Sermayenin Egemenliği Altında Fabrika İşgalleri Ve İşçi Yönetimi

Yeni Toplumun Sürgünleri

Monthly Review (Türkçe) Ekim 2007 tarihli 16. sayısında, fabrika işgalleri ve işçilerin fabrika yönetimine katılma deneyimlerini konu alan iki makale yayımlandı. Marie Trigona Arjantin’deki fabrika el koyma deneyimlerini ele alırken, Michel A. Lebowitz ise Venezuela’da kooperatif işletme deneyimlerini işliyor.

Trigona diyor ki; “Fabrika işgalleri eşitliğe, doğrudan demokrasiye ve dayanışmaya dayalı, kapitalist modelden farklı bir modeli pratiğe geçiriyor. Bu süreçte, el konulan fabrikalar tüm dünyadaki işçi sınıfı için yeni bir işçi sınıfı öznelliği yaratıyor.”(1)

M. Lebowitz de kooperatiflere ve işçi katılımına dikkat çekerek şunları söylüyor; “Esas olay, yeni bir kurumun, Empresas de Produccion Social’in (Toplumsal Üretim Şirketleri -EPS) yaratılmasıydı. Sadece kolektif öz çıkara değil topluluğa da bağımlılık yemini etmiş olan mevcut kooperatifler, küçük devlet işletmeleri ve devlet işleriyle avantajlı kredi vadelerine erişme kaygısı içinde olan özel firmalar gibi bir dizi kaynaktan türeyen bu yeni toplumsal üretim işletmeleri, hem topluluğun ihtiyaçlarına hizmet etme hem de işçi katılımını ifade etme ilkelerine sahip olacaklardı.”(2)

Gel gör ki, Trigona “İşçiler tarafından işletilen bu fabrikalar(ın) daha geniş kapitalist piyasanın içinde kalmak zorunda olmaları”ndan söz ediyor ve Lebowitz de “Ortaya çıkan yeni formlar kapitalizmin ötesine geçememiştir” demek gereği duyuyordu.

Kapitalizmin egemen üretim biçimi haline gelmesinden bugüne değin onun nasıl alt edileceğine ve yerine nasıl bir düzen getirileceğine dair bitmek bilmez tartışmalar yapılageldi. Kapitalizm cehennemin dibine gönderilmedikçe de bu tartışmalar sürecek. Kapitalizmin şafağında ortaya çıkan ütopik sosyalistler, işçiler tarafından yönetilen ve gelirin eşitçe paylaşıldığı bir dünya özlemi ile ortaya çıktılar. Bunların bir kısmının fikirleri salt hayal olarak kaldı, bir kısmı ise Robert Owen’in yaptığı gibi, yaşamını ve bütün iktisadi varlığını sermayenin egemenliği altında onu galebe çalacak bu tür işletmeler kurmaya hasretti. Bunlar insanlığın ufkunu açan fikirler ve girişimlerdi. Ama sonuçsuz kalmaları kaçınılmazdı, zira ne kapitalizm kendi yıkımını hazırlayacak denli olgunlaşmıştı ve ne de buna bağlı olarak, fikirler ve çözüm yolları kapitalist üretim ilişkilerinin bilimsel bir çözümlemesine dayanıyordu. Marx ve Engels sosyalizmi ütopyadan bilim düzeyine sıçrattılar ve ona hangi güçlerle ve nasıl ulaşılabileceğini ortaya koydular. Proudhon ise ütopyayı sefilleştirdi. Meta üretiminin egemenliği koşullarında -ki bu emek gücünün de meta olması demektir- sömürünün ortadan kaldırılabileceğini ve basit meta üretiminde olduğu gibi eşdeğerlerin değişiminin gerçekleştirilebileceğini öne sürdü. Ona göre bir emek-bono bankasıyla her şeyi kolayca çözmek mümkündü.

Oysa kapitalist meta üretimini basit meta üretiminden ayıran şey; emek-gücünün metalaşmasıydı. Emek gücünün değeri de diğer bütün metalar gibi üretilmesi için gerekli toplumsal emek zamanı tarafından belirleniyordu. Ama emek gücü metasının özel bir niteliği vardı. O kendisini üretmek için gerekli toplumsal emek zamanından daha fazla bir zaman- değer üretebiliyordu. Kapitalisti kapitalist yapan; üretim araçlarını özel mülkiyetine alarak bu fazla emek-zamana karşılıksız el koymasıydı. Doğal olarak sorun şu ya da bu kapitalisti ortadan kaldırmak değil, işçiden çalınan fazla zamanın işçinin bireysel ve toplumsal çıkarlarına aykırı olarak bir başkasının cebine akmasını ortadan kaldırmaktı. Ücretli işçiyi kapitalist temelde ortaya çıkaran şey; üretim araçları ile üreticinin birbirinden koparılması, üretim araçları kapitalistlerin özel mülkiyetine geçerken, üreticinin salt emek-gücüyle baş başa kalmasıydı. Açık ki, kapitalizmi aşacak yegâne çözüm; üretim araçları ile üreticiyi yeni temelde buluşturmakla mümkün olabilirdi. Emek-gücü ile üretim araçları birbirinden ayrılınca üretim bireysel niteliğinden sıyrılarak toplumsallaştı. Buna karşın giderek daha yüksek düzeyde toplumsal üretimin araçları olan üretim araçları sermaye biçiminde daha az kapitalistin elinde daha çok yoğunlaşıyordu. Çelişki tam da bu noktada şiddetleniyordu.* Üretim araçlarının üreticiden koparılarak kapitalistlerin elinde birikmesi başlangıçta üretici güçleri muazzam ölçüde büyütür. Ne zamana kadar? Emeğin üretkenliği geliştikçe kâr oranları düşer ama kapitalist bunu daha çok sermayeyi harekete geçirerek, kâr kitlesini büyüterek aşar. Öyle bir an gelir ki; kapitalist elde ettiği artıdeğeri sermaye olarak yatırdığında kendisini eski değerde üretme yeteneğinden yoksun hale düşer. Kâr oranındaki düşme, kâr kitlesi ile telafi edilemez hale gelir ve böylece sermaye fazlası oluşur. Onun tam karşı kutbunda ise işsiz nüfus. “Emeğin üretkenliğini artıran, üretilen metalar kitlesini büyüten, piyasaları genişleten, hem kitlesi ve hem de değeri bakımından sermaye birikmesini hızlandıran ve kâr oranını düşüren bu aynı koşullar, kendilerinin az çok istihdam edilebilecekleri sömürü derecesi düşük olmaları yüzünden ya da en azından belli bir sömürü derecesinde, sağlayacakları kâr oranının düşük olması nedeniyle artı-sermaye tarafından istihdam edilmeyen, nispi bir aşırı nüfus, aşırı bir emekçiler nüfusu yaratmışlardır ve yaratmaya da devam etmektedirler.”(3)

Emeğin üretkenliğindeki gelişme kâr oranlarını düşürür. Daha çok kâr için daha çok meta üretmek gerekir. Sermayenin amacı belli gereksinimleri karşılamak değil, kâr üretmektir. Bu da piyasaların insanların alım güçlerini aşan mallarla dolmasına yol açar. Bunalım kaçınılmaz hale gelir. Kapitalist üretim tarzının sınırı yalnızca durmaksızın devrevi bunalımlar üretmekten gelmez. Bunun ötesinde bu sınır onun varoluşundan gelir. Kâr oranları düştükçe emeğin üretkenliğini daha çok artırarak belirli bir müddet ortalama kâr oranının üstünde bir artı kâr etme dürtüsü sonuçta kapitalisti bir bütün olarak aynı sermaye kitlesinden daha az kâr elde etmekle karşı karşıya bırakır. Sermayenin tarihsel işlevi ve varoluş nedeni olan toplumsal emeğin üretici güçlerindeki gelişme, sermayenin yok edilmesinin zorunlu koşulu haline gelir. Kapitalizmden önceki üretim biçimleri toplumsal üretici güçlerin gelişmesi sonucu yok oldular. Köleci toplumda feodal üretim biçimi boy vermiş, feodal üretim biçiminin çözülme aşamasında ise kapitalist üretim ilişkileri ortaya çıkmıştır. Oysa sermayenin yıkımı kendisinin yanı sıra gelişen toplumsal üretici güçlerin sonucu değil, bizzat sermayenin kendisini daha çok üretmesi için bu üretici güçleri daha çok geliştirme zorunluluğundan doğar. Böyle yapmakla o farkında olmadan daha yüksek bir üretim tarzının gereksinimlerini yaratır. Sermaye ne denli çok birikirse kendi yıkımının koşullarını o ölçüde olgunlaştırır. Sermaye ne denli büyürse o ölçüde çürür ve kendisini yıkacak güçleri o denli geliştirir.

Sermaye üretimi o ölçüde toplumsallaştırır ve böyle yapmakla kendi varlık nedenini o ölçüde ortadan kaldırır ki, üretici güçlerin gelişmesinin önünde içi kof kocaman bir ağaç gibi dikilir. Üretici güçlerin gelişmesi için onu söküp atmaktan başka çare yoktur artık. Bunun da yegâne yolu üretim araçlarını toplumsallaştırmaktır. O toplumsallaştırmayı gerçekleştirecek güç de işçi sınıfıdır. İşçinin emek gücü gibi kendisi de, bir işçi olarak; bireysel değil kolektif-işçi kimliğiyle toplumsal olarak vardır. O aynı metayı başka işçilerle birlikte yapar. O salt kendi kapitalisti tarafından sömürülmez; bütün bir kapitalist sınıf tarafından sömürülür. Çünkü onun diğer arkadaşlarıyla kolektif ürettiği meta piyasaya gider. Yalnızca meta değil, o metada saklı artıdeğer de piyasaya girer. Üretilen bütün artıdeğerler bu yoldan piyasaya toplanır. Piyasa, artı değerin kapitalist sınıfın değişik kesimleri arasında bölüşüldüğü yerdir. Kapitalistler sermaye güçleri oranında bu artıdeğerden daha çok kapabilmek amacıyla kanlı pençeleri ile birbirlerine diş göstererek, salyalar akıtarak, o birikmiş artıdeğer tasından daha fazlasını almak için yarışırlar. Sanayi kapitalistleri, bankacılar, borsa simsarları, tüccarlar, toprak sahipleri, arsa spekülatörleri vb. ne kadar sömürücü asalak varsa, küçüğünden büyüğüne, işçiden bu zorla çekilip alınmış emeği aralarında paylaşmaya girişirler.

Buradan da anlaşılıyor ki; üretim araçlarının toplumsallaştırılmasından söz ederken şu ya da bu işçi grubunun şu ya da bu kapitalist ya da kapitalist grubun mülkiyetindeki üretim araçlarını toplumsallaştırmasından söz etmiyoruz. Çünkü sınıflar bireysel varlıkları ile değil toplumsal ilişki olarak karşı karşıyadırlar. Bu, özgül biçimlerin ortaya çıkmayacağı anlamına gelmez, fakat bu biçimlerin kendi başına kapitalizmin aşılmasına yol açamayacağı anlamına gelir.

Örneğin, 1860’lı yıllarda İngiltere’de işçi kooperatifleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Marx, işçilere ait kooperatif fabrikaların “Eski biçim içinde yeninin ilk sürgünleri”ni temsil ettiğini belirtir ve ekler, bu kooperatif fabrikalarda “Sermaye ile emek arasındaki zıtlık, buralarda, önce, ancak bir araya gelmiş emekçileri kendi kendilerinin kapitalistleri haline getirmek, yani bunlara üretim araçlarını kendi emeklerinden yararlanmak için kullanma olanağı vermek şeklinde olsa bile aşılmış olur.” Marx bu tip fabrikaların “Maddi üretim güçlerindeki ve buna tekabül eden toplumsal üretim biçimindeki gelişme belli bir aşamaya ulaştığı zaman, yeni bir üretim tarzının doğallıkla nasıl doğup büyüdüğünü” gösterdiğini belirtir. Kooperatif fabrikaların ortaya çıkışına kaynaklık eden toplumsal üretim biçimindeki gelişmeyi, fabrika sisteminin varlığı ve kredi sisteminin ortaya çıkışı olarak tanımlar ve şöyle tarif eder bu durumu: “Kapitalist üretim tarzının doğurduğu fabrika sistemi olmasa, kooperatif fabrikalar olmazdı. Ne de bunlar, aynı üretim tarzından doğan kredi sistemi olmaksızın gelişebilirdi.”(4) “Kooperatif fabrikalar, kapitalistin, tıpkı onun tepedeki tüneğine oturup büyük toprak sahiplerini gereksiz bulması gibi, üretimde bir işlev sahibi kişi olarak, gereksiz hale geldiğini tanıtlamış oluyor” der Marx.(5) Buna karşın o, bu fabrikaların “Fiili kuruluşlarının her yerinde, mevcut sistemin kusur ve eksikliklerini doğal olarak yeniden ürettikleri ve üretmek zorunda olduklarını” belirtmekten geri durmaz. Marx, kooperatif fabrikaları “Yeninin ilk sürgünleri” olarak nitelerken ona yüklediği anlam, hisse senetli şirketlerin ortaya çıkışına verdiği anlamdan farksızdır. Ona göre kapitalist hisse senetli şirketlerle birlikte bireysel özel girişimcilik önemini yitirmektedir. Hisse senetli şirketler de ortaklaşa üretim tarzının görünümlerinden biridir. Fakat, “Kapitalist hisse senetli şirketler de kooperatif fabrikalar kadar, kapitalist üretim tarzından ortaklaşa üretim tarzına geçişte geçici biçimler olarak kabul edilmelidir; aradaki ayrım, zıtlığın birisinde negatif diğerinde ise pozitif olarak çözülmesidir.”(6)

Marx’tan bugüne ortaklaşa üretimin hisse senetli şirketler biçiminde, dahası bunların bir bölümünün uluslararası tekeller formunda geliştiği, bu tekeller içinde üretimin toplumsal niteliğinin muazzam boyutlara ulaştığı kolaylıkla gözlenebilir. Bugün dünyayı bir ahtapot gibi saran devasa kapitalist birlikler bireysel kapitalistleri, tıpkı erime durumundaki madenlerin yüzeyinde toplanan madde, demir boku, cüruf gibi fazlalık haline getirmiştir. Bu fazlalık hali şu ya da bu şirket temelinde sınırlı kalmaz. Uluslararası tekeller dünya çapında üretim ve ticarete egemen hale geldikleri için burada ortaya çıkan fazlalık artık, tüm ekonomik sistemin gerçeği haline gelmiş demektir. Ortaklaşa üretimin bu en geniş tarzda kendini gösterdiği uluslararası tekeller “Yeni toplumun sürgünleri” olarak belirir. Bu uluslararası tekeller dünya egemenliğini ilan ediyorlarsa, bu aynı zamanda kendi elleriyle kendilerinin ölüm çanlarını çalma vakitlerinin geldiğini gösterir. Olağanüstü boyutlara ulaşan sermaye birikimi üretici güçleri geliştirme yeteneğini öylesine yitirmiştir ki, bir ekonomik kriz yaşanmadığı zamanda bile sermaye fazlası ve diğer tarafta nispi nüfus fazlası durmadan daha büyük oranda çoğalmaktadır. Eski ile yeni en çıplak biçimde bu devasa tekellerin bağrında, yan yana, birbiriyle çelişkileri çok daha keskinleşerek ama aynı zamanda birbirinden çok daha fazla kopuşarak durmaktadırlar. Bu çelişkinin biricik çözümü işçi sınıfının üretim araçlarının toplumsallaştırılması, üreticilerle üretim araçlarının toplumsallaşmış halde buluşmasındadır. Bir başka olguya daha dikkat çekmek gerekiyor. Bugünkü kredi sistemi Marx’ın yaşadığı döneme göre çok daha gelişkindir. Buna karşın kooperatif fabrikalar ortaya çıkmıyor. Çünkü sermaye yoğunlaşmasının düzeyi öyle boyutlara ulaşmıştır ki; bir grup işçinin en ucuz kredi kullansalar dahi piyasada rekabet edebilecek güçte şirketler yaratması olanaksızdır. Bu ancak bir devlet desteği ile başarılabilir. Nihayet Venezuela’da denenmeye çalışılan budur. Kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliği altında devlet desteği ile bir nevi kooperatif fabrikalar yaratılmak isteniyor. Ama bunun dışında ekonomik kriz nedeniyle patronların terk ettiği fabrikalar çalışanlarca el konularak ortaklaşa işletildiğini de görüyoruz. Aynı olguyla yalnızca sanayi üretiminde değil tarım sektöründe de karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Örneğin, başta Brezilya olmak üzere birçok L. Amerika ülkesinde küçük ya da topraksız köylüler, işletilmeyen arazilere el koyarak ortaklaşa üretim yapıyorlar. Keza Venezuela’da da dev çiftliklerin toprakları üzerinde topraksız köylülerin kurduğu kooperatif işletmeler devlet tarafından destekleniyor. Açıktır ki; hem işçilerce yönetilen devlet kooperatif fabrikalar hem de terk edilen fabrikaların ve atıl toprakların işçilerce ve köylülerce ortak işletilmesi tıpkı devasa tekeller gibi kapitalizmin bağrında boy veren yeni toplumun sürgünleridir. Marx’ın belirttiği gibi birincide negatif (çalışanların üretim aracı sahibi olmaması, buna karşın üretim araçları sahipliğinin bireysel niteliğini yitirmesi anlamında negatif) ikincisinde pozitif olarak (çalışanın üretim araçları sahibi olması anlamında) çözülen çelişki, kapitalist üretimin bütün hastalıklarını yeniden üretmekten başka bir yoldan kendini var edemez. Bunlar geçiş biçimleridir ve o geçiş üretim araçlarının tam toplumsallaşmasıyla sonuçlanmadığında “geçiş” biçimleri kendi varoluşlarını tüketerek çürüyecek ve kendilerini başka formlarda üretmeye devam edeceklerdir. Ama her halükarda bütün veriler sermaye üretiminin kendi gelişim sınırlarına dayandığını ve onu yıkıma götürecek toplumsal güçlerin fazlasıyla olgunlaştığı, bütün sorunun nesnel gerçeğin bu güçlerin zihninde ne denli maddi bir güce dönüşeceği ya da dönüştürüleceğine kilitlendiğini gösteriyor. Yeni toplumun temel öncülleri ve itici güçleri eski toplumun çerçevesine artık sığmaz hale gelmiştir. Nesnel güçler birikmiştir. Şimdi asıl olan yeni toplumu kuracak iradenin billurlaşmasıdır.

Patronlar Fabrikaları Neden Terk Ediyor?

Arjantin’de sahipleri tarafından kapatılan ya da terk edilen fabrikalara işçiler tarafından el konulması ilk kez 2000 yılında ortaya çıktı ve 2001 ekonomik krizi ile çapı büyüdü. Bazı fabrika sahipleri üretimi durdurmuş, ücretleri ödememiş ve iflas ederek fabrikaları terk etmişti. İşçiler alacaklarını kurtarmak ve çalışmaya devam edebilmek için bu fabrikalara el koydular ve yıllarca yasal statü olmadan işletmeye devam ettiler.

İşçiler tarafından el konulan fabrikaların en büyüğü Zanon seramik fabrikasında şu an 470 kişi çalışıyor.(7) İşçiler patronsuz fabrika kooperatifi (Fabrica sin patron -Fasinpat) kurarak fabrikayı işletmeye başlamıştı. 2003 yılında mülkiyet hakları sorunu ortaya çıktı. Verilen bir dizi mücadele sonucu bir yıllığına işletme hakkı elde edildi. Sürenin bitimi ile birlikte 2006 yılında izin süresini uzatmak için daha çetin bir mücadeleye girişmek gerekti. Nihayet üç yıllık yeni bir işletme izni daha kotarıldı. El konulan işletmelerden Bauen Hotel’de ise aynı amaçla yürütülen benzeri bir mücadele henüz başarıyla sonuçlanmış değil. 2005 yılında Buenos Aires kent yönetimi, oteli öteki sahiplerine devredecek bir yasaya onay verip vermemeyle karşı karşıya kaldı. Yasayı veto etmesi için kent yönetimine yapılan baskılar demokratik mücadelenin konusu olmuş durumda.

Patronlar tarafından terk edilen fabrikalara çalışanlarca el konulması Venezuela’da da görüldü. Arjantin’den farklı olarak, bu hareket Chavez yönetimi tarafından sahiplenildi ve teşvik edildi. Dahası yalnızca el konulan fabrikalarda değil, kimi devlet işletmelerinde de işçilerin yönetime katılması için düzenlemeler yapıldı ve daha önce sözü edilen Toplumsal Üretim Şirketleri adı altında kooperatif fabrikalar kurulması desteklendi.

Metruk fabrikalara işsiz işçiler tarafından el konularak işletilmesi daha seyrek olmak üzere L. Amerika’nın başkaca ülkelerinde de görüldü. Geçtiğimiz günlerde Finlandiya'nın kuzeyindeki Kemijarvi ilçesinde, Stor-Enzo adlı kâğıt tekelinin fabrikasının işçiler ve kasaba halkı tarafından işgal edilmesi, fabrika işgallerinin Batı Avrupa’da da sıçrayabileceğine dair bir işaret oldu. Ülkemizde ise fabrika işgalleri, özel sektörde değil devlet sektöründe, özelleştirme yoluyla işletmelerin kapatılması saldırılarına karşı mücadele içinde SEKA (iki kez, 1998 ve 2005), Beykoz Deri Kundura, Bakırköy Sümerbank, vb. örneklerle ortaya çıkmıştı. Günümüzde ekonomik krizlerin sarsıcı etkisinin daha da şiddetlenmesi nedeniyle bu yönde eğilimin daha da güçlenmesi ve dünyanın diğer bölgelerine de yayılması olası görünüyor. Kuşkusuz ki ekonomik krizler geçmişte de işçiler ve nispeten küçük patronlar için yıkıcı sonuçlara yol açıyordu. Buna rağmen işçilerin iflas etmiş fabrikalara el koyarak işletmeye devam etmesi, istisnalar hariç görülmüyordu. Bundan dolayıdır ki sorun, ekonomik krizin şiddetiyle izah edilip geçiştirilemez. Bu olgu, doğrudan doğruya sermayenin gelişmesinin sınırlarına dayanması ve artık kendi yarattığı sınırları aşma yeteneğini yitirmesinin göstergelerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Bugünkü koşullarda ekonomik kriz sermayenin hastalıklı, zayıf unsurlardan arınarak daha zinde hale gelmesiyle sonuçlanmıyor, tam tersine her seferinde onu giderek daha bitap ve çaresiz duruma düşürüyor. Bunun başlıca nedeni sermayenin aşırı yoğunlaşması nedeniyle kendini yeniden üretme yeteneğini giderek daha büyük ölçüde yitirmesinden kaynaklanıyor. Sermaye daha çok yeni yatırım yoluyla artı- değer üretme koşullarını geliştirmek yerine ya borsa yoluyla birikmiş artıdeğere hücum ediyor ya da hazır yatırımları satın almaya yöneliyor. Birkaç yüz uluslararası tekel, üretim ve ticaret ile para hareketleri üzerinde tam hegemonya kurmuş durumdalar. Dünyayı kendileri için bir açık pazar haline getirdiklerinden dolayı; her türden ekonomik faaliyeti denetleme olanağına sahiptirler. Böylece yalnızca kendileri sermaye güçlerine oranla daha az üretmekle kalmıyor, devasa gövdeleri ile başkalarının da önünde engel oluyorlar. Hal böyle olunca onlarla rekabet etme şansını yitiren, onlardan daha küçük bütün sermayeler, yatırım için işlevsiz sermaye dolayısıyla “fazla sermaye” haline geliyor. Ve kaçınılmaz olarak kendi varlığını, daha büyük sermayeye katılarak, borsa spekülasyonu yoluyla el değiştirerek ya da daha büyük sermayenin üretim ya da ticaret alanında taşeronuna dönüşerek koruyabiliyor ve böylece görece bağımsız var oluşunu bütünüyle yitiriyor. Bir avuç uluslararası tekel başkalarına ürettirip başkalarına sattırarak, borsada oynayarak baştan aşağı asalak niteliğiyle dünyaya hükmediyor. Dünyanın her yerinde de burjuvazinin “varlık hakkı” daha büyük bir hızla ortadan kalkıyor. Orta burjuvazi, büyük burjuvaziye giderek daha kalın zincirlerle bağlanıyor. Küçük ve orta işletmelerin giderek daha büyük bir çoğunluğu doğrudan piyasaya değil sipariş üzerine tekellere üretim yapar hale geliyor.

Bu nedenlerden dolayıdır ki; günümüzün krizleri -mali kriz ya da fazla üretim krizi- küçük ve orta çaplı kapitalist işletmeleri, hatta büyük tekeller dışında kalanları geçmişten çok daha yaygın ve ağır biçimde tarumar etmektedir. Çünkü değinildiği gibi, bu işletmeler, çoğunlukla daha büyük kapitalist işletme ve tekellerin bağlı üreticileri konumundadırlar. Onlar genel olarak piyasaya değil özel olarak tekellerin kendilerine verdiği iş ve siparişleri yerine getirmek için üretirler. Büyük kapitalist işletmelerin küçük sipariş kısıtlamaları bile, bağlı üreticilerin bir kısmına yıkım olarak yansır. Piyasaya henüz bağımsız olarak mal sağlamaya devam edenlerse krizin daha ilk dalgasında bir kâğıt gibi savrulurlar. Bu doğaldır, çünkü öz sermaye güçleri zayıftır, önemli oranda borçlanarak tezgâhı yürütebilmektedirler. Döviz fiyatlarında dalgalanmalar ve faiz oranlarında kısa süreli yükselmeler dahi birçok firma için ölüm fermanı haline gelebilir. Bunlar daha küçük çaplı üretim yaptıkları gibi, tekellere kıyasla daha düşük kâr oranı ile çalışırlar. Hal böyle olunca bırakalım krizi, durgunluk anında bile birçok firma ayakta kalmayı başaramaz.

Dünya pazarının açık hale gelmesi nedeniyle, nispeten büyük olanlar için ihracata yönelik üretim yapmak çözümmüş gibi görünür. Pazarın bir avuç tekelin sıkı denetimi altında olması bir yana, kriz zamanı gelip çattığında bu da kurtarmaya yetmez. Çünkü kriz öncelikle döviz fiyatları ve faiz oranları üzerinde etkide bulunur; ithalat pahalılaşır, ihracat düşer ve kredi faizlerini ödemek güçleşir. Açık ki, uluslararası tekellerin mali, sınai, ticari egemenliğinin derinleşip yaygınlaştığı günümüzde bu eğilime paralel olarak giderek büyüyen küçük ve orta çaplı fabrika ve işletme mezarlığına durmaksızın yeni çukurlar açılmaktadır.

Burada dikkat çekici nokta şudur: Rekabet sermayenin varlık biçimlerinden biridir. Doğaldır ki, sermayeye dayalı üretim tarzı var oldukça, bir kısım kapitalist sahanın dışına itilecek, çıkanlardan daha az yeni kapitalist sahaya inecek ve daha az kapitalistin elinde daha büyük miktarlarda sermaye birikecektir. Ve aynı zamanda her kriz bir kısım sermayenin değersizleşmesine, dahası bir kısmının makineler biçiminde hurdaya çıkmasına neden olacaktır. Fakat bu her halükarda iflas eden kapitalistlerin boşalttığı alanı bir başka kapitalistin doldurmasıyla sonuçlanırdı. Bugün ise durum başkadır; insanlar açken tarlalar nasıl ekilmeden duruyorsa, insanlar işsizken fabrikalar da boş tarlalar gibi işlevsiz biçimde bekliyor, fabrika bir başka kapitalist tarafından da işletilmiyor. Çünkü kapitalist oraya yatıracağı sermayenin genişletilmiş olarak yeniden üretime dönecek kadar kâr getirmeyeceğini biliyor. Sermayenin üretkenliğindeki tıkanma bir kez de bu biçimde ortaya çıkıyor.

Sermayenin üretkenliğindeki tıkanmanın bir tek anlamı vardır: Artıdeğer üretimindeki tıkanma! İflas eden fabrikalar ya da işletmeler bir başka kapitaliste satılamayacak kadar dahi değerden yoksun hale gelebiliyor. Oysa hem çalışmaya hazır işçi, hem de o birimlerde üretilecek metalara gereksinim vardır. Bir yandan sermaye fabrika halinde atıl, diğer yanda işçi işsiz halde atıl kalmaktadır. Doğal olarak fabrikalar birer mezar haline geliyor.

Fabrikalar mezar olunca o mezara patronlar değil, işçiler gömülüyor. Patronlar işçilerin alacaklarını ödemeden ama kendi mülkiyet haklarını saklı tutarak fabrikaları terk ediyor. İşçilerin ise hem ücretleri, hem diğer birikmiş hakları, hem de işleri ellerinden alınıyor. Geçim araçlarından yoksun bırakılıyor. İşte tam da bu nedenle fabrikalara el koyarak işletmek ne bir ütopyayı gerçekleştirmek ne de bu yolla kapitalizmi yıkıma sürüklemek isteğinden doğuyor, bu tam da iş ve yaşam haklarının savunmanın ekonomik-demokratik eylem biçimlerinden biri haline geliyor. Çalışanların terk edilmiş fabrikalara ya da köylülerin işlenmeyen topraklara el koyarak işletmesi, üreticilerle üretim araçlarının kapitalist üretim tarzı altında bu lokal buluşması, zorunlu olarak ekonomik-demokratik mücadelenin bir unsuru olarak karşımıza çıkıyor. Gasp edilen haklarını geri almak ve çalışma haklarını savunmak için mücadele edecekleri patron olmadığında, işçiler için fabrikayı işletmek dışında bir çare kalmıyor. Yeni, eskinin bağrında kendini böyle zorla dayatıyor. Tabii ki fabrika işgalleri yeni değil. Ama fabrika işgalleri düne kadar esasen işçi sınıfının taleplerini duyurmak ve patronları dize getirmek için giriştiği oldukça etkili savaşım biçimlerinden biriydi. Bu devam etse de durum bugün bazı bakımlardan değişmiştir. Kapısına kilit vurulan işletmeleri işgal etmek, ortalarda patron yokken, kendi başına bir anlam ifade etmez, haklarını korumanın tek yolu fabrikayı işgal edip işletmeye açmaktır.

Bir kez daha ifade etmek gerekir ki, sermaye bütün haşmetiyle egemenliğini perçinlese de, onun bu egemenlik koşulları altında dahi fabrikalara el koyup işletmek, onun, sermayenin o fabrikaları işletme yeteneğini giderek daha çok yitirmesi nedeniyle bir mecburiyet haline gelmiştir. Üretim araçları ile üreticilerin yeni formda, toplumsallaşmış olarak buluşmaları sermayeye dayalı üretim tarzının yıkılmasını şart koşmasına karşın, onun geçici biçimlerinden biri olan fabrikaların işçiler tarafından işletilmesi ve işçilerin fabrikaları yönetmesi güncel ekonomik-demokratik mücadelenin bir unsuru haline gelebilmektedir. Tıpkı ücretli kölelikten kurtuluşun sermayenin egemenliğini ortadan kaldırmayı gerektirmesine karşın iş ve yaşam koşullarının düzeltilmesi ve ücret artışı mücadelesiyle sermayenin egemenliğinin kısıtlanabilmesi gibi.

Alternatif Yaratmak

Elbette, terk edilmiş fabrikalara -ve tarlalara- el koymak; bunları işçilerin -ve köylülerin- yönetimi altında işletmeye yeniden açmak kapitalizmden kaynaklı sorunlara köklü alternatif çözümler olarak sunulamaz. Bir örnek vermek gerekirse; Arjantin’de el konulan fabrika sayısı 180’dir. Ve bu 180 fabrikada 10 bin kişi çalışmaktadır. Oysa 2006 rakamlarıyla Arjantin’de yüzde 12,5 işsizlik oranına denk düşen 5.2 milyon işsiz işçi vardır. Tek başına bu örnek bile terk edilmiş fabrikalara el koyma ve bunun işsizliğe çözüm olması arasındaki saçma dengesizliği göstermeye yeter. Kaldı ki, bir müddet sonra tıpkı Arjantin’de olduğu gibi kapitalistler işletmelerini devlet zoruyla geri almak isteyeceklerdir. Sermayenin egemenliği ve onun burjuva devleti yerli yerinde durdukça bu kaçınılmazdır.

Başkaca ekonomik-demokratik talepli mücadele örneklerinde olduğu gibi işçi sınıfı siyasi iktidarı alarak sermayenin egemenliğine son vermeye yönelmedikçe elde ettiği kazanımları dahi sonsuza dek koruyamaz. Ama bu, ekonomik-demokratik mücadelenin sonuçsuz bir girişim olduğunu ileri sürerek, bu mücadeleyi önemsizleştirmek anlamına da gelmez. Nasıl ki ücret mücadelesi, iş saatlerinin düşürülmesi için savaşım sermayenin egemenliğine yönelmese de bu mücadeleyle elde edilen her kazanım, sermayenin iç çelişkilerini azdırıp onun yıkımının koşullarını daha da olgunlaştırıyorsa, fabrika-tarla işgalleri ve ardından fiili kazanımların korunması mücadelesi de aynı yönde çelişkileri keskinleştiren bir rol oynamaktadır.

Bu nedenledir ki; mücadelenin ortaya çıkmış yeni biçimlerinden biri olarak olanaklı olan her yerde tıpkı ücret artışı ve çalışma saatlerinin düşürülmesi mücadelesi gibi bu mücadeleyi geliştirmek, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi onu nihai kurtuluş yolunda bir basamak yapmak mümkün ve gereklidir. Diğer yandan, ekonomik kriz dönemlerinde işçilerin fabrikalara el koyması, kesinkes devrimci bir rol oynayacak ve kapitalizmin krizini derinleştirecektir. Örneğin, Bursa’da Cavit Çağlar’ın bir sabah ansızın lokavt ilan ederek kapıya koyduğu işçiler neden bu fabrikaya el koyarak onu işletmeye başlamasın? Ayak sesleri duyulan olası ekonomik kriz koşullarında bu türden girişimler işçi sınıfı kitlelerinin devrimci inisiyatifinin önünü açacaktır.

Bu, sorunun sadece bir yanını teşkil eder. Zira terk edilmiş fabrikaların işletilmesini ya da devlet destekli kooperatif fabrikaları sermayeye dayalı üretimin alternatifi olarak göstermek isteyenler var.

Terk edilmiş fabrikaların çalışanları tarafından işletilmesiyle fiilen elde edilen haklar, yasal hükme kavuşturulsa dahi bu işletmelerin uluslararası tekellerin devasa sermaye gövdeleri ile her şeye hâkim oldukları koşullarda ne ölçüde ve ne sürede varlıklarını koruyabilecekleri tartışılması gereken unsurlardan birisidir.

Hammadde, kredi ve pazar hakimiyeti tekellerin elindeyken, onlara rağmen üretim ve ticaret ancak bir yere kadar mümkündür! Kriz dönemlerinde tekeller için sıradan bir dalga dahi küçükler için tsunami anlamına gelir. En önce en aşağıdakiler dalgaya kapılır. Önceki burjuva sahiplerinin fabrikaları terk etmesinin nedeni israfçılıkları ya da beceriksizlikleri değil, vahşi kapitalist rekabete uyum sağlama güç ve yeterlilikte sermaye ve olanaklara sahip olmamalarından gelir. Fabrikayı tek bir kapitalist ya da kapitalist topluluk yerine işçiler kolektif işlettiğinde tasarruf düzeyi yükseleceğinden, sermayenin daha etkin kullanımı mümkün olabilir. Kolektif beceri ve etkinlik üretim düzeyini ve kalitesini artırabilir. Avantajlarına rağmen bu tekellerle rekabet gücü yaratmaya ve vahşi kapitalist rekabet cangılında ayakta kalmaya yetmez. Sonuçta kapitalist pazara üretim yapılmaktadır. Fabrikaların işçilerin kolektif yönetiminde olması, üretimin kapitalist yasalardan azade olmasına yol açmaz. İşletmenin tüm işçilerin kolektif yönetiminde olması, onu kapitalist işletme olmaktan çıkarmaz. Kaçınılmaz olarak bu işletmeler de kâr elde etmek amacıyla üretim yapacak; ortalama kâr oranı ve kârların düşme yasasına tabi olacak; kar oranındaki düşmeyi telafi etmek için kâr kitlesini artırmaya yönelecek; bunun için ya makinelerini yenileyerek -ki bu, bunu gerçekleştirebilecek düzeyde sermaye birikimi gerektirir- emeğin üretkenliğini artıracak ya da daha az işçiyle üretim yaparak onları daha çok ve daha düşük ücretle çalıştıracaktır. Başka türlü ayakta kalması söz konusu olamaz. Onun sermayesi de, kapitalist üretim biçimi koşulları altında, diğer bütün sermayeler gibi ancak genişletilmiş yeniden üretimle varlığını koruyabilir. Tekelci rekabet şartlarında küçük ve orta boy işletmelerin direnme şansı ancak belirli -ve giderek kısalan- bir süre için mümkündür. Ya kredi borçlarını ödeyemedikleri için bankalara yem olacaklar; ya mali olarak daha güçlü bir kapitalistin himayesine sığınacaklar; ya da kapıya kilit vuracaklardır. Gerçi Arjantin’deki işgal edilmiş fabrika kooperatifleri örneğinde, fabrikaların bulunduğu mahallelerin ve kentlerin halkı, bu fabrikaların ürünlerini satın alma yönünde bir tercih geliştirerek bir dayanışma ağı örmeye, bu yoldan işletmeleri ayakta tutmaya çalıştılar. Bu eylem biçimi, işletmelerin ayakta kalmasına bir süre için yardımcı da oldu. Ancak bu kötü kaderden sonsuza dek kaçınmak olanaksızdır. Kaldı ki, bu türden kimi fabrikalar tüketim malları değil, ara mal üretmektedir.

Aynı çıkmazla devlet işletmeleri yönetimine işçilerin ortak edilmesi sürecinde de karşılaşılıyor. Örneğin Venezuela’da ALCASA (alüminyum şirketi) ve elektrik dağıtım firması (CADELA) dışında durumun hiç de iç açıcı olmadığı belirtiliyor.(8) Kapitalist pazara kâr amacıyla ürün veren bir işletmenin, ne denli kolektif olursa olsun yönetsel hiyerarşisinin bu burjuva mantalitesinin sonsuza dek dışında kalmasını beklemek hayalciliktir.

Nasıl ki işçilerin terk edilmiş bir kısım fabrikalara el koyarak işletmesi o fabrikalardaki üretimi kapitalist olmaktan çıkarmıyorsa, kapitalist üretimin egemen olduğu koşullarda devlet işletmelerinin işçiler tarafından yönetilmesi de bu işletmeleri kapitalist olmaktan çıkarmaz. Nihayetinde bunlar kapitalist devlet işletmeleridir ya da devlet kapitalizminin karakteristik özelliklerini taşırlar.

Devlet şirketlerinin özelleştirilmesi salt karlı devlet şirketlerinin sermayeye peşkeş çekilmesi niyetiyle izah edilemez. Özelleştirmenin sermayenin yeni değerlenme alanları arayışına yanıt verdiği doğrudur ama aynı zamanda devlet işletmelerinin eski yapılanmalarını koruyarak ayakta kalma şanslarını tükenmesinden de kaynaklanır. Bu nedenledir ki, kimi devlet şirketleri özelleştirmek yerine kapatılmıştır.

Üretimin, çalışmanın ve ücretlerin esnekleştiği kuralsız çalışmanın kural haline geldiği bir ortamda kapitalist devlet işletmelerinin eski biçimlerini koruyarak, sermaye yararına varlıklarını sürdürmeleri mümkün değildir. Bu nedenledir ki; özelleştirme bir yandan sermayeye yeni değerlenme alanları yaratmayı amaçlarken diğer yandan işçilerin birliğini, örgütlülüğünü parçalamayı ve kazanımlarını gasp etmeye yöneliktir. Kaldı ki, bu işletmelerin yönetim kademelerinin birer kayırma ve arpalık konusu haline gelmesi kapitalist üretim koşulları altında kaçınılmazdır. Bunlar toplumsal yarar amacıyla değil, devlet eliyle kapitalist meta üretimi için kurulmuşlardır. Kapitalist rekabetin unsurlarından biridirler ve tam da bu rekabete uygun konumlanmak zorundadırlar. Bugünde özelleştirmek yerine kapitalist rekabete uyumlu hale getirilmiş devlet şirketleri devasa karlar elde etmektedirler. Bu doğaldır; devleti arkalayarak uluslararası bir güç haline gelmektedirler.

Devlet işletmelerinin yönetimine işçi konseylerinin ortak olması, hatta bütünüyle işçi konseyleri tarafından yönetilmesi sermayenin egemenliği altında onların kapitalist niteliklerinde özsel bir değişiklik yaratmaz. Kapitalist pazar ve kar amacıyla üretim yapıldığı müddetçe işçilerin üretimi yönetmesi ve denetlemesi üretim araçları sahipliğine toplumsal bir karakter kazandırmaz. Olsa olsa kolektif işçiyi o fabrika bazında aynı zamanda kolektif kapitalist yapar. Çünkü onlar toplumsal yarar için kullanım değeri değil kâr elde etmek için kapitalist meta üretmektedirler. Daha önce de belirtildiği üzere her işletme gibi bunlar da kapitalist üretim yasalarına tabidir. İşçiler ne denli bilinçli, ideolojik-politik donanımları ne denli yüksek olursa olsun bu gerçek değişmez. Ve yine kaçınılmaz olarak işletme yöneticileri arasında burjuva ilişki biçimleri şu ya da bu oranda sirayet eder; rüşvet, kayırma, zimmette geçirme gibi yozlaşma belirtileri, gizli bir hiyerarşi ile birlikte ortaya çıkar. Nihayet Venezuela’da da görülen budur.

Hangi Kapsamda Ele Alınmalı?

Sözü edilen gerçekliklerden yola çıkarak terk edilmiş fabrikalara el koymak ya da devlet işletme yönetimlerine kolektif işçi birimlerini katmak iki açıdan ele alınmalıdır. Yaşamsal ekonomik-demokratik talepler kapsamında ve kapitalist krizin derinleştirilmesi için güçlü devrimci basamak olarak ele almak bunlardan ilkidir. Kapitalistler fabrikaları terk etmiştir ve işsiz işçilerin işe ihtiyaçları vardır. Devlet işletmelerinin yönetsel denetimi ise kaynakların bir ölçüde de olsa çarçur edilmesini önlenebilir ve halk yararına bir kısım eğitim ve sağlık hizmetleri için kullanılabilir. Bunlar güncel yaşamsal taleplerdir. Kapitalist sınıfa ve kapitalist devlete karşı ekonomik-demokratik mücadele kapsamındadır. Sömürüyü ortadan kaldırmaz ama belli bir düzeyde sınırlar. Tıpkı ücret artışı ve çalışma saatlerinin düşürülmesi gibi bu da kapitalistlerin kârlarını ve devlet bürokratlarının kazançlarını azalttığı ölçüde çelişkileri keskinleştirir.

Bununla birlikte; gerek terk edilmiş fabrikalara el koyarak kolektif yönetim altında işletmeye açmanın, gerekse devlet işletmelerinin işçi kolektiflerince yönetsel denetiminin, işçilerin yönetmeyi öğrenmesi, bireysel kapitalistlerin gereksizliğinin açığa çıkarılması, kaynakların halk yararına kullanılabileceğinin görülmesi bakımlarından ideolojik-politik önemi de göz ardı edilemez. “Patronsuz fabrika”ların propaganda değeri de vardır.

Bunlara karşın, bunu temelli bir çözüm, kapitalizm içinde kapitalizme alternatif olarak sunmak, işçi sınıfı davasına vurulmuş büyük bir darbe olacaktır.

Venezuela pratiğinde öne sürüldüğü gibi “çözüm; işçi konseylerinin tüm işletmelerde sadece idarenin işlerini daha fazla üslenmeleri için değil, aynı zamanda kamusal ihtiyaçlara yanıt verebilecek biçimde yetkilendirebilecekleri yönünde” (9) ilerletilmesiyle gerçekleştirilemez. Ne denli halkçı, ilerici, adil bir hükümet yönetimde olursa olsun, işçi konseyleri ve komünler ne denli yaygın olursa olsun, üretim araçları üzerinde kapitalist mülkiyet devam ediyorsa, kapitalist meta üretimi egemenliğini koruyorsa sorunlara köklü çözümler üretmek mümkün olmaz. Devrimci bir iktidar altında dahi üretimin denetlenmesine ancak geçici bir önlem olarak başvurulabilir. Kaynakların halk yararına etkin kullanımı bir müddet sürdürülebilir, ama sonunda, kapitalizmin vahşi yasaları galebe çalar. Ya da tersi yönde kapitalizmin kökünü kurutmak gerekir.

Küçük ve orta işletme sayılarını artırmak suretiyle, bunlar ne denli kolektif işçi yönetiminde ve halkçı amaçlarla işletilirse işletilsin, bunlara dayanarak halk yararına ileri bir ekonomik temel inşa edilemez ve güvencelenemez. İleriye doğru hareket, işletmeleri bölmekte, küçük ve orta işletmeleri çoğaltmakta değil, tam aksi yönde, olabildiğince daha büyük birlikler kurmaktan geçer. Bunun kapitalist yolu giderek büyüyen tekelleşme yoluyla milyonlarca insanın hayat hakkının ortadan kalkması, küçük ve orta mülkiyetin çöküşü, büyük sefalet ve acılarla birlikte dünyanın insanların canlı canlı gömüldüğü bir mezarlığa dönüştürülmesidir, ya da cehennemin dünyasallaşmasıdır. Sosyalist yol ise kapitalist özel mülkiyetin yok edilerek üretim araçlarının tam toplumsallaşması yönünde adım atmaktan geçer. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin her biçimi kalkar ama küçük bir azınlığın elinde toplanması için değil, tüm toplumun zenginliği haline getirilmesi için. “Komünal ihtiyaçlara yanıt verebilecek” ekonomi ancak gelişkin bir teknik temel üzerinde inşa edilebilir. Bu da savunulduğu üzere komünal işletme sayılarını artırarak değil, gelişkin teknik temel üzerinde merkezileşme yolundan başarılabilir. Bunun bir çırpıda gerçekleşmeyeceği aşikâr. Fakat bu, kapitalist temele dokunmadan, komünler kurmak ve komünler arası değiş-tokuş örgütlemek yolundan hiç başarılamaz. Belirli sınırlar içinde kapitalist temeli ortadan kaldırdığımızı varsaysak bile eğer bunu birbirinden görece bağımsız komünler inşa ederek ve bunlar arasında trampa (ürün değiş tokuşu) organizasyonu yaparak başardığınızı iddia ediyorsanız bu yalnızca insanlığı birkaç binyıl geriye götürmek anlamına gelir. Sonuçta bütün meta ticareti basit trampadan doğar.

Stalin’in belirttiği gibi “Herkese bedava ekmek sağladığımız gün” sosyalist ekonomi yolunda elle tutulur ilk başarı elde edilmiş olacak. Sosyalizm küçük meta üretimi ve ticaretine geri dönüş değil, gelişkin sanayi temeli üzerinde metasızlaştırmanın başarılması demektir.

İlerleme üretim araçlarının komünler arasında paylaşımı ile değil daha yüksek bir merkezileşmenin ürünü olan toplumsallaşmayla birlikte gerçekleştirilebilir. İşçilerin sürece etkin katılımı ancak bu temel üzerinde daha ileri bir düzenin inşasını hızlandırabilir. Sermayenin egemenliği altında devletleşme kendi başına buna hizmet etmez. Kapitalist üretim ilişkileri varlığını koruyorsa, yani kapitalist pazara dönük kâr için üretim yapılıyorsa devletleştirme, kapitalist devletleştirmeden, devlet kapitalizminin etki alanının genişletilmesinden öte bir anlama gelmez.

Lebowitz bu gerçekliği görmüyor ve şöyle diyor; “Tüccar sermayesi ve tefeci sermaye, sermayenin üretim sürecini işgal etmesinin ötesinde bir sosyal ilişki olarak ortaya çıktılar. O halde öz bilinçli kolektif işçiler (yani kendi birliklerinin bilincinde olan üreticiler) neden üretim alanına hükmedecek bir sosyal ilişki olarak ortaya çıkmasınlar?”

Birçok yanlış peş peşe sıralanmış. Tüccar sermayesinin de, tefeci sermayenin de birer sosyal ilişki olarak ortaya çıktıkları doğrudur. Peki, hangi temel üzerinde? Açık ki ona bu temeli veren meta değiş tokuşudur. Bireysel üreticilerin metalarını birbirlerine ulaştırmalarına hizmet edecek aracıların bir ihtiyaç olarak kendini dayatması temelinde gelişen bir sosyal ilişkidir bu. Sermaye üretimi ise başka bir şeydir. Emek gücü ile üretim aracı birbirinden ayrışır. Üretim araçlarına sahip kapitalist ile ondan yoksun, emek gücünü satarak geçinmek dışında şansı olmayan işçi ortaya çıkar. Kapitalist bireydir ama ne işçi bireydir ne de ortaya çıkan ürün bireysel. Birçok işçinin emeği tek bir üründe somutlaşır. Kolektif işçi ve toplumsal ürün böyle meydana gelir. İşgücü metalaşır. Üretim araçlarına sahip olan kapitalist, işçiyi kendi lehine ne kadar çok çalıştırırsa o kadar zengin olur, çünkü onun zenginliği fazla emek-zamanı birikiminden gelir. Kapitalist işçiden zorla çekip aldığı, ya da çaldığı emek-zamanlarını işçinin karşısına sermaye olarak diker. İşçi kendi fazla emek-zamanı tarafından kiralanmış olur. Kapitalist mülk edinme biçimi nedeniyledir ki, işçi kendi ürünü olan üretim araçlarının nesnesi haline getirilerek, kendi emeğine yabancılaştırılır.

Sermaye düzeninde sosyal ilişki bu temel üzerinde şekillenir. Kapitalizm öncesi tüccar-tefeci sermayenin sermaye üretimine evrilmesi eşyanın tabiatına uygundur, tıpkı trampadan ticaretin doğması gibi. Bunlar meta dolaşımının farklı tarihsel aşamaları olarak birbirlerini önceler ya da koşullar.

Temel üretim araçları ve finans kaynakları kapitalist sınıfın elindeyken bir kısım küçük ve orta üretim komünleri kurarak, bunlar arasında ürün değişimine dayalı bir organizasyon yapabilirsiniz. Fakat bu temel üzerinde geliştirilecek sosyal ilişkilerin bütün toplumu değiştirecek güce ulaşması söz konusu olamaz. Egemen üretim biçimi neyse toplumun egemen sosyal ilişkileri de odur. Nasıl kapitalist üretimin egemenliği altında olmakla birlikte kapitalizmin henüz sirayet etmediği köylerdeki kapalı, küçük ekonomi kapitalizmin oralara ulaşmasıyla dağılıyorsa bu da öyledir. Bu kıyaslama yine de eksiktir, çünkü kapitalist şehirde, onun bağrında komünal üretim birimleri kurarak, burada geliştirilen sosyal ilişkilerle kapitalizmi yavaş yavaş ortadan kaldıracağınızdan söz ediyorsunuz. Kullandığınız üretim araçları, hammadde, enerji kapitalist tekellerin mülkiyetindeyken ya da bunlar meta niteliğini koruyorken, nasıl olacak da siz meta olmayan ürün üreteceksiniz?! Onların üretim araçlarını, hammaddelerini kullanmayacağınızı belirtecekseniz; nasıl ve ne üreteceksiniz? Bugün kredi kullanmadan üretim döngüsünü sağlamak küçük ve orta üreticiler için dahi çok zordur. Kredi demek faiz demek. Kredi kullanarak meta olmayan üretimi nasıl başaracaksınız? Diyelim ki ilerici-halkçı bir yönetim var ve size kredi sağlıyor hem de hiç faizsiz. Ne değişir? Faizsiz de olsa krediyi geri ödemek için piyasaya üretim yapmak zorundasınız. Nereden bakarsanız bakın çıkışsız bir durumdur bu. Ne kadar gayret edilirse edilsin Prudoncu küçük burjuva sosyalizmi ile yeni bir dünya inşa edemezsiniz.

Temel üretim araçlarından başlamak üzere tüm üretim araçlarının tam toplumsallaşması yolundan yeni bir dünyaya ulaşılabilir. Sorunun ikinci yönü budur.

Dipnotlar

*İşçi karşılığı ödenmeyen fazla emek-zamanı ile kapitalist için üretiyor, kapitalist bireysel tüketimi için ayırdığı miktarın dışındaki artığı sermayeye dönüştürerek yeniden emek gücü kiralıyordu. Böylelikle işçi kendi ürettiği fazla emek zamanı tarafından kiralanmış oluyordu. Sermaye daha çok kar elde etmek için aynı işi daha az işçi ile daha düşük ücretle, işçiyi daha çok çalıştırarak yapmak istiyordu. Kuşkusuz bu sömürünün derecesini yükseltmek demekti. Ama bunun bir sınırı vardı. Nihayet işçi kendisini ve ailesini geçindirebilecek düzeyde bir ücret alamadığında ne kendisini yeniden üretmesi mümkündü, ne de soyunu devam ettirerek kapitalist için gelecekteki yeni işçiler üretmesi. İşgünü de ne denli uzatılırsa uzatılsın; sonunda bir sınırı vardı. Bu nedenledir ki, kapitalist gelişmeye paralel ve kapitalist rekabetin sonucu olarak üretim araçlarını geliştirilmesi; bu yolla emeğin üretkenliğinin artırılması yoluyla nisbi artıdeğer elde etmek, mutlak artıdeğerin kısıtlayıcı sınırlarını aşarak sömürü derecesini yükseltmenin temel yöntemi oldu. İşçi kendisi için daha az ve patron için daha çok çalışmış olacaktı. Ama ortada bir sorun vardı. Emeğin üretkenliğinin yükselmesi bir metanın üretilmesi için gerekli emeğin azalması anlamına geliyordu. Bunun anlamı; o metanın toplam değerini oluşturan değişmeyen sermaye (üretim araçları vb.) ve emek gücünün kattığı değer toplamı bileşiminde, değişmeyen sermaye kısmının giderek büyümesiydi. Hâlbuki patronun bütün karı ikinci kısmından geliyordu. Çünkü birinci kısımdaki giderler olduğu gibi ürüne geçiyordu; şu kadarı makinenin yıpranma payı, şu kadarı hammadde, şu kadarı elektrik, su vb. gider gibi. İkinci kısımda ise, ürüne katılan emek gücünün değerinin bir kısmını patron işçiye ücret olarak ödemişti. Geriye kalana el koyacaktı. İşte çıkmaz sokak. Patron sömürüyü daha çok artırmak için emeğin üretkenliğin -üretim araçlarını- daha çok geliştirmeye yöneliyor. Ama bu durum ürün başına elde ettiği artık zamanı düşürüyor. Ama kapitalist için gözyaşı dökmeye gerek yok(!) O ürün başına daha az kar eder hale geliyor, buna karşın üretim artışıyla ürünün sayısı çoğaldığı için patronun yatırdığı sermayeye oranla elde ettiği kâr düşse de kâr kitlesi artmış oluyor. Elbette bu daha az üretken üretim araçları ile üretim yapan sermayeleri rekabet sahasının dışına itilmesi demek. Bu da giderek daha az kapitalistin elinde daha büyük sermayenin birikimi, yani tekelleşme anlamına geliyor.

1- M. Trigona, Arjantin’de işçilerin iktidarı çalışma kültürünü yeniden keşfetmek, M. Review (Türkçe), s. 16

2- M. Lebowitz, Venezuela: Kötü Latin Amerika Solunun İyi Bir Örneği, agd.

3- K. Marx, Kapital III, s. 226

4- K. Marx, age. s. 389

5- K. Marx, age. s. 340

6- K. Marx, age. s. 390

7- Konuya dair bilgiler Trigona’nın aynı adlı makalesinden alınmıştır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi