“Yürüyüş” Nereye

Halk Gerçeği dergisinin 21. ve 22. Sayıları ile Yürüyüş dergisinin 322. ve 323. sayılarında “Halk ve Vatan Sevgisi: Enternasyonalizm ve Sol” başlıklı bir dizi-yazı yayınlandı. Söz konusu yazı Türkiye emekçi sol hareketinin bir bölüğüne sirayet etmiş olan Türk sosyal şovenizminin hangi yönde derinleşmekte olduğunu göstermesi bakımından dikkate değer.

Yazıyı okuyan kişi tartışma konusu edilen “ülke”nin neresi olduğunu zaman zaman kavramakta zorlanabilir. Herhalde bir Hollandalı ya da Meksikalı “Enternasyonal ve Sol” başlıklı bir makale kaleme alsa konu bağlamında Kürt ulusal mücadelesine yer verirdi. Görmedim, duymadım, bilmiyorum “enternasyonalizmi” böyle bir şey olsa gerek. Enternasyonalizm doğru değil, sosyal şovenizm batağına doğru bir yürüyüş bu.

Yazıda “Ya Özgür Vatan Ya Ölüm” şiarının, emperyalizm çağında, ne kadar Marksist komünist olduğu, proletarya ve ezilen halkların bu şiarı yükseltmeleri gerektiği, bu şiarı savunmayanların emperyalizmin ideolojik etkisiyle savruldukları kanıtlanmaya çalışılıyor. Marx, Lenin, Stalin ve Mao’dan cımbızlanmış ve bağlamından koparılmış alıntılar da zemin döşeme taşları olarak kullanılıyor. Ama unutulan “küçük” bir ayrıntı var: bataklık üzerinde zemin döşemesi yapılamaz.

Kimin Kimden Kurtuluşu Kimin Vatanı

“Ülkemiz halkları kurtuluş savaşında bedel ödeyerek bağımsızlığını kazanmıştır” deniyor yazıda. Bu bir resmi tarih masalı. Demek ki, bu masala inananlar var hala.

Kürtler “ülkemiz halkları”ndan olsa gerek. Ne zaman kazandılar bağımsızlıklarını?

“Kurtuluş savaşı” sırasında “ülkemiz” diye anılan yer çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı devletiydi. O günkü “ülkemiz halkları” arasında Kürtler ve Türkler dışında Ermeniler, Rumlar, Lazlar, Araplar, Çerkesler ve başkaları da vardı. Osmanlı İmparatorluğu bir halklar hapishanesiydi. Önceleri Müslümanlar, İttihat ve Terakki döneminde ise Türkler devletin egemen unsuruydu.

19. yy’da ve 20.yy’ın hemen başında Balkan halkları verdikleri “kurtuluş savaşları”yla bu hapishaneden firar etmeye başlamıştı. Onlar Osmanlı sömürgeciliğinden, Türk egemenliğinden “kurtuluş savaşı” vermişlerdi. Türk egemenlerin bu kurtuluş mücadelelerini olabilecek en vahşi biçimlerde bastırma girişimlerine karşı “bedel ödeyerek” bağımsızlıklarını kazanmışlardı. “Ülkemiz”in binlerce yıllık yerleşik halkı Ermeniler de ulusal hak eşitliği talebini yükseltmeye başlamıştı. Ne var ki, Türk egemenlerin buna yanıtı soykırım oldu. Anadolu ve Mezopotamya Ermenilerden “temizlendi”. Mesela soykırımdan hemen önce Sivas’ın nüfusu 204.472 idi, bunun 116.817’si Ermeni’ydi. Yozgat’ta 58 binden fazlaydı sayıları. Kayseri’de 52 bin, Adana’da 83 bini aşıyordu nüfusları. Van’da 110 bin Ermeni vardı, Urfa’da 41 bin, rakamlar böyle uzayıp gider. Yalnızca, Ermeniler değil, yüz binlerce Rum “vatan”larından sökülüp atıldı, sürgün edildi, kırıldı. Örneğin, “kurtuluş savaşı”nın hemen öncesinde Ayvalık’ta hiçbir Türk yaşamıyordu. Pontus Rumların “vatanı”ydı Karadeniz. Onların taşınır-taşınmaz varlıklarına ne oldu? Topraklarına kim el koydu? “Vatan”larını kim gasp etti! Cevabı zor değil: Müslüman halklar, onların içinde de belirleyici güç olan Türkler.

Balkan Savaşı’nın kaybedilmesinin ardından Türk feodal-burjuva egemenleri geriye kalan topraklardaki diğer halkların da ulusal kurtuluş ya da ulusal hak eşitliği temelinde mücadeleye girişmeleri halinde Türk egemenliğinin son bulacağı ve devletin dağılacağından korktular. Yeni ulusal kopuşları engellemek için “Türkleştirme”yi başlıca politik strateji ve ideoloji haline getirdiler. Devlet burjuva-feodal Türk egemenlerin elindeydi. Buna karşın ekonomide gayrimüslimler belirleyici konumdaydı. Üstelik pek çok yerde Türkler ya nüfusun çoğunluğunu oluşturmuyordu ya da etkin bir çoğunluk değildi. Ekonominin Türkleştirilmesi ve nüfus oranında etkin çoğunluğun elde edilmesi için iki politik strateji yürürlüğe kondu:

1-Gayrimüslimlerin soykırım ve sürgünlerle binlerce yıllık vatanlarından sökülüp atılması ve birikimlerinin yağmalanması,

2-Diğer Müslüman halkların Türklüğe asimile edilmesi.

Bu arada Araplar arasında ulusal kurtuluşa dönük kıpırdanmalar artmıştı. Onlar da Türk egemenliğinden “kurtuluş savaşı” yolunda hunharca baskılara maruz kaldılar. Arap coğrafyası, Türk egemenler tarafından işkence edilerek meydanlarda dizi dizi asılan Arap kurtuluş savaşçılarının anısına dikilen anıtlarla doludur hala.

Kimin Kurtuluş Savaşı Kimin Vatanı

“Ülkemiz halkların kurtuluşu savaşı”nda, “bedel ödeyerek bağımsızlık kazanması” da Kemalist bir ideolojik masaldır.

Kurtarılan vatan, “ülkemiz halklarının” değildi artık. Gayrimüslimler vahşice kırılmış, sürülmüş, toprakları gasp edilmiş, maddi ve kültürel varlıkları talan edilmişti.

“Halklarımız” değil, yalnızca Türkler bağımsızlık elde etti. Eşit ulusal haklar tanınması garantisiyle Kürtler Türk “vatan kurtarıcı”larıyla ittifak kurarak, “kurtuluş savaşı”na katıldılar. Fakat “kurtulmak”, “eşitlik” bir yana “kurtuluş savaşı”nın ardından Türk burjuva egemenlerce çok daha vahşice ve alçakça bir köleliğe tabi tutuldular. Ulusal varlıkları dahi inkâr edildi.

Eğer bir “kurtuluş”tan, “bağımsızlık”tan söz edilecekse bu “ülkemiz halklarının” değil, onlardan birinin, Türklerin “kurtuluş” ve “bağımsızlığı” idi. Türkler ezen ve egemen ulustu, kurtardıkları bu konumlarıydı.

Burjuva feodal Türk egemenler zorbalıkla hükmettikleri ve kan gölüne çevirdikleri halklar hapishanesi olan “vatan”ı korumak ve yeni topraklar elde etmek amacıyla I. Emperyalist Paylaşım Savaşına dahil oldular. Yenildiler. Emperyalist hevesler boğazlarında kalmıştı. Galip emperyalistler “hasta adam”ın işini bitirmek istiyorlardı artık. Buna karşı harekete geçen burjuva feodal “direnişçi” takımı ezilen bir ulusun “kurtuluş savaşını” değil, soykırım ve sürgünlerle pekiştirdikleri egemenliklerini kurtarma savaşı veriyorlardı. Bunların pek çoğu soykırım suçundan yargılanmaktan kurtulmak için Anadolu yollarına düşmüşlerdi.

Emperyalist Dayatmalara Karşı Direniş Haklı Ve Meşrudur

Galip emperyalistler Türk egemenlerin hükümranlık sınırlarını daraltır, hareket sahasını sınırlarken Türk ve Kürt halklarının iradesini de kontrol altına almayı hedefliyordu. Her ne kadar Türk halk kitlelerinin büyük bölümü direnişe geçmese, direnişi desteklemeye heves göstermese de ilerici halk güçlerinin işgale karşı hangi düzeyde olursa olsun direnişi ve mücadelesi haklı ve meşruydu. Çerkes Ethem önderliğindeki köylü gerilla ordusu, komünistlerin kurduğu Bolşevik Taburu, Antep, Urfa ve Maraş’ta patlak veren Kürt ve Türk halk direnişleri; İstanbul’daki işçi grevleri ve kitlesel mitingler ilerici halk güçlerinin etkinliğini ve pozisyonunu yeterince ortaya koymaktadır. İlerici halk güçleri, burjuva feodal Türk egemenlerinin örgütlenme, liderlik ve politik hokkabazlık yetenekleri karşısında etkinliklerini giderek yitirdiler. Gerilla ordusu ve komünistler tasfiye edildi.

Kürtlerin durumu ise daha da trajik. Kürt aşiretlerinin bir kısmını M. Kemal’le ittifaka sürükleyen asıl neden “Ermenistan” konusuydu. Kürtler ittihatçılarla işbirliği yaparak

Ermeni kırımına katılmış, onlardan kalan topraklara konmuştu. Kurulması planlanan Ermenistan bu toprakları da koparıyordu. Buna karşın M. Kemal hak eşitliği temelinde Türk ve Kürt birliği öneriyordu. Amasya Tamimnamesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde bu öneri hukuki teminat altına alınmıştı. Kürt aşiret reisleri ve ulusalcıları burjuva-feodal Türk egemenlerin alçaklıklarını ve hokkabazlıklarını tecrübe edecek birikimden yoksun olduklarından olsa gerek bu garantilere kolayca aldandılar. Bunu idrak ettiklerinde ise artık çok geçti. “Kurtuluş” umuduyla girdikleri ittifaktan köleleştirilmiş olarak çıktılar. Ermeni karşıtlığıyla Türk egemen güçleriyle ittifak ne kadar gayri meşruysa mazlum bir ulus olarak Kürtlerin ulusal hak eşitliği temelinde Türk direnişçi güçleriyle Kürtlerin ve Türklerin ortak demokratik devletini kurma hedefiyle ittifak o kadar meşru ve haklıydı.

Kurtulanlar Ve Haklarından Gelinenler

“Ülkemiz halklarının kurtuluş savaşı” verdikleri bir resmi tarih masalıdır. Türkler, Kürtler ve Çerkeslerin bir “kurtuluş savaşına” giriştikleri açıktır. Ama sonuçta Kürtler nakaîn (olmayan), Çerkesler hain yaftası ile kalakaldılar.

Türk burjuva-feodal egemen güçler girdikleri emperyalist paylaşım savaşından yenilgiyle çıktılar. Galiplerin kendi şartlarını dayatmaları sonucu egemenlikleri önemli ölçüde kaybetmeyi ve Ermeni soykırımın sorumluları olarak yargılanmayı göze alamayan eski rejim artıklarından bir bölümü direnişi örgütlemeye girişti. Daha doğru bir tarifle zayıf da olsa başlamış olan halk direnişinin başına geçti. Kürtleri alçakça aldatma temelinde yapılan ittifakla ve Rus devrimi sayesinde Doğu Cephesi sağlama alındı. Türk burjuva feodal egemenlik artığı güçler Çerkes Ethem liderliğindeki halk güçlerini ve komünistleri daha direniş sürerken tasfiye etti. İngilizlere, Fransızlara, İtalyanlara sıkılmayan kurşunlar ilerici direniş güçlerine atıldı. Direnişin zaferle sonuçlanmasıyla birlikte Kürtler de sırtından hançerlendi. Böylece “kurtulan” eski rejim artıklarının egemenlik hakları ve Ermeni soykırımcıları, Ermeni ve Rumlardan yağmaladıklarıyla palazlanan tüccar ve toprak sahibi Türkler; Türk ulusunun egemen-ezen ulus konumu oldu. Tüm işçi ve küçük yoksul köylülerin payına ise korkunç devlet baskısı ve vahşi sömürü düştü.

“Ya Özgür Vatan, Ya Ölüm” Kimin Vatanı İçin

Türkiye bir vatan değildir, “bir” devlettir. “Vatanımız işgal altında” deniyor ilgili yazıda. Doğru ama işgal altında olan Türklerin vatanı değil, Türkiye devleti sınırları içindeki Kürtlerin vatanıdır. İşgalci olan Türk burjuva devletidir. Kürdistan Türk burjuva devletinin sömürgeci boyunduruğu altındadır. Türkiye devleti sınırları içinde Türk ulusu ezen, Kürt ulusu ezilen ulustur.

“Ya özgür vatan ya ölüm” Kürtlerin vatanı için yükseltilebilir. Bugünkü Türkiye devleti sınırları içinde kalan alanı “tek” vatan sayarak böyle bir şiarı ortaya atmak ezen-ezilen ulus gerçeğini göz ardı etmek, Kürt vatanının Türk burjuva devletinin işgali altında olduğu gerçeğini görmezlikten gelmek anlamına gelir. Bu kadar da değil, Kürt vatanı dört parçaya bölündü. Bu emperyalistlerin marifetiyle gerçekleşti. Türk burjuva devleti de bu bölünmeden “kurtuluş savaşı” sayesinde pay aldı ve bu paylaşımı Lozan anlaşması ile hukukileştirdi. Türkiye devlet sınırlarını “bir” vatan görmek, Kürt vatanı üzerinde kurulan bu kurtlar sofrasını; emperyalistlerle Türk burjuva devletinin elbirliğiyle Kürt vatanının paylaşım anlaşmasını, bu anlaşmalarla Kürt vatanı gibi Kürtlerin bölünmüş bir halk haline getirilmelerini meşrulaştırmak ve onaylamak demek olur.

Kimin Vatanı İşgal Altında

“Vatanımız işgal altında” da, kimin vatanıymış bu ve işgalciler kim? Kürdistan’a Ordulu, Trabzonlu, Konyalı, Afyonlu, Yozgatlı valileri, Niğdeli, Nevşehirli, Rizeli kaymakamları, Manisalı, Bartınlı, Samsunlu okul müdürlerini, kadastro şeflerini, Zonguldaklı, Sakaryalı, Aydınlı savcıları, hâkimleri, polisleri, Çorumlu, Çankırılı, Eskişehirli hapishane müdürlerini öğretmenlerini, Türk burjuva devleti atıyor. Ne işleri var bunların Kürdistan’da? Kürtler kendi kendilerini yönetmekten aciz de Türklerin kendilerini yönetmesine mi muhtaç? Kürdistan’a atanan tüm bu görevlilerin her biri sömürgeci işgal memuru değil mi? 2. Ordu neyle meşgul orda? Tüm bunları Kürtlerin Türk burjuva devleti tarafından boyunduruk altında tutulması, Türklüğe asimile edilmesi, ekonomik ve siyasi ilhakın sürdürülmesinin araçları değil mi?

Türklerin vatanı için aynı şey söz konusu mu? İngiliz hükümeti Türkleri yönetmek için İngiltere’den vali ve kaymakam göndermiyor. Alman Hükümeti Türkleri Almanlaştırmak için öğretmen atamıyor. Savcı ve hâkimler ABD’den gelmiyor. Hapishane müdürleri Fransız değil. Hollanda polisi Türklere gaz sıkmıyor. İtalyan askeri Türklerin dağlarını bombalayıp köylerini yakmıyor. Ama tüm bunları Kürtlere yapan Türk burjuva devleti. Türkiye işgal altında değil, aksine Türk burjuva devleti bir başka ülkeyi, vatanı, Kuzey Kürdistan’ı işgal altında tutuyor. Türk devleti Kürdistan’da yabancı bir güçtür.

“Emperyalizmin Gizli İşgali” Mi?

Türk burjuva devletinin K. Kürdistan’da, gizli falan değil, apaçık işgali var. İşgal ya işgal edenin şartlarını kabul ettirmek, ya da işgal edilen yeri ilhak etmek için yapılır. Her iki durumda da geçici ya da sürekli olarak başkalarının toprakları yabancı silahlı kuvvetlerce denetim altına alınır ve idare işgalci güçlerin kontrolü altına geçer. Silahlı ilhak ekonomik ilhakla tamamlanırsa ortaya sömürgecilik çıkar.

Görüldüğü gibi K. Kürdistan’ın yabancı bir devletin işgali altında tutulması somut, açık, elle tutulur bir gerçekliktir.

Emperyalist işgalin de ne anlama geldiğini Irak işgalinde bir kez daha şahit olduk. Türkiye emperyalizmin yeni sömürgesi olduğu için, mali, ekonomik, siyasi, askeri, diplomatik binlerce bağla emperyalizme bağımlı bir ülkedir. Son birkaç on yıldır bu bağımlılık çok daha derinleşti. Türkiye emperyalist mali oligarşinin mali-ekonomik sömürgesine dönüştü. Buradan yola çıkarak “emperyalizmin gizli işgali var” denebilir mi?

Emperyalizmin varlığının gizli bir tarafı yok ki. Yabancı sermaye istediği gibi girip çıkıyor. Sanayi, bankalar, iç ve dış ticaret emperyalist tekeller ve onlarla ortak olan yerli sermaye oligarşisinin kontrolünde. Borsa’da yabancı sermaye payı yüzde 65’e dayandı. Ortada bir işgal yok, işbirliği var. Üstelik emperyalizmle bu gönüllü işbirlikçiler yalnızca bir avuç sermaye oligarşisinden ibaret değil, tüm sömürücü burjuvazi bu işbirlikçiliğin parçası. Türkiye ekonomisi, haliyle Türkiye burjuvazisi dünya ekonomisine hiç görülmedik düzeyde eklemlendi. İstanbul, Kocaeli, İzmir bir yana, Sakarya, Bursa, Denizli, Antep, vb. şehirlerin ekonomilerine üstün körü bir göz attığınızda dahi uluslararası sermayenin belirleyici doğrudan varlığını görebilirsiniz. Bir yandan uluslararası sermaye ile ortaklık kurarak işbirliği yapanlar, diğer yandan bunlara iş yapan, onlara bağımlı alt burjuvazi taşeronlar, fasoncular, tedarikçiler vb. var. Tekel dışı büyük ve orta burjuvazi de işbirlikçilik zincirinin halkalarındandır. Kuşkusuz bunların yerli sermaye oligarşisi ve emperyalist tekellerle kimi çelişkileri yok değil. Ama bu çelişkiler antagonist (uzlaşmaz) olmaktan uzaktır. Dertleri kendilerine ayrılan kar paylarının düşüklüğüdür. Buna karşın emperyalist sermayenin çekip gitmesinden yana değiller. Aksine, en büyük korkuları yabancı sermayenin geri çekilmesidir. Böyle bir geri çekilme tekel dışı büyük ve orta burjuvaların pek çoğu için ölüm ilanıdır. Emperyalist sermayeden “iş almaya” sermaye oligarşisinden çok daha fazla muhtaçtırlar.

Görüldüğü gibi emperyalizmin gizli işgali yok, yabancı sermayenin daha çok gelmesi için çırpınan işbirlikçiler var. Yalnızca sermaye oligarşisi değil, tüm sömürücü burjuvazi emperyalist sermayenin bağımlı uzantısıdır. Eğer sermaye ihracı, yabancı sermaye akımı, “gizli işgal”in ekonomik zemini olarak gösterilirse, bu durumda neredeyse “gizli işgal” altında olmayan ülke kalmamış olur. Örneğin pek çok Türk burjuvası Mısır’da, Kazakistan’da, Romanya’da vb. yatırımlar yapıyor, buralara sermaye ihraç ediyor. Herhalde buralarda Türkiye’nin gizli işgalcilerden biri olduğu ileri sürülemez.

Tüm Türkiye burjuvazisi emperyalist mali oligarşiye kaynak olmuştur. Dolayısıyla işbirlikçilik her düzeyde, ekonomide olduğu gibi siyasette de en çıplak ve en rezil biçimlerde kendini gösteriyor. Böyle olduğu için, Türk ulusunun siyasal bağımsızlık talebi yoktur. Çünkü Türk ulusunun devletsel bağımsızlığı zaten vardır. Türk ulusunun bir parçasını oluşturan sömürücü burjuvazinin ekonomik ve siyasi çıkarları emperyalist mali oligarşiyle kaynaşmıştır. Buna karşın Türk emekçilerinin emperyalist mali oligarşi ve onun işbirlikçisi sömürücü burjuvaziden kurtulma talebi vardır.

Kürtlerin ise işgalci Türk burjuva devletinden kurtuluş, ulusal bağımsızlık talebi vardır.

“Türkiye Vatancılığı” Kimin Sığınağıdır

1950’lerden bu yana ordu merkezli kontrgerilla emperyalizmin gizli iç gücü olarak var oldu. Bu güç, 1980 askeri faşist darbesiyle devlete bütünüyle hakim oldu. Sovyet bloğunun dağılmasından sonra kontrgerilla Kürt ayaklanmasının bastırılması amacıyla yeniden yapılandırıldı. Kontrgerilla yabancı güçlerden değil Türklerden oluşmaktaydı, bugün de öyle. İplerin ABD’nin elinde olması bu gerçeği değiştirmiyor.

Daha da ilginç olanı bilhassa şu son on yıllık süreçte kontrgerilla içinden “vatancılar”ın ortaya çıkmasıydı. Bu anlaşılır bir durum. Emperyalizmle işbirliği sayesinde devlet yönetme ayrıcalığını elinde bulunduranlar, Sovyet bloğunun dağılması ve emperyalist küreselleşmenin gerektirdiği yeni tipte entegrasyon nedeniyle ihtiyaç fazlası haline geldiler. Ayrıcalıklarını korumak için “vatancı” kesildiler. Bunlar politik islamın yükselişinden ürken, kemalizmle alıklaştırılmış eğitimli kent orta sınıflarını laiklik ve tam hak eşitliği isteyen Kürtlere karşı Türkleri, “bölücülüğe karşı” vatancılık bayrağı altında birleştirmeye çalıştılar. Bunu “şeriata ve bölücülüğe karşı”, “emperyalizmin oyunların boşa çıkarma” demagojisiyle pazarladılar. Emperyalist küreselleşmenin yarattığı hızlı mülksüzleştirme ile eski konumlarını yitiren orta ve küçük mülk sahiplerinin taleplerini bu “vatancılık” programına dahil etmeye kalkanlar da eksik değildi. Böylece “Türkiye vatancılığı” Türkiye’nin en gerici, ırkçı, faşist güçlerinin bir sığınağı oldu.

Halk Gerçeği ve Yürüyüş dergisindeki söz konusu yazının “Türkiye vatancılığı”nı bu gerici faşist güruhun elinden alarak Türkiye ezilenlerinin emperyalizme karşı ortak şiarı yapma, bu şiarı ezilenleri aldatma aracı olmaktan çıkararak onu ilerici bir içerikle yeniden yükseltme derdi olduğu kuşku götürmez. Ama unutulmasın ki, “Türkiye vatancılığı”na ne yaparsanız yapın bugünkü egemenlik ilişkileri içinde ona ilerici bir içerik katamazsınız. Çünkü ezen ve ezilen ulus gerçeği buna engeldir. “Türkiye vatancılığı” Kürtlerin vatanının bölünmüşlüğünü ve bir bölümünün Türkiye tarafından ilhak edildiği gerçeğini örtmeye hizmet eden bir kavramlaştırmadır.

“Vatancıların Gerçek Temsilcileri Marksist Leninistler” Midir?

Söz konusu yazıda deniyor ki, “ ‘İşçilerin vatanı yoktur’ tespitiyle söylenmek istenen, kapitalistlerin iktidarda olduğu bir toplumda, yurdun sömürücüler tarafından ele geçirildiğidir... Emperyalizm çağında ise tek devrimci sınıf proletaryadır ve vatancıların gerçek temsilcileri de Marksist Leninistlerdir”. Bununla kalmıyor, yazı şöyle devam ediyor, “emperyalizm çağında, vatanı ve onun bağımsızlığını savunmak, başlı başına sosyalist olup olmamanın temel kıstaslarından biridir.” Marx’ın Fransa’da İç Savaş kitabında yaptığı “Komün, böylece Fransız toplumunun bütün sıhhatli unsurlarının gerçek temsilcisi ve dolayısıyla Fransa’nın gerçekten milli hükümeti oluyordu” tespitinden yola çıkarak, “Marx ve Engels’e göre proletarya, vatanı tehlikeye düştüğü her yerde ve zaman en önde dövüşmüştür ve de dövüşmelidir” değerlendirmesini yapan Mahir Çayan’ın sözleri aktarılıyor. Böylece Marx el çubukluğuyla “vatancı” yapılmak isteniyor.

İyisi mi bu konuyu Lenin’e havale edelim.

“Uluslararası şovenizmi uzlaştırmak ve meşrulaştırmak isteyen Kautsky türü sosyal şovenistler, Marx ve Engels’in savaşı mahkûm etmekle birlikte, yine de 1854-55’te 1870-71’e ve 1876-77’ye kadar, bir kez savaş çıktığında her zaman şu ya da bu savaşan devletin yanında yer almış olduklarını belirtiyorlar.

“Bütün bu referanslar, Marx ve Engels’in görüşlerinin, burjuvazinin ve oportünistlerin çıkarları uğruna rezilce çarpıtılmasıdır... 1870-71 savaşı Almanya açısından tarihsel olarak ilericiydi, ta ki, III. Napolyon yenilene kadar... Ama savaş Fransa’nın yağmalanmasına dönüşür dönüşmez (Alsas-Loren’in ilhakı) Marx ve Engels, Almanları güçlü biçimde kınadılar.

Bugün her kim ilerici burjuvazinin çağında Marx’ın savaşlara karşı tavrını referans yapar ve Marx’ın “işçilerin vatanı yoktur” önermesini unutursa (bu önerme tam da gerici ve gününü doldurmuş burjuvazi çağı, sosyalist devrim çağı için geçerlidir), o Marx’ı utanmazca çarpıtıyor, sosyalist bakış açısının yerine burjuva bakış açısını ikame ediyor demektir.” (Sosyalizm ve Savaş, Seçme Yazılar, s. 192-193, Yordam kitap)

Lenin’e göre “‘işçilerin vatanı yoktur’ şiarı “tam da gerici ve gününü doldurmuş burjuvazi çağı, sosyalist devrim çağı için geçerlidir”. Tartışmaya konu ettiğimiz yazıda ise bunun birebir tam tersi söyleniyor “Emperyalizm çağında vatancılığın gerçek sahipleri Marksist Leninistlerdir”.

Sosyal şovenizmin etki alanında kalanların böyle durumlara düşmeleri kaçınılmaz olur.

Marksist Leninistler Ne Zaman Vatancı Olur Ne Zaman Vatancılığı Yerin Dibine Batırır

“Emperyalizm çağında” İttihatçıların vatancılığı gayrimüslim halkları soykırım ve sürgünlerle kendi vatanlarından “temizlemek”ti. Onların türevi Kemalistlerin ise Kürtlerin soykırım ve katliamlarla, diğer ulusal toplulukların zorbalıkla Türklüğe asimilasyonuydu. “Emperyalizm çağında vatan ve onun bağımsızlığı”nın bir yönü buydu. Diğer yönü ise emperyalist sömürgeciliğe ve işgale karşı direnişe geçmekti.

Lenin önderliğindeki Bolşevikler “vatancılık” savunusu ile emekçileri burjuvazinin payandası haline getiren sosyal şovenistlere karşı vatancılığı yerin dibine batıra batıra Rusya’da devrimi örgütlediler.

Komünistler Çin’de Japon işgaline, Vietnam’da Fransız ve ABD işgaline, Arnavutluk’ta İtalya ve Alman işgaline, Fransa’da Alman işgaline karşı vb. “vatan savunması”nın başına geçtiler.

Sömürgeciliğe ve emperyalist işgale karşı komünistler ulusal kurtuluş mücadelesine katılmalıdırlar. Çünkü böyle durumlarda ulusal kurtuluş mücadelesi verilmeden sosyal kurtuluşa erişmek olanaksızdır.

Bugün dünya genelinde klasik sömürgecilik ve işgal esas değil, tali bir durumdur. Bu nedenle dünya genelinde esas olan, emperyalist küreselleşme saldırılarına karşı “vatancılık” yapmak değil, tam aksine vatancılığı yerin yedi kat dibine batıra batıra enternasyonalizmi, dünya işçi emekçi kardeşliğini bayraklaştırmaktır.

Dünyanın bugünkü koşullarında “vatancılık” uluslararası mali oligarşinin sert tokadını yiyen, rekabet sansını yitirerek, iflasa sürüklenen küçük ve orta mülk sahiplerinin gerici haykırışıdır. Sermayenin ucuz işgücü ülkelerine kayması ile konum kaybı yaşayan işçi sınıfının ayrıcalıklı kesimlerinden de bu gerici vatancılığa meyledenler var. Kimileri eğitimli orta sınıfların, köylülerin, işçilerin uğradıkları konum kaybından doğan tepkilerini bu gerici burjuva vatancılığa devşirmeye; bu tepkiyi yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve faşizmin toplumsal dayanağı haline getirmeye çalışıyorlar. Bundan dolayıdır ki, dünyanın neresinde olursa olsun (sömürgeci boyunduruk ve işgalin yaşandığı ülkeler hariç) bugün, vatancılık ne denli sol amaçlarla yapılırsa yapılsın gericilerin değirmenine su taşımaya yarar.

“Türkiye Vatancılığı” Devrimcilerin Bayrağı Olamaz

Türkiye çok uluslu bir devlettir, İran, Suriye, Meksika, Şili, Endonezya, Filipinler vb. gibi. Bu ülkelerin hepsinin ortak özelliği “bir” vatan olmayıp birden çok vatanın bir ulusun boyunduruğu altında olmasıdır. Kimi ulusların vatanı birden çok egemen ulus devletçe pay edilmiştir. Kürdistan, Belucistan ya da Bask ülkesi böyledir. Mevcut devlet sınırları “bir” vatan kabul edilerek yükseltilecek vatancılık savunusu egemen ulusun mevcut pozisyonunu savunmak anlamına gelir. Örneğin, İran’da Farslar egemen ulus, Kürtler ve Beluciler sömürge, Azeriler ve Araplar ezilen ulustur. Sri Lanka’da Tamil ülkesi sömürgeci boyunduruk altındadır. Endonezya’da Doğu Timor halkı sömürge ulustu. Örnekler uzatılabilir. Bu tip ülkelerde Marksist Leninistlere düşen görev asla ve asla egemen ulus devleti vatancılığı yapmak değildir. Tam aksine her biri birer halklar hapishanesi olan bu gerici yapıların parçalanmasını savunmaktır. Çünkü bu “vatan”larda ezen ve ezilen uluslar vardır. Başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz. Ezen ulusun işçi ve emekçilerinin özgürlüğünün ilk koşulu mensup oldukları ulusun başka ulusları boyunduruk altında tutmasına başkaldırmaktır.

Bir ulusun egemenliği altındaki çok uluslu devletlerde “tek vatancılığın” yıkılmasını savunmak küçük küçük devletlerin kuruluşunu istemek anlamına gelmez. Ezen ulusun egemenlik örtüsü olan “tek vatancılık” gericiliktir. Ezilen ulusların bu “tek vatancılığa” başkaldırısı ve ulusal boyunduruğu kırma çabası ilericidir. Ama her iki durumda da ezen ve ezilen ulus proletaryasının hedefi ayrı ayrı ulus devletler inşa etmek ve kendini o devletin sınırlarına tıkmak değildir.

“Sosyalistler”, der Lenin, “büyük hedeflerine ulusların ezilmesine, bütünüyle karşı çıkmaksızın ulaşamazlar. Dolayısıyla ezen ülkelerin sosyal demokrat partilerinin ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını, terimin özgül politik anlamında yani politik olarak ayrılma anlamında, tanımasını ve bunun bayraktarlığını yapmasını talep etmelidirler. Hakim ya da sömürgeci bir ulusun bu hakkı savunmayan sosyalisti şovenisttir.

“Bu hakkın bayraktarlığının yapılması, minik devletlerin kurulmasını teşvik etmek bir yana, tam tersine, daha özgürce, korkusuzca ve dolayısıyla daha geniş temellerde ve daha evrensel ölçekte çok büyük devletlerin ve devletler federasyonlarının oluşumuna yol açar. Bu büyük birimler, kitlelerin lehinedir ve ekonomik gelişmeye daha uygundur. (Age, 186)

Yine bir başka yerde Lenin şöyle der: “Rusya bir halklar hapishanesidir... Rus proletaryası, Çarlık tarafından ezilen bütün uluslar için tam ve ‘kayıtsız şartsız’ Rusya’dan ayrılma hakkını talep etmeksizin, halkın başında muzaffer bir demokratik devrime doğru (bu anın dolaysız görevidir) yürüyemez ya da Avrupa’daki proleter kardeşleriyle birlikte omuz omuza sosyalist devrim için mücadele edemez.” (Devrimci Proletarya ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, age, s. 201)

Lenin bunları tam da “emperyalizm çağı” için söylüyor. Halk Gerçeği ve Yürüyüş’ün iddiası başka. Diyorlar ki, “emperyalizm çağında vatanseverlik yeni bir içerik kazanmıştır. Vatanseverliğin gerçek sahipleri emekçi halklar, proletarya”dır. Küçük bir ayrıntıyı gözden kaçırıyorlar. Kimin vatanı? Hakim ulusun diğerlerini boyunduruk altında tuttuğu vatan mı, yoksa ezilen ve sömürge ulusların vatan mı? Bu ayrım yapılmadan girişilecek bir vatancılık savunusu ezen ulus şovenizmine hizmet etmekten başka bir sonuç doğurmaz.

Ulusal Değil Sınıfsal Ezilmişlik Masalı

Söz konusu yazıda aynen söyle deniliyor: “Aynı vatan üzerinde yaşayan halklar, tek bir milliyet ve ulustan oluşsalar da ulusal değil, sınıfsal bir özelliğe sahiptirler. Ülkemizdeki gibi çok uluslu topraklarda halklar, onu oluşturan milliyet ve uluslar tüm sınıf ve katmanlar aynı toprağı paylaşmakla kalmamakta, aynı yoksulluğu ve sömürüyü de paylaşmakta ve yaşamaktadır.”

Ulusal baskı ve sınıfsal ezilmişliğin, bir ve aynı şey olmadığını bilmek için Marksist Leninist olmaya gerek yok ki. Evet, bir devletin sınırları içinde birden çok ulus bir arada yaşayabilir. Ama bu bir aradalığın iki biçimi vardır: Gönüllü birlik ve zoraki birlik. Örneğin, Belçika’da Flamanlarla Volanlar gönüllü birlik kurdular. Türkiye’de Kürtler zoraki birlik içinde tutuluyor. Bir zamanlar Çeklerle Slovaklar gönüllü birlik içindeydiler. Daha sonra barışçıl biçimde boşandılar. Ama İran’da Kürtler ve Beluciler zorbalıkla boyunduruk altında tutuluyor vb.

Bahsi geçen yazının yazarlarının nedense Türklerin Türkiye devletinin hakim ulusu olduğunu söylemeye dili varmıyor. Yazının bir başka yerinde “halklarımız sadece yoğun bir sömürü içinde açlık ve yoksullukla bırakılmamakta aynı zamanda kültürel baskı ve asimilasyona tabi tutulmaktadır” deniliyor. Kürtlerin, Lazların, Çerkeslerin, Arapların asimilasyona tabi tutulduğunu biliyoruz da “halklarımız”dan Türklerin de onlar gibi asimilasyona uğratıldıklarını duymuşluğumuz yok.

Türk ulusu ve Kürt ulusu arasında ezilmişlikte eşitlik yok. Türk ulusundan bir işçi ile Kürt ulusundan bir işçi de birbirine eşit değil. Türk işçisi Türk olmaktan kaynaklı bir baskı yaşamıyor. İşçi olarak yaşıyor bunu. Bir Kürt işçisi Kürt olmaktan kaynaklı bir baskı yaşıyor. Bir Türk’ün Türk olduğu için köyü yakılmadı, topraklarından sürülmedi, dili yasaklanmadı, ailesi katledilmedi, işkence ve tecavüze uğramadı. Bir Kürt ise bunları yaşadı ve yaşıyor. Bunun içindir ki Türk işçinin sıradan bilincinde “ekmek” öncelikli talepken bir Kürt işçinin kendiliğinden bilincinde öncelik ulusal boyunduruğun kırılmasıdır.

Kaldı ki, Türklerin ve Kürtlerin aynı yoksulluğu ve sömürüyü paylaştıkları iddiası da gerçeği yansıtmaz. Sömürgeci politikalar nedeniyle Kürtlerin yer altı ve yer üstü zenginlikleri yağmalandı. Sanayisi yıkıldı. 1930’larda Diyarbakır Türkiye’nin 3. büyük sanayi şehriydi, ya şimdi? Kürdistan yoksullaştırıldı, yoksul bırakıldı. Olması gereken asgari devlet hizmetlerinden bile yoksun bırakıldı. Sahi neden nüfuslarına kıyasla üniversite sınavlarını kazanan Kürt çocuklarının oranı Türklerinkinin çok gerisinde? Neden mevsimlik işçilerin ezici çoğunluğu Kürt? Neden büyük sanayi şehirlerinde en vasıfsız işlerde Kürtler yoğunlaşıyor? Liste uzadıkça uzar. Kürt yoksullar her Türk emekçisi gibi kapitalist sömürüden mustariptir. Ama Kürt emekçiler bir de Türk burjuva devletinin sömürgeci politikaları nedeniyle yoksulluğun dibine itilmektedir.

Türk İşçilerinin Sosyal Kurtuluşu Kürtlerin Ulusal Kurtuluşu

Kendini Türk ulusundan sayan proletaryanın bilinçli öncüsünün görevi mevcut “Türkiye vatancılığı”nı savunmak değil, kapitalizm ve emperyalizme karşı sosyal kurtuluş mücadelesini yükseltmektir. Bu sosyal kurtuluş mücadelesi zorunlu olarak Türk Burjuva devletinin alaşağı edilmesiyle gerçekleşebileceği için bu mücadele biçim olarak ulus-devletsel olacaktır. Ama içerik olarak enternasyonalisttir. Çünkü amacı bu ulus devleti yıkmaktır, her türlü vatancılığı tarihe gömmektir.

Bu doğru ama yeterli olmayan bir izahtır. Kürtleri ulusal boyunduruk altında tutan Türk burjuva devleti bunu ancak faşist baskıyla, politik özgürlüğü olabildiğince kısıtlayarak sürdürebilmektedir. Bu nedenle sosyal kurtuluş için harekete geçen bilinçli Türk proletaryası bu yolda ilerleyebilmek için tam hak eşitliği temelinde Kürt ulusal sorununun çözümünü, dolayısıyla politik özgürlüğü elde etmeyi ve faşizmi lağvetmeyi programının en tepesine yerleştirmek zorundadır. Türk proletaryası Türkiye Devleti vatancılığının yıkılmasının, Kürt ulusal kurtuluşunun en sıkı savunucusu olmalıdır. Çünkü politik özgürlük ancak bu yoldan elde edilebilir ve ancak bu yoldan sosyal kurtuluşa giden kapılar açılabilir.

Daha tam bir deyişle devrimden sonra Kürt sorununun çözümü değil, devrim için Kürt sorununun çözümü temel düstur olmalıdır.

Tam da burada Marx’ın İrlanda sorunu ile ilgili görüşlerini bir kez daha hatırlamakta fayda var.

“İngiliz işçi sınıfı İrlanda politikasını egemen sınıfların politikasından ayırmadıkça, İrlanda davasını ortak dava haline getirmekle kalmayıp, 1801’de kurulan birliği dağıtarak onun yerine özgür federal bir ilişki koymadıkça, burada, İngiltere’de hiçbir şey yapamaz... Bu yapılmazsa İngiltere halkının ipleri egemen sınıfların elinde olmaya devam edecektir; çünkü halk İrlanda’ya karşı o egemen sınıflarla buluşmak zorunda kalacaktır. İrlanda’yla savaşım İngiliz halkının her bir hareketini kötürümleştiriyor” (Seçme Yazışmalar, Sol, 2. Cilt, s. 270)

Ne kadar tanıdık değil mi? İngiliz kelimesinin yerine Türk, İrlanda yerine Kürdistan’ı koyun Marx’ın bakış açısını bugünkü Türkiye’ye uyarlamış olursunuz.

Bir başka yerde de Marx şunları ifade ediyor: “Sıradan bir İngiliz işçi... İrlandalı işçiyle ilişkisinde, kendini egemen (iM) ulusun bir üyesi olarak görüyor. Ve bunun sonucu, İngiliz aristokratlarıyla kapitalistlerin İrlanda’ya karşı bir aleti durumuna düşüyor, böylece onların kendi üzerindeki egemenliğini güçlendiriyor. İrlandalı işçiye karşı dinsel, toplumsal ve ulusal önyargılar taşıyor. ABD’nin eski köleci devletlerinde ‘yoksul beyazlar’ın zencilere karşı tutumu ne idiyse İngiliz işçisinin İrlandalı işçiye karşı tutumu da oldu”. (Age, 2. Cilt, s. 14)

Demek ki, Halk Gerçeği ve Yürüyüş’teki yazıda iddia edildiği gibi “aynı vatan üzerinde yaşayan halklar.... aynı yoksulluk ve sömürüyü” paylaşmamaktadır.

Çünkü buralardaki “yalnızca basit bir ekonomi sorunu değil ulusal (iM) bir sorundur”. (Age, 1. Cilt, s. 271)

Böyle olduğu için de “İngiliz işçi sınıfı, İrlanda’dan kurtulmadıkça hiçbir şey başarmasına (iM) olanak yok. Manivela İrlanda’ya uygulanmalı. İrlanda sorununun genel toplumsal hareket açısından bu kadar önemli olmasının nedeni bu.” (Age, s. 273)

Kürt işçiler, yoksullar için öncelikli konu tam hak eşitliği temelinde ulusal sorunun çözümüdür. Çünkü ulusal boyunduruk sınıfsal boyunduruğun üzerine vurulmuştur. İkinciyi kırmaya ancak birinci kırılarak girişilebilir. Bu sömürgeci boyunduruk Türk burjuva devleti tarafından vurulduğuna göre bu devlete karşı mücadelelerinde Türk ulusundan ilerici güçlerle ittifak kurmaya yönelmesi gerekir. Ama işçi sınıfının nihai hedefi ulusal kurtuluş değil sosyal kurtuluş olduğu için Türk burjuva devletine karşı Türk işçisiyle birleşmeyi sosyalist bir görev olarak önüne koyar.

Kürt sonunu yalnızca Türk devletinin iç sorunu değil. İran, Suriye, Irak devletleri bu sorunun diğer parçaları, Kürt ve Türk uluslarının demokratik-sosyalist cumhuriyetlerinin federatif birliği, iki cumhuriyetli gönüllü özgür birlik bir çözüm olsa da yeterli olamaz. Daha geniş bir Ortadoğu demokratik-sosyalist federasyonu için mücadele edilmelidir.

Türk ve Kürt sosyalistlerinin dar anlamda enternasyonalist görevleri bunlardır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi