Emperyalist Metropollerde İsyanın Yönü

Tarih, onun gerçek yapıcılarının kitlesel ve dünyasal biçimde silkinip tüm heybetiyle iradesini ilan ettiği özel bir dönemeçten geçiyor. Bu sürecin önemli bir olgusu ve görünümü, İspanya’nın Öfkeliler hareketinden ABD’nin Wall Street işgalcilerine uzanarak yayılan ve özellikle ABD-Avrupa’da yoğunlaşan genç isyan dalgası.

Dünya ekonomik krizinin sonuçları temelinde, kapitalist sömürüye ve siyasal düzenine karşı işçi sınıfı, emekçiler ve özellikle de onun genç bölüklerinin bu kendiliğinden isyan dalgası, 68 yükselişiyle kıyaslanıyor. Derin toplumsal dönüşümlerin, hızlı bir sosyal farklılaşmanın ve ciddi siyasal gelişmelerin üzerinde yükselen bir siyasal altüst oluş süreci olarak 1968 hareketiyle güncel mücadeleler gerçekten de büyük benzerlikler taşıyor. Öte yandan güncel toplumsal ve siyasal koşullar, mevcut devrimci öznelerin durumu, hareketin talepleri ve içeriği bakımından elbette farklılıkları büyük. Sonuçta gelişmekte olan, büyük devrimci olanaklarla ve aynı zamanda bu olanakların açığa çıkışını engelleyen ciddi açmazlarla yüklü büyük bir uluslararası mücadele dalgası.

2011 İsyan Dalgasına Doğru

Esasta son 15 yıldır işçi sınıfı ve emekçi kitleler asla sokaklardan çekilmedi.

SSCB ve Doğu Bloğu revizyonizminin çöküşünden sonra “sosyalizmin öldüğü” ve “tarihin sonunun geldiği” biçimindeki demagojik burjuva propagandanın üzerinden on yıl geçmeden, 28 Kasım-3 Aralık 1999’da DTÖ’ye karşı gerçekleşen Seattle eylemi ve G-8, NATO, DTÖ vb. emperyalist zirvelere karşı on binlerin katılımıyla süren emperyalist küreselleşme karşıtı hareketler başladı. Bu süreçlere ideolojik ve siyasi bakımdan, esasen, kimlikler temelinde örgütlenmiş anarşist, feminist, çevreci, troçkist vb. iktidar perspektifi ve hedefinden yoksun çevreler, özelde de Avrupa ve Dünya Sosyal Forumu (ASF ve DSF) önderlik etti. ASF ve DSF’ye hâkim olan postmodern ideolojik yaklaşımlar, bu hareketi sefil tezlerinin kanıtı için bir laboratuvar haline getirmeye çalıştı.

Aynı yıllarda doruğuna ulaşarak 2005’lere dek süren Latin Amerika’daki halk hareketleri de, 70’li yıllardaki devrimci kabarış döneminin vahşi askeri faşist darbelerle kapandığı, 80’lerden sonra ABD’nin arka bahçesinde kapitalist sömürüye ve emperyalist yağmaya karşı gelişen ve açığa çıkardığı siyasal sonuçlar kadar, mücadele araç ve biçimleriyle de, devrimci ve komünist öznelere önemli veriler sunan büyük mücadele süreçleriydi. Bu dalga da esasen kıtasal olarak yalnızlaşarak, antiemperyalist halkçı ya da anti-ABD’ci hükümetlerin iktidara gelişiyle durgunluğa girdi ve burjuva düzen tarafından emildi.

11 Eylül sonrası, ABD’nin Afganistan ve Irak saldırganlığı karşısında, Ortadoğu’da antiemperyalist silahlı direniş, Avrupa, ABD ve tüm dünyada ise geniş bir işgal ve savaş karşıtı mücadele patlak verdi. Öyle ki, Irak işgalinin hemen öncesindeki gösterilere katılım İngiltere başta olmak üzere, kimi Avrupa ülkelerinde milyonları buldu. Ortadoğu’da silahlı direniş halkın fedailiğinin en üst örneklerini verdi. Ancak işgal karşıtı silahlı direnişe politik İslamcı ve kısmen burjuva ulusalcı güçler, Avrupa ve ABD’deki işgal karşıtı mücadelelere ise, İslam karşıtlığı üzerinden “Medeniyetler Çatışması” anlayışına da yedeklene- bilen liberal/hümanist burjuva kesimler ile yine postmodern çevreler önderlik ediyordu.

Asya’nın sanayi bölgeleri ve üretim havzalarındaki grevler ile Afrika’da yoksul köylülerin ve topraksızların hareketlerine müdahale eden de esasen Avrupa ve ABD merkezli sayısız “Sivil Toplum” Kuruluşu, NGO’lar oldu.

FKP’den PKK’ye, NKP(M)’den FARC’a, FHKC’den ETA’ya, dünyanın çeşitli köşelerinde, değişik sınıfsal ve ulusal güçlerin önderliğinde süren devrimci savaşım ise, emperyalist burjuvazinin askeri, siyasi ve ideolojik kuşatması altında ilerlemeye çalıştı. Bu hareket, söz konusu dönem içinde, tek tek öznelerinin şahsında mevziler kazandı, uzlaşmalara girişti, yenilgiler ve zaferler yaşadı, programatik ve stratejik konumunu şu veya bu yönde değiştirdi.

Sonuncuları dışta bırakırsak, son 15 yılın büyük mücadelelerinden, anarşistler, troçkistler, sivil toplumcular oldukça fazla teori çıkardılar. Bu hareketleri enine boyuna incelediler. Güncel isyan dalgasına bu tip bir hazırlık temelinde giriyorlar. Bu avantaja sahip olsalar da, güncel mücadele dalgası, bu güçlere değil, devrimci ve komünistlere gelişim olanakları sunuyor. Onların değil, bizlerin teorik pozisyonları ve siyasal programları bu mücadelelerin ihtiyaçlarını karşılama yetisine sahip. Öte yandan bunu gerçek kılmaksa, kendiliğinden değil, yoğun ve çok yönlü bir siyasal pratiğin ve ideolojik üretimin ürünü olarak gelişecek.

Kriz Ve İsyan

Fransa’da 2005 yılında yaşanan göçmen isyanları, 2005-2006’daki eğitim reformu karşıtı mücadele ve 2010 sonbaharında emeklilik reformu yasası karşıtı mücadeleler, toplamda Fransa işçi sınıfı, emekçileri ve gençliğinin hemen her kesimini değişik zamanlarda da olsa harekete geçirmişti. Sadece emeklilik reformuna karşı üç ayda yedi kere genel grev yapılmıştı. Yunanistan’da Alexis Grigopoulos’un polis tarafından katledilmesi karşısında patlak veren isyan dalgası, işsizlik, yoksullaşma, güvencesiz ve esnek çalışma koşulları, burjuva demokrasisinin tıkanışı gibi konularda birikmiş patlama unsurlarının üzerinde gelişmişti. Öyle ki Yunanistan işçi sınıfı, Avrupa işçi mücadeleleri bakımından bir nevi birinci ateş hattı idi. Ekim 2010’da İngiltere’de üniversite harçlarına yönelik % 300’lük zam karşısında protesto gösterileri ve üniversite işgalleri, işçilerin de sahiplenmesiyle işçi sınıfının ve gençliğin çok geniş kesimlerine yayıldı. Avusturya, Almanya ve İtalya, benzer talepli üniversiteli gençlik mücadelelerinin başkaca merkezleriydi. Batı Avrupa’nın tüm ülkeleri ve Doğu Avrupa ve Balkanların birçok ülkesi benzer mücadelelerden geçmişti.

Yani Avrupa, kriz öncesinde süre- giden, krizle birlikte yaygınlığı, kitle- selliği ile yükselişe geçen bir işçi sınıfı ve emekçi kitle mücadelesi tablosu çiziyordu.

Derken 2010 yılı sonunda Tunus’la başlayan ve Mısır üzerinden tüm Mağrip ve Ortadoğu ülkelerini sarsan devrimci süreç patlak verdi. Bu isyan dalgasının emperyalist kapitalist metropollerdeki yansıması görkemli oldu: Yunanistan, Avrupa işçi sınıfının ön mevzisi olmayı sürdürdü. ABD’de Şubat 2011’de Wisconsin eyalet meclisinin çıkarmaya çalıştığı bütçe yasasına karşı sendikaların çağrısıyla yüz bin işçi ve emekçi harekete geçti. Tahrir başta olmak üzere meydan hareketi adı verilen kitlesel eylem biçimlerinin etkisiyle, İspanya’da, Madrid’in Puerta del Sol Meydanı, “gerçek demokrasi, şimdi!” şiarı altında ana bölüğünü işçi, işsiz ve öğrenci gençliğin oluşturduğu yüz bin kişilik kitle tarafından işgal edildi. Kendisine “öfkeliler” ya da hareketin başladığı güne atfen “15 Mayıs Hareketi” adını veren işgalciler, Puerta del Sol Meydanında 4 hafta kaldı. 19 Haziran’da İspanya çapında 80 kentte on binlerce işçi ve emekçi “avro istikrar paketi”ne karşı sokaklara çıktı. İtalya da, İspanya’yı, aynı derece kitleselleşmeyen benzer örneklerle takip etti. Yunanistan Sintagma işgali ile mücadelesini büyüttü. Fransa, Almanya, Belçika, Hırvatistan ve başkaca ülkelerde de benzer eylemlilikler gelişti. Ağustos 2011’de İngiltere’de göçmenlerin önemli bir yüzdesini oluşturduğu kent yoksullarının, İngiliz polisinin terörü, cinayetleri ve vahşetiyle karşılanan isyanı patlak verdi.

Emperyalist güçler, Libya saldırısı, Suriye politikaları, Mısır ve Tunus başta olmak üzere, Arap devrimci sürecini tersine çevirip, ipleri eline alacağı işbirlikçi rejim dizaynlarında yol almaya çalışırken, bu kez de emperyalizmin kalbi ve sembolü ABD’nin göbeğinde Wall Street’i İşgal Et (OWS) eylemleri patlak verdi.

17 Eylül’de Wall Street yakınlarındaki Zucotti Park’ın işgaliyle başlayan İşgal Et eylemi, kısa sürede yaygınlaştı. ABD polisinin vahşi şiddetine maruz kalması ve yüzlerce eylemcinin tutuklanması, eylemlerin daha da büyüyüp yeni alanlara ulaşmasıyla cevaplandı.

İspanyalı Öfkelilerin daha önce eylem günü olarak ilan ettikleri 15 Ekim 2011 ise İşgal Et hareketinin dünyasal ölçekte yayıldığı tarih oldu.

5 kıtada, 82 ülkede ve 951 kentte yüz binlerce kişi belirlenen meydanları işgal etti. Avrupa ülkeleri ve ABD dışında bu eylemlere katılım esasen 50-500 arasında değişse de, dünyasal bir çağrıya bu derece yaygın yanıtın gelmesi, en son Irak işgali protestoları döneminde yaşanmıştı. İtalya’da iki yüz bin kişi Roma sokaklarını ateşe verdi. İspanya’da Madrid’de beş yüz bin, Barcelona’da dört yüz bin olmak üzere yüz binlerce kişi 18 kentte işgal eylemlerindeydi. İşgal Et hareketi, özellikle Avrupa ve ABD’de geniş bir kitle karşılığı buldu.

Kimler Örgütlüyor Ve Ne İstiyorlar?

OWS, Öfkeliler ve Sintagma isyanı, esasen kendiliğinden nitelikte hareketler. Ana gövdesini işçi, işsiz ve öğrenci gençlik oluşturuyor. Sendikalarda örgütlü işçilerin mücadeleleriyle, kimi destek ve dayanışma grevleri ve merkezi eylem günlerinde ortak hareket etme biçiminde temas halinde olsa da, esasen ayrı kanallardan akıyor.

Bu mücadelelerin katılımcıları, bu hareket öncesinden gelen ciddi bir örgütlenmeye, geleneklere, elde edilmiş örgütsel ve siyasal mevzilere sahip, deneyimli güçler değil. İspanya’da Öfkeliler hareketinin başını çeken “Gerçek Demokrasi Şimdi” Platformu, 15 Mayıs eylemlerinden birkaç ay önce bir blogger grubu olarak kuruldu. Ve ilk ciddi çağrısına ilk anda yüz otuz bin genç cevap verdi. Öfkeliler adını, Stephan Hessel’in, şiddet içermeyen direniş manifestosu olarak tanımlanan “Öfkelenin!” kitabından alıyor. ABD’de ilk işgal eyleminin çağrıcısı ise kendisini “mental çevreci” olarak tanımlayan postmodern bir dergi olan Adbusters. (Mental çevrecilik, doğanın kirlenmesi ile “zihinsel kirlenme” adını verdiği tüketimci kültür arasında paralellik kurarak her ikisine karşı duruş geliştiren anlamında kullanılıyor.)

Öte yandan hareket anılan çevrelerin yönlendiriciliğine tabi değil, onları kat kat aşan bir varoluşa sahip ve temel karakteri kendiliğindenliği.

İspanya’da, Öfkeliler hareketinin tetikleyicisi olan “Gerçek Demokrasi Şimdi” platformunun manifestosunda, birleştirici ortak özelliklerinin “mevcut siyasete ve ekonomik ve toplumsal koşullara öfke duymak” olduğu ifade ediliyor ve bir araya gelerek daha iyi bir toplum yaratma çağrısı yapılıyor. Eşitlik, ilerleme, dayanışma, kültürel özgürlük, kalıcı gelişme, insanların refah ve mutluluğu, konut, iş, kültür, sağlık, eğitim, politik katılım, özgür bireysel gelişme ve tüketim hakkı, mevcut hükümet ve ekonominin eleştirisi hareketin ilkeleri olarak sıralanıyor.

Wall Street işgalcileri ise, bir araya geliş nedenlerini şöyle açıklıyor: “Biz yüzde 99’uz. Evlerimizden atılıyoruz. Kiramızı zor ödüyoruz. Eğitimliyiz ama iş bulamıyoruz. Kaliteli sağlık hizmeti alamıyoruz. Çevre kirliliğine maruz kalıyoruz. Düşük ücrete uzun saatler çalışıyoruz ve hiçbir hakkımız yok; işimiz varsa şükrediyoruz. Bizim elimize geçen sıfırken öteki yüzde 1 her şeyi elde ediyor.” Aynı şekilde, New York City Genel Meclisi’nin Ekim ayında ilan ettiği, her türlü değişime de açık tuttuğunu özellikle belirttiği, bu nedenle de “yaşayan belge” olarak tanımladığı, manifesto niteliğindeki Dayanışma İlkeleri’nde şöyle deniyor: “17 Eylül 2011’de, ABD’nin dünyanın her köşesinden insan, ekonomik ve siyasi elitlerin derinleştirdiği ve küstahça sürdürdüğü adaletsizliğe karşı çıkmak için bir araya geldi. 17 Eylül’de buraya gelen her birey, siyasal haklarının gasp edilmesine ve sosyal ekonomik adaletsizliğe karşı ayağa kalktı.” New York işgalcileri, barışçıl sivil itaatsizliğin temel anlayışları olduğunu ifade ediyor. Kendilerini bir “lidersiz toplum hareketi” ve “siyasal olarak birbirinden bağımsız bireyler” olarak tanımlıyor. Ve temel ilkeleri olarak şunları sıralıyor: Katılımcı demokrasiye dolaysız ve şeffaf olarak bağlılık, kişisel ve kolektif sorumlulukların yerine getirilmesi, bireylerin doğal haklarının tanınması ve bunun bütün bireyin her türlü ilişkisine etkisi, baskının her türüne karşı birlik oluşturma, emeğin değerinin yeniden tanımlaması, özel yaşamın kutsallığı, eğitimin temel bir insan hakkı olduğu inancı, yaygın açık kaynak uygulamalarını gerçekleştirmeye çabalamak ve desteklemek, daha iyi bir eşitlik fırsatı sunan yeni sosyo-politik ve ekonomik alternatifi tasavvur etmek.

Bir ortak iradeye dönüştürülüp ilan edilsin edilmesin, Yunanistan isyanı da dahil tüm bu hareketlerdeki ortak talepler ve mücadele nedenleri belirgindir:

İşsizlik ve güvencesizlik (bununla birlikte gelen düşük ücretler, yüksek çalışma saatleri, sosyal yardımlarda kesintiler, sağlık ve eğitimde özelleştirme, üniversite harçları, konut sorunu, işçi ve emekçilerden alınan dolaylı ve dolaysız vergiler, askeri harcamalar vb.) bu kitlenin ana sorunudur. Kriz önlem paketleri ve kriz önlemi olarak sunulan kitlesel işten çıkarmalar işçi-emekçi kitleler nezdinde bu sorunların odak noktası olarak sermayeyi belirgin düşman haline getirmiştir. İşsizlik bu ülkelerde toplamda ortalama beşte bir, gençlik içinde ortalama beşte iki gibi devasa boyutlara ulaşmıştır ve güvencesiz çalışma ile iç içe geçmektedir. Zira işsiz kitlesi esasen üretimden kopmuş, lümpenleşmiş, deklase bir kesim olmayıp, bizzat bu güvencesiz işçi kitlesinde içerilmektedir. Öyle ki güvencesiz ve taşeron çalışmanın yaygınlaşması, büyük fabrikalarda kitlesel işten atmalarla el ele gitmekte, güvencesizleşmeyle işsizleşme kol kola yürümekte, güvencesiz çalışmanın kendisi de üç ay çalışıp beş ay işsiz kalmak ve ömrünü böyle sürdürmek anlamına gelmektedir.

Bu sorunlar ekseninde gelişen mücadelelerin sonuç alıcı olamaması ise demokrasi sorununu gündeme getirmektedir. Yolsuzluk ve yozlaşma, gösteri özgürlüğü üzerindeki baskılar, halka rağmen çıkarılan kemer sıkma yasaları ve kriz önlem paketleri, daha önce aldatıcı olmayı başaran burjuva demokrasisinin maskesini düşürmekte ve altındaki burjuva diktatörlüğü özünü belirginleşmektedir. Zira Avrupa ve ABD’nin genç işçi kitleleri, klasik bir diktatörlük altında yaşamamalarına rağmen, taleplerinin akıbetinin, diktatörlük altında yaşayan Tunus ve Mısır gençliğinden farklı olmadığını Mağrip isyanlarıyla anlamakta ve kendi yaşamlarında test etmektedir. Bugüne dek inandıkları “geniş” demokratik haklar, en basit taleplerini dahil kabul ettirmeye yetmemektedir. “Diktatörlük altında yaşamasak da Arap gençliğiyle aynı sorunları yaşıyoruz” fikrinde büyüyen bu kontrast, Avrupa’da antiterör yasaları ve faşist saldırganlığın hafızadaki taze izleriyle de birleşerek burjuva demokrasilerini sorgulatmaktadır. Yunanistan ve İtalya’da parlamentodaki burjuva partiler bir yana bırakılarak, iç veya uluslararası sermaye tarafından doğrudan atanan “teknokrat hükümet”ler demokrasi talebini büyütmektedir.

Böylelikle işsizlik, güvencesiz çalışma ve demokrasi sorunu içe içe geçerek mücadelenin ana eksenini oluşturmaktadır.

Kendiliğinden İşçi Ve Emekçi Hareketinde İki Ana Kanal

Avrupa ve ABD’deki işçi ve emekçi mücadeleleri iki ana kanaldan akmayı sürdürüyor. Bu kanallar, iki ayrı çizgiyi, akımı temsil etmiyor, aksine mücadelenin içinde aktığı bu kanalların ikisi de, şimdilik, burjuva çizginin hegemonyası altındadır. Bu iki kanal, gelenekselleşmiş sendikalar kanalı ile bugün OWS ve Öfkelilerde ifade bulan “yeni sosyal hareket” kanalıdır.

Avrupa emekçilerini ve gençliği derinden sarsan ekonomik kriz sürecinde, AB ülkelerinde hükümetler, birbiri ardına kemer sıkma paketlerini devreye koyarken, Avrupa’da sınıf mücadeleleri bakımından öne çıkan siyasal, sendikal, ekonomik yapılar ve oluşumların hiçbiri, bu politikalara karşı anlamlı bir yanıt geliştiremedi, talepleri formüle etmedi, edemedi, doğru çağrılarla işçi sınıfı, emekçi ve gençlik kitlelerine seslenmedi, seslenemedi. Geleneksel sarı sendikacılık ile Avrupa Sosyal Forumunda kristalize olan toplumsal hareket sendikacılığı ve toplumsal hareket teoriciliği, bu temelde krize giren iki temel örgüt anlayışı ve biçimiydi. Öte yandan Avrupa’da işçi hareketi bu kanallardan akmaya devam ediyor. Birincisi, işyeri temelindeki işçi grevleri ve direnişleri bakımından hala temel etkin güç. Diğeri güvencesiz çalışan işçileri, işsizleri ve diğer emekçileri de kapsayan mücadeleler bakımından başlıca eğilim.

Geleneksel sarı sendikalar esasen Avrupa ülkelerinde burjuvazinin bürokratik aygıtının dolaysız organları haline gelmiş, iş yasaları ile bu durum yasal bakımdan pekiştirilip güvencelenmiştir. İşçi sınıfının Avrupa burjuvazilerine yedeklenmesi temelinde çalışma yürüten bu sendikalar, güvencesiz, taşeron çalışma koşullarına, kronik kitlesel işsizliğe, açığa çıkan uluslararası grev ve direniş olanaklarına, göçmen işçi ve emekçilerin özgün sorunlarına, büyük fabrikalar dışında sayısız küçük taşeron işletmeye dağılan ağırlığı genç kuşak işçilerin sorunlarına vb. güncel mücadele unsur ve olanaklarına yanıt verememektedir.

Öteki uçta ise, işçi sınıfının kazanılmış sosyal haklarına saldırı, esnek ve güvencesiz çalışma, taşeronlaşma, kronik kitlesel işsizlik yoluyla işçi sınıfının fiziki parçalanması ve örgütsüzleştirilmesi zemininden beslenen bir hareket duruyor. Bu genç işçi hareketi gerek içinde bulunduğu sömürü koşulları ve buna bağlı olarak da taleplerinin içeriği, gerekse de bir önceki kuşağın mücadele deneylerine sahip olmaması ve taleplerine ve koşullarına yanıt verebilecek mücadele araçları bakımından önceki kuşaktan belli bir ayrışma göstermektedir. Geleneksel sendikaların beslenemediği bu zemin, örgütsüz ve savunmasız konumu nedeniyle burjuva ideolojinin “güncellenmiş” versiyonlarının dört başı mamur etkisine açık ve bu etki altındadır, örgütsüzlükte örgütlüdür, “hiyerarşik” olarak tanımladığı merkezi yapılanmaları reddetmektedir. Son on yıl boyunca bu arayışları sosyal forum ve benzeri platformlar kapsadı, ancak hareket kendine biçilen kalıpları aştı, dizginsizce sokağa aktı, sosyal forum benzeri örgütlerin iflası belirginleşti. Öfkeliler hareketiyse, tarihin, sosyal forumun öldüğü yerinde doğdu. Talepleri, gündemleri ve en önemlisi ideolojik ve siyasal esin kaynakları ve önderleri oldukça benzerdir. Sosyal Forum ideologları, kriz karşısında bir tane eylem kararı bile alamamasına yol açan “yatay” mekanizmalarını, örgütsel kısırlığını ve siyasal perspektifsizliğini bugün bu hareket içinde yeniden üretmeye çalışmaktadır. Ancak dünden farklı olarak bugün, Arap devrimci süreci, Avrupa gençliğine ve işçi sınıfına farklı, alternatifler üzerine düşünme ve eylem fırsatı veriyor.

Bu iki kanal birbirinden ayrı akmayıp, etkileşim halindedir. Geleneksel sendikalar “sivil toplum” hareketi ve anlayışının, sosyal forum benzeri örgütlenmelerin önemli bir unsurunu oluştururken, bu “sivil toplumcu” yeni sosyal hareket anlayışı da sendikal hareketin tartışmaları ve yönelimleri üzerinde etkili olmaktadır.

Geleneksel sarı sendikal hareket ve postmodern sivil toplumculuk, sınıf uzlaşmacı, reformist, ekonomist madalyonun iki çirkin yüzüdür. Birincisi devleti sınıf üstü tanımlayıp aklama temelinde, diğeri de devletin rolünü ve yer yer varlığını inkâr etme temelinde, her ikisi birden devlete siper olmakta ve sınıf hareketinin ateşinden uzak tutmaktadır. Biri ücret mücadelesini her şey haline getirerek ekonomizm üretiyor, diğeri çokuluslu tekellerin egemenliğini siyasal bağlamından kopararak devlet ve demokrasi sorununu topyekûn ekonomistleştiriyor. Biri işçi sınıfının işyeri temelinde ekonomik mücadelelerle sınırlı kendiliğinden hareketini kutsu- yor, diğeri işçi sınıfının kendi taleplerine yabancılaşıp parçalanmış kimlik- sel kendiliğinden hareketini.

Avrupa işçi sınıfı hareketinin seyri bakımından bu iki olguyu önemsemek gerekiyor. İkisini kıyaslamaksa, Avrupa işçi sınıfına “kırk katır mı, kırk satır mı” sorusunu sormaktan başka anlama gelmiyor. Aynı zamanda komünistler bakımından, her iki hareketin de içinde yer alıp kitlelerle buluşmak esas oluyor. İkisine de eleştirisiz ve önderliklerini teşhir etmeden, yetmezliklerini açığa çıkarıp yön vermeden yedeklenmek, aynı günahın iki affedilmez biçimi oluyor.

Tıpkı ekonomik kriz kapitalist sistemin kendiliğinden çöküşüne yol açmadığı gibi, milyonlarca işçi ve emekçinin, yer yer açıktan açığa kapitalizme karşı sokağa çıkışı da burjuva ideolojik hegemonyanın kendiliğinden kırılmasına ya da gerilemesine tekabül etmiyor, edemez. Zaten birincisi ikincisine bağlıdır. Aksine, burjuva ideoloji, muhtelif toplumsal örgütler eliyle kendine göre bir kriz ve toplumsal mücadele tahlili yapıyor ve bu hareketler üzerinde hegemonyasını sürdürmeye çalışıyor. Taşıdığı devrimci olanaklar bakımından aralarında kıyaslanamaz farklar olsa da, Avrupa sosyal forumu ile OWS ve Öfkeliler arasındaki sürekliliği kavramak bu bakımdan büyük önem taşıyor.

İsyanlara Burjuva Müdahalenin Yönü

ABD’nin en ünlü stratejisti Brzezinski’nin bu konudaki tahlilleri, burjuvazinin binyılın başında öngörmüş bulunduğu ayaklanma ve mücadelelere müdahale planları bakımından aydınlatıcı. Brzezinski, genç nüfus için “Bu gençler, sosyal güvencesi olmayan, orta sınıfın alt tabakalarından geliyor. Hepsi öfke, bunalım, nefret ve doyumsuzluğun yarattığı bir salgından etkilenmiş gibiler. Bunları sırasını bekleyen devrimciler olarak değerlendiriyorum. Toplumsal huzursuzluğun baş gösterdiği dönemlerde bu gençler patladığı zaman salgın bir hastalık gibi bulaşıcı olabiliyorlar. Yüzyıl önce Marx’ın proleterlerinin sınır tanımadan yayılmış olması gibi bugün bu genç insanlar internet üzerinden birbirlerini etkileyebiliyorlar” diyor.

Brzezinski’nin Avrasya stratejisinin kilit noktalarından ve emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşme merkezlerinden olan Ortadoğu’da gelişen ayaklanma dalgasına ilişkin stratejisinin özeti, kendi ifadesiyle, “devrim değil evrim” oluyor. “Peki, bu durumda Batı ne yapabilir? Yapabilirse bu istekleri kanalize edebilir” diyor.

Bu yaklaşım, esasen Ortadoğu’ya ilişkin olsa da, ABD’nin genel anlamda krizi yönetme stratejileri arasında bu tipten reformlarla yatıştırma eğilimlerinin ön sıralarda geleceğine işaret ediyor. Dünya burjuvazisi isyanların kaçınılmazlığının farkında. ABD’nin elinde, önlenemeyecek isyanların, devrimleşmesini önleme planı var. Bu önemlidir. Eğer bu büyük kitle inisiyatifi burjuvazinin yöntemlerini etkisizleştirerek zafer kazanacaksa, sürece müdahale de, bu hattan geliştirilmelidir.

Devrimci güçlerin alternatif oluşturamadığı, ya da henüz boy vermediği bu isyan koşullarında burjuvazi, bir yandan polis saldırganlığını devreye sokarken, esas stratejisini ise yatıştırma ve burjuva örgütler, önderler ve arayışlar yoluyla sistemden kopuş eğilimini zayıflatma, bu hareketleri daha somut iktidarlaşma arayışlarına itmekten kaçınma oluşturuyor.

Bu arayışlarının temel araçlarını, sendikal ihanet, faşizmin, neonazizmin bir yardımcı milis gücü olarak devletle toplumsal mücadeleler arasında bir tampon olarak aktifleştirilmesi, sosyal demokrasinin değişik renkleri gibi denenmiş, gelenekselleşmiş yöntemler kadar, özellikle son 20 yılda öne çıkartılan postmodern anlayışlar temelindeki araçlar duruyor.

Fukuyama, “kapitalizmin ebediliği”, “tarihin sonu” tezleriyle, tarihin motoru olan sınıflar mücadelesinin bittiğini iddia ediyor ve gelecek mücadeleleri belleksizlikle lanetliyordu. Emperyalist burjuvazinin tarih kavramını ve tarihsel bakışı mahkûm edişi, “anı yaşama”nın toplumun temel değerleri arasına yükseltilişi, yeni kuşakları tarihiyle birlikte gelecek bakış açısı ve umudundan yoksun kılma çabasıdır. Güncel ayaklanmaların, ana kitlesini, krizin yükünü en fazla hisseden, esnek, güvencesiz ve taşeron koşullarda çalışan ve sürekli işsizlik sorunuyla boğuşan, “anı yaşayan”, yaşam koşulları günü kurtarmayı düşünmeyi dayatan, geçmiş mücadele deneylerine sahip olmayan ve 70 yıllık antikomünist bombardımanla düşünsel anlamda da kendi mücadele tarihinden soyundurulmuş genç işçiler oluşturuyor. Bu belleksizlik hali, burjuva ideolojinin kendisine açtığı en önemli gelişim kanalı oluyor.

Hareketin Hedefi Ya Da Postmodern İdeolojik Hegemonyanın Özü

İspanya Öfkeliler hareketinde Stephen Hessel’in belirgin etkisi, ABD’de OWS eylemlerinin çağrısının Kanadalı Adbusters dergisi tarafından yapılması, postmodern burjuva aydınların ve çevrelerin yaygın etkisinin somut görüngüleri. Çeşitli devrimci ve komünist güçlerin sürece müdahaleleri, bu çevrelerin ciddi direnişi ve düşmanca tutumları ile karşılanıyor, dışlanıyor ve yer yer fiziki müdahalelerle engellenmeye çalışılıyor. Bu koşullarda ideolojik mücadele özel bir güncel-dönemsel önem kazanıyor.

Stephan Hessel gibi bir sivil toplumcu pasifistten, Wallerstein gibi postmodern ideolojinin efsanelerine, Slovaj Zizek gibi yıldızı yükselen postmarksistlere dek, düzen dışılıktan bahseden herkesin hareketin önünü açan aydınlar kategorisine alınması gibi liberal, sınıf uzlaşmacı tutumların geride bırakılması gerekiyor. Bugün açlıktan, yoksulluktan, mücadeleden vb. bahsetmek hiç de marifet değildir. Dün burjuva Avrupa devletleri, Afrika’nın açlığıyla sosyal devletin nimetlerini kıyaslayarak Avrupa işçi sınıfını haline şükrettirebiliyordu. Bugünse ABD ve Avrupa dahil, işçi sınıfı ve emekçi kitleler, özellikle de gençlik kesimleri, apaçık, düpedüz, ayan beyan açtır, yoksuldur, baskı altındadır! Bunu söylemek hiçbir liberal sahtekârı yormaz.

Zizek, Wallerstein gibileri bugün OWS’yi yazıyor, çiziyor, yorumluyor ve hatta eylemlere katılıyor. Ama eylemlere kattıkları bir gram ilerilik yoktur. Aksine, bu hareketler bu gibileri sırtında taşımakta ve onların ağırlığı altında ileri gitmeye çalıştığı için yavaşlamaktadır. Wallerstein ve Zizek gibilerle ilerlemenin harekete vereceği tek şey, liberal burjuvazi tarafından kabul edilir hale gelmektir ki, bu hareketin ileri gitmek için ne liberallerin takdirine, ne de sistem içinde bir yere ihtiyacı vardır.

Özelde postmodern solculara ve genel olarak burjuvaziye göre, isyanın içinde her şey olabilir. Kapitalizm sorgulanabilir. Mesela spekülatif kapitalizm, mesela küresel kapitalizm. Sosyalizm de istenebilir. Mesela demokratik sosyalizm. Hatta renk renk, çeşit çeşit devrim de hedeflenebilir: mesela güncelde sorunu siyasetsizleştirip ekonomistleştirme anlamında formüle edilen sosyal devrim. Hatta çok sıkışılırsa sınıf da olabilir. Mesela orta sınıf. Mesela proletarya değilse de, “prekarya” (esnek, taşeron, güvencesiz çalışma koşullarında yaşayan işçiler ve işsizler kastediliyor). Ve hatta diğerleriyle aynı torbaya konmak kaydıyla işçi sınıfı bile mevzubahis edilebilir.

Ekonomik sistem sorgulanabilir. Kapitalizm sorgulanabilir. Borsa sorgulanabilir ve diyelim vergilendirilmesi istenebilir ve hatta çok ama çok sıkışılırsa, vergilendirilebilir de. Nasılsa vergileri toplayan yine burjuva devlettir.

Ya siyasal sistem? O da sorgulanabilir. Demokrasiden söz edilebilir. Mesela, “şiddetsiz” içeriğiyle kitlelerin süper yaratıcı “yatay” demokrasisinden. Mesela hiyerarşinin reddinden ve demokratik merkeziyetçi örgütlerin totalitarizminden. Mesela “sivil toplumun” egemen olduğu “radikal demokrasiden”. Yani devletten değil, devlet dışı demokrasilerden! Devlete, “yatay” mekanizmalarda kalıyorsa, kitlelerin mücadelesini merkezileştirememesine hizmet eden yararlı bir mekanizma da olabilir bu yatay konsensüsçü demokrasi. Ama “toplumsal” ya da “sivil” olanın dışında “siyasal” sistemin sorgulanmasına varmamalı demokrasi tartışması.

Eğer ucu siyasal sisteme varacaksa da, sadece partiler reddedilsin! Hem de her rengi. Kızıl olanının da reddedilmesiyle sonuçlanacaksa, isterse kırk yıllık düzen partileri bile eleştirilebilir ve hatta “topyekûn” reddedilebilir.

Ya devlet? İşte ona dokunmayın! Sorunun gerçek kaynağı “devleti eline geçirmiş” olan bankalar, mali kuruluşlar, borsalar, tekellerdir. “Pasif, sivil, barışçıl direniş” formunda olmak kaydıyla saldırın! Ya devlet? Aman canım, yıllarca ufalta ufalta cebimize soktuk biz onu! Ulus devleti reddettik, sömürgeleri “ulus üstü” tekellerin boyunduruğa aldığını, devlet bürokrasisinin yerini “yönetişim” yoluyla doğrudan tekellerin müdahalesinin aldığını, savaşların sadece silah firmalarının tüketimi kışkırtmak için tezgâhladığını söyledik. Konu devletse, ona kimin sahip olduğu sorgulanabilir. El değiştirmesi istenebilir. Reforme edilmesi istenebilir. Ama devlet aygıtı yıkılamaz, parçalanamaz.

İşte postmodern “sol”un sefaleti. Postmodern sol aynı cümle içinde kapitalizme ait binlerce kavramı sorgulayıp reddedebilir. Aynı cümle içinde bütün karşıtlıkları, farklılıkları yan yana getirebilir. Marksizm’in tüm kavramlarını kullanabilir. Proletarya, burjuvazi, artı-değer, sömürü, kapitalizm, sosyalizm, devrim vb. vb. Ama asla, aynı cümle içinde şu iki sözcüğü yan yana kullanmaz: “devlet ve devrim!” Devrimden bahsediliyorsa, bu devlete dokunmadan yapılmalıdır. Devletten bahsediliyorsa, sorun devrimsiz çözülmelidir!

OWS, Öfkeliler ve benzeri hareketlerin güncel olarak temel açmazı, devlet ve devrim sorununda, siyasal devrim sorununda düğümlenmektedir. Hareketin Öfkeliler somutunda banka ve borsaları, OWS somutunda Wall Street ve benzeri emperyalist mali kurum ve adresleri hedef almasının, hareketin kapitalizme dair bilinç yüksekliğine yorulması ise ekonomizmin, ultraemperyalizm tezinin yeni, “postmodern” versiyonlarının marifetidir. Sömürünün merkezlerine yönelen bu kendiliğinden bilincin “bilinçaltında”, emperyalist burjuvazinin -en azından- yirmi yıllık ideolojik yalan, dolan ve talanı var. Hareketin, kapitalizmin kalbi olan kurumları hedefliyor olması önemli bir düzeydir, ancak hareketin burjuva düzenin kalbini hedeflediği anlamına gelmiyor. Burjuva siyasal sistem ve devlet örgütlenmesi henüz yönelimin hedefinde duramıyor. Hareket, mali kurumları hedef alıyor ve demokrasi sorunu dahi, sanki devlet sınıf üstü bir mekanizmaymış gibi, bu mali kurumların devletin iplerini elinde tutmasıyla açıklanıyor.

Bizi temelde ilgilendirense bu mücadelenin nasıl gelişeceği ve si- yasallaşacağıdır: Mücadelenin hem merkezi kurumların ve meydan işgallerinin yanı sıra tek tek alanlarda da derinleşerek (işyeri, havza, bölge, işkolu vb.) ekonomik taleplerini daha somut hale getirmesi ve kazanımlarla sonuçlandırarak örnekler oluşturması, hem de mali kurumlara yönelik genel mücadelenin burjuva devletlere yöneltilerek siyasallaşması gerekmektedir. İkisinin de unsurları hareketin ilerleyişi süresince kendiliğinden biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Hareket kriz önlem paketleri, sosyal haklar vb. konular kapsamında burjuva devletlerle karşı karşıya gelmektedir. Aynı zamanda özellikle halk meclisleri, komiteleri ve işçi meclisleri, komiteleri yoluyla işyeri, havza, işkolu vb. düzlemlerde hak alıcı örgütlenme ve mücadelelere şurada burada girişmektedir. Bu inisiyatiflerden sonuç çıkarmak, yerel talepleri ve mücadele biçimlerini incelemek ve yaygınlaştırmak gerekiyor.

Postmodern sol ise bu hareketi birkaç kanala yönlendirmeye çalışmaktadır: Tobin vergisi, devletin tekellere müdahalesi ve tekellerin parçalanması, “katılımcı ekonomi”, geniş “sol birlik” yoluyla seçimlerde “%99’un” temsilcilerinin muzaffer gelmesi.

Aslında Adbusters Dergisi, OWS eyleminin çağrısını yaparken Robin Hood Vergisi adı da verilen Tobin vergisini, yani spekülatif işlemlerin vergilendirilerek yoksullar yararına kullanılmasına içeren, Avrupa’da ATTAC hareketinin yıllardır dillendirdiği talebi yükseltiyordu. Tobin Vergisi, öne çıkan “alternatif’ tartışmalarından biri olmakla birlikte, hareket, çağrıcılarının politik perspektifini bilinçte değilse de, eylem ve yönelimde çoktan aşmış durumda.

Bir diğer talepse kartelleşmenin önlenmesi: “sermayelerin kartelleşmesine son vermek. Örneğin, silah üreticileri TV kanallarına sahip olamaz; maden şirketleri gazete çalıştıramaz; ilaç şirketleri kamu sağlık fonlarını kontrol edemez. Zenginlerin çocukları anne ve babalarının servetini miras olarak alamaz” (Arundhati Roy). Bu ise Tobin vergisinden de daha gerçekdışı bir talep. Tarihin çarkını geriye, üretimin daha az toplumsallaştığı bir aşamaya doğru çevirmek mümkün olmadığı gibi, gerekli de değil. Mümkün ve gerekli olan, tekelci gelişimin özü olan üretimin ileri düzeyde toplumsallaşmasının, mülkiyetin de toplumsal karakter kazanmasıyla, yani sosyalizme doğru ilerletilmesidir.

Michael Albert’in “katılımcı ekonomi”si yükselen değer olmaya aday teorilerden. Michael Albert’in saçma teorisinin uygulanamazlığı, teknik olarak aşırı karmaşık bir mekanizma öngörülmesinin değil, devletsiz demokrasi fikri içermesi, burjuva devlet aygıtı ile kapitalist ekonomi arasındaki bağı yadsımasıdır.

Perspektifsizlikse hareketin önüne konan başka bir popüler perspektif! OWS’nin “talepsizliği” dahi başlı başına bir çekim merkezi ilan edildi. “Önce işgal edin, talepler sonra gelir” diyen Slovaj Zizek, “pragmatist bir çizgiyle taleplerini hemen formüle ederek eski moda hareketlerin tekrarına girmemeyi” öğütlüyordu isyancılara. Bu “talepsizlik” halinin kutsanması, sosyalist iktidar alternatifinin büyümesini engeller ve ancak hareketlerin havasının boşaltılıp sönümlenmesine götürür.

Bir diğer bakış açısı ise her renkten reformizmin tek yelpazede buluştuğu, en ünlü örneğini Brezilya İşçi Partisi şahsında üreten, “sol parti” projeleri. Wallerstein, Ocak 2011 tarihli “2011’den sonra dünya solu” yazısında, “Bu yüzden dünyayı dönüştürmek için dünya solunun -henüz gerçekleşmese de- siyasi birliğine ihtiyaç var” diyor ve soruyor: “Gelecek beş on yılda soldaki bu bölünmeler aşılabilir mi? Bundan emin değiliz. Ancak bu bölünmeler aşılamazsa kapitalist sistemin çökmesi kesin olsa da önümüzdeki 20-40 yıl içinde dünya solunun buna alternatif getirebileceğine -savaştan galip çıkacağına- inanmıyorum” diyor. Wallerstein, sol birlikten elbette devrimci ve komünist güçleri, özellikle de onların silahlı bölüklerini kastetmiyor. Bu anlamda yaptığı öneri solu birleştirmek değil, onun devrimci bölüklerini, iktidara soyunan kesimleri ayrıştırıp yalıtmak anlamına geliyor. Wallerstein’ın sol birliği, elbette “farklılıkların yatay birliği”. Wallerstein ve izleyicilerinin “sol birlik”i sosyal forumda denendi ve sona geldi. Devrimciler bakımından bugün her zamankinden daha fazla, kitlelerle birleşmek için, reformizmle ayrışmak şart.

Seçimler kaçınılmaz olarak hareketin önünde duran bir sorun. Seçimlerin işgal hareketinin gündemine girişi, şu veya bu biçimde iktidar sorununun gündeme girişinden kaynaklanıyor. Michael Moore, “Seçim Sürecini İşgal Et” biçiminde somutladığı perspektifi, “arkalarından milyonlarca insan koşuyor ve tek hedefimiz, onları iktidardan indirip yerlerine yüzde 99’un kontrol ettiği adil bir sistem koymak. Yüzde 1’in istediklerini yaptırdıkları iki partisi var, geri kalanımızın bir tane bile yok. Neden? Bu da değişecek. Sırada ‘Seçim Sürecini İşgal Et’ önerim var. Fakat ilk önce Kongre’deki kuklaların iplerini elinde tutanlarla başlamamız gerekiyor. İşte bu yüzden ‘Wall Street’i İşgal Et’diyoruz. Perde arkasındaki asıl tiple iştigal her zaman daha iyidir” biçiminde formüle ediyor. Hareketi seçim sürecine ve oya çevirmek isteyenlerin bir diğer yönelimi, İspanya’daki Equo partisinin kuruluş örneği. Ecologia (ekoloji) ve Equidad (eşitlik) taleplerini birleştiren bu isimle, Öfkeliler hareketini kapsama hedefiyle bu hareketin ardından kuruldu. Ancak Öfkeliler hareketinden ciddi bir destek alabilmiş değil. Bunlar siyasal sisteme toptan yabancılaşma içindeki bu hareketlerin parlamentarizmle yeniden buluşturulması arayışlarıdır.

Halk Meclisleri Ve Önderlik Sorunu

Siyasal örgüt ve önderliğin reddi, söz konusu hareketlerin temel bir karakteristiğidir. “Lidersiz toplum hareketi”, “siyasal yapıların ve siyasetin topyekûn reddi”, Wallerstein gibi burjuva ideologlara sınırsız coşku ve heyecan yaşatıyor: “dikkat çeken ikinci husus, her yerdeki hareketlerin yatay bir stratejiye yönelik vurgularını sürdürebilmek konusunda sergiledikleri başarı. Hareketler bürokratik yapılar değil, farklı grupların, örgütlerin ve halk kesimlerinin bir koalisyonu niteliğinde. Taktiklerini ve önceliklerini sürekli tartışmak için hâlâ sıkı mesai harcıyorlar ve dışlayıcı olmaya direniyorlar. Bu, her zaman sorunsuz işler mi? Elbette işlemez. Peki, tekrar liderliği ve kolektif disiplini olan yeni bir dikey hareket oluşturmaktan daha iyi işliyor mu? Bugüne kadar gerçekten de daha iyi işledi”.

Halk meclisleri neye göre “yatay”dır? Söz konusu eşit haklarla meclislere katılımsa, söz konusu yerel meclislerle, bölgesel ya da ulusal meclislerin ilişkisiyse, bunun nitel anlamda, özsel olarak sovyetlerden hiç farkı yoktur. Mutlak “konsensüs” olgusu ve anlayışı, postmodernistlerin marifetlerince harekete yedirilmiş tek yenilik olup, o da karar alma mekanizmalarında olağanüstü yavaşlamadan başka bir şeye yol açmamaktadır ki, bunun başlıca üretim merkezi olan Avrupa Sosyal Forumu dahi, karar alma mekanizmalarındaki hantallığın kendi sonunu getiren nedenlerden biri olduğunu kabul etmiştir. Ama amaç işçi sınıfının ve halkın talepleri değil, tam da bu taleplerin yatıştırılması olunca, aynı hata bin kez tekrarlanabilir, çünkü ortada hata değil kasıt vardır. Hatadan öğrenilir, kasıtsa tekrarlanır.

Öyleyse meclisler neye göre yataydır? Devlete yataydır. Karşı karşıya gelmeyip yanında var olur. Siyasal örgütlere yataydır. İçine almayıp dışlar. Wallerstein’ın esas övgüsü bunlaradır.

Hareket örgütsüz değildir, örgütlülüğü reddediyor. Öndersiz değildir, önderliği reddediyor. Örgütsüzlük örgütlenme konusuna dair değil, ideoloji ve siyasete dairdir. Bu iddialar içinde son derece örgütlüdür, örgütlenme anlayışları belirgindir ve önderleri de açık seçik bellidir.

Bu mücadelelerin hemen hemen tamamında ortaya çıkan halk meclisleri ile parti/siyasal örgüt fikri karşı karşıya konuyor. Siyasetsizliğin, örgütsüzlüğün kutsanması olarak sunulan halk meclisleri, kendi tarihsel bağlamı içinde ele alınınca görülür ki, bugün totaliter, hiyerarşik yapılar olarak reddedilen Bolşevikleri Ekim devrimine götüren, “tüm iktidar meclislere” biçiminde de ifade edilebilecek, “tüm iktidar Sovyetlere” sloganından başkası değildir! Burjuvazi açısından sakıncalı olan, tarihten silmeye çalıştıkları kelime “iktidar”dır.

Öfkeliler Nereye

Siyasetin reddedilmesi, mücadele hedefinin belirlenmesinde burjuva iktidarın, devletin, mücadele biçimlerinin belirlenmesinde örgütlülük düşüncesinin, mücadele yöntemlerinin belirlenmesinde devrimci şiddetin pas geçilmesini içeriyor.

Lenin’in gerilla savaşını incelerken mücadele araç ve biçimleri üzerine söyledikleri, birçok kendiliğinden hareket gibi OWS ve Öfkeliler hareketinde de Marksist-leninistler’in ne araması ve nasıl davranması gerektiğine ışık tutuyor: “Mücadele biçimleri sorununun incelenmesinde, her marksistin temel istemleri nelerdir? İlk önce, Marksizm, öteki tüm ilkel sosyalizm biçimlerinden tek bir özel mücadele biçimine bağlı kalmamakla ayrılır. En değişik mücadele biçimlerini kabul eder ve onları “uydurmaz”, ama devrimci sınıfların, hareketin gelişimi içinde kendisini gösteren mücadele biçimlerini sadece genelleştirir, örgütler ve bunlara bilinçli bir ifade verir.”

“...bu demektir ki, bu yöntem öteki yöntemlere bağlı kılınmalıdır, yani savaşın baş yöntemleriyle uygun hale getirilmelidir ve sosyalizmin aydınlatıcı ve örgütleyici etkisiyle yüceltilmelidir. Ve bu sonuncu koşul olmaksızın, burjuva toplumu içindeki mücadelenin tüm, kesinlikle tüm mücadele yöntemleri, proletaryayı, altında ve üstündeki proleter olmayan çeşitli katmanlarla yakın ilişkiye sokar ve olayların kendiliğinden akışı içine bırakılırsa, yıpranır, bozulur ve rezilleşir. Grevler, eğer olayların kendi akışı içine bırakılacak olursa, “ittifaklar” halinde -tüketicilere karşı işçilerle patronlar arasında anlaşmalar halinde- bozulur gider. Parlamento, bir burjuva politikacıları çetesinin, “ulusal özgürlük”, “liberalizm”, “demokrasi”, cumhuriyetçilik, anti-klerikalizm, sosyalizm ve talep edilen bütün öteki satılık şeyleri toptan ve perakende trampa ettikleri kokuşmuş bir geneleve dönerek bozulur. Basın, bir orta pezevengine, avamın düşük içtepilerinin muhabbet tellallığını yapan bir yığın kokuşturma aracına dönerek bozulur, vb., vb... Sosyal-demokrasi, proletaryayı, birazcık altında ya da birazcık üstünde bulunan katmanlardan aralarına Çin duvarı çekerek ayıracak hiçbir evrensel mücadele yöntemi bilmemektedir. Sosyal-demokrasi, farklı dönemlerde farklı yöntemler kullanır, bunların seçimini kesenkes tanımlanmış ideolojik ve örgütsel koşullara bağlar.”

Lenin’in bu sözleri, Avrupa ve ABD’deki kendiliğinden kitle hareketlerine müdahalenin yönüne ilişkin de önemli yöntemsel veriler sunuyor.

Avrupa ülkeleri ve ABD’de işçi sınıfı ve gençlik kitleleri de tüm dünyada olduğu gibi patlamaya hazır bomba gibidir. Fitili çekebilen kazanacaktır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi