Yeni Bir Gençlik Hareketi Mayalanıyor

Üniversiteli ve liseli gençlik hareketi 1968’ten sonra tarihi bir sürece doğru ilerliyor. Dünyanın dört bir tarafında meydana gelen son birkaç yıllık gelişmelere şöyle bir göz attığımızda, bunun taşlarının her yerde döşeniyor olduğunu görebiliriz. Şüphesiz, koşullar ‘68’den bambaşka olduğu içindir ki tarih tekerrür etmeyecektir. Her olay kendi tarihsel koşulları içinde cereyan eder ve o tarihsel koşulların ürünüdür. Dolayısıyla Marksizm’in “olmakta olanı anlamak” yaklaşımıyla sürecin gidişatını görmek elzemdir. Elbette ‘68’i yaratan koşullarla bugünkü koşullar arasındaki farkların bağlamı geniştir. Biz burada, ‘68’i oluşturan koşulların bir özetini sunup sonrasında bugün coğrafyamızda ve dünyada “olmakta olan” gençlik hareketini belli bakımlardan inceleyeceğiz.

‘68’e Kısa Bir Bakış

‘68 gençlik hareketi, bugünden farklı sosyo-ekonomik koşullarda gerçekleşmişti. ‘50-70 arası dönem, kapitalist merkezlerde kapitalizmin istikrarı temeli üzerinde devrim değil reformculuğa elverişli maddi koşulların olduğu dönemdi. Ek olarak burjuvazi sosyalist sistemin işçi sınıfına kazandırdıklarının basıncı altında sosyal hakları genişletme politikası izliyordu, bu durum da reformizmin bu ülkelerde gelişmesinin zeminini güçlendirmişti.

Bu koşullara rağmen, öğrenci gençliğin “küçük burjuva aydın” sınıfsal konumu, ona, sistemi daha fazla sorgulayıcı, araştırmacı değiştirici bir özellik veriyordu. Bu olgu, gençliği cinsel baskı, sınıfsal eşitsizlik, sömürgeci ve işgalci politikalar, adaletsizlik gibi dönemin bütün sorunlarıyla doğrudan ilişki kurma, onları değiştirmek için mücadele etmeye sevk ediyordu. Şüphesiz kendi talepleri, akademik-demokratik talepler için de sokaklardaydılar. Ama hareketin tamamına bunun yön verdiğini söylemek zor. Ülkeye ve hatta bölgeye göre değişse de ortak olan sisteme başkaldırıydı. 1968 tarihli Beaux Arts posterlerinden birinde, bir kaldırım taşı resminin altında “21 yaşın altındaysan işte oy pusulan” yazıyordu. Yine dönemin başka öne çıkan “barikat bir yol kapatır ama başka bir yol açar”, “özgürlük kaldırım taşının altındadır”, “bu sabah aklın özgürlüğe takılmış”, “sormayacağız, istemeyeceğiz, alacağız ve işgal edeceğiz” vb. sloganlar başkaldırı ve özgürlük ruhunu anlamak için oldukça veri sunuyor.

1950 ve 1960’larda Cezayir, Vietnam işgallerine, ABD’de siyahilerin baskı altında tutulmasına ve eşitsizliğine, üniversite ile liselerdeki hak gasplarına, eğitimde kaliteyi düşüren uygulamalara karşı birçok eylemle ‘68’e giden yol döşendi. ‘68’de ise hareket doruğuna ulaştı. Denilebilir ki, ‘68 yılı biriken hareketin patlama yılıydı.

Hareket, emperyalist kapitalizmin merkezi ülkelerinde ‘70’lere kadar ise azalarak da olsa sürdü ve nihayetinde sönümlendi. Hareketin sönümlenmesiyle ilgili içsel ve dışsal birçok şey söylenebilir. En önemlisi bir stratejiye ve iktidar hedefine bağlı olmamasıydı. Elbette bununla sıkı sıkıya bağlantılı olarak devrimci önderlikten yoksun oluşuydu. Keza gençliğin sınıfsal konumunun da bunda önemli payı oldu. Fakat hareket siyasi ve toplumsal yaşamda çok yönlü birçok soruca yol açtı. Birçok ülkede silahlı devrimci örgütler ortaya çıkardı. Federal Almanya’da RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu), 2 Haziran Hareketi ve 1973’te Frankfurt’ta kurulan Revolutionnore Zelle (RZ-Devrimci Hücreler); İtalya’da Kızıl Tugaylar ve Cephe Çizgisi; ABD’de Weatherman ve SCA (Symbionese Kurtuluş Ordusu); Fransa’da Proleter Sol ve GARI; Japonya’da 1971’de kurulan Rengo Sekigun (Federal Kızıl Ordu) bunlardan bazılarıdır. Ayrıca sonradan ezici çoğunluğu sönümlenseler de maocu, troçkist, komünist partiler kuruldu ve gelişme gösterdiler. Bütün bu örgütler kendilerini “dünya çapındaki devrimci sürecin unsurları” olarak görüyorlardı.

Yeni-sömürge ve sömürge ülkelerde ise ‘68 gençlik hareketi devrimci ve komünist hareketin bir parçası olarak doğup gelişti. Dünya çapında bu ülkelerde doğmakta olan işçi-köylü gençlik hareketlerinin devrimci dalgasının hem bir parçası olarak gelişti hem de bu dalgayı ve devrimci partileri güçlendirdi. Bu nedenle çeyrek yüzyılı kapsayan bir süreçte boyunca sürdü ve ancak 80’li yıllarda devrimci dalganın inişe geçmesiyle sönümlendirilebildi. Ayırt edici diğer bir özelliği yeni devrimci ve komünist partilerin önde gelen kadro kaynağı oldu.

Sömürge ve yeni-sömürge ülkeler devrim dalgasının yükseldiği o günün koşullarında, Afrika ulusal kurtuluş devrimci partilerinin kadro gövdesinin, özellikle kurucu kadrolarının büyük bölümü öğrenci gençlik hareketlerinden geliyordu.

Yeni-sömürge ülkeler devrim dalgasında bu daha çok görülüyordu. Bangladeş’ten Filipinler’e, Latin Amerika ülkelerinden Ortadoğu’ya, yeni kurulan devrimci ve komünist partilerinde de bu ayırt edici özellik yansıyordu.

Keza coğrafyamızda ‘71 devrimci atılımıyla ortaya çıkan THKO, THKP-C, TKP/ML’yi de eklemeliyiz.

Bu gerçek o günün ve sonrasının devrimci hareketini taşıyan temel ve tarihsel bir rol oynadı. Özellikle SB ve uluslararası komünist harekette Kruşçev-Brejnev revizyonizminin stratejik karşıdevrimci darbesinin yol açtığı tahribatı, o yılları yeni-sömürge, sömürge ülkelerin dünya çapındaki devrimci dalgası ve bu dalganın ortaya çıkardığı yeni devrimci ve komünist hareketlerin giderebildiğini dikkat aldığımızda, bu tarihsel rolün önemi daha iyi anlaşılır.

Sınıfsal Yapıda Meydana Gelen Değişimler

Bugünkü gençlik hareketinin yönünü tayin etmemiz, nereye doğru evrileceğini anlamamız için gençliğin sınıfsal pozisyonunda meydana gelen değişimleri iyi anlamamız gerekiyor. Zira bu değişimler bugüne ve geleceğe dair birçok şeyde önemli sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.

Dünya kapitalist sistemi ‘70’lerle birlikte, girdiği ekonomik sıkışmışlıktan kurtulmak için neoliberal politikalar denilen politikaları devreye sokmaya başladı. Neoliberalizm özünde sermayenin sınırsız sömürüsüydü. Bu sömürü uğruna girmeyeceği yer yoktu. Hastaneler, okullar, kamusal alanlar vb. her şeyde özelleştirme furyası başladı. Bütün bu alanlar parça parça sermayeye peşkeş çekildi. Çalışma hayatında taşeronlaştırma, esnek üretim vb. yöntemlerle hem işçi sınıfı daha ucuza çalıştırılıyor, hem de işçi birliği parçalanıyordu. Doğa azgın sömürü altında giderek daha fazla katlediliyordu. ‘90’larda Sovyet bloğunun çökmesiyle birlikte sermaye dizginlerinden boşanırcasına her yere aktı. ‘70’lerle birlikte adım adım başlayan sosyal devlet olgusunun tasfiyesi, Sovyet bloğunun çökmesiyle birlikte hız kazandı. Artık emperyalist kapitalistlerin sosyal devlete ihtiyacı yoktu. Zira o sermayeye ayak bağı oluyordu şimdi. Ondan hızla kurtulmak gerekiyordu. Bu neoliberal politikalar ve sosyal devletin tasfiyesi, sermayenin ucuz işgücü olan yerlere yatırılması vb. uygulamalar kapitalist sistemin nefes borularını kısmen açarak onu bugünlere kadar getirdi. Lakin Mali oligarşi ve tekeller dünyayı birer ahtapot gibi sarmalarına rağmen kendilerini 2008’de başlayan bir krizin içinde bulmaktan kurtaramadı. 2008 krizi, sermayenin son sınırına dayandığını açık bir şekilde gösteriyor. Marx’ın kehaneti tutmuş, her olgu gibi kapitalist sistemde ölüm sınırına gelip dayanmıştı.

Emperyalist küreselleşme dediğimiz bu süreçte, kaçınılmaz olarak bütün sınıfsal tabakalar yerinden oynadılar. Bir tarafta birkaç yüz mali oligark etrafında kümelenen ve bütün zenginlikleri ellerinde tutan ezenler, diğer yanda ise sınıfsal, dolayısıyla ruhsal ve düşünsel olarak işçi sınıfıyla bütünleşen yoksullar, ezilenler işte bu tablo içinde sınıfsal olarak yerinden oynayan işçi sınıfına sınıfsal, ruhsal ve düşünsel pozisyonda da yaklaşan ve hatta önemli bir kesiminin işçileştiği bir gençlik gerçeği var. Tıpkı memurların, mühendislerin vb. olduğu gibi. Yerlerinde oynayan bu ara tabakalar bir anda kendilerini geleceksizlik ve işsizlik girdabı içinde buldular. Oysa mühendis, doktor, öğretmen asistan öğretim görevlisi vb. olmak onlara hep bir kurtuluş yolu olarak sunulmuştu. Yaşam koşullarının, ücretlerinin ayrıcalık düzeyinde olduğun düşünüyorlardı. Fakat sermaye hızla bu kesimlere yeni sınıfsal konumlarını hatırlattı.

Üstelik eğitim açısından işin başka bir yönü de var. Neoliberal politikalar eğitim alanında da kendisi hissettirdi. Özellikle 1998 yılında Fransa, İtalya, İngiltere eğitim bakanlarının Sorbonne’deki toplantılarıyla başlayan ve Bologna sürecinin temellerinin döşendiği kararlar, neoliberal politikaların eğitim alanına uygulanması anlamına geliyordu. Birçok Avrupa ülkesinde uygulamaya geçilmeye çalışılan bu süreçle, üniversiteler sermayeye bağlı hale getirilerek, sermayeye bilgi üreten kurumlar oluşturulmaya çalışılıyor. Üniversitelerde rekabetçiliği geliştirmek, ders saatlerinde akademisyenler arasında rekabet oluşturmak (performansa göre ücret) eğitim sistemini piyasanın ihtiyaçları kapsamında yeniden yapılandırmak harçların uçuk oranlarda arttırılması vb. uygulamalar Bologna sürecinin unsurları olarak mali oligarkların istekleri doğrultusunda parlamentolardan geçirilmeye çalışılıyor. Elbette Bologna süreci sadece bunlardan ibaret değildir. Fakat biz, konu bağlamında yukarıdakilere ek olarak bu sürecin emperyalist küreselleşmenin ve sermayenin aşırı derecede merkezileşmesinin öğrenci, asistan, öğretim görevlisi vb. kesimlerin sınıfsal yapısında meydana getirdiği değişimlerin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Bu süreç coğrafyamızda da yeni YÖK yasa tasarısı üzerinden hayata geçirilmeye çalışılıyor. Yukarıda Bologna sürecine özgür olarak saydığımız birçok uygulamayı YÖK’ün demokratikleştirilmesi olarak sunulan tasarıyı ayrıntılı olarak incelediğimizde görmemiz mümkün.

Gençlik İsyanda

Bütün bunlar yaşanırken gençliğin sessiz kalması mümkün değildi. Nitekim Avrupa ülkelerinden Ortadoğu’ya Rusya’dan Asya’ya kadar öğrencilerin protestolarıyla karşılaşıyor bu uygulamalar. Öne çıkan talepler neredeyse bütün her yerde aynı: “nitelikli eğitim”, “Geleceksizlik”, “sermayeye peşkeş çekilmeyen bir eğitim sistemi”, “parasız eğitim”, “diplomalı işsiz olmayacağız” vb.

Bu politikalar 2008’deki sistem kriziyle birleşince büyük patlamalara yol açtı. Özellikle Yunanistan’da 6 Aralık 2008’te 15 yaşındaki lise öğrencisi Alexis’in polis tarafından katledilmesiyle başlayan isyan bu tepkilerin en şiddetlisiydi gençlik bakımından. Görünüşte ortada coğrafyamız için sıradan olarak yaklaşılan bir polis katliamı vardı. Oysa Alexis’i polisin katletmesi biriken öfkenin bendini patlatmaktan öte bir şey değildi. Yani katliam keskinleşen iç çelişkilerin patlamasını tetikledi. Aristelio Üniversitesi’nin işgaliyle eylem, üniversitelere taşındı. Yaklaşık bir ay boyunca lise, ortaokul, üniversite ve işsiz gençliğin merkezinde durduğu şiddetli çatışmaların yaşandığı bir öfkeydi bu. Polis teşkilatı, kamu kuruluşları, parlamento, medya tekelleri kısacası burjuva devletin simgesi tüm mekânlar isyanın ve şiddetin hedefi oldu. Bir ay boyunca birçok bakımdan ezilenlere derslerle dolu deneyim sundu. Fakat hareket maalesef başka coğrafyalardaki ezilenlerden özellikle de gençlikten hak ettiği desteği alamadı. Şüphesiz bu patlama başka bir yerde de olabilirdi. Zira bu çelişkiler neredeyse gezegenin her yerinde patlamaya hazırdır. Nitekim Arap devrimleri bunu hızlıca doğruladı. Kendi özgünlüğü ve diğer sınıf ve tabakaları da kapsaması bir yana, Arap devrimlerinde de gençliğin belirgin bir yeri ve örgütlülüğü vardı. Alexis’in katledilmesinin Yunanistan’da çaktığı kıvılcım, Arap devrimlerinde Tunuslu diplomalı genç işsiz Buzizi çakmıştı. Buzizi’de bedenini tutuşturarak hareketin basit biçimini bir başka biçime sıçratmıştı. Elbette ne Buzizi kendini yakarken bu amacı gütmüş, ne de Yunan polisi Alexis’i katlederken sonuçlarının böyle olacağını hesap etmişti.

Öğrenci gençliğin yukarıda saydığımız Bologna süreci üzerinden hayata geçirilmeye çalışılan neoliberal eğitim politikalarına karşı sokaklara çıkması geçirilmeye çalışılan neoliberal eğitim politikalarına karşı sokaklara çıkması, kendisini en militan şekilde Şili’de gösterdi. Merkezinde liseli gençliğin durduğu Şili gençlik hareketinin uzun bir geçmişi var. Fakat son dönemde liseli ve üniversiteli gençliğin, hükümetin çıkarmaya çalıştığı “eğitim reformu”na karşı kitlesel mücadeleleri öne çıktı. Eğitim bakanlarını istifa ettirecek ve hükümetle masaya oturup pazarlık edecek düzeyde rejimi zorlayan hareketler ortaya çıkardılar. 2010 yılında Roma’da parlamento binasını kuşatan, devletin simgelerine şiddet uygulayan gençliğin militanlığı da hafızalarımızda taze. Yine aynı dönemde harçlara üç kat zam yapılmasına karşı sokaklara dökülen ve parlamentoyu kuşatma altına alan İngiltere gençliği, eğitimin nitelikli hale getirilmesini ve haçlara zammın geri çekilmesini istiyordu. İspanya’da ekonomik krizin etikleriyle birlikte eğitim sisteminde uygulamaya çalışılan neoliberal politikalara karşı SOL meydanında toplanan “ÖFKELİLER” içinde yer alan gençler bir başka coğrafyada ama aynı taleplerle sokaklardaydılar. Gençliğin yukarıda belirttiğimiz taleplerle mücadelelerini Fransa, Almanya, Kanada, Portekiz, Danimarka, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya, Macaristan, Hollanda, Avusturya, Avustralya, Belçika, Polonya, Türkiye ve bu uygulamaların yaşandığı her yerde görmemiz mümkün. Birbirlerini direk bağlı olmamakla birlikte, aynı taleplerle, dünyanın farklı coğrafyalarında yürütülen bu mücadeleler aslında hareketlere dünyasal bir nitelik katmaktadır. Şüphesiz yaşanan henüz yeni bir ‘68 düzeyinde değildir. Fakat hem taleplerin neredeyse her yerde aynı olması hem de yaygınlık düzeyi bakımından değerlendirdiğimizde dünyasal bir hareketten pekâlâ söz etmemiz mümkün.

Coğrafyamızda İsyan

Coğrafyamızda kıpırdanmaya başlayan nüveleri görüyoruz. Bunların en önemli iki tanesi liseli gençliğin şifre patlamaları ve üniversiteli gençliğin ODTÜ çıkışı ile sonrasında yaşananlardır.

Liseli gençliğin kıpırdanma belirtilerini 2008’de İsrail’in Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği Dökme Kurşun operasyonlarına kadar götürmek mümkün. Liseli gençlik, bu Siyonist saldırıya karşı ders boykotları, siyah kurdele takmaları ve basın açıklamalarıyla eylemler örgütledi. Çok yaygın olmamakla birlikte epeyi anlamlı bir çıkış sergiledi. Keza ‘68’in 40. yılı çerçevesinde yapılan etkinliklere kitlesel liseli katılımları gördük. Öncesinde 1 Mayıs’a bazı illerde 400-500 kişiyle ve bağımsız pankartlarla katılımları ile liseli örgütlerin 1 Mayıs alanına taşıdıkları kitledeki artışı da unutmamak gerek. Liseli gençlikte ‘71 devrimci önderlerine, onların hayatlarını öğrenmeye yönelik bir ilgi gelişti. Söz konusu devrimci önderlerin hayatlarını anlatan kitapların satışında önemli artışlar görüldü.

Liseli gençliğin kitlesel olarak sokaklara döküldüğü esas süreç ise, Artvin’de bir dershane öğrencisinin YGS7deki bazı soruların şifreli yöntemle çözülebileceğini fark etmesiyle Nisan 2011’de baş gösterdi. Öğrencinin bu iddiası doğrulanınca, 5 ve 6 Nisan’da liseli gençler eylemler yapmaya başladı. Daha sonra 10 Nisan’da neredeyse coğrafyanın her yerinde liseliler sokağa çıktı. Bazı rakamları vermek, katılımı göstermek bakımından önemli veriler sunabilir: İstanbul’da 10 bin, Ankara’da 10 bin, İzmir’de 5-10 bin arası, Denizli’de 2-3 bin, Antep’te bin, Amed’de 2 bin, Antalya’da yüzlerce… Muhafazakâr kentler olarak bilinen birçok kentte de yüzlerce liseli genç sokaklara çıktı. Basında çıkan bazı bilgilere göre 70-100 bin arasında liseli genç eylemlere katıldı. Bilgiler ne kadar gerçeği yansıtıyor bilemiyoruz, ama bu kadar yaygın ve kitlesel olarak liseli gençliğin sokaklara çıktığı yakın zamanda gördüğümüz bir şey değildi. Keza 15 Nisan’da örgütlenen bir günlük okul boykotuna İstanbul’da ona yakın lisede katılım yüzde 100 düzeyinde oldu. Birçok okulda yüzde 60, yüzde 40, yüzde 10-15 düzeyinde katılımlar oldu. Hareketin temel talebi dönemin ÖSYM başkanı Ali Demir’in istifasıydı. Hemen hemen her eylemde temel slogan buydu. YGS’nin iptali ve üniversiteye giriş sınavının kaldırılması, parasız eğitim vb. başkaca talepler de eylemlerde dile getirildi. Eylemler o kadar yayıldı ki, başbakan Erdoğan, “Biz de Taksim’dekilerin karşısına 10 bin gencimizi çıkarırız” dedi. Bu aynı zamanda Erdoğan şahsında yeni iktidar sahiplerinin demokrasi anlayışını da ortaya çıkaran bir yaklaşımdı. Liseli gençlik örgütleri harekete birleşik örgütlü bir mücadele geliştiremeyip kendilerini bu yeni durumun düzeyine çıkaramayınca hareket kazanım elde edemeden giderek sönümlendi. Bu sürecin sönümlenmesinde klasik araç ve yöntemlere saplanıp kalmakla beraber, esasen, böyle bir gelişmeyi patlamaya hazır dinamikleri yeteri düzeyde anlamamanın ve gerekli düzeyde hazırlığa sahip olmamanın payı oldu. Liseli gençliğin son birkaç yıllık pratiği, önümüzdeki dönemlerde buna benzer ve hatta daha üst boyutta hareketlerle karşılaşacağımızı gösteriyor.

Liseli gençlik gibi üniversiteli gençlikte de üstündeki ölü toprağı atmaya dönük çıkışlar görüyoruz. Özellikle son ODTÜ direnişi bunu çıplak olarak gösterdi. ODTÜ direnişine gelene kadar birkaç yıldır üniversiteli gençlik başkaca süreçlerde yaşadı. 2009’da harçlara yapılmak istenen zamlara karşı Genç-Sen öncülüğünde geliştirilen yaygın ve kitlesel eylemlilikler hükümete geri adımlar attırdı. Peşi sıra 4 Aralık 2010’da Dolmabahçe’deki YÖK protestosu ve devletin vahşi saldırısı önemli bir gündem oluşturdu. Bu dönem bütün bakanlar ve hükümet yetkilileri gittikleri her üniversitede gençliğin protestolarıyla karşılaştı. Yaygın olarak birçok kentte

Dolmabahçe saldırısı protesto edildi. Yine Aralık 2010’da Bilim ve Teknolojileri Yüksek Kurulu toplantısı için ODTÜ’ye giden Erdoğan, gençliğin kitlesel direnişiyle karşılandı. Keza bir süre sonra polis şiddetini ve eğitimdeki neoliberal uygulamaları protesto etmek için ODTÜ’den AKP il başkanlığına yapılmak istenen kitlesel “Başkaldırıyoruz” yürüyüşüne polisin saldırısı ve öğrenci gençliğin barikatlı direnişi de oldu. Erdoğan’ın ODTÜ’deki son karşılanmasına benzer direnişe sahne olan ve ODTÜ gençliğinin Kürt siyasi tutsaklarının taleplerinin kabul edilmesi ile ilgili çıkışı, Tutuklu öğrencilerin özgürlüğüyle ilgili yapılan birçok eylem ve etkinlik; YÖK yasa tasarısına karşı yapılan eylemler, Eskişehir’de Bologna sürecinin bir ürünü olarak binlerce öğrencinin yabancı dil dersinden sınıfta kalmasına karşı yürütülen ve kazanımla sonuçlanan kitlesel yürüyüş ve işgaller, yine Kocaeli üniversitesi öğrencilerinin Bologna süreciyle ilgili örgütledikleri birkaç bin kişilik eylemler; 2010’da KPSS’deki kopya olayıyla ilgili kendiliğinden ortaya çıkan tepkiler (ki gençlik örgütleri bu sürece pek müdahil olmadı) ve nihayetinde 2011 yılındaki son zamanların en birleşik ve kitlesel 6 Kasım protestosunu da bu tabloya eklemeliyiz. Bütün bu süreçle bağlantılı olan ODTÜ direnişi ise hareketin başka bir düzeye yükseldiğini gösteriyor.

Aralık 2012’de ODTÜ’ye Göktürk-2 uydusunun fırlatılmasını izlemek için 3 bin 600 polis, 20 zırhlı araç, 8 TOMA, ve koruma ordusuyla gelen başbakan Erdoğan’ı gençliğin kitlesel öfkesi karşıladı. Polisin yürüyüşe vahşi şekilde saldırısıyla direnişe geçen ODTÜ, Ankara ve Hacettepe Üniversitesi öğrencileri, polis saldırısına karşı militan bir tutum sergiledi. Gençliğin bu militan çıkışıyla birlikte haliyle uydunun fırlatılması silik kaldı. Buna oldukça içerleyen Erdoğan öğrencileri öğretim görevlilerini ve rektörlüğü tehdit etmekten geri durmadı. ODTÜ gençliği ise kritik bir müdahalede bulunarak eylemi bir adım öteye taşıyıp bir günlük boykota gitti. Öğretim üyeleri öğrencileri sahiplendi. Sahiplenmekle kalınmadı. Öğretim elemanları Derneği, ODTÜ Mezunları Derneği boykotu öğrencilerle birlikte “Şiddet varsa Polis varsa Ders yok” şiarıyla örgütlediler. Bin kişiye U3 amfisinde ders verdi. 26 Aralık’ta ise iki günlük amfiyi işgal eylemi başlatıldı. İşgalin sonunda ise 10 bine yakın kitle “ODTÜ ayakta AKP’ye direniyor” sloganıyla geleneksel ODTÜ yürüyüşünü gerçekleştirdi ve stada DEVRİM yazısı yazıldı. Özcesi Commer’in ve Gorbaçov’un arabalarını yakan ve onlara ODTÜ’yü dar eden gençliğin mirası, 2012’de de gençliğin yanı başındaydı. ‘68 hareketinde ve Gorbaçov’un kovulmasında nasıl bir ruh, militanlık ve kendi gücüne güven vardıysa ODTÜ’de de aynı ruh ve militanlık vardı. Üstelik yaslandıkları büyük de bir miras ODTÜ’lü öğrencilerin söz aldıkları demokrasi dersinde söyledikleri bunu gösteriyordu da: “Bugün 1978’de arabası faşistler tarafından taranan Necdet Bulut’un anısının yaşatıldığı amfide toplandık. Bu ODTÜ’nün devrimci tarihinin tüm bileşenlerince hala yaşatıldığının bir kanıtıdır. ODTÜ’nün devrimci tarihi, bugün AKP eliyle sürdürülen zulme karşı bir yanıttı.”

ODTÜ direnişi dalga dalga farklı üniversitelere yayıldı. Ortak slogan “Her yer ODTÜ her yer direniş” olarak öne çıktı. Erdoğan’ın ODTÜ öğrencilerini ve akademisyenlerini tehdit etmesinden sonra, bir bildiri yayınlayan çeşitli üniversitelerin, rektörleri, direnişi kınadılar.” Her türlü şiddete karşı olduklarını” beyan ettiler. Hareket bu aşamada, bildiriyi yayınlayan rektörlerin istifası talepli bir mücadeleye dönüştü. Söz konusu üniversitelerdeki tutarlı, demokrat ve ayrıca kimi Kemalist öğretim görevlileri karşı bildiri yayınlayarak ODTÜ gençliğinin ve öğretim görevlilerinin yanında olduklarını söylediler. Keza bahsi geçen üniversitelerin öğrencileri de rektörlerinin imzalarını geri çekmeleri ve istifa etmeleri talepli mücadele geliştirdiler. Özellikle Mimar Sinan, Galatasaray ve Tunceli üniversiteleri bu dönem öne çıktılar. Rektörler üzerinde öğrencilere açıklama yapmak veya özür dilemelerini sağlayan basınçlar oluşturuldu. Uzun yıllardır üniversitelerde yapılamayan kitlesel işgal ve eylemler gerçekleştirildi. Hareket birçok küçük kentlerdeki üniversitelere de sıçradı. Eylemler 10-15 günlük bir süreden sonra yavaş yavaş sönümlendi.

Sonuç Olarak

Coğrafyamız ve dünyada gençlik hareketindeki bu gelişmeler sadece talepler bakımından değil, eylemsel bakımdan da yeni bir dünyasal gençlik hareketinin mayalanmakta olduğunu gösteriyor. Bunu besleyen, emperyalist kapitalizm tarafından uygulanmaya konulan neoliberal politikaların sonucu olarak geleceksizliğin, işsizliğin adaletsizliğin toplumda ve geniş kitlelerde yarattığı hoşnutsuzluktur. Elbette sadece bunlar değil. Kapitalist sistem kendini yeniden üretemiyor. Bu durum, peşi sıra işçi sınıfının merkezinde durduğu ezilen kesimlere dönük daha güçlü bir saldırı dalgası yaratıyor. Krizden çıkabilmek için bütün yük ezilen tabakaların sırtına yüklenmeye çalışılıyor. Buna karşı ise dünyanın her yerinde tüm bu tabakalar direniyor. Bunların içindeki en dinamik kesim olan gençlik kitleleri ise, en önde karşı koyuyor. Değişen sınıf pozisyonuna göre konumlanıyor.

Bütün bu farklı coğrafyadaki gençlik hareketlerinin ortak noktalarından biri hemen hemen aynı taleplerin dillendirilmesidir. ‘68 gençlik hareketinin talepleri coğrafyalara göre kimi farklılıklar barındırıyordu. Örneğin siyahilerin eşitliği sorunu esasen ABD gençliğinin taleplerinden biriydi. Ya da coğrafyamız bakımından “Tam bağımsızlık” talebi de öyle. Keza eğitim sistemiyle ilgili sorunlarda da önemli farklılıkları vardı. Fakat bugün talepler her yerde “nitelikli ve parasız eğitim”, “Diplomalı işsiz olmayacağız” vb. şeklinde bunun nedeni yukarıda belirttiğimiz gençliğin sınıfsal yapısındaki değişmelerde aramak gerekiyor. Bu durum, gençlik hareketine birleşik ve dünyasal süreçleri örgütlemesi, bunun örgütsel formatlarının daha rahat oluşturulması gibi avantajlar sağlamaktadır. Bu genç komünistlerin üzerine dönüşmeleri gereken bir olgudur.

‘68 gençlik hareketinde işçi sınıfı ve ezilenlerle dayanışma eylemlerine destek amaçlı katılım güçlüydü. Oysa bugün gençlikle, işçi sınıfı ve emekçiler yalnız güçlü bir kader birliğine sahip değil, aynı zamanda gençliğin yakın geleceği proleterleşmektir. Bu durum öğrenci gençliğin düşünsel olarak da proletaryaya yakınlaşmasının maddi temelidir. Dolayısıyla bu kesimler arasında yakınlaşma dışarıdan bir süreçten daha çok içsel bir süreç halini alıyor. Ve bu durum işçi emekçi tabakalarla öğrencileri birbirine ayrılmaz bir şekilde düne göre daha fazla bağlıyor.

Son dönemlerde gençlik eylemlerinin hemen hemen her yerinde hedefi, mevcut hükümetler, devleti temsil eden kurumlar ve Wall Street gibi mali oligarşinin merkezleriydi. Keza ODTÜ direnişinin ve sonrasında gelişen eylemler ile liseli gençliğin hedefinde de devlet kurumlan vardı. Dolayısıyla bütün hareketler sistemi hedefliyor. Sermaye sınırlarına dayandığı, kapitalist sistemin kendini yeniden üretme gücü tükendiği ve sermayenin bu neoliberal uygulamaları hayata geçirmekten başka yapacağı bir şeyi olmadığı için, gençlik ve diğer kesimden hareketlerin sistemle uzlaşma zemini giderek ortadan kalkmaktadır. Bu ise, savaşmaktan ve kazanmaktan başka çıkar yolu olmayan bir gençlik hareketi gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Miadını dolduran sermaye egemenliğini yok etmek tek seçenektir. Hareketin temel ikilemi de bu noktadadır.

Hem ODTÜ direnişinde hem dünyadaki farklı gençlik eylemlerinde, öğrenci-öğretim görevlisi birliği de öne çıkmaktadır. Bu da, üzerinde düşünmek gereken bir olgudur. Bologna süreci de dahil eğitimdeki tüm saldırılar, hem öğrenciler, hem de öğretim görevlileri ve asistanları hedeflemektedir. Bunun altında yatan neden de, sınıfsal pozisyonlarındaki kaymalardır. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte daha güçlü bir öğretim görevlisi-öğrenci birliği, dayanışması ve mücadelesi görmemiz büyük olasılıktır. Haliyle devrimci çalışmanın bu durumu gözetmesi gerekir ve ona nesnel bakımdan bir olanak sunar.

Bütün bu tablo içinde meselenin can damarı, gençlik eylemleri bağlamında, sosyalist-komünist gençlik örgütlerinin geliştireceği tutumdadır. Zira bu hareketlerin zayıf noktası olan önderlik boşluğunu doldurmadan yukarıda bahsettiğimiz ikilemi doğru rotaya sokmak zor gibi gözüküyor. Önderlik meselesini çözmek, ancak hareketin yeni durumuna yanıt verecek bir politik stratejik-taktik düzeye yükselmekle mümkün. Oluşan yeni durumu yakalayamaz ve gerisinde kalırsak böyle bir misyonun oynanamayacağı açıktır.

Mücadele araç ve biçimler bakımından da dönemin araçlarını etkin bir şekilde kullanmalıyız. Örgütlenme, ajitasyon-propaganda alanı olarak internet ya da bilişim araçlarına hak ettikleri değeri vermeliyiz Bu alanı 21. yüzyılın temel örgütlenme alanlarından biri olarak görmek ve öyle ilişkilenmek gerek. 20. Yüzyılda gazete, broşür, bildiri gibi kitle iletişim araçları çalışmada ne kadar önemli rol oynadılarsa, internet, sosyal medya vb. araçlarda da benzer roller oynuyorlar. Şüphesiz ya biri ya öteki değil anlatmak istediğimiz. Gazete, bildiri, broşür kitleyle temas kurma yolları açarak; facebook, twitter, internet gazeteciliği vb. sosyal medya ağları da hem bilginin hızlıca dünyasallaşması hem de tartışma ve karar alma platformları olarak bugün gençlik kitlelerinin örgütlenmesinde ve eylemlere yönlendirilmesinde önemli roller oynuyorlar. Dolayısıyla bu alanları birer örgüt/komite/komisyon düzeyinde ele almalıyız.

Son olarak üniversite gençliği bakımından çeşitli üniversitelerin stratejik konumunu doğru anlamamız gerekiyor. Bunu coğrafyamız bakımından ele alırsak, bazı üniversiteler (ODTÜ, Ankara, İstanbul, Boğaziçi vb.) gençlik hareketi bakımından stratejik yerlerdir. Keza buralar ‘60’lardan bugüne kadar tarihi ve manevi değerleri olan tarihi devrimci önderler yetiştirmiş üniversitelerdir. Buralarda ortaya çıkabilecek hareketler hızla başkaca üniversitelere sıçrayabilmektedir. Devrimci çalışmayı, bunu göz önünde tutarak örgütlemek gerekir. Bütün bu tablo, gençliğin öfkesinin dünyanın her yerinde biriktiğini ve benzer patlamaların her an her yerde herhangi bir olay üzerinden harekete geçebileceğini gösteriyor. Zira kapitalist sistemin bu öfkeleri by-pas edecek politik ve ekonomik kredileri tükenmiştir. Artık sorun kapitalist sisteme yani sermayenin egemenliğine son vermektir. Geniş gençlik kitleleri, eylemleriyle bunun dinamolarından biri olacaklarını gösteriyorlar. Görev onları, her günkü mücadelesini başarıyla örecek öncüsüyle buluşturmak, bu mücadeleler içinde öncüsünü geliştirmek, yarınki geniş çaplı mücadelelerini hazırlamak ve hazırlanmaktır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi