Kentin Lanetlileri

“Bugüne kadar devletler toplu konut yapımından çok yıkımında etkili olmuştur ”(Erhard Berner, Learning From Informal Markets)

Dünya nüfusunun yarısı artık kentlerde yaşıyor. Gecekondu, 20. yüzyılda kapitalist kentleşmenin dünya çapında temel bir olgusu oldu. Gecekondu mahalleleri ve köhnemiş eski kira evleri gelişmiş kapitalist ülkelerin kent nüfusunun yüzde 6'sını, diğer ülkelerin toplam kent nüfusunun ise yüzde 78'ini barındırıyor bugün. Ve dünya gecekondu nüfusu her yıl 25-30 milyonluk bir göç alarak büyümeye devam ediyor.

Marks ve Engels sermaye birikimini örneklendirmek için İngiltere işçi sınıfının yaşam koşullarını incelerler. Manchester'in veya Londra'nın 'Slum'larında (işçi sınıfının yaşadığı virane mahalleler) açlık ve sefalet içinde, sağlıksız ortamlarda ve salgın hastalıkların pençesinde, sıkış tepiş yaşamak zorunda olan işçi yığınlarının durumunu anlatırlar. İngiltere'nin 'slum'ları çoktandır Kalküta'da (Hindistan) bustee, Sao Paulo'da (Brezilya) favela, Cakarta'da (Endonezya) kampung, Dakar'da (Senegal) bidonville, Caracas'ta (Venezuela) barrio ya da Türkiye'de gecekondu olarak boy gösteriyor.

Kent nüfusunun Hindistan'da yüzde 55'ini, Peru'da yüzde 68'ini, Nijerya'da yüzde 80'ini, Pakistan'da yüzde 73'ünü gecekondu mahalleleri meydana getiriyor. Mexico City'de 10 milyon ve Sao Paolo'da 8 milyon insan gecekondu mahallelerinde ve virane kira evlerinde yaşıyor. Ankara'da Altındağ, 500 bini aşan gecekondu nüfusuyla dünyanın 25. büyük gecekondu mahallesi sayılıyor. Türkiye'de kent nüfusunun yüzde 42'si gecekondu mahallelerinde bulunuyor.

Kentin lanetlileri kentin lanetlenmiş mekanlarında barınıyor. Açlık, işsizlik, yoksulluk, sefalet ücreti, eğitim ve sağlık haklarından yoksunluk, mafyalaşma, uyuşturucu ve yozlaşma bu mekanların gerçeği. Fakat kapitalist kentleşmenin ayrılmaz bir formu olan gecekondulaşmayı anlamanın yolu, onu kapitalist üretim ilişkileri, sermaye birikim süreci ve sınıf mücadeleleri bağlamında ele almaktan geçiyor. Sermayenin birikim yasasını ortaya koyan Marks, “Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, bilgisizliğin, zalimliğin, ussal yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur. ” (Kapital 1. cilt, s: 615) demişti. Olgu bir kez daha doğruluyor teoriyi.

Uluslararası süper tekellerin dünya ekonomisi üzerinde tam bir hakimiyet kazandıkları, sosyalist sistemin varlığından dolayı kapitalizmin “sosyal devlet”e doğru geri çekilmesiyle tanımlanan bir dönemin kapandığı, toplumsal hizmetlerin giderek metalaştığı ve emekçilerin kazanılmış haklarının geri alındığı, tekelci sermayenin akılalmaz spekülatif kârlar elde ettiği emperyalist küreselleşme döneminde, kentler de yeni bir dönüşüm sürecine girdi. Sermaye birikiminin, sınıf ilişkileri ve mücadelelerinin yön verdiği bu dönüşüm sürecinde, kentsel alanlar ve yapılar hem yeni dönemde derinleşen sınıfsal ayrışmanın mekanları, hem de üretilen artı-değerin kent rantı biçiminde burjuvazi tarafından ele geçirilmesinin ve kârlı sermaye yatırımlarının hiçbir zaman olmadığı kadar etkili araçları haline geldiler.

Kentin dönüşüm tarihinden ana çizgiler ve gecekondulaşmanın gelişimi

Kapitalizmde kentlerin geçirdiği dönüşümün ilk kapsamlı evresi, sanayi devriminin ardından 19. yüzyılda İngiltere'den başlayarak gelişti. Sanayi devriminin emek gücü talebindeki artışı, kırdan kente göçü ve kentlerin büyümesini olağanüstü hızlandırmasıyla birlikte, sınıfsal ayrışma kentsel mekanlarda da belirginleşti. İşçi sınıfı merkezde ve fabrikalara yakın virane konutlardan meydana gelen sefalet mahallelerine yerleşirken, kentin kırsal çeperindeki sayfiyeler burjuvazinin sürekli yerleşim alanları haline gelerek banliyöleşmenin ilk örnekleri oldular. “Bir sanayi ya da ticaret merkezi olan kentte sermaye ne denli hızlı birikir, buralara, sömürülebilir insan malzemesinin akışı ne denli hızlı olursa, işçilerin sığınmak zorunda oldukları konutlar da o derece sefil ve perişan olur” (Kapital Cilt 1, s: 629) diyordu Marks. Kentsel işlevlerin çeşitlenmesi, kolera ve tifo gibi salgın hastalıkların yayılması ve işçi mücadelelerinin yoğunlaşması gibi nedenlere bağlı olarak ilk modern kent planları da aynı dönemde gündeme gelmeye başladı.

Türkiye'de modern kent planlamasının ilk unsurları, uluslararası ticaretteki rolünden dolayı kısmi bir ticari sermaye birikimine sahip olan İstanbul'da 19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktı. Osmanlı sarayının seçkinleri, askeri bürokratlar ve tüccarlar kent çeperinde sayfiye yerleri yaptırmaya başladılar. Asıl planlı kentleşme eğilimi ise, Türk burjuva devletinin kurulmasıyla başkent yapılan Ankara'yı burjuva modernleşmenin sembolü olarak inşa etme iddiasında görüldü. Yeni burjuva devlet, Osmanlı'ya ait miri toprakları devraldığı ve hanedan üyeleri ile bazı gayrimüslimlerin topraklarını devletleştirdiği için geniş bir arazi stokunu elde tutuyordu. Burjuva cumhuriyetin ilk 25 yılı boyunca önemli bir büyüme gösteren tek kent Ankara oldu. Fakat modern planlama yoluyla örnek bir kentleşme sağlama iddiası fiyaskoyla sonuçlandı. Başkentte kanalizasyon şebekesi kurulmaya başlanması bile 1950'yi buldu.

Ankara İmar Planı 1928'de onaylandı. Akköprü'de planlanan Amale Mahallesi hiç yapılmadı. Arsa spekülasyonu devlet himayesinde palazlanmakta olan Türk burjuvazisinin sermaye birkitirmesine hizmet eden bir unsur olurken, konut üretimi ağırlıklı olarak kentteki devlet bürokrasisinin ve ticaret burjuvazisinin ihtiyacını karşılamaya yönelikti. Yoksullar için ayrılmış olan ucuz arsa bölgesi de, belediye aracılığıyla yapılan arsa spekülasyonuna kurban gitti. Daha sonra gecekonduya evrilecek olan ilk yasadışı barınaklar, 1930'ların ortasında Ankara'ya göç eden yoksul köylüler tarafından yapıldı. Bu barınaklar, kent çeperinde herhangi bir sanayi ya da iş alanı bulunmamasından dolayı, merkeze en yakın olan ama yerleşime elverişli görülmediğinden plan dışı kalmış yüksek eğimli yamaçlarda ortay açıktı. Ev denemeyecek durumdaydılar: Yamaçta toprağın kazılması ve üzerine birkaç tahta atılmasıyla veya çakılan dört kazığın tepesinin kilimle kapatılmasıyla ya da sokaktan toplanan tenekelerle yapılıyorlardı. Altındağ tepesinde, Ankara Kalesi çevresinde ve Akköprü bataklığı civarında yayılan bu barınak türü, 1940'ların sonuna değin Ankara'da yoksul emekçilerin temel bir yerleşim biçimi oldu.

Kapitalist ülkelerde kentlerin dönüşümünde diğer bir kapsamlı evre 2. Dünya Savaşı'nın ardından gelişti. Avrupa ve ABD'de orta sınıfların ve işçi sınıfının küçük-burjuvalaşan tabakasının yerleştiği alt-kentler bu dönemde ortaya çıktı. Kent çeperinde kurulan bu alt- kentlerin finansmanında devlet de rol oynuyordu. Kent merkezlerinde boşalan konut alanlarına ise genellikle en yoksullar ve başka ülkelerden gelen göçmenler yerleştiler. Bu mahalleler bir süre sonra “çöküntü alanları” olarak adlandırılmaya başlanacaktı. Yeni sömürge ülkelerde hızlanan kırdan kente göç sonucunda, kent merkezlerinin bir bölümü virane mahallelere dönüşürken, kent çeperinde ise gecekondu banliyöleri yayılıyordu.

Türkiye'de kırdan kente doğru ilk önemli yığınsal hareket 2. Dünya Savaşı'nın hemen arkasından geldi. Yoksul kırsal bölgelerde birikmiş olan nüfus fazlalığı kentlere akmaya başladı. Aynı yıllarda Marshall Yardımı'nın etkisiyle tarımsal yapıda mekanizasyonun ve aşamalı bir çözülmenin başlaması kırdan kente göçü hızlandıran diğer bir etmen oldu. Fakat o yıllarda sanayileşmenin son derece düşük bir tempoda ilerlemesi kente akan artı-nüfusun emilmesini güçleştiriyordu. Ankara'nın yanı sıra, 1940'ların ikinci yarısında İstanbul ve İzmir'de de gecekondular yaygınlaşmaya başladı. 1950-‘60 arası ise hızlı gecekondulaşma dönemiydi. Bu 10 yıl içinde kent nüfusunun toplam nüfusa oranı yüzde 18,5'ten yüzde 25,2'ye çıktı. Gecekondular önceleri kentlerin iş merkezlerine yakın bölgelerinde, çoğunlukla dik yamaç ve dere yatağı gibi coğrafi açıdan dezavantajlı arazilerde yapıldı. Bu gecekondu mahalleleri düşük yoğunlukluydular ve altyapıdan tamamen yoksundular. 1958'in resmi rakamlarına göre gecekondu nüfusu Ankara'da 220 bine, İstanbul'da 280 bine ve İzmir'de 20 bine ulaşmıştı. Gecekondu nüfusu kent nüfusunun yaklaşık yüzde 15'ine tekabül ediyordu. Osmanlı'dan devralınan bir miras olarak en büyük toprak sahibinin devlet olması ve kentsel arazilerin büyük bölümünün devlet mülkiyetinde bulunması, gecekondu olgusunun gelişmesine maddi zemin sağladı. Özel mülk arazilerden farklı olarak, devlet arazileri kolayca işgal edilebiliyordu. Gecekondulaşmaya göz yumma tutumu sermaye birikimini gözeten bir devlet politikası oldu ve '80'li yıllara kadar sürdü. Gecekonduları ve kaçak yapıları affetmek amacıyla toplam 17 kez af yasası çıkarıldı. Hem devlet hem de sermaye, gecekondu olgusu sayesinde emekçinin barınma maliyetini karşılama gibi bir yükten kurtulmuş oluyordu. İşçinin kendi evine sahip olması durumundan söz ederken Engels, “Böylece ücretler ortalama olarak kiradan tasarruf edilen ortalama miktar kadar düşecek, yani işçiler kendi evlerine eskiden olduğu gibi ev sahibine para ile değil, ama kendisi için çalıştığı fabrika sahibine ödenmemiş emekle kira ödeyeceklerdir. Bu yolla işçinin küçük evine yatırılmış olan tasarrufları bir anlamda sermaye olacak, ancak kendisi için değil, kendisini istihdam eden kapitalist için sermaye haline gelecektir.” (Konut Sorunu, s. 51) diyordu. Ücret emek gücünün yeniden üretimi için gerekli ortalama toplumsal emek-zamanına göre belirlendiğinden, konut kirasının bu yeniden üretim maliyetine dahil olmaması ücretin düşmesini getiriyordu. Dolayısıyla, gecekondu yoluyla emek-gücünün değerindeki eksilme, sermayenin kendini genişletmek için yaptığı birikimde artma anlamına geliyordu. Böylece kitlesel gecekondulaşma, ücretlerin düşük tutulmasını sağlıyordu. İşçiler bakımından ise, kirada oturmamak, gecekondu sahibi olmak, işsiz kaldığı koşullarda dahi sokakta kalmamak anlamında bir toplumsal güvence sağlıyordu.

Devletin toplam konut üretimindeki payı hiçbir zaman yüzde 10'u bile bulmadı. Düşük gelirlilere konut edindirme gerekçesiyle kurulan Emlak Kredi Bankası her zaman yüksek gelir sahiplerine ve burjuvaziye öncelik verdi. Emekçiler ve gecekonducular için ucuz arsa veya toplu konut üretimi 1940'lardan itibaren tartışıldı, fakat bu konuda onyıllarca etkili bir adım atılmadı. Ankara-Yenimahalle planlı bir kent parçası olarak düşük gelirliler için 1949'da belediye tarafından gündeme getirildi, ama hem arsa spekülasyonu projeyi belirlenen amaçtan saptırdı ve hem de bu tip projeler oldukça sınırlı kaldı. Emlak Kredi Bankası'na memurlara ucuz konut sağlamak amacıyla devredilen toprakların çoğu, yüksek bürokratlara ve sermaye sahiplerine satıldı.

1945-'80 arası, gecekondulaşmanın 1. dönemidir. Önce büyük kentlerin içindeki boş devlet arazileri doldu, sonra kent çeperinde gecekondu mahalleleri büyümeye başladı. 1963'e gelindiğinde Ankara kent nüfusunun neredeyse yüzde 60'ı ve Türkiye'nin toplam kent nüfusunun 1/3'ünü oluşturan 2,5 milyona yakın insan gecekondularda yaşıyordu. 1970'de ise gecekonduların oranı Ankara'da yüzde 65'e, İstanbul'da yüzde 45'e ve İzmir'de yüzde 42'ye ulaşmıştı. İstanbul'da 1960'larda E-5'i eksen alarak gelişen sanayi yerleşimi ve 1970'lerde Boğaz Köprüsü ile bağlantı yollarının yapılması, gecekondu mahallelerinin kentteki yayılma doğrultusunu belirledi. Büyükdere-Maslak arası sanayi gelişimi de yine '60'larda bu hattın çevresinde Gültepe, Çeliktepe, Seyrantepe, Kuştepe gibi gecekondu mahallelerinin doğmasına yol açmıştı. Öte taraftan, nispeten varlıklı kesimlerin yeni gelişen orta sınıf semtlerine taşınması ve bunların yerini yoksul emekçi kesimlerin alması sonucunda, eski kent merkezini oluşturan Tarlabaşı, Süleymaniye, Galata gibi semtler virane mahalleler haline gelmişti.

Bu dönem boyunca kentlerin coğrafi genişlemesinde, apartmanlaşarak oluşan yeni orta sınıf semtleri de rol oynadı. Küçük ve orta çaplı emlak spekülatörü kent çeperinde küçük köylüden arsa satın alıyor, burayı parselliyor, imara açılmasını bekliyor ve ardından kent merkezinden buralara yönelen orta sınıfın karşılayabileceği fiyatlarla satıyordu. Apartmanlaşmanın bir başka biçimi, '60'lar ve '70'lerde kitlesel konut üretiminde geniş bir yer tutan yap-satçılık oldu. Küçük sermaye sahibi müteahhit, arsasını sahibinden kat karşılığı satın alıyor ve buraya apartman dikiyordu. Arsa ve inşaat malzemesi fiyatlarının yüksekliği ve çoğu zaman tek bir ticari konutla karşılanamaması şeklindeki sorun, 1954'te kat mülkiyetini yasallaştıran düzenlemeye dayanarak gelişen yap-satçılıkla aşılmış oluyordu.

Kentlerin dönüşümünde yeni evre '80'li yıllarda başladı. Emperyalist metropollerde sanayinin kent dışına taşınmasının tamamlanması, kent çeperinde yüksek gelir sahibi kesimler için yeni alt-kentler olan kapalı süper-lüks siteler ve rezidanslar inşa edilmesi bu dönemin tipik özellikleri oldu. Kent merkezlerindeki virane mahalleler “soylulaştırma” adı verilen bir dönüşüme tabi tutularak burjuvaziye sunuldu. İlk “soylulaştırma” uygulamaları eski sanayi tesislerinin, tersanelerin, istasyonların vb. dönüştürülmesi şeklinde oldu ve sıra çoğunlukla göçmen işçilerin yaşadığı harabe konut alanlarına geldi. Yeni dönemdeki kentsel dönüşümün temelinde lüks konut üretimine, turizme veya plaza şeklinde dev ofis binaları yapımına yönelik geniş çaplı sermaye yatırımlarının kârlılığı ve olağanüstü artmış olan kentsel rantların paylaşımı yatıyordu. Yeni sömürge ülkelerin pek çok büyük kenti de bu dönüşüme ayak uydurma yoluna girdi. Sermayenin azami kâr arayışı ve artan kent rantını elde etme yönelimi, çeşitli ülkelerde gecekondu mahallelerine savaş açan “dönüşüm projeleri”nin gündeme gelmesine neden oldu. Diğer yandan, IMF'nin ve Dünya Bankası'nın “yapısal uyum programları” konut piyasasının büyük ölçüde özelleştirilmesini ve konut üretiminde devletin rolünün asgariye çekilmesini içeriyordu.

Türkiye'de yeni dönemde kentsel dönüşüme girişi, eski İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan 20 yıl önce “İstanbul'un Beyrutlaştırılması” söylemiyle yapmıştı. Buna göre, İstanbul otoyollar, köprüler, oteller, lüks konutlar ve iş merkezleri inşasıyla yeniden yapılanacak ve Lübnan iç savaşında yıkılmış olan Beyrut'un yerine Ortadoğu'nun finans ve ticaret merkezi olacaktı. Dalan'ın planı, yerini 2000'li yılların kentsel dönüşüm projelerine bırakmış durumda. Hızlı gecekondulaşma ve kentsel genişleme '80'li yıllardan günümüze değin sürdü. İstanbul'da sanayinin '70'lerden itibaren Çorlu-Çerkezköy ve sonra İzmit-Adapazarı hatlarına taşınması devam ederken, Gaziosmanpaşa ve Esenyurt gibi mahalleler devasa gecekondu alt-kentleri haline geldi, Halkalı ve Beylikdüzü gibi kent çeperi alanlarda düşük maliyetli toplu konutlardan yeni alt-kentler oluştu. Gecekondu tipi alt-kentleşme TEM'in açılmasından sonra TEM çevresinde sürdü. Örneğin 1985'te 3700 nüfuslu küçük bir kasaba formunda olan Sultanbeyli, 1997'de 150 bin nüfuslu bir alt-kent kimliği kazanmıştı. İstanbul'a bu dönem göçen emekçiler, merkezi yerlerde yükselen rant dolayısıyla kentin yeni çeperine yerleşmeye başladılar. Merkezdeki virane konut alanlarında barınan yoksul kesim de yerinden edilerek bu yeni kent çeperine doğru sürülüyordu. Ama çeperdeki arazilerin önemli bir bölümü artık sermayenin denetiminde olduğu için, bu nüfus akışının bir kısmı eski gecekondu mahallelerine yığılıyordu. Rantı yükselen birçok gecekondu mahallesindeyse ucuz maliyetli apartmanlaşma yaygınlık kazanmıştı.

İstanbul'da sermaye, tarihi mekanları öne çıkaran turizm alanları, kapalı lüks konut siteleri, lüks eğlence ve dinlence tesisleri, kongre ve spor merkezleri inşasına yatırım yapmaya yöneldi. Kent çeperinde el değiştiren özel mülk büyük çiftlik arazilerinin imara açılmasıyla, Bahçeşehir gibi yüksek gelir grubunun yerleştiği yeni burjuva alt-kentler yükselmeye başladı. 1990'da 100 olan lüks toplu konut ve kapalı lüks site projesi sayısı, 2005'de 800'e çıktı. Böylece yeni bir banliyöleşme gelişti. Bir yandan da, tarihi kent merkezinde bulunan virane semtler “soylulaştırma” projeleri aracılığıyla yeni sermaye yatırımlarının alanı haline geldi. Tarihi kent merkezinin, genişleme sonucu kent içinde kalmış gecekondu mahallelerinin ve hatta geniş mekanlar gerektiren yatırımlara uygun olan çeper gecekondu alanlarının potansiyel rantları oldukça yükselmiş durumda. Burjuvazi bu potansiyel rantları realize etmeye ve sermaye birikiminin aracı yapmaya yöneliyor. Kâr oranlarındaki düşme eğilimi, sermayedarları yüksek spekülatif karlar elde edebilecekleri alanlara itiyor. Sermayenin bu değerlenme arayışının sonuçlarından biri de gayrimenkul piyasasına ve aşırı değerlenmiş kentsel arazilere yatırım yapmak oluyor. Aynı zamanda, inşaat sektöründe egemenlik küçük veya orta ölçekli müteahhitten büyük şirketlere geçiyor. Sermayenin doymak bilmez kâr iştahı, işçi sınıfı ve emekçilerin kentsel mekanları olan gecekondu mahallelerini yıkım ve tasfiye saldırısıyla yüz yüze bırakıyor. Sınıfsal kutuplaşmanın artması kentsel ayrışmanın boyutlanmasını da beraberinde getiriyor. Gecekondular yıkıma, yoksulluğa ve sefalete mahkum edilirken, kentler sermaye birikiminin hizmetinde yeniden yapılanıyor.

Kentsel Dönüşüm Projeleri: Sermayenin gecekonduya saldırısı

Kentin yeni dönemdeki yapılanmasının hedefi; İstanbul için “küresel kent” ve Ankara için “Avrupa başkenti” söylemleriyle tanımlanıyor. “Küresel kent” kavramı uluslararası sermayenin yoğunlaştığı, uluslararası finansal ve ticari işlemlerin yönetildiği merkezler olma özelliğini taşıyan kentleri ifade ediyor. Bu kavram, burjuva ideolojik içeriğiyle, kentsel mekanın emperyalist küreselleşme sürecine entegre edilmesini ve uluslararası mali oligarşinin ve ona eklemlenen Türk burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda dönüşüme uğratılmasını kutsamak amacıyla kullanılıyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2006'da hazırladığı İstanbul İl Çevre Düzeni Planı'nda, “stratejik planlama” demagojisi eşliğinde, kentsel dönüşümle amaçlananı açıklıyor: “Kentin rekabetçi üstünlüklerini ön plan çıkarmak, kentin yatırımcılar için bir çekim merkezi olmasını sağlamak, yüksek bir rekabet gücüne sahip olabilmek için gerekli mekansal ve altyapı projeleri geliştirmek, firmaların kurulmaları, büyüme ve yarışabilmelerinin önündeki engelleri kaldırmak.”

Yeni dönemin karakteristik özelliği tüm kentsel unsurların giderek metalaşması, kentin uluslararası ve yerli büyük sermayeye pazarlanmasıdır. Artan kent rantının ele geçirilmesi için burjuvazi arasında gelişen yarış kentsel dönüşümün temeli oluyor. Nitekim Marks, rantla ilgili olarak, “Toprak mülkiyeti, genel olarak toprak beyine, karasal cismin, toprağın bağrını, havayı ve böylece de yaşamın sağlanması ve gelişmesini sömürme ayrıcalığı verdiğinden, toplumun bir parçası, yeryüzünde oturma izni için, ötekinden haraç alır. ” (Kapital 3. cilt, s: 680) diyor.

Kentsel dönüşüm projelerinde ve kentin yeniden şekillenmesinde İstanbul başı çekiyor. Önce Ankara ve ardından İzmir, Bursa, Antalya, Adana, Samsun gibi diğer büyük kentler onu izliyor.

İstanbul'da kentin merkezi iş alanlarındaki arazi mülkiyeti gökdelenlerin, büyük alışveriş ve iş merkezlerinin, lüks otellerin ve konutların inşası için hızla el değiştiriyor. Kent çeperinde ise eski büyük çiftliklerden, devletten, orta sınıf semtlerinden ya da gecekondu mahallelerinden karşılanan araziler; büyük lüks toplu konut projeleri, alışveriş merkezleri, eğlence ve dinlence tesisleri yapımı için çabucak imara açılıyor.

Karaköy-Tophane arasında kruvaziyer liman, alışveriş merkezleri, 5 yıldızlı oteller, bankalar ve lüks konutlar inşa edilmesini kapsayan Galataport projesiyle, İsrail'li Sami Ofer'in içinde yer aldığı konsorsiyum, alanı 3,5 milyar dolara satın aldı. Haydarpaşa-Harem hattını “Manhattanlaştırma” iddiasında olan ve buraya gökdelenler, oteller, alışveriş merkezleri, lüks konutlar yapmayı planlayan “Dünya Ticaret Merkezi ve Kruvaziyer Liman Projesi” halen gündemde. Bir başka kruvaziyer liman projesi de Zeytinburnu sahili için tasarlanıyor. Zincirlikuyu'daki Karayolları arazisi turizm tesisi ve kongre merkezi yapacak olan Zorlu Holding'e, Levent'teki İETT arazisi de burgu gökdelenler inşa edecek olan Dubai şeyhine milyar dolara yakın fiyatlarla satıldı. Formula 1 pisti Ömerli Barajı içme suyu havzasında 2 milyon metrekarelik bir alana kuruldu. Yine aynı havzada yaklaşık 750 bin metrekarelik bir golf tesisi ve tatil köyü kurulması planlanırken, 1 milyon 350 bin metrekarelik bir alanda da rezidans ve ofislerden oluşan gökdelenleri, üretim binalarını ve lüks otelleri kapsayacak olan KOBİ şehrinin temelleri atıldı. Orman niteliğini kaybetmiş olan alanları orman kapsamı dışına çıkaran ve 2B adıyla bilinen yasa, kent çeperindeki eski ormanlık arazilerin kapitalist yatırımcıların eline geçmesine zemin hazırlıyor. Sermaye sahiplerinin Boğaz'a yapılması düşünülen 3. köprünün olası güzergahı üzerinde arazi kapma yarışına girdikleri biliniyor. Sermaye, yüksek maliyetli lüks konut üretiminden büyük kârlar elde ediyor. Devletle ve arazi mafyasıyla iç içe geçmiş ilişkileri sayesinde, kent içinde ve çeperinde oluşmuş yüksek rantlardan aslan payı burjuvaziye kalıyor: Değerli araziler ele geçiriliyor, bakanlıklar ve belediyeler aracılığıyla imar planları çıkarılıyor ve buralara lüks konutlar inşa ediliyor. Boğaz sırtları, göl kıyıları, Kuzey ormanları gibi prestijli alanlarda kapalı lüks konut siteleri ve lüks rezidanslar yükseliyor. Beykoz Konakları, Maya Residance (Etiler), Alkent 2000 (B. Çekmece) ve Kemer Country (Kemerburgaz) gibi lüks site ve rezidanslarda 500 bin dolardan 2 milyon dolara varan fiyatlarla satılan konutlar hem burjuvazinin yeni yalıtık yerleşim alanlarını oluşturuyor ve hem de sermayenin muazzam kârlar elde etmesinin araçları oluyor. Kuzey Ankara Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında bir Arap yatırım firmasının 7 bin lüks konut yapımına aday olması, İzmir'de Narlıdere Folkart Evleri ya da Bursa'da Ottomanors türü örneklerde görüleceği üzere, lüks konut üretimi diğer büyük kentlerde de önemli bir sermaye yatırım dalı haline geliyor. Milyonlarca metrekarelik arsaları elde tutan, bazıları milyar doları bulan cirolara ulaşan büyük inşaat şirketlerinin ve gayrimenkul yatırım ortaklıklarının her biri, yılda binlerce lüks konut üretme kapasitesine sahip. 2006'da inşaat sektörünün hacmi 30 milyar doları aşarken, en büyük 22 inşaat şirketinin toplam cirosu 6 milyar doları buluyor. Soyak, Albayrak, Regnum, Yeşil, Koza gibi en büyük şirketler uluslararası sermaye tekelleriyle (örneğin ABD'li emlak devi Donald Trump'la veya İngiltere'nin en büyük gayrimenkul yatırım şirketi olan Salamanca'yla) ortaklıklar kurarak büyük sermaye yatırımları gerçekleştiriyorlar.

2000'den 2004'e konut üretiminde özel sektörün payı yüzde 79,6'dan yüzde 90,1'e çıkarken, yapı kooperatiflerinin payı yüzde 15,6'dan yüzde 7,6'ya ve devletin payı yüzde 4,8'den yüzde 2,7'ye geriledi. Önceki dönemde sınırlı da olsa görülen ucuz kiralık konutlar ve işçi evleri gibi emekçiler için devlet finansmanı yoluyla konut üretimi, yeni dönemde büsbütün azaldı. Devlet işletmesi olan TOKİ, düşük gelirlilere konut yapımını finanse ettiği gerekçesiyle lüks konut yapımını savunuyor. Fakat gerek TOKİ gerekse KİPTAŞ gibi belediye işletmeleri genellikle lüks konut üretimiyle uğraşarak sermaye birikimi yaparlarken, aynı zamanda devlet arazilerinin satışı ve toplu konut ihaleleri ile büyük sermayenin kârını artırmasına hizmet ediyorlar. Düşük maliyetli toplu konut üretimini ise sadece yıkılacak gecekondu sahiplerinin bir bölümünü kapsayacak sayıyla ve üstelik kentin en dış çeperiyle sınırlı tutuyorlar. TOKİ Başkanı, İstanbul'un kentsel mekanlarını uluslararası sermayeye pazarlamak amacıyla Kasım 2007'de düzenlenen Kentsel Dönüşüm ve Gayrimenkul Yatırımları Forumu'nda, “Terörün, uyuşturucunun, devlete çarpık bakmanın, eğitimsizliğin, psikolojik olumsuzlukların ve sağlık probleminin temelinin gecekondu bölgeleri ve çarpık alanlar oldukları bilinmektedir.” şeklinde konuştu. Daha önce Başbakan Erdoğan da, “Şehirlerimizi bir ur gibi saran gecekondu düzenini ortadan kaldırma” hedefiyle hareket ettiklerini söylemişti. İstanbul'un yüzde 52'sinin kaçak yapılardan oluştuğu ve toplam 1,8 milyon konutun 1,2 milyonunun deprem riski taşıdığı belirtiliyor; belediye başkanı da İstanbul'daki binaların en az yarısının yıkılması gerektiğinden bahsediyor.

Kentsel dönüşüm projeleriyle gecekondu mahallelerine niçin saldırıldığı artık netlik kazanmış durumda: Birincisi; gecekondu mahallelerinde ve virane konut alanlarında son derece yükselmiş olan potansiyel kent rantının burjuvazi tarafından paylaşılması ve bu mekanların kârlı sermaye yatırımlarıyla değerlendirilmesi. İkincisi; bu mahallelerde işçi sınıfı ve ezilenlerin bağrında biriken rejim karşıtı siyasi tehlikenin (‘devlete çarpık bakış’ın!) ortadan kaldırılması, mahallenin tasfiyesi yoluyla devrimci ve demokratik örgütlenmenin dağıtılması. 2002'den 2006'ya İstanbul'daki mahallelerin yüzde 46'sının arazi değerinde yüzde 100'lük, yüzde 45'inin arazi değerinde yüzde 100-200 arası ve yüzde 9'unun arazi değerinde ise yüzde 200'den fazla artış oldu. Örneğin Beylikdüzü'nde tüm konutların fiyatı son 4 yıl içinde en az iki kat arttı. Arsa tutarının konut maliyetindeki payı yüzde 40-60'a ulaşıyor. Bu durum hem kentsel arazilerde rantların ne denli yükselmiş olduğunu gösteriyor, hem de sermayenin lüks konut üretimini koşulluyor. İstanbul, metrekaresi 15-20 bin dolara varan lüks emlak değeriyle New York, Londra ve Tokyo ile yarışıyor. “Dönüşüm Alanları Yasası” çıkarsa, inşaat sektörüne yıllık 10 milyar dolarlık bir yabancı sermaye yatırımı bekleniyor.

Tokatköy yıkılıyor ama hemen yakınındaki Acarİstanbul'a bir türlü dokunulamıyor. Orman alanına ruhsatsız olarak inşa edilen Koç Üniversitesi'nin açılışını Cumhurbaşkanı yapıyor. Ömerli Barajı havzasında yayılan Sultanbeyli sürekli polemik konusu oluyor, fakat aynı havzadaki kapalı lüks site Casaba'dan söz edilmiyor bile. Projelendirilen yıkımların öncelikli hedefinin genellikle varolan ya da yeni oluşturulması planlanan temel ulaşım güzergahlarına yakın, kentin gözde mekanlarının çevresinde ve depreme dayanıklı zemine sahip alanlar olduğu görülüyor. Örneğin, Maslak-Büyükdere hattının çevresindeki gecekondu mahalleleri artık tümüyle plazaların ve lüks konutların yanıbaşında kalmış durumdalar; yükselen arazi değerleri ve potansiyel rant, önceki dönemin sanayileşmesinin ürünü olarak meydana gelen Seyrantepe, Kuştepe, Karanfilköy gibi mahalleleri yıkım baskısıyla karşı karşıya bırakıyor. Morgan Stanley adlı ABD yatırım bankasının Gazi Mahallesi'nde 55 milyon YTL'ye arazi satın aldığı biliniyor. Okmeydanı, Hacıhüsrev, Karadolap, Gülsuyu, Yakacık, Bayramtepe, Derbent ve daha pek çok mahalle kentsel dönüşüm projeleriyle yıkım saldırısına uğrayacak. Küçükarmutlu, Baltalimanı ve Reşitpaşa İTÜ-Teknokent projesi nedeniyle tasfiye tehdidiyle yüz yüze.

Tarihi kent içindeki ya da kent merkezine yakın köhnemiş mekanların yenilenmesi ve dönüştürülmesine dair projeler de, buralardaki mülkiyetin değerlenmesine ve sermayeye sunulmasına yönelik. “2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul” adı altında yürütülen Tarlabaşı Kentsel Dönüşüm Projesi'nin koordinatörlüğünü Çalık Holding yapıyor. Bu projeye göre, Tarlabaşı'nda köhnemiş konut alanlarının yerine plaza, otel ve villa tipi konutlar inşa edilmesi tasarlanıyor. Galata, Cihangir, Balat, Süleymaniye gibi tarihi semtlerde özellikle eski mimari özellik taşıyan binaların “soylulaştırılması” ve turizme yönelik sermaye yatırımlarıyla değerlendirilmesi amaçlanıyor. Merkezlere yakınlık ve tarihi yapılar nedeniyle burjuvazi tarafından artık prestij mekanları olarak görülen bu alanlarda, tarihi binaların restorasyonunun yanısıra, kongre sarayı, lüks oteller ve restoranlar, turizm ve eğlence tesisleri, prestijli sanat galerileri vb. yükselecek. İstanbul Müzekent Projesi'nin bir parçası olan Tarihi Yarımada Kentsel Dönüşüm Projesi ise Eminönü, Fatih ve Suriçi'ne Osmanlı makyajı yaparak tarihi kent turizmine sermaye yatırımlarının gelişmesini sağlayacak.

Gecekondulara saldırının ikinci nedeni ise doğrudan politik. Paris Komünü'nü yenilgiye uğratmasının ardından Fransız burjuvazisinin, kent ayaklanmalarını ezmeye daha elverişli bir planlamayla geniş caddeler ve birbirinden ayrılan mahalleler oluşturarak Paris'i yeniden inşa ettiği biliniyor. Latin Amerika cuntaları da politik bir saldırı olarak devrimci hegemonya altındaki gecekondu mahallelerini yıkmaya ve bu mahallelerde yaşayan halkı dağıtmaya yöneldiler. Bunların icraatları arasında, Brezilya'nın faşist cuntasının 1965-74 arasında Rio De Jenerio'nun en hareketli gecekondu mahallelerinde yıkıma girişerek 140 bin insanı yerinden etmesi, Pinochet'nin 1973'te Şili'nin başkenti Santiago'da 35 bin ailenin gecekondularını yerle bir etmesi, Arjantin'de generaller cuntasının 1976'da Buenos Aires'in gecekondu mahallelerine saldırarak 270 bin insanı evsiz bırakması gibi örnekler var. Pentagon, dünyanın herhangi bir yerinde gecekondu bölgelerinde yoğunlaşacak kent isyanlarını bastırmak için yeni bir savaş doktrini geliştirmiş durumda.

Türkiye'de '71 darbesinin hemen ardından, o dönemde devrimci hareketin merkezi durumunda olan üniversitelerin kent dışına taşınmaları kararlaştırılmıştı. İTÜ'nün Maslak'a taşınması bu kararın sonucuydu. Yine aynı dönemde, İstanbul'un kuzeyinde uzanan geniş bir koridor “güvenlik bandı” oluşturulması amacıyla orduya tahsis edilmiş ve bu alan içinde kentsel gelişme yasaklanmıştı. '70'lerin sonunda yükselen devrimci mücadelenin etkin alanlarından biri olan 1 Mayıs Mahallesi, gecekonduya göz yummanın bir devlet politikası olarak halen sürmekte olduğu o dönemde dahi, katliamlarla birlikte gerçekleştirilen yıkım saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştı.

Burjuva devletin işçi sınıfı ve ezilenlere karşı yürüttüğü sınıf mücadelesinin ihtiyaçları kentlerin yapılanışına her zaman etkide bulunmuştur. Devlet kontrolünün zayıflamakta olduğu, Kürt ulusunun direnişinin geniş ve canlı bir taban bulduğu, devrimci hareketin güçlü biçimde üslenmesine elverişli ve özellikle devrimci mücadele geleneklerine sahip olan gecekondu mahallelerinin tasfiyesi, devletin stratejik siyasi planlarından ve kentsel dönüşüm projelerinin özgün amaçlarından biridir.

Yeni dönemde kentsel ayrışma: Rezidans ve Varoş

“Üretim araçlarının bir merkezde toplanması ölçüsünde, emekçilerin belli bir yere üst üste yığıldıklarını, tarafsız bir gözlemci rahatça görebilir; kapitalist birikimin hızı ne kadar büyük olursa, işçi nüfusun barındıkları yerler de o kadar sefil ve perişandır. Servetin artışıyla birlikte kentlerde görülen ‘imar hareketleri’, eski yapı mahallelerin yıkılması, bankalar, mağazalar vb. için işhanlarının yükselmesi, iş trafiği, lüks arabalar, tramvaylar vb. için caddelerin genişletilmesi, yoksulları gittikçe daha da kötü kenar mahallelere sürer. ” (Kapital 1. cilt, s. 626) diyerek, 19. yüzyıl kapitalizminde kentsel ayrışmaya ilişkin bir çözümleme yapmıştı Marks. Burjuvazi ile proletarya arasında kentsel ayrışma bugün yeni biçimler alarak derinlik kazanıyor.

Büyük kentlerde burjuvazinin yerleşim alanları olan kapalı lüks siteler ve rezidanslar yükseliyor. Kentin burjuvazi için en prestijli alanlarında inşa edilmiş zenginlik adacıkları bunlar. Rezidans sözcüğü köken itibarıyla konut anlamına geliyor. Fakat artık, yüksek lüks binalardaki milyon dolarlık konutları tanımlamak için kullanılıyor bu sözcük. Yeni lüks konut siteleri ve rezidanslar dışa kapalı ve girişi izne tabi olan mekanlar: Yüksek duvarlar ve tel örgülerle çevrili, özel güvenlik birimlerinin koruması altında, kameralarla izlenen, özel mülk arazide ve kapalı alanda fiilen adeta özerk bir yönetime sahip, içinde yüzme havuzu, spor tesisi, restoran, alışveriş merkezi, sinema salonu gibi unsurlar bulunan yerleşimler. Burjuvazi bu mekanlarda hem sınırsız bir konfor ve erişilmez bir prestij elde ediyor, hem de dışlananların^ayaktakımının’ şiddetinden uzak, güvenli bir yaşam arayışına yanıt buluyor. Özel güvenlik tedbirleri altında ve kentin bütününden tamamen yalıtık bir ortamda yaşamak, yoksulların öfkesinden korunma ve onlardan uzaklaşma yöneliminin sonucu oluyor. Sınıfsal ayrışmanın bir ucunda yer alan büyük sermaye sahipleri ve yüksek devlet bürokrasisi kentsel ayrışmanın da bir ucunu oluşturuyor. Burjuvazi kendi kentini emekçilerin kentinden artık tümüyle ayırıyor.

Türkiye'de işsizlik oranı resmi rakamlara göre yüzde 8,9 görünürken, bu oran İstanbul'da yüzde 12,7'ye çıkıyor (ki bu oranların gerçeğin yarısını bile yansıtmadığı biliniyor). İstanbul'un gelirinden en üst yüzde 1'lik grup yüzde 29'luk bir pay alıyor ve bu oran en alt grubun gelirinin tam 327 katını buluyor. Toplumsal eşitsizlik derinleşiyor; yoksulluk ve işsizlik ya da korkunç düşük ücretlerle güvencesiz çalışma çığ gibi büyüyor. Toplumsal hizmetlerin ticarileşmesiyle, emekçilerin eğitim ve sağlığa parasız erişim hakkı ortadan kalkıyor. Kentsel hizmetlerin tümü -su, elektrik, temizlik, ulaşım vb.- yüksek fiyatlarla ve vergilerle sermaye üretim alanları haline geliyor. Bir kutupta servet birikirken, diğer kutupta sefalet birikiyor. Emperyalist küreselleşme döneminde derinleşmekte olan sınıfsal ayrışma, kentsel ayrışmanın yeni biçimlerinin kaynağı oluyor. Kentsel ayrışmanın diğer ucunda işçi sınıfı ve kent yoksulları duruyor. Kentsel mekanlar hiç olmadığı kadar sert biçimlerde birbirlerinden ayrışıyor. Yoksullar kentin yeni çeperine doğru itiliyorlar, varsıllar merkezi iş alanlarında ve kapalı lüks rezidanslarında yalıtık yaşam sürdürüyorlar. Yoksul emekçilerin burjuva kentsel mekanlara girmesi giderek olanaksızlaşıyor veya yasaklanıyor. Burjuva kentle emekçi kentin mekansal ayrışması; rezidansla varoşun ayrışmasında somutlaşıyor.

Varoş sözcüğü Macarca'da şehir surlarının dışındaki çevre mahalleler anlamına geliyor. Burjuvazi açısından horgörülen ve tedirgin edici bir sözcük varoş. Kendi egemenliği ve zenginliğine saldırıda bulunacak ayaktakımının çürümüş mekanlarıdır varoşlar, onun gözünde.

Türkiye'nin emperyalizme yeni tipte entegrasyonu sürecinde derinleşen toplumsal eşitsizlik ile sınıfsal ve kentsel ayrışma, işçi sınıfı ve emekçilerin kentsel mekanlarının varoşlaşması anlamına geliyor. '80'li yıllardan bu yana kentlerdeki sınıfsal ve mekansal değişimler, varoşu yeni bir sosyal-politik tanımlama olarak kullanmayı gerekli kılıyor. Toplumsal hizmetlere erişebilirliğin zayıfladığı, en temel kentsel hizmetlerin dahi giderek lüks haline geldiği, yoksullaşmanın hızla yayılmakta olduğu, işçi sınıfı ve emekçilerin önemli bir bölümünün artı- nüfus bile değil, artık düpedüz gereksiz-nüfus olarak görüldüğü, sefaletin çürümeyle el ele gittiği, mafyalaşmanın ve çeteleşmenin kuşattığı gecekondu mahalleleri ve merkezdeki virane konut alanları varoşlaşmış durumda. Varoşlaşma, sınıfsal ayrışmaya bağlı olarak emekçilerin kentsel yaşam alanlarında gerçekleşen dönüşüm sürecini niteliyor. Varoşlar artık emekçi kenti meydana getiren başlıca mahalleler.

'90 sonrası kirli savaştan kaynaklanan zorunlu göç sonucu İstanbul'a gelen Kürt nüfusu arasında yapılan araştırmalar çarpıcı veriler ortaya koyuyor. Genellikle eski köy yaşantısıyla herhangi bir bağı kalmamış olan bu göçmen ailelerin yüzde 6'sının geliri yok, yüzde 40,5'i ise asgari ücretin altında bir gelire sahip. Çalışma yaşındaki erkeklerin yüzde 29,3'ü işsiz ve ailelerin yarısından çok fazlası yoksulluk sınırının altında yaşıyor. İşte varoş gerçeğine dair çıplak bir resim!

Rezidans ve varoş sınıfsal ayrışmanın kentsel mekandaki simgeleri: Zenginlik adacıklarından ve yüksek gelir sahiplerinin alt-kentlerinden oluşan burjuva kent ile büyük çoğunluğu varoşlaşmış, eski ve yeni gecekondu mahalleleriyle, merkezdeki virane konut alanlarından oluşan emekçi kent...

Büyüyen emekçi kent

1950'den 1980'e kadar kırdan kente yaklaşık 10 milyon insan göç etti. 1980'den günümüze ise iki büyük göç dalgası yaşandı. Biri '90'lı yıllar boyunca kirli savaş nedeniyle zorunlu göçe tabi tutulan Kürt nüfusun kentlere akmasıydı. 3,5 milyona yakın insanın ezici kısmı İstanbul, İzmir, Diyarbakır, Mersin, Adana, Ankara, Antalya gibi büyük kentlere yerleşti. Bu süreçte birçok gecekondu mahallesinde ulusal ve mezhepsel kümelenme daha da belirginleşti. ABD'nin siyahi kentlerinde ve semtlerinde ya da Avrupa'nın göçmen işçi mahallelerinde görülen kümelenmeye benzeyen bu durum, en yoksul gecekondu mahallelerini genellikle Kürtlerin oluşturmasını getirdi. Her şeylerini bırakarak ve kırla neredeyse tüm ilişkilerini kopararak gelmiş olmaları, bu dalgayla kentlere yerleşen insanların tipik özelliğiydi.

İkinci ciddi göç dalgası, 2000'li yıllarda tarımda küçük ve orta köylünün mülksüzleşmesinin büyük hız kazanması sonucu ortaya çıktı. 2000'de tarımın toplam istihdamdaki payı yüzde 36 iken, bu oran 2005'te yüzde 29,5'e geriledi. Sadece 2004'den 2005'e 1 milyon 281 bin insan tarımsal üretimin dışına düştü, yüzbinlerce tarımsal işletme yok oldu. Dünya pazarına bağlı üretimin sonucu olarak gelişen küçük köylü tarımındaki yıkım süreci ve tarımda çalışan nüfusun sıçramalı düşüşü, kırdan kente göçün çığ gibi büyümesine neden oldu. Bu yıllarda sanayideki istihdam artışının çok sınırlı kalması ve kente yeni gelenlerin köyle ekonomik ilişkilerinin yine çözülmeye uğramış olması, bu emekçi kesimi de işsizlik ve sefalet döngüsünde bir yaşam tarzına sürükledi.

Kırdan kente göçün önceki evrelerinde, hatta '90'lı yıllara kadar, kentteki akrabalar ve hemşehriler arasındaki dayanışmacı ilişkiler, göçenin gerek kentte yerleşmesinde gerekse işgücü piyasasına girmesinde önemli bir rol oynuyordu. Üstelik kente yeni göç etmiş ailelerin önemli bir bölümü kırsal alanla ve çoğu zaman küçük bir toprak parçasıyla ekonomik ilişkisini koruyor, sınırlı da olsa ek bir gelir sağlıyordu. Ayrıca, gecekondu genellikle kullanım-değeri için üretiliyor ve yapımcıyla kullanıcı pek çok durumda ayrışmıyordu. Tüm bunlar sefaleti nispeten dengeleyen, yoksulluğun sonuçlarının en ağır biçimlerde yaşanmasını frenleyen ve onu katlanılabilir kılan faktörlerdi. Hatta, bu nüfusun içinden, özellikle en eski gecekondu mahallelerine ilk yerleşmiş olanların arasından, gecekondunun da ticarileşmesiyle birlikte bundan rant elde eden bir kesim çıktı.

Gecekondu mahallelerinde birden fazla konuta ya da apartmana sahip olan kesim '80 sonrasında bir büyüme süreci yaşadı. Gecekondu sahipleri arasında arsalarını doğrudan işgal yoluyla elde edenlerin oranı İstanbul'da yüzde 20'ye, Ankara'da yüzde 36'ya, İzmir'de ise yüzde 33'e kadar geriledi. Gecekondu nüfusu içinde kirada oturanların oranı '90'larda İstanbul'da yüzde 32,7'yi, Ankara'da yüzde 28,5'i ve İzmir'de yüzde 27,7'yi bulmuştu. Bugün bu oranlar yüzde 50'lere varıyor. Veriler gösteriyor ki; gecekondu halkı içinde de bir tabakalaşma var. Birkaç konuttan kira geliri elde edenler ile gecekonduda kiracı olanlar bu tabakalaşmanın iki tarafını oluşturuyor. Kente erken tarihlerde, en çok da 1950'ler ve '60'larda gelip arsa edinenlerin bir bölümü birden fazla gecekonduya ya da gecekondunun düşük maliyetli apartmana dönüşmesiyle oluşan birkaç konuta sahip oldular. Kent rantının gecekondu mahallelerinde de yükselmesi, bu alanlardaki içsel dönüşümün ve gecekondunun piyasaya açılarak metalaşmasının zeminini güçlendirdi. Bu eğilim, özellikle kent içinde kalan ve merkeze yakın eski gecekondu mahallelerindeki apartmanlaşmayla tipik hale geldi. Bunun yanında, mafya örgütlenmeleri tarafından işgal edilen, daha küçük parçalara bölünüp el değiştiren, sonunda parsellenip satılmalarıyla gecekondu yapım aşamasına ulaşan kentsel arazilerin miktarındaki artış, mafyatik bir arsa düzeninin kurumlaşması ve yaygınlaşmasının göstergesi oldu. Benzer gelişmeler, bazı dayanışmacı ilişki biçimlerini de kapsayan İslami cemaatleşmenin kontrolü altında büyüyen gecekondu mahallelerinde de ortaya çıktı. Yine de, gecekondu halkı arasından çıkan ve sınıf atlayarak küçük-burjuva rantiye bir tabaka meydana getiren bu kesimin çapı çok geniş olmadı.

'90'lı yıllardan bu yana süren kırdan kente göçün ve bu dönemde emekçi kentin büyümesinin özellikleri ise farklılaşır. Gerek '90'larda gerekse 2000'li yıllarda kente göç eden her iki kesimin ortak yanı, gecekondu mahallelerinin en yoksul tabakasını oluşturuyor olmalarıdır. Kırla ekonomik bağları büyük oranda çözülmüş ve adeta “hiç” olarak kente gelmişlerdir. Akraba ve hemşehrilerin oluşturduğu dayanışma ağının da çözülmeye başlamasıyla beraber, kronik işsizliğin pençesinde ve sefalet içinde yaşamaktadırlar. Gecekondu sahibi olmaktan çok gecekondu kiracısı durumundadırlar. Ya mevcut gecekondu mahallelerindeki ucuz kiralık konutlara yığılmışlar ya da kentin yeni çeperinde büyüyen en perişan gecekondu mahallelerinde konumlanmışlardır.

Hem genel olarak kentler, hem de kapitalist kentleşme sürecinin ürünü olan emekçi alt- kentleri hızla büyümeye devam ediyor. 1970'te toplam nüfusun yüzde 28,7'si ve 1980'de yüzde 35,9'u kentlerdeydi. Bugün bu oran yüzde 70'i buluyor. İstanbul'un nüfusu her yıl 350 binden fazla artıyor; bunun 1/3'ü doğal nüfus artışından ve ama 2/3'ü kente göçten kaynaklanıyor. 2000'li yıllarda Ankara'nın neredeyse yüzde 70'i, İstanbul ve İzmir'in ise yaklaşık yüzde 55'i gecekondu alanlarından meydana gelmiş durumda.

Sınıfsal bileşime ve kentsel mekanın özelliklerine göre, emekçi kentin mahallelerinin İstanbul'da başlıca dört kategoride toplandığı görülüyor. Belli başlı diğer büyük kentler de İstanbul'u takip eden bir kentleşme süreci izliyorlar. Emekçilerin İstanbul'unda:

Birinci kategoride Zeytinburnu, Eyüp ve Gültepe gibi artık büyük ölçüde yasal statüdeki binalardan oluşan en eski gecekondu mahalleleri bulunuyor. Kentin genişlemesi sonucu tamamen kent içinde kalan bu mahalleler yoğunlukla işçi sınıfının daha az yoksul kesimi ile düşük ve orta gelirli küçük-burjuvaziyi barındırıyor. Emekçi mahallelere özgü nitelikler, ilişki ve yaşam tarzı bu kentsel mekanlarda da büyük ölçüde sürüyor. Geçen yıllar içinde, buralarda altyapı ve kentsel hizmetler yerleşmiş, yasal arsa ve konut mülkiyeti sorunu genellikle çözülmüş, düşük ve orta ölçekli apartmanlaşma yoluyla yerleşim yoğunluğu artmıştır. Buna paralel olarak küçük-burjuva bir rantiye tabakası da oluşmuş, konutların büyük çoğunluğu ticari nitelik kazanmış ve kiracılık alabildiğine yaygınlaşmıştır. Gerek toplumsal eşitsizliğin derinleşmesi ve yoksullaşma süreci, gerekse kentsel ayrışma ve yükselen rantlar sonucu kent çeperine doğru sürülme bu mahallelerdeki emekçileri de etkilemektedir. Üstelik Zeytinburnu gibi bazı mahalleler kısmen yıkım kapsamındadır.

İkinci kategoride Gazi, Gülsuyu, 1 Mayıs gibi özellikle '70'li yıllarda yoğunluk kazanmaya başlamış gecekondu mahalleleri yer alıyor. Hemen hepsi bugün kent içinde ya da çeperin merkeze en yakın noktalarında bulunan bu mahallelerde ağırlıklı olarak işçi sınıfının güvencesiz çalışan kesimi, düşük gelirli küçük-burjuvazi ve kent yoksulları birikmiş durumda. Konut ve arsa mülkiyeti karmaşık bir yapı arzediyor; yer yer yasal mülkiyet sorununu çözmüş konut alanları olsa da, tapusuz ya da tapu tahsis belgeli konutlar ağırlık taşıyor. Düşük maliyetli ama hukuki niteliği sorunlu apartmanlaşma bu mahallelerde yaygınca görülüyor ve dolayısıyla kiracılar da önemli bir ağırlık oluşturuyor. Altyapıda ve kentsel hizmetlerde yetersizliklerin sürdüğü, yoksulluk oranının oldukça yüksek olduğu, mafya ve çete türü örgütlenmelerin yayıldığı bu gecekondu semtlerinin hepsi varoş niteliği sergiliyor. Bu mahallelerin pek çoğu kentsel dönüşüm projeleriyle gündeme getirilen yıkım saldırısının hedefinde duruyor. Özellikle Kürt ve Alevi nüfusun kümelendiği, yerleşik devrimci mücadele ve örgütlenme geleneklerine sahip olan ve büyük devrimci potansiyel taşıyan varoşlar genellikle bu kategoride yer alıyor.

Üçüncü grup Ayazma, Bayramtepe, Sultanbeyli, Yeşilkent gibi '80'li yıllardan sonra oluşmuş ve hızla büyümüş yeni gecekondu mahallelerini kapsıyor. Kentin yeni çeperini meydana getiren bu mahallelerde işçi sınıfının en yoksul kesimi, işsizler ve kent yoksulları büyük bir çoğunluk oluşturuyor. Binaların tümü kaçak ve konut yoğunluğu nispeten düşük. Ancak rantın görece yüksek olduğu Sultanbeyli gibi bazı büyük mahallelerde, cemaatlerin ya da mafyanın kontrolünde düşük maliyetli apartmanlaşma yayılıyor ve belirli bir küçük-burjuva rantiye tabaka da bulunuyor. Kent hizmetlerinin ve altyapının son derece yetersiz olduğu bu mahallelerdeki nüfusun çoğunluğunu, '80'li yıllardan sonra kente gelenler veya merkeze yakın emekçi mahallerinde yükselen rantları karşılayamadığı için çeperin dışına doğru itilenler oluşturuyor. Dolayısıyla yoksulluk ve dışlanmışlık üst düzeyde yaşanıyor, çıplak bir varoş gerçeği görülüyor. Bu mahallelerin de pek çoğu yıkım tehdidiyle karşı karşıya.

Dördüncü kategoride, aslında hukuki açıdan gecekondu statüsünde olmayan fakat on yıllar önce orta sınıflar tarafından boşaltıldıktan sonra kente göçenlerin en yoksul bölümünün yerleştiği, köhnemiş kira evlerinden oluşan semtler var. Tarlabaşı, Kumkapı, Galata ve Süleymaniye gibi semtler bu kategorinin örnekleri. Kentin en yoksul kesimleri, işsizler, yasadışı göçmenler, Avrupa'ya insan ticaretinin aktarma merkezinde konaklayanlar, bu virane konut alanlarına yığılıyor. Kentin merkezinde ve gözde mekanlara en yakın yerlerde barınıyor olsalar da, bu mahallelerin yoksulları için kentsel hizmetlerden yararlanma olanağı çok sınırlı. Sefalet ve çaresizlik içindeki ve çoğu zaman mafyanın pençesindeki yaşam koşullarıyla, bu mekanlar dışlananların gettoları haline geliyor. Bu gruptaki semtlerin tamamına yakını kentsel dönüşüm projelerinin hedefinde yer alıyor.

Varoşlaşma emekçi kentin karakteristik özelliğidir artık. Kentsel ayrışma işçi sınıfı ve emekçilerin yaşadığı mahallelerde varoşlaşmanın daha da boyutlanmasına neden oluyor. Varoşlar kent içinde kalmış gecekondu semtlerinden kentin yeni çeperini meydana getiren gecekondu mahallelerine ve merkezdeki köhnemiş konut alanlarına kadar emekçi kentin çok büyük bir bölümünü oluşturuyor. Hızlanan sınıfsal ayrışma süreci, pek çoğu yıkım tehdidiyle yüz yüze bulunan işçilerin ve emekçilerin yaşadığı bu mahallelerde derinleşen toplumsal eşitsizlik, artan yoksullaşma, kentsel hizmetlere erişme olanaklarında zayıflama, sefalete sürüklenen yaşam koşulları, yaygınlaşan mafyalaşma olarak yansıyor.

Emekçi köylülüğün yıkımı ve mülksüzleşmesi devam ediyor; önümüzdeki yıllarda yoksul köylülerin milyonlar halinde kentlere akışının süreceği görülüyor. Kentlerdeki orta sınıfların erime süreci de hız kazanıyor. Yoksullaşan veya merkezi mahallelerdeki konutlarından olan emekçiler de kentin yeni çeperine doğru hareket ediyor. Tüm bunlar emekçi kentin büyümesi ve varoşların kalabalıklaşması doğrultusunda bir kentsel farklılaşmaya yol açıyor. Bu durumda, hemen bütün büyük kentlerde çeperin genişlemesi ve yeni varoşların oluşması kaçınılmaz hale geliyor. Örneğin İstanbul'un Silivri ve Gebze yönüne doğru her iki güney ucu boyunca uzanan, kuzeyde ise TEM'in ve Avrupa yakasında planlanan yeni çevre yolunun etrafında bulunan seyrek yapılaşmaya sahip veya boş alanların varoşlarla dolması son derece olası. Ve yeni varoşların kentin en yoksul işçi ve emekçi tabakasının, ‘gereksiz nüfus’un biriktiği bölgeler olacağı anlaşılıyor.

Varoşlaşmanın boyutlanması Türkiye'nin gecekondu mahallelerini Nairobi'nin (Kenya) dev teneke mahallelerine, Delhi'nin (Hindistan) 10 bin insana tek bir tuvalet düşen baraka alanlarına, Caracas'ın sel ve toprak kaymasının bir defada 32 bin can aldığı “sınıfsal afet” mekanlarına, Sao Paulo'nun adeta her biri mafya devleti olan gecekondu gettolarına doğru bir dönüşüme uğratıyor.

Konut sorunu ve ezilenlerin mücadelesi

Devlet, artık kent çeperi sayılamayacak olan ve kent içinde kalmış gecekondu mahallelerinin neredeyse tamamını, kent merkezindeki virane konut alanlarının hemen tümünü ve potansiyel rantı yükselmiş bazı çeper gecekondu yerleşimlerini ortadan kaldırmayı hedefliyor. İstanbul'dan sonra Ankara'da da başlangıcı yapılan bu kitlesel yıkım saldırısı, gecekondu mahalleleriyle kentleşmiş olan tüm büyük kentlere doğru yayılma eğilimi taşıyor.

Mücadeleler sonucu şimdilik askıya alınmış olan “E-5 Kuzeyi Nazım Planı”, Maltepe'de E- 5'in kuzeyindeki Gülsuyu ve Başıbüyük gibi gecekondu mahallelerinde yaşayan 300 bine yakın nüfusun en az yarısını tahliye etmeyi amaçlıyor. Bu plan kapsamındaki Başıbüyük’te uzun sürece yayılmış bir yıkım saldırısı uygulanıyor. Ya da, Okmeydanı'ndan 150 bin insanın sürülmesi öngörülüyor. Yakacık'tan Yeşilkent'e, Altınşehir'den Tarlabaşı ve Feriköy'e kadar birçok emekçi semtin yıkılması ve her birinden onbinlerce insanın tahliye edilmesi planlanıyor. Buna göre, İstanbul'da birkaç yıl içinde milyonlarla ifade edilen bir işçi ve emekçi nüfusu yerinden edilmiş olacak. Aydos, Kurtköy, Nurtepe, Tuzla veya Ayazma'daki yıkımlar, büyük yıkım saldırısının gerçekte henüz ilk aşamasının halkaları.

Milyonluk sayılar belki ilk anda çok inandırıcı görünmüyor. Ama '80'lerden bu yana dünyanın birçok büyük kentinin dev yıkım saldırılarına ve tahliyelere sahne olduğu hesaba katılmalı. 1990'da Lagos'ta (Nijerya) 300 bin, 1995-'96'da Rangun'da (Burma) 1 milyon, 1988'de Seul'de (Güney Kore) 800 bin, 2001-2003 arası Cakarta'da 500 bin gecekondulu yoğunlaştırılmış yıkım saldırılarıyla tahliye edildi ve buralarda yüzlerce gecekondu mahallesi ortadan kaldırıldı. Hepsi de kentsel dönüşüm veya kent güzelleştirme projelerinin sonucuydu. Yasalaşması beklenen “Dönüşüm Alanları Yasa Tasarısı”, 2004'ten önce yapıldığı belgelenen gecekondu ve ruhsatsız yapı sahiplerine, bedelinin 20 yılı aşmamak üzere borçlanarak ödenmesi kaydıyla, TOKİ tarafından yapılan toplu konutlarda daire verilmesini öngörüyor. Buraya taşınacak kişiden, eski konutunun bedeli ile yenisinin bedeli arasındaki farkı taksitle ödemesi isteniyor. Buna benzer bir uygulama zaten var. Okmeydanı'nda yıkılan evlerin sahiplerine, 25 bin YTL'lik farkı 20 yıl taksitle ödeyerek daha kötü durumda olan toplu konutlara taşınmaları dayatıldı. Ayazma'dan Bezirganbahçe konutlarına taşınan ama taksitlerini ödeyemedikleri için yeni yerleşmiş oldukları daireleri boşaltmak zorunda kalan 123 aile var. Öngörülen “çözüm”, gecekondu sahiplerine taksitle düşük maliyetli konut satmaktan başka bir şey değil. Üstelik gecekondu emekçilerinin çoğunluğunun bu taksitleri ödeyebilmesi mümkün görünmüyor. Dahası, örneğin Sulukule'den GOP-Taşoluk'a taşınmaya zorlayarak, devlet gecekondu sahiplerini kentin çeperinde imara açılan en uzak noktalara sürüyor. Sorunun can alıcı noktası ise, gecekondu halkının yaklaşık yarısı kiracı olmasına rağmen, bu kesime yönelik herhangi bir “çözüm” önerisinin gündeme getirilmemesi.

Dünya Bankası 1970'lerde BM-Habitat Konferansı kararları doğrultusunda “Yoksula kendi evini yapması için yardım et” politikasını uygulamaya başlamış ve bir dizi yeni sömürge ülkeye milyarlarca dolar kredi akıtmıştı. Fakat Manila (Filipinler), Mumbai (Hindistan) ve Darüsselam'daki (Tanzanya) pilot uygulamalar fiyaskoyla sonuçlandı; krediler devlet bürokrasisi ile sermayedarlar için arpalık oldu ve yoksullar için ayrılan ucuz arsalar, spekülasyon yoluyla zenginlerin eline geçti. '80'lerin sonundan itibarense, DB her alanda özelleştirmeyle birlikte mikrokredi uygulamasına geçti. Gecekondulaşmaya ve yoksulluğa çözüm olarak, “Tapu dağıt, emlak yasallaşıp sermayeye dönüşsün, böylece mikrokredi gelişsin ve yeni iş alanları oluşsun.” reçetesi benimsendi. Ama çok geçmeden, mikrokredinin oldukça sınırlı kaldığı, yasallaşan ve imara açılan arsa mülkiyetinin burjuvazinin eline geçtiği ve gecekondu halkının daha beter bir sefalet içine sürüklendiği açığa çıktı. Üstelik bu “çözüm” de kiracıları dikkate almıyordu.

Son zamanlarda mortgage sistemi sayesinde herkesin kolayca ev sahibi olabileceği reklam ediliyor. İpoteğe dayalı uzun vadeli konut kredisi anlamına gelen mortgage, ancak 20 yıllık vadeyle ve faizli borç altına girme güvencesine sahip olanlara hitap ediyor. Mortgage piyasası ABD'de 10 trilyon dolara varan bir hacme ulaşıncaya değin şişti ve konut fiyatı ile faiz dalgalanmalarının etkisiyle kredileri geri ödeyemeyenler çoğalınca piyasada mali sarsıntılar başgösterdi. Kredi geri ödenemediği anda ipotekli konut alacaklı kurumun eline geçiyor ve ABD'de 2008'de 1,5 milyon mortgage kullanıcısının konutlarına el konulacağı beklentisi mortgage balonunun söndüğünü ortaya koyuyor. Türkiye'de konut kredilerinin milli gelire oranı çok düşük; bu oran 2002'de yüzde 0,5'den 2007'nin ilk yarısında ancak yüzde 2,4'e çıktı. Uluslararası finans sermayesinin Türkiye'de mortgage bankaları kurması bekleniyor. Ama mortgage sistemi, konut kredisi faizlerinin düşmesiyle konut fiyatlarının artması veya konut fiyatları yükselmediği durumda kredi faizlerinin yüksek kalması gibi temel bir iç çelişki taşıyor. Mortgage sisteminin sadece yüksek gelir sahiplerinin konut alımlarını finanse edeceği, ailelerin yüzde 80'inin mevcut ortalama gelir ve kredi faiz oranları açısından kredilendirilmeye uygun olmadığı yapılan hesaplarda açıkça görülüyor.

ABD’de yaşanan son mortgage krizinde görüldüğü üzere; düşük gelirli ailelere yaygın mortgage kredileri verilmesi halinde ise, ekonomik durum kötüleştiğinde bu aileler kredileri ödeyemiyor, ağır faiz yükü altında eziliyorlar. Bankalar ise iflasın eşiğine geliyor.

Toplam konutların yüzde 81'inin son çıkan deprem yönetmeliğinden önce yapıldığı ve deprem riski taşıdığı belirtiliyor. İstanbul'da 7,5 şiddetinde deprem yaşanacağını varsayan bir senaryoya göre, 50 binden fazla ölümün ve 120 binden fazla yaralanmanın yaşanacağı, yüzbinlerce binanın ise çökeceği veya ağır hasar göreceği tahmin ediliyor. Denetimsiz ve kötü inşa edilmiş konutların hemen her mahallede çökeceği öngörülüyor. 7,7'lik bir başka İstanbul depremi senaryosuna göre de, 613 mahallede 282 bin konut ve 1 milyon 129 bin insan doğrudan yıkımdan etkilenecek. Deprem asıl olarak emekçi kenti vuracak. Fakat devletin ve belediyenin beklenen depreme yönelik hiçbir ciddi önlemi bulunmuyor; “çözüm” diye emekçi mahallelerin yıkılması ve buralarda yaşayan halkın büyük bölümünün daha perişan yerleşimlere sürülmesi savunuluyor.

Varoş halkı yaşadığı mahalleyi terketmek istemiyor. Örneğin 2006'da Gülsuyu'nda yapılan araştırma, halkın yüzde 86'sının orada yaşamaktan memnun olmadığını ama yüzde 85'inin de mahallesini terketmek istemediğini gösteriyor. Emekçiler, devletin kendilerine insanca yaşanacak, ucuz ve sağlıklı konutlar sağlayabileceğine dair en küçük bir güven bile duymuyorlar. Burjuvazinin ve devletin yeni dönemde gündeme getirdiği “çözüm”lerden hiçbiri emekçiler açısından kabul edilebilir sonuçlar doğurmuyor ve ezilenlerin konut sorununa gerçek bir çözüm getirmiyor. Varoş halkının gecekondularını savunması, yer yer mülkiyeti savunma dolayısıyla rantla ilgili bir boyut taşısa bile, gerçekte barınma hakkının savunulması oluyor. Birden fazla gecekonduya veya apartmana sahip olup gecekondu rantı elde edenler azınlıkta kalırken, büyük çoğunluk tek bir gecekonduya sahip olanlardan ve kiracılardan oluşuyor. Konut mülkiyeti onlar için mevcut koşullarda hiç değilse daha güvenli bir yaşam -bir tür sosyal güvence- anlamına geliyor.

Devlet, emekçilerin yaşam alanlarında ucuz ve sağlıklı konutlardan oluşan yeni yerleşimler sağlamak gibi emekçiler tarafından kabul edilebilir bir çözüm üretmedikçe, gecekondu mahallelerinin savunulması burjuvaziye ve devlete karşı sınıf mücadelesinin zorunlu bir unsuru oluyor.

Bu mücadelede, barınma hakkı talebi iki boyutlu bir nitelik taşıyor. Birinci boyutu, daha kaliteli ve ucuz barınma olanakları elde edinceye değin, emekçilerin mevcut konut alanları ne kadar sağlıksız ve perişan durumda olursa olsun, yıkımlara karşı gecekonduları savunmak oluşturuyor. İkinci boyut olarak da, emekçilerin yaşam alanlarında sağlıklı ve ucuz kiralık konutlara yerleşme hakkını savunmak gerekiyor. Çünkü varoşlarda emekçilerin insanca yaşam koşulları için mücadele etmesi, tıpkı ücret mücadeleleri gibi, daha kaliteli barınma olanakları için somut bir talep ileri sürmeyi de kapsıyor. Bu, devletin finanse ederken kâr amacı gütmediği sağlıklı ve ucuz kiralık toplu konut alanları inşa etmesini, bu doğrultudaki planlamanın emekçilerin katılımıyla yapılmasını ve yeni konutların emekçilerin mevcut yaşam alanlarında kurulmasını dayatmak anlamına geliyor. Bu talep, konut sorununda mülkiyete dayalı çözümün ötesine geçtiği gibi, hem işçi sınıfı ve ezilenlerin sınıf mücadelesini büyütme ve hem de gerçekleştiği her durumda bu mücadeleyi besleyecek bir kazanım olma potansiyelini taşıyor.

Yıkımlara karşı ve barınma hakkı için mücadelede, varoş emekçilerini tabandan birleştirecek ve kitle inisiyatifi ve kararlılığını açığa çıkaracak mahalle ve sokak örgütlenmeleri ile halk platformları ve toplantılarının yanısıra, gecekondu mahallelerini birleştiren bölge ve kent koordinasyonu tipi örgütlenmeler de büyük önem taşıyor. Çünkü, örneğin özelleştirmeye karşı mücadelede olduğu gibi, işçi sınıfı ve ezilenlere karşı girişilen bu genel saldırıyı durdurmanın ve somut kazanımlar elde etmenin yolu direnişin genelleşmesinden geçiyor. Bu, aynı zamanda işçilerin, öğrencilerin, emekçi kadınların, esnafın direnişlerde birleşmesini gözeten bir perspektifi gerekli kılıyor. Yıkımları durdurmanın ve barınma hakkı doğrultusunda kazanımlar elde etmenin devlete karşı dişe diş bir politik mücadeleyi gerektirdiği kuşkuya yer bırakmayacak şekilde çoktan açığa çıkmış durumda. Dolayısıyla bu mücadele, işçi sınıfı ve ezilenlerin devrim ve sosyalizm savaşımında mevzilenmelerinin de önemli bir basamağı oluyor.

Varoşlar burjuvazinin ve devletin gözünde gereksiz nüfusun yığıldığı kentsel alanlar. Ulusal ve mezhepsel ezilmişlikten kaynaklanan ağır çelişkilerin yanısıra, dolaysız sınıfsal çelişkiler de en keskin haliyle varoşlarda birikiyor. Varoşun işçileri ve emekçileri hem kentsel hizmetlerin hem de doğrudan kentin dışına itiliyor. Yoksulluk ve sefalet varoşlarda düzen-dışı bir yaşamı koşulluyor; devlet otoritesi nesnel olarak parçalanıyor ve yasadışılık yaygınlaşıyor. En tutucu dini cemaatlerin, mafyanın, faşist tetikçi şebekelerinin varoşlarda etkin örgütlenmesi tesadüf değil. Sınıfsal ve kentsel ayrışmanın boyutlanması, duvarlarla ve tellerle çevrili lüks ve zenginlik adacıklarında sembolleşen burjuva egemenliğine karşı içgüdüsel, sınıfsal öfkenin varoşlarda çığ gibi büyümesine neden oluyor. Paris varoşları, Avrupa'nın kapitalist uygarlığının göbeğinde, nesnel olarak burjuva düzene isyan eden ezilenlerin önü alınamaz öfkesine sahne oluyor işte!

Devrimin sınıfsal güçlerinin toplandığı varoşların devrimci hegemonya alanları ve ayaklanma merkezleri haline gelmesinin tüm nesnel imkanları birikiyor. Varoşları devrimci üsler durumuna dönüştürme perspektifi, barınma hakkı için mücadeleyi de işçi sınıfı ve ezilenlerin özgürlük ve sosyalizm savaşımına bağlı olarak ele almayı gerekli kılıyor. Yıkımlara veya arsa spekülasyonuyla uğraşan mafyaya karşı ya da sağlıklı ve ucuz kiralık konutlarda barınma talepli hareketler, bu savaşımın parçası oluyor. Aynı zamanda, toplumsal yararlı işlerin giderek kâr amaçlı sermaye yatırım alanlarına dönüşerek emekçiler için erişilmez hale gelmekte ve yoksulluk ile sefaletin hızla yayılmakta olduğu koşullarda, halkın acil güncel sorunlarını hafifletecek geçici çözümler üretme ve bu amaçla emekçilerin sosyal dayanışma biçimlerini örgütleme çalışması bugün varoşlarda hiç olmadığı kadar önem kazanıyor. Tüm bunlar, ezilenlerin devrimci hareketini büyütmenin zeminini genişletiyor.

Konut sorununun çapı ve konut ihtiyacının boyutları oldukça büyümüş durumda. Doğal nüfus artışından çok daha önemli olarak, kırdan kente göçün hızla sürmesi, deprem riski taşıyan binalar, yenilenmesi gereken köhnemiş konutlar ve gecekondu mahallelerinin iyileştirilmesi ihtiyacı konut sorununu son derece kapsamlı hale getiren nedenler. Fakat konut sorununun asıl kaynağı kapitalizmde konutun değişim değeri için üretilen bir meta olması ve kentsel rantların burjuvazinin elinde toplanması.

Küba devrimi, '60'lı yılların hemen başında kısıtlı devlet olanaklarına karşın, Havana'nın geniş gecekondu mahallelerini kaldırarak emekçi halk için insanca yaşam koşulları sağlayan prefabrik konutlar dikmişti. Kentin 1/3'ünden fazlasını oluşturan gecekondu mahallelerinde yaşayan emekçilerin konut sorununa halkçı ve sosyal bir çözüm getirmeye yönelmişti böylece. Engels şöyle der: “Kapitalist üretim biçimi varolmaya devam ettiği sürece, konut sorununun, ya da işçilerin yazgısını etkileyen herhangi bir başka toplumsal sorunun tek başına çözümleneceğini ummak budalalıktır. Çözüm, kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılmasında ve bütün geçim araçlarına ve iş araçlarına bizzat işçi sınıfının el koymasında yatmaktadır.” (Konut Sorunu, s. 77) Artı-değere burjuvazinin el koymasını ve sermaye birikimini temel alan toplumsal ilişkiler, emekçileri nitelikli ve sağlıklı şartlarda barınma olanaklarından yoksun bırakır.

Halkın büyük çoğunluğunu sefalet içinde yaşamaya mahkum eden ve kenti burjuva kent ile emekçi kent olarak ikiye ayıran kapitalizm karşısında, sosyalizm, emekçi halkın bütünü için sağlıklı ve nitelikli konut alanları yaratacak ve kenti emekçi insanlığın yararına yeniden kuracak tek gerçek alternatiftir.

Kaynaklar:

-Friedrich Engels, Konut Sorunu, Sol Yayınları

-Hatice Kurtuluş (Yayına Hazırlayan), İstanbul'da Kentsel Ayrışma, Bağlam Yayıncılık -Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, Metis Yayınları -Mübeccel Kıray, Kentleşme Yazıları, Bağlam Yayıncılık

-Oğuz Işık-Melih Pınarcıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk-Sultanbeyli Örneği, İletişim Yayınları -Sema Erder, İstanbul'a Bir Kent Kondu-Ümraniye, İletişim Yayınları

-Sencer Ayata, Toplumsal Çevre Olarak Gecekondu ve Apartman, Toplum ve Bilim, sayı:46/47

-Tansı Şenyapılı, 'Baraka'dan Gecekonduya-Ankara'da Kentsel Mekanın Dönüşümü: 1923­1960, İletişim Yayınları

-Ölçü, Mart 2007 sayısı, TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu -TMMOB İstanbul Kent Sempozyumu-Bildiriler, 13-14-15 Eylül 2007

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi