluğun bir görünümüdür, sonsuzluğun değişimidir. Sonsuzluk son’da gelişir, gelişim sonsuz bir ilişkidir.
İşte bugün CERN’de olup bitenler, daha doğrusu bilimin kendi ‘iç diliyle’ yani onun nesnel aklıyla söylediklerinin bittiği yerden başlayan metafizik lafazanlıklar da gösteriyor ki, bilim insanlarının çoğu düşünsel bakımdan öznel idealizmin prangalarına bağlı durumdadırlar. Sonsuzluğa bir başlangıç aranmaktadır bu yüzden CERN laboratuvarında. Bilimin deneysel bulguları/nesnel eylemi, onları, objektif olarak evrenin (ve maddenin) sonsuzluğuyla yüz yüze getirmeye devam etmekte ama buna düşünsel eylemlerinin idealist önyargılarıyla direnmekte, kabul etmekte zorlanmaktadırlar. Zorlanmaktadırlar, çünkü aslında kuantum fiziği (ve onun şimdiki en derin düzeyi olan parçacık fiziği) teorik bir açmaz (ya da kriz diyelim) yaşamaktadır. Bu, kökenleri epey eskilere dayanan (işaret etmeye çalıştığımız gibi Einstein’a kadar bile uzanan) bir gelişimin ürünüdür.
Higgs Bozonu denilen yapı/ya da işlev, bu teorik açmazın bütün temel niteliklerini bağrında toplayan eşik ölçüsüdür aslında. Kuantum fizikçilerinin idealizmin teorik dünyasına prangalanmış temsilcilerinin idealizmin teorik dünyasına prangalanmış temsilcilerinin ona (Higgs Bozonu) yükledikleri anlam ve misyon nedeniyle bu böyledir. Bu anlayışa göre Higgs Bozonu denilen ‘şey’ enerjinin maddeye dönüşümünün ‘sırrı’nı taşıyan yapı olmalıdır. Yaklaşık yarım asır önce kuramsal olarak inşa edilen bu teoriye göre, ‘Büyük Patlama’ sonrasında evrenin oluşumu (ve genişlemesi) için gerekli ve zorunlu olan maddenin bir yerlerde, bir şekilde oluşmuş olması lazımdır. Başka bir ifadeyle ‘boş uzayın’ maddeyle doldurulmuş olması gerekir ki, evren nesnel olarak gözlemlenebilir, incelenebilir bir varlık olarak gerçekleşmiş olsun. Evren maddi’leşsin, hiç’lik varlaşsın; yoksa zaten Büyük Patlama, Stantart Model, Higgs Bozonu bağıntısı içinde yukarıdan aşağıya inşa edilen teorinin de bir anlamı ve misyonu kalmazdı, kalamazdı. Hiçlik açıklanamaz olarak kalırdı. Oysa büyük patlama hiçliğin başlangıcını bize gösteriyordu! Standart Model, bize bu başlangıç sonrasındaki var oluşun koşullarını ve sistematiğini veriyordu ve nihayet Higgs Bozonu da ‘her şeyin’ kaynağı olarak keşfedilmeyi bekliyordu... Kozmolojinin ve kuantum fiziğinin yarım asırlık uzatmalı flörtünün ‘kısa hikâyesi’ böyle özetlenebilir.
Ama işte artık şimdi bu flört sona erdi daha doğrusu kozmolojinin ve kuantum fiziğinin ‘aşkları’ kayıt altına alındı, resmileşti, CERN’de kurulan ‘nikâh masası’nda taçlandırıldı. Üstelik bu aşkın en somut ürünü ve ‘kanıtı’ olarak ‘tanrı parçacığı’ da kucaklarında! Nikâh memuru olarak bilim insanları çocuğun sahibinin ‘kesin olarak’ belli olduğunu evlenmelerine bir mani olmadığını açıkladılar. Nikâh şahitleri olarak teologlar ve fütürologlar imzayı tereddütsüz bastılar. Dünya medyası ‘tanrı parçacığı’nın doğum anını yansıtan elde edilmiş ‘görüntüleri’ ekranlara ve gazete sayfalarına taşıdılar. Herkesi ikna etmek için gereken her şey yapıldı ve yapılıyor. Belki de en son Papa tarafından vaftiz edilmesi gerekecek Higgs Bozonu’nun. Nede olsa o da, Tanrı’nın yarattığı bir varlık! Ve eminiz ki, Papa bu işi seve seve yapacaktır. Yeter ki bilim insanları ‘Büyük Patlama’ öncesinde ne olduğu meselesine burunlarını sokmaya kalkışmasınlar, hiç’liği sorgulamasınlar!
İşin doğrusu bu ‘sınır’, kuantum teorisinin açmasını belirleyen şeydir de aynı zamanda. Kuantum fiziğinin kurucuları arasında sayılan Heisenberg’in ‘Belirsizlik/Kesinsizlik İlkesi’nden beri bu krizin unsurları oluşmaya başlamıştır teorinin bünyesinde. Kesinsizlik ilkesi, atom altı parçacıklarının (makro dünyanın nesnelerinin hareketine kıyasla) hayal ötesi bir hıza sahip olduklarından dolayı davranışlarının belirlenemeyeceği görüşüne dayanır. Herhangi bir atom altı parçacığın konumunu belirlemek istediğimizde aynı anda momentumunu (hızını) belirleyeceğimiz (ve tersinin de) gerçeğidir bu. Ama mesele bu değildir. Mesele, Heisenberg’in bunu atom altı parçacıkların hareket düzeyinde gözlemlenen bir olgu olmaktan çıkarıp genelleştirmesi, ‘maddenin bütün biçimlerinin kendi doğasından dolayı belirsiz olduğu’nu söylemesidir. Bilinçli bir idealist olarak Heisenberg, buradan hareketle doğada nedenselliğe bağlı yasalar olamayacağını savunmuştur. Öznel idealizm potansiyelinin kuantum fiziği de bu denli köklü temelleri vardır ‘teorik’ bakımdan. İşte ‘tanrı parçacığı’ denilen şey kuantum fiziğine sinmiş bu felsefesi idealist teorik mirasın sürdürücülerinin icadıdır. CERN’de deneysel olarak gözlemlenen ‘keşfedilen’ şey en yalın anlatımıyla maddenin atom altı düzeyindeki ilişkileri içinde yer alan yeni (ve önemli) bir parçacık formudur. Bilimsel nesnelliğin söylediği budur. Adı da Higgs Bozonu’dur en bilinen şekliyle... Ama işte görüyoruz ki CERN’de sadece bir keşif yapılmamış, yani zaten ‘orada’ olan bir şey bulunmamış, bir kez ‘icat’ edilen, yani daha önce olmayıp ‘yaratılan’ bir şey var, onun adı da ‘tanrı parçacığı’ oluyor. Higgs Bozonu’nun gayriresmi, bilim dışı adı, felsefi idealizmin uydurması oluyor yani. Burada demiş oluyor ki, tamam enerji (ışığı) maddeye dönüştüren şeyi, ‘her şeyin’ kaynağını oluşturan şeyi biz keşfettik, ama onu biz ‘icat’ etmedik, biz yaratmadık! Onun ‘nedeni’ yok, nedensizliğiyle var o. Mutlak belirsizliğiyle var. Biz ötesini bilemeyiz ve bilemeyeceğiz de...
Maddenin hiçlikten var oluşu... Bilimin din ile materyalizmin idealizm ile diyalektiğin metafizikle zoraki uzlaştırılma çabasının (başka türlü olamaz) her türlü biçim altında görünüm kazanan ‘inançsal’ özü budur. Bu görünümlerden biri de kozmolojideki ‘tekil’lik kavramıdır. Ünlü fizikçi Stephan Hawking tarafından geliştirilen ve ‘tanımlanan’ bu kavram, kuantum fiziğinin hali hazırdaki teorik kurgusunun ‘kral tacı’dır. Büyük Patlama’da bu tekil’lik krallığının ilan edildiği büyük an’dır. Evren mi? O da krallığa bağlı tebaa oluyor artık ve hesaplamalara göre yaklaşık 15 milyar yıldır süren bir doğum günü partisi içinde eğlenmektedir kozmolojik ‘varlık’lar. Süpernovalar, galaksiler, güneş sistemleri, gezegenler, kara delikler vb. çılgınca eğlenmekte birbirine çarpmakta, birbirini yutmakta, patlamakta, sönmektedirler... Kendilerini yaratan ‘tekil’lik, ‘sonsuz’luğun sona erdiği bir gün onların tümüne tekrar içine alıp yok edinceye kadar kaderlerini yaşamaktadırlar...
Bu ‘masalsı’ tasavvurumuz bilimin ‘ciddiyetiyle’ pek bağdaşmıyor kuşkusuz. Ama ne yapabiliriz ki başka. Stephan Hawking, “Büyük Patlama” diye bir efsaneyi kozmolojinin aklına soktuktan ve kuantum fiziğinin pek çok bilimcisi buna inandıktan sonra! O zaman soralım. CERN’de Büyük Hadron Çarpıştırıcısı deneyinde kurgulanan nedir? Evren’in oluşumu ve yapısını belirleyen koşulların laboratuvar ortamında oluşturulması Büyük Patlama anının gözlenebilir hale getirilmek istenmesi.. Daha da doğrusu, Büyük Patlama anının saniyenin milyonda biri kadar sonraki kesitinde nelerin olup bittiğinin anlaşılmaya çalışılması. Çünkü protonlar ve nötronlar, bu an’da oluşmaya başlıyor teoriye göre. Yani, daha sonra evrenin bütün maddesini oluşturacak olan atomun çekirdek yapısının unsurları oluşuyor, enerji kütle kazanmaya başlıyor. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı protonları öylesine büyük hızlarda o kadar çok çarpıştırıyor ki, açığa çıkan enerjinin yoğunluğu oransal olarak güneşimizdeki enerjinin yoğunluğunun 100 bin katına kadar ulaşabiliyor. Bu ortam protonu oluşturan daha alt parçacıklarının (kuarklar) hareketinin ve ilişkilerinin gözlenmesine, daha doğrusu bunların ‘iz’lerinin saptanmasına olanak sağlıyor. Ve esasen de bu parçacıkların kütle kazanmasına yol açan enerji dönüşünün alanının, yani Higgs Alanı (Bozonu) da denilen mekanizmanın varlığı saptanmış oluyor. Nokta.
Öncesi, diyelim ki, saniyenin milyarda biri an’ında ‘olan’lar nedir? Bilinmiyor, daha doğrusu ‘bilinemez’lik boyutu orası. Ama nasıl olur, eğer saniyenin milyonda biri varsa, milyarda biri de vardır ve öncesi de; milyonda birinde ne olduğu bilinebiliyorsa milyardaki de bilinebilir olmalı vb. Mantıksal bir yorum da bulunacak biri olursa, herhalde Büyük Patlama taraftarlarınca kınanması göze alması gerekir. Çünkü onlar şöyle diyecekler kesinlikle; bu büyük bir yanılgı, siz ‘tekil’likte evren arasında maddi bir ilişki olduğunu mu sanıyorsunuz, hayır yok! Tekil’lik tekilliktir, evren de evren, o kadar. Ama biz, bir zamanlar aralarında Higgs Alanı gibi bir şeyin olması gerektiğini matematiksel olarak biliyorduk ve onun da ‘izleri’ni keşfettik sonunda. Ama kendisi tam olarak nedir, ‘parçacık’ mıdır, ‘alan’ mıdır, ‘kuvvet’ midir, ‘mekanizma’ mıdır bilmiyoruz ve bilemeyiz çünkü. Bildiğimiz tek şey onun ‘her yerde hazır ve nazır olması’ gerektiğiydi. Bize bunun ötesinde bir şey söyletemezsiniz...
Kuantum fiziğinin ve kozmolojinin ‘resmi’ görüşlerini temsil eden kurum ya da tanınmış şahsiyetlerin söyleyecekleri aşağı yukarı böylesi şeylerdir. Bu böyle olmak zorunda çünkü. Büyük Patlama öncesinde ne olduğunun bilinebilmesi için sonrasında olanlarla arasında zaman içinde bir benzerlik ilişkisi kurulabilmesine olanak tanıyacak nesnelliklerin yani ‘nitelik’sel sürekliliklerin bulunması gerekir. Sonra’dan önce’ye bu benzerliklerin üzerinden gidilebilir, çünkü benzerlik, önce ve sonra arasındaki uzamsal bağıntıdır. Bu aynı zamanda önce ile sonra arasında bilinen/bilinebilen bir ilişkinin/şeyin var olduğunun kanıtıdır, ya da onun ‘kavramı’dır diyelim. Ama işte bu ‘kavram’ üretemiyor kuantum fiziğinin ‘resmi’ bilimi, teorisinde bu ‘benzerliğin’ yeri yok, karşılığı yok ‘maddi’ olarak. Teoriye göre evren oluşmadan önce madde de yok çünkü. Dolayısıyla öncesi’yle sonra’sı arasında da maddi bir ‘benzerlik’ ilişkisi kurulamıyor, kuramıyor... Haliyle öncesi olmayan bir sonralılık durumu ortaya çıkıyor evrenin oluşumu ve yapısı bakımından.
Bu mantıksal çelişkiyi bilim göz göre göre üstlenemeyeceği için top, felsefenin oyun sahasına atılıyor. Eh idealizmin dünyasında mistik numaralar çok. Tekil’lik denen kavram da düpedüz felsefi bir mistik icat, ‘var olması’ gerekmiyor, bilimin atmak zorunda kaldığı topu tutması ve sonsuza kadar ‘yutması’ yetiyor! Zaten öyle de, bir gün kendinden çıkan her şeyi/bütün evreni tekrar geri ‘yutacak’ bir şey ‘tekillik’. Zamansız, uzaysız, maddesiz bir kavram. Hegel’i anarak söyleyecek olursak eğer, yalnızca ‘kavram’ belki de. Mutlak düşünce! Öyle ya, kuantum fiziği ve kozmoloji artık neredeyse ‘saf’ matematiksel teoremlere dayalı hale geldi. Tekillik, Büyük Patlama, Standart Model, bunlar hep matematiksel mantığa dayalı işlem çıkarımları ya da sistemleridir örneğin. Hakikatin matematiksel soyutlamaları, tasarımları... Kuşkusuz böyle olmaları onların gerçeklikle bağlarının olmadığı ya da çıkarımlarının gerçeklik tarafından doğrulanamayacağı anlamına gelmiyor doğrudan ve gelmez de... Bilim matematiksiz gelişemez elbette. Ne var ki, matematik, bilimlerin en soyut karakterli olanı olmasına karşın yapısı ve kuralları gerçeklik tarafından belirlenen ya da aynı anlama gelmek üzere ‘sınır’lanan bir düşünsel eylem... Dolayısıyla gerçeklikle ilgili soyutlamaların ‘mutlak’ bir karakteri olamaz, kısmi (ve yaklaşık) bir doğruluk sonucu verir matematik belirlemeler hakikat hakkında. Bu özellikle de matematiğin evrensel bütünlüğün oluşumu, yapısı ve hareketiyle ilgili fizik teoremlerinin oluşturulması amacıyla kullanıldığı ölçüde daha belirgin olarak böyledir. Bu düzeydeki ölçüm hesaplamalarında matematik, üzerinde çalışılan nesnelliğin doğası gereği en soyut argümanlarıyla iş görmeye çalışır. Böyle çabalar, matematikçi için büyük risk potansiyeli barındırır, çünkü matematiğin doğal ve gelişkin bir özelliği olan soyutlama kapasitesi, matematikçinin ‘eylemi’ni soyutlaşma baskısı altında tutar. Bir anlamda matematikçi, ‘nesne’sini yitirmeye, gerçeklikle bağının zayıflamasına (bazen de kopmasına), düşündüklerini (daha da ötesi hayallerini belki de) gerçeğin kendisi sanmasına, matematiğin sembollerini mutlaklaştırmasına meyleder.
Bu çerçeveden baktığımızda Büyük Patlama’nın neden evren’in gerçekliği hakkında hali hazırda ulaşılmış deneysel bilgi birikiminin nesnel sonuçlarına dayalı bir bulgu düzeyi (hadi öngörü diyelim) değil de, daha ziyade bir ‘efsane’ etkisi yarattığını daha iyi anlayabiliriz. Matematikçiler (ve teorik fizikçiler) doğrudan ‘filozof’luğa da soyununca böyle oluyor bu işler... Matematiğin ‘sınır’lı dünyasında bulamadıklarını, göremediklerini felsefi idealizmin gizemli yollarında arıyorlar ya da mistik ‘küre’sinde görüyorlar. Eh, sonrası kolay, hesabın, kitabın henüz geçmediği (bir sınır koyduğu) yerde dönüp gerçekliğin somut varlığına, hareketine ve gelişimine tekrar tekrar başvurmak onu daha derinlikli ve daha çok yönlü incelemek, araştırmak belki de yöntemini sorgulamak yerine, ‘gizem’in büyüsüne, mistikliğin cazibesine kapılıp ‘tekil’liğe doğru ‘uçmak’ serbest nasılsa. Yeter ki hayallerin, spekülasyonların hızı ‘ışık hızını’ aşma gücünde olsun (matematiğin genel olarak bilimin) dümeninde filozoflar otursun, yakıtı da idealizm olsun. O zaman, zaman da her yere yolculuk yapılabilir, geçmişe de geleceğe de; “Büyük Patlama” denilen evren başlangıcına doğru da, “Büyük Çatırtı” denilen evrenin sonuna doğru da!
Sonuç olarak; Kuantum fiziği, kozmoloji Büyük Patlama efsanesinin sesine kulak verip evrenin başlangıcına ‘yaklaştıkça’ bu bilimlerin gerçeklikten uzaklaşmasının ve kopuşunun işareti olan krizin ‘çatırtısı’ da artacağa benziyor. ‘Tanrı parçacığı’ gerçekte neyin habercisi acaba?