“Tarihin Sonu”ndan “Devletin İnşası”na Fukuyama

1980’lerde ABD, İngiltere, Kanada gibi emperyalist ülkelerde ve uluslararası alanda IMF, Dünya Bankası öncülüğünde yükselişe geçen neoliberal ekonomi politikası, Keynesyen ekonomi ve refah devleti -sosyal devlet- modelli sisteme karşı tekellerin serbestliğini ve devletin küçültülmesini savunuyor; kendisini demokrasi ve ekonomik refahın çaresi ilan ediyor; refah ve demokrasinin neoliberal model içinde ‘serbest pazar’, ‘minimal küçük devlet’ ve ‘girişimci birey’ sacayakları üzerine yükseleceğini vurguluyor ve kapitalizmin abat olacağını müjdeliyordu.

Toplamda bakıldığında neoliberal ekonomi politikası, dünya kapitalizmini yeniden yapılandırmayı amaçlıyordu. Özelleştirme, esnek üretim, yeni uluslararası işbölümü vd. ekonomik yeniden yapılandırmanın programatik çerçevesini oluşturuyordu. Siyasi yeniden yapılandırma ise neoliberal kapitalist ekonomiye uyumlu yeni siyasal mekanizmalar ve ulus-devletin yapılandırılmasında ifade buluyordu. 1989-1990’da mevcut iki kutuplu dünya düzeninin yıkılmasıyla, neoliberal yeniden yapılandırma yepyeni veçhe ve kapsam kazanıyordu. Neoliberal ekonomi politika olağanüstü elverişli koşullara kavuşmuştu. Deyim yerindeyse neoliberalizm için bir “altınçağ” başlıyordu.

Emperyalist kapitalizmin bu yeni dönemi ‘küreselleşme’ kavramıyla taçlandırıldı. Neoliberal ekonomi politikası, küreselleşme kostümüyle arz-ı endam ediyor, yeni dünya düzeninin ideolojik formasyonu işlevini oynuyordu. Burjuva ideologlar, küreselleşme, yeni dünya düzeni vs. kavramlarla neoliberalizmin ideo-politikasını üretiyor, gündelik hayatın tüm düzeylerine ve gözeneklerine taşıyor; özümsenmesini sağlamaya çalışıyordu.

İşte Francis Fukuyama da bu dönemde küreselleşmenin, neoliberalizmin ideolojik üretimini başarılı bir biçimde yapan gözde ideologlardan biri olarak parladı. Neoliberal yeniden yapılandırma pratiğinin önde gelen ideologlarından biri olarak, ‘80’lerden ‘90’lara uzanan neoliberal ekonomi politikanın teorisini yaptı. Akademik ve siyasal alanda neoliberalizmin parlak teorisyenlerinden biri oldu.

Neoliberal yükselişle revizyonist çöküşün kesiştiği tarihi momentte F. Fukuyama “Tarihin Sonu” teziyle ortaya çıktı ve “tarihin liberal kapitalizmde son bulduğunu” ilan etti. 1992’de yayınladığı ‘Tarihin Sonu ve Son İnsan’ adlı uzun makalesiyle neoliberal modelli kapitalizmin artık evrensel değişmez, sonsuz hakim düzen haline geldiğini, sınıf savaşımlarının tarihinin sona erdiğini söylüyordu. Fukuyama’ya göre insanlık tarihi, “tarihin sonu”na gelmişti, insanlığın neoliberal kapitalizm ve burjuva demokrasisinden öte gideceği hiçbir yer, hiçbir seçeneği ve ufku-ütopyası yoktu. Başka bir dünya, toplumsal düzen mümkün değildi. SSCB ve Doğu Avrupa'nın yıkılışı bunu kanıtlıyordu.

Tarihin sonu tezi, emperyalist küreselleşmenin ideolojik argümanlarının üretilmesinde başlıca kaynaklardan biri haline geldi. Dünyanın egemenleri “Tarihin Sonu”, “Sınıf savaşımlarının bittiği” vb. ideolojik masalları etkince kullanıma sokuyor, küreselleşme devrinin keyfini sürüyordu. “Tarihin Sonu”na inanan ve dünyayı buna inandırmak isteyenler, TINA koduyla kapitalizmi kutluyorlardı. (There Is No Alternative-Hiçbir Alternatif Yok)

Gücünü neoliberal kapitalizmin dizginsiz ve yıkıcı ilerleyişinden alan, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın çözülmesi karşısında, kapitalizmin zafer sarhoşluğuyla konuşan “Tarihin Sonu” safsatası, ‘90’larm ikinci yarısından itibaren giderek parlaklığını yitirdi. Tarihin Sonu kötü masalı, ideolojik inandırma gücünü ve entelektüel tılsımını (!) kaybetti. Zira “Tarihin Sonu”, yeni düzenin kaosu ortamında çok erken sorgulanmaya başlanmıştı. F. Fukuyama bile mürekkebi bile yeni kurumuş masalı/teorisi konusunda şüpheye düştüğünü kabul ediyor, kayıt ve düzeltmelere, özeleştirilere ihtiyaç duyuyordu.

11 Eylül 2001’de ABD’nin “yüzyılın baskını’yla vurulması kesin bir biçimde “tarihin sonu”nun sonunu ilan etti. Bu gerçeklik karşısında F. Fukuyama, “Tarihin Sonu”nun neden bir türlü gelmediğini, teorisinin niçin -kısa sürede hem de çöktüğünün cevabını aramaya koyuldu. Ve nihayet aradığı cevabı da buldu: Devlet sorunsalı. Devletlerin zayıflığı sorunu... ‘Tarihin Sonu’na varabilmek için neoliberal düzenin ihtiyaç duyduğu “devlet” modeli “eksikti.” F. Fukuyama “tarihin sonu” için “ulus-devleti” yardıma çağırıyor, yeni tipte ulus devletin inşa edilmesiyle ‘tarihin sonu’ parantezinin kapatılacağını ileri sürüyordu.

Devletin İnşası, Yönetişim ve Fukuyama

Fukuyama, yeni kitabı Devletin İnşasıyla ‘tarihin sonu’nun izini sürüyor. ‘Tarihin Sonu’yla ortaya konulan tezler ile Devletin İnşası kitabının öne sürdüğü fikirler birbirini tamamlayan, birbirinin devamı ve özsel olarak neoliberal kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap arayan ideolojik-teorik metinlerdir. Fukuyama, Devletin İnşası -21. Yüzyılda Dünya Düzeni ve Yönetişim adlı yeni kitabıyla neoliberal kapitalizmin bağımlı ülkeler şahsında yeni devletin modelini araştırıyor, yeni bir ulus devlet teorisini biçimlendirmeye çalışıyor.

Devletin İnşası kitabının alt isminden de anlaşılacağı gibi F. Fukuyama, “Dünya Düzeni” ve “Yönetişim”i tartışıyor. Yönetişimi yeni dünya düzeninin “sağlıklı”, “stabil” işleyişinin temel birimi olarak ele alıyor, inceliyor. Yönetişimi dünya düzenin güvencesi görüyor. Bay Fukuyama, soruna global ve sistemsel bakıyor.

F. Fukuyama’nın nasıl bir yönetişim modeli, aynı anlamda nasıl bir ulus devlet önerdiğine gelmeden önce, yönetişim kavramı üzerine temel ve açıklayıcı vurgular yapmak, hatırlatmalarda bulunmak gerekiyor.

Neoliberal ekonomi ve emperyalist küreselleşmenin temel kavramlarından biri olan yönetişim, ilk kez Dünya Bankası tarafından kullanıma sokuldu. Dünya Bankasının 1989 tarihli raporunda yönetişim, Afrika’nın bağımlı ekonomilerinin ve devletlerinin emperyalist ekonomiyle entegrasyonda yaşadığı sorunları ifade etmek için kullanıldı. Bu raporda Afrika’nın bir “yönetişim krizinden” söz ediliyor ve Afrika ülkelerinde siyasal yönetimlerin neoliberal ekonomi politika doğrultusunda yeniden tanzim edilmesini öngörüyordu. Dünya Bankası yönetişimi, “siyasal iktidarın ulusal faaliyetlerin yönetimi” olarak tanımlıyordu. Dünya Bankası yönetişim kavramını, siyasal yönetim modeli olarak geliştirdi. 1992’deki “Gelişme ve Yönetişim” başlıklı raporuyla yönetişim konusu daha kapsamlı ve teferruatlı biçimde ele alınıyordu. Bu raporda yönetişim; “a) Siyasal rejim biçimi, b) Bir ülkenin ekonomik ve sosyal kaynak gelişiminin yönetiminde yetki kullanım süreci, c) Politik tasarlama ve formüle etme, uygulama ve işlemlerini yerine getirmede devletlerin kapasitesi” (1) biçiminde açıklanıyordu.

DB, yönetişimi yeni bir ulus-devlet modeli olarak kurguluyor ve bizatihi yapılandırmaya girişiyordu. “Böylece yönetişim, uluslararası sermaye gücü olarak Dünya Bankasının yeni sömürge devlet yetkilerini sınırlayan politikalarının bir bölümünü hem saptayan, hem koordine eden, hem yönlendiren, hem denetleyen üst düzey bir yaptırım gücü olma özelliğiyle karşımıza çıkıyor”du.

Dünya Bankası, yönetişim devleti modelini teorik ve pratik boyutlarıyla geliştirmeye devam ediyordu. 1994 raporuyla, yönetişime uygulama alanı, işleyiş biçimi mekanizmaları konusunda yeni fikirler ve uygulama reçeteleri ileri sürüyordu. Örneğin “Sivil toplum”, yönetişimin sacayaklarından biri olarak kurgulanıyordu. DB ve diğer uluslararası sermaye örgütleri vasıtasıyla yönetişim merkezli devlet tartışmaları ve yeniden yapılandırma pratikleri etkisini tüm dünyada duyuruyordu. Uluslararası büyük sermayenin tüm bölükleri ve örgütleri, emperyalist devletler yönetişim konusunu bir devlet sorunsalı olarak gündemleştiriyordu. Dahası uluslararası tekeller, yeni sömürge devletlere “Demokratikleşme Programları” dayatıyordu. Tekeller “demokrasi” (!) talep ediyordu. 1999’da işbirlikçi Türk tekelci sermayesinin sivil örgütü TUSİAD, bu gelişmeye koşut olarak “optimal devlet”i istiyor ve gündemleştiriyordu. Yine 1997’de “demokratikleşme perspektifleri” adlı çok ses getiren raporlarını hazırlıyordu.

2000’li yıllara gelinirken bağımlı ulus-devletlerin yeniden yapılandırılması, tüm dünyada pratik bir süreç haline getirilmişti. Eski ulus devletler DB, IMF uluslararası sermayenin egemen güçleri tarafından “yıkılıyor”, yerine “yönetişim devlet(ler)i” inşa ediliyordu.

DB, yönetişim konusunda en kapsamlı raporunu -programını da diyebiliriz1997’de yayımladı. “Değişen Dünyada Devlet” adlı rapor, yönetişimi bütünlüklü bir siyasal bir proje ve devlet modeli olarak sunuyordu.

Dünya Bankasının söz konusu üç raporunun belirlemiş olduğu çerçeveye bakıldığında, yönetişim olgusunun içeriği ve kapsamı, onların kavramlarıyla belirtirsek, şu beş maddeyle özetlenebilir:

Kavram; a) piyasa-devlet, b) devlet-toplum, c) devlet-birey ilişkilerini tekelci ‘serbest piyasa’ ekonomisinin global gerekleri üzerinden yeniden inşa etme arayışının ürünü olarak ortaya çıkıyor.

Başlı başına bir iktidar biçimi olarak değil fakat, mevcut iktidar merkezleri arasındaki koordinasyonun bir biçimi olarak, bu anlamda iktidarın uluslararası ölçekte tekelleşmesi niteliğiyle dikkat çekiyor.

Arayış ‘70 ve ‘80’lerde burjuva sosyal bilim alanında yaşanan krizlerden besleniyor, ama özellikle ‘80-‘90 olaylarının siyasal ve toplumsal atmosferinden etkilenerek şekilleniyor.

Arayışın mekanizması, “Küreselleşme-ulus devlet-sivil toplum” üçgeni alanında kurulmak isteniyor. Bu mekanizmada, DB’nin öne çıktığı, bir çeşit uluslararası sınıf devlet rolü üstlendiği dikkat çekiyor.

“Arayışın stratejik bir yönelim taşıdığı ama konjonktürel belirsizliklerle yön kazandığı, dolayısıyla yönetişimin hem içerik, hem işleyiş olarak düz bir çizgi izlemediği görülüyor.”(3)

Uluslararası burjuvazinin ve DB’nin yönetişim tarifini kendi dilimize tercüme edip özetleyecek olursak; birincisi yönetişim, kapitalist iktidarın yeni siyasal formu olarak karşımıza çıkıyor. İkincisi, yönetişim yeni sömürge ülkelerin yeniden yapılandırması anlamına geliyor. Aynı zamanda yeni tipte sömürgeleştirmenin, emperyalist sömürü ve entegrasyonunu daha da derinleştiren himayeci sömürgeciliğin de bir biçimi olarak anlam kazanıyor. Uçüncüsü, uluslararası tekellerin, büyük emperyalist güçlerin, ABD ve AB’nin, G-8’in, DB ve IMF vasıtasıyla yeni sömürge/ bağımlı ülke ve ekonomileri doğrudan yönetmesini ifade ediyor.

Yönetişim, uluslararası sermayenin “ağ” (şebeke) tarzında örgütlenmesinde ana/merkezi birimlerden biri, dünya kapitalist sisteminin oluşturucu elementlerinden biri oluyor. Yönetişim şebekesinin tepeşinde G-8’le cisimleşen büyük emperyalist güçler bulunuyor. DTÖ, IMF ve DB; yönetişim şebekesinin yönetim ve koordinasyon merkezini oluşturuyor. MAI, MIGA, uluslararası tahkim; yönetişim şebekesinin hukukunu ve kurallarını kurumlaştırıyor. Ulus devlet içine bina edilen “üst kurul”lar ise yönetişim ağının ulus-devletteki kumanda merkezi, yerel üniteleri yönetme kurumlarını ifade ediyor.

Yönetişimin devlet modeli üç ana sütun üzerine bina ediliyor: Tekeller, STK'lar/vakıflar ve bürokrasi (yeni bürokrasi-devlet). Bu yeni iktidar modelinde tekeller/şirketler özel sektörü, STK'lar/vakıflar sivil toplumu ve yeni bürokrasi devleti temsil ediyor. Siyasal yönetim ya da yönetişim bu üç kesim ve kuvvet tarafından paylaşılıyor ve üstleniliyor.

F. Fukuyama'nın Yönetişim'i

Genel karakteristikleriyle özetlediğimiz “yönetişim devleti” (*) olgusu, F. Fukuyama'nın mahir ve pragmatist teorisyenliği sayesinde yeni ve parlak bir burjuva devlet teorisi haline geliyor ve karşımıza çıkıyor. Kabul etmek gerekir ki bay Fukuyama, olguları ve süreçleri kapitalist sınıf adına teorileştirmede hakikaten becerikli, uyanık ve başarılı bir teorisyendir/ ideologdur. Fukuyama dünya kapitalizminin ve neoliberal ekonomi politikanın ihtiyaçlarını doğru saptıyor, sorunları analiz ediyor, olguları ve süreçleri teori haline getiriyor ve uluslararası burjuvaziye yol gösteriyor, hizmet ediyor. Tarihin Sonu’nda yaptığının bir benzerini Devletin İnşası çalışmasında da yapıyor. Neoliberal pratiğin olgularını, sorunlarını, sonuçlarını teorileştiriyor. Esasında bay Fukuyama, hazır tez ve teorileri yeniden biçimliyor ve geliştiriyor.

‘Devletin İnşasında yönetişimi DB’nin raporlarından çıkarıp akademik ve siyasal alana taşıyor. Yönetişimi bir devlet teorisi katma yükseltiyor. Kapitalist pratiğin önünü böyle açıyor. Fukuyama, ABD merkezli bir “Yönetişim Devleti” teorisi savunuyor ve bunu gizlemiyor, dobra dobra söylüyor. ‘Becerikli Fukuyama’, devletin inşasını üç ana bölümde ele alıyor. İlk bölümde, “devlet olmanın eksik boyutlarını” tespit ediyor. Liberal görüş açısından “devlet olmanın eksik boyutlarının” tarihsel perspektiften analitik bir okumasını yapıyor. Devletin her çağda dinamik, değişen karakterine dikkat çekiyor; devlet olmanın her çağda eksiklikleri olduğunu ve sürekli yeniden yapılandırıldığı gerçeğini vurguluyor. İkinci bölümde devletin zayıflığının, yani devlet olmanın eksik boyutlarının güncel somutluğu üzerinde nedenlerini çözümlemeye ve “ideal”, “optimal” devletin nasıl inşa edilmesi gerektiğini; dolayısıyla “yönetişim devleti” teorisini ortaya koymaya çalışıyor. “Devletin zayıflığı sorunu ve devletin inşası ihtiyacı uzun yıllardır mevcut, ama 11 Eylül saldırıları bunları daha görünür hale getirdi”(4) diyor ve 11 Eylül olayının “devlet yetersizliğine devasa bir stratejik meydan okuma”(5) olduğunu tespit ediyor. Böylece devlet inşası teorisinin amacını da açıklamış oluyor. Kitabın son bölümü ise “devletin zayıflığının uluslararası boyutları, yani istikrarsızlığın nasıl devlet zayıflığı tarafından yönlendirildiği, bu zayıflığın uluslararası sistemde egemenlik ilkesini nasıl erozyona uğrattığı ve demokratik meşruiyet sorunlarının uluslararası düzeyde Birleşik Devletler, Avrupa ve uluslararası sistem içinde yer alan diğer gelişmiş ülkeler arasındaki tartışmaları nasıl belirler hale geldiği üzerinde duruluyor.”

Devletin zayıflığının, “ulusal ve uluslararası gündem maddesi” olduğunu vurgulayan Fukuyama, sorunu “yoksul ülkelerdeki devlet yetersizliği” kapsamıyla çerçeveliyor ve adını koyuyor. Devletin İnşası, yeni sömürge devletlerin, bağımlı yoksul ülkelerin yeniden yapılandırılmasından başka bir anlama gelmiyor. Bu bağlamda Fukuyama, yeni sömürge ülkelerdeki mevcut burjuva ulus devletlerin pür liberal görüş açısıyla bir röntgenini çekiyor ve bu devletleri küresel yönetim ve sistem için ameliyat masasına yatırıyor. Dünya Bankası ve diğer uluslararası sermaye kurumlarının teşhis, rapor ve analizlerine de dayanarak, bağımlı sömürge devletleri operasyona tabi tutuyor. Yeni sömürge devletleri devletin işlevi, iktidar gücü, kapasitesi ve sahası boyutlarıyla/parametreleriyle değerlendiriyor. Emperyalist ulus devletlerle yeni sömürge ulus devletler arasında devletin işlemleri, kapasitesi, gücü, sahası vb. boyutlarıyla zengin kıyaslamalar yapıyor. Yeni sömürgelerdeki devletleri emperyalist ulus-devletin mihenk taşma vuruyor. Devletin eksik boyutlarını veya yetersizliğini bu mukayese sonucunda ölçüyor. Zayıf devletleri açığa çıkaran bu mukayese ve devletin inşasını rejim değişikliği, yeni rejimin yapılandırılması ve güçlendirilmesi süreç ve bağlamlarıyla ele almıyor. Ekonomik büyüme ve demokratikleşmeyi gerçekleştirecek etkin, güçlü ve verimli kamu yönetimine sahip devletin yaratılması amaçlanıyor.

Fukuyama, 20. yüzyılda liberal devletin “savaş, devrim, bunalım” gibi nedenlerle gerilediğini, ege

men hale gelemediğini, ikinci dünya savaşıyla “liberal dünya düzeninin çöktüğünü ve dünyanın her köşesinde minimalist liberal devletin yerini daha yüksek düzeyde merkezi ve aktif olan bir devlet tipine bıraktığını” vurguluyor. ‘Washington Konsensüsü’ olarak anılan neoliberal ekonomi politikanın ABD’nin öncülüğünde IMF ve DB aracılığıyla “minimalist liberal devlet”i yeniden var etmek istediğini ve bunun inşasına giriştiğini açıklıyor.

Fukuyama, “ekonomik liberalleştirme” ve “devletin küçültülmesi” stratejisinin tek yanlı yürütülmesinin bugünkü devlet sorununu ve dünya düzensizliğini ortaya çıkardığını düşünüyor:

“Geriye dönüp bakıldığında Washington konsensüsünde yanlış bir şey yoktu: Gelişmekte olan ülkelerin devlet sektörleri çoğu durumda büyüme önünde engeldi ve yalnızca ekonomik liberalleştirme sayesinde uzun vadede ıslah edilebiliyorlardı. Daha doğrusu sorun, bazı alanlarda devletin küçültülmesi, aynı anda başka alanlarda ise kuvvetlendirilmesi gereğiydi.”(7)

Fukuyama'ya göre yapılmayan, başarılamayan ikincisiydi. Devletin kuvvetlendirilmesi veya yeniden yapılandırılması başarılamamıştı; “yönetişim devletleri” ekonomik liberalleştirmeye koşut ve eşzamanlı örgütlendirilmemişti. Başka bir anlatımla, neoliberal kapitalizmin “küçük etkin devlet”, “minimalist liberal devlet” amacı realize edilmemişti. Özelleştirme yağması ve yeni sömürge ülkelerin mevcut son büyük ve birikmiş zenginliklerinin de çok uluslu tekeller tarafından yutulmasıyla “devlet küçültülmüştür.” Yeni sömürge devletlerin ekonomiden el çekmesi ve ekonominin IMF, DB gibi uluslararası sermaye kurumlan marifetiyle emperyalist ekonomiye entegrasyonu sağlanmıştı. Söz konusu ekonomiler, ‘yönetişim’ ağıyla dünya bankası ve IMF tarafından yönetilmeye başlanmıştı. Ekonomik liberalleştirme ve yönetişim buydu. Ve esasen başarılmıştı. Ama öte yandan süreci tamamlayacak “etkin devlet” yaratılmamıştı. Fukuyama, ekonominin yönetişim ağıyla yönetilmesine benzer bir düzenlemeyi siyasal yönetim, yani ulus-devlet için de gerekli görüyor, bunu kurguluyor. Bu anlamda yeni bir devlet tarifi yapıyor. Devletin işlevleri, alanları, kapasitesi, gücü vs. parametrelerinde kesin ve ince ayrımlara gidiyor. Parametreleri yeniden tanımlıyor. Yönetişimle biçimlenecek yeni ulus devletin neyi, nasıl, hangi düzeyde yapması gerektiğini yeniden belirlemeye çalışıyor. Yeni sömürge ülkelerdeki mevcut burjuva devletin şimdiye değin ve hali hazırda üstlendiği temel işlevleri, faaliyet gösterdiği kimi alanların ve siyasal yönetim alanının yeniden belirlenmesini öngörüyor. Sadece bu da değil; var olan ulus-devletin yönetim anlayışı ve normlarında radikal bir dönüşümünü, yönetişimin temel koşulu görüyor. Emperyalist ulus-devletle bağımlı ulus-devlet arasında yetki (egemenlik) ve işbölümünü de belirliyor. Özetle burjuva ulus-devlet paradigmasını değiştiriyor, yeniliyor.

Maliye’nin, Merkez Bankasının yönetiminden vergilerin toplanmasına; sosyal sigortanın yönetiminden bürokrasinin yeniden örgütlenmesine vs. değin devletin yeniden ve baştan aşağı inşasını dayatıyor, öneriyor. Esasında bay Fukuyama’nın önerdiği yönetişim modeli pek çok yeni sömürge ülkede, hali hazırda ağır aksak ve sancılı olsa da inşa ediliyor. DB ve IMF’nin ‘demokratikleştirme perspektifleri’, ‘demokratik reformları’ reçete ve paketleri tas tamam yönetişim devletlerinin yapılandırılmasını ifade ediyor.

Fukuyama, DB ile ulus devletin inşası konusunda ortak programı savunuyor. ABD ve çok uluslu tekellerin yeni ulus-devletin kapsamı ve işlevleri ve rolü, programı DB’nin 1997’deki raporunda ortaya konulmuştu. Bay Fukuyama, söz konusu raporda ortaya konulanları temel alıyor. Ve kendi yönetişim teorisini bu programatik çerçeve üzerinde geliştiriyor. Fukuyama’ya göre,

“DB’nin 1997’deki kalkınma raporu”, devlet işlevlerinin makul bir listesini içeriyor. Bu liste; “minimum”dan “orta derece”ye, oradan da “etkin” işlevlere uzanan üç kategoriye ayrılmıştır. Liste elbette her şeyi kapsamıyor ama devlet sahasına ilişkin faydalı noktaları içeriyor.

“Minimum işlevler;

*Sadece kamu kullanımına ayrılmış malların temini

* Savunma, kanun ve nizam

*Mülkiyet hakları *Makro ekonomik yönetim *Kamu sağlığı *Adaletin iyileşmesi *Yoksulların korunması *Orta düzeyde işlemler Çevresel faktörlerin dikkate alınması *Eğitim, çevre *Tekellerin düzenlenmesi

*Bilgilendirmedeki hataları, eksiklikleri giderme *Sosyal sigorta Etkin işlevler;

*Endüstriyel politika *Servetin yeniden dağıtımı”(8)

Burjuva devletin alanı ve işlevlerinin tam boy görünümünü resmeden Dünya Bankasının yukarıdaki listesi üzerinde bay Fukuyama ayrıntılı bir çalışma yapıyor. Ve ulus devlet paradigmasını buradan biçimlendiriyor. Burjuva devleti saha, güç, işlev ve kapasite kavram ve parametreleriyle yeniden çözümlüyor. Saha, işlev ve kurumlan yeniden tarif ediyor ve konumlandırıyor. Örneğin, ‘devletin minimum işlevleri’ gerçekte bağımlı devletin makro ekonomiyi yöneteceği veya yönettiği anlamına gelmiyor, gelmemelidir. Gerçek olan şudur: DB ve IMF makro ekonomiyi programları ve üst kurulları aracılığıyla yönetmektedir. Üst kurullar ve yönetişimin diğer aparat ve mevzuatları yeni ulus devletin kurumlandır. Ulus-devlet hukuku içindeki üst kurulların görüntüsüne bakıp “devletin” makro ekonomiyi yönettiği söylenebilir. Evet, sözde görüntüde devlet, makro ekonomiyi yönetmektedir.

Devletin alanı, işlevleri, kurumlan yeniden belirlendiği gibi, bunların içeriksel anlamı da yeniden belirleniyor. Fukuyama, bu yeni içeriklendirmeyi kendi neoliberal ve ABD’ci meşrebince yapıyor. iktisatçı Fukuyama, “yüzyılın sonunda iktisadın sosyal bilimlerin kralı haline” geldiğini iddia ediyor ve dünyaya saf iktisatçı-piyasacı gözüyle bakıyor. Devlete yeni içerik ve biçim verirken de aynı saf piyasacı ve burjuva pragmatist zihniyetle konuşuyor. Liberalizmin, ‘bırakın piyasanın gizli eli yönetsin’ miti ve zihniyeti bir kez daha karşımıza çıkıyor.

İktisatçı-piyasacı zihniyet, devleti kapitalist şirket suretinde tahayyül ediyor ve yönetişim devletini tekellerin suretinde yaratmaya çalışıyor. Örneğin Bay Fukuyama, devletin kuramlarının şirket gibi yönetilmesini istiyor, öneriyor. Yönetişim devletinin bürokrasisinin (yeni bürokrasi diyebiliriz buna) özel şirketlerdeki yönetişim anlayışı ve kadro normlarına, esaslarına göre örgütlendirilmesini talep ediyor. Kamunun/devletin yönetiminin tekel/şirket yönetimi tarzında ele alınması, örgütlenmesi ve yönetilmesi olarak özetleyeceğimiz bu anlayış, neoliberal kapitalizmin bugünkü ihtiyacı ve ilacı olarak gösteriliyor. Uluslararası sermaye kuramlarının dayattığı ve uygulattığı ‘üst kurullar’, norm kadro, yeni yerel yönetim modeli vd. olgu ve araçlar yönetişim devletinin cisimleşmiş görünümleridir. Ve aslında Fukuyama’nın yönetişim teorisinin kuvveden fiile geçtiğinin bir ifadesidir.

Burjuva devletin tarihsel olarak ve evrensel çapta aşman meşruiyetinin “sivil toplum” yamasıyla örtülmeye çalışılması, yönetişim devleti teorisinin ve pratiğinin temel bir boyutunu oluşturuyor. Bay Fukuyama bu noktada da tekellerin/sermayenin temsil ve meşruiyet formülünü “sivil toplum” temsil edenler-edilenler, katılımcılık vs. zırvalarını tekrarlıyor. Örnek olarak ifade etmek gerekirse, bay Fukuyama, şirket çalışanları ve hissedarları şirket yönetimine ve temsiline nasıl katılıyorsa, sivil toplum da devletin yönetimine öyle katılsın diyor.

ABD'nin İmparatorluk Düzeni İçin Devletin İnşası

Fukuyama’nın Devletin inşası kitabının son bölümü, ABD’nin imparatorluk pratiğini ve projesini meşrulaştıran fikirler manzumesini ve küreselleşmenin ulus devlet masallarını kapsıyor. ABD’nin dünyaya nizamet verme, yerküreyi ABD’lileştirme teorisi ve pratiğinin tüm tez ve söylemleri, bay Fukuyama tarafından bir kez daha dile getiriliyor. İmparatorluğun has ve becerikli ideoloğu, ABD’nin resmi ideolojisinin akademik ve popüler bir sunumunu yapıyor. Pentagonun savaş ve hegemonya metinlerini, Beyaz Saray’ın resmi söylemlerini “bilimselleştiriyor.” Pentagon’un, “serseri devletler”, “teröre destek veren devletler”, “şer ekseni” vb, vs. kavramları imparatorluğun ideoloğunun dilinde “zayıf yönetim”, “başarısız” ya da “zayıf devlet” olarak ifade buluyor. Fark bu!

Bay Fukuyama, sorunu ve imparatorluğun kuruluş senaryosunu şöyle temellendiriyor: “Soğuk savaştan bu yana zayıf ya da başarısız devletler uluslararası düzen için en önemli sorun haline geldi. Zayıf ya da başarısız devletler insan haklan ihlallerinde bulunur, insanlık felaketlerine yol açar, kitlesel göç dalgalan yaratır ve komşularına saldırırlar. 11 Eylül’den beri şu da açıktır ki, bu devletler, Birleşik Devletler ve diğer gelişmiş ülkelere ciddi zarar verebilen teröristleri barındırıyor.” (9)

Dünya düzeni ve ABD’nin asabını bozan bu (icat edilmiş bahane) durum/“realite” karşısında ABD’nin dünyaya çeki düzen vermesi; zayıf yönetimleri, ‘başarısız’ yada ‘zayıf devletleri yola getirmesi, hatta yıkıp yeniden inşa etmesi şart oluyor. Başka bir anlatımla ABD’nin yeni dünya düzenine, küresel liderliğine/egemenliğine uyum sağlayamayan, direnen veya karşı çıkan “serseri devletler”, “şer eksenleri” dünya düzeninin bekası ve selameti için yerle bir edilip yeniden imar edilmelidir. Zira bu devletler uluslararası düzene sorun yaratıyor, istikrarı bozuyor ve müesses nizamı tehdit ediyor.

Westphalia antlaşmasıyla kurulan ulus-devlet yapıtaşına dayalı uluslararası düzenin erozyona uğradığını, eski dünya düzenin işlevini ve geçerliğini yitirdiğini öne süren Fukuyama, zayıf ya da başarısız devletlerin ulusal egemenlik ve uluslararası düzenin normları/kurumları arkasına sığınıp eski dünya düzeninin armağanı olan varoluş biçimlerini sürdüremeyeceklerini, emperyalist küreselleşme ve ABD’nin buna izin vermeyeceğini vurguluyor. “Zayıf yönetim, Westphalia sonrası uluslararası düzenin üzerine kurulmuş egemenlik ilkesini aşındırıyor. Böyle oluyor çünkü, zayıf devletlerin kendileri ve öteki devletler için yarattıkları sorunlar uluslararası sistem içindeki birilerinin bu devletlerin sorunlarını zorla çözmek yönündeki iradelerine karşıt olarak iç işlerine karışma olasılıklarını geniş ölçüde artırıyor.” (10)

Burada emperyalist küreselleşmenin ideolojik postulatlarından biri daha teorileştirilmiş oluyor. “Ulus-devlet ortadan kalkıyor”, “ulusal egemenlik yerini küresel yönetişime bırakıyor”, “küreselleşme koşullarında ulusal egemenlik ve devletlerin iç işlerine karışmama diye bir şey yoktur” söylemleriyle emperyalist güçlerin saldırı, paylaşım ve sömürgeleştirme pratiklerinin meşrulaştırılması sağlanıyor, emperyalist saldırganlığın yolu döşeniyor. Bunun düşünsel ve teorik arka planı da Westphalia antlaşmasıyla kurulan uluslararası düzenin çökmesi olarak konuluyor.

Fukuyama, zayıf ya da başarısız devlet sorununun en başta ABD ve diğer büyük güçleri ilgilendirdiğini, başarısız ya da zayıf devletlere müdahale etmenin öncelikle ABD’nin doğal, kaçınılmaz, hatta zorunlu görevi ve hakkı olduğunu ileri sürüyor. Bir bakıma dünyanın bir numaralı egemeni ve lideri ABD emperyalizmidir ve dünyaya müdahale etme hakkı öncelikle ABD’nindir, dünya ABD’den sorulur deniliyor. Bu bağlamda Balkanlar’dan Ortadoğu’ya süregelen ABD’nin emperyalist saldırı ve işgallerinin tümü gerekli, haklı ve meşru görülüyor ve onaylanıyor. Fukuyama, ‘Devletin İnşasına Afganistan ve Irak’ı somut örnek olarak sunuyor. Afganistan’da devlet inşasının yanı sıra, “ulus inşası”nın da pratikleştirildiğini anlatıyor. ABD’nin tarihte başarılı “ulus ve devlet inşa pratiklerinin” yani sömürgeleştirme, köleleştirme edimlerinin olduğunu, yüksek bir sesle emperyal kibir ve küstahlıkla hatırlatıyor. Esasında Afganistan ve Irak işgallerinin ulus ve devlet inşasına örnek verilmesi, bu konuda başka hiçbir söze gerek bırakmıyor. Dedik ya, bay Fukuyama dobra ve açık konuşuyor. İşte bay Fukuyama’nın istediği devlet inşası bu! Emperyalist işgal ve himayeci sömürgecilik dönemini koruma, ABD’nin küresel imparatorluğunun yerel ünitelerini ve acentelerini inşa etme!

Bu, ya Irak-Afganistan gibi işgal yolundan yapılacaktır, ya da Latin Amerika vb. gibi, IMF programları, yapısal uyum, üst kurullar aracılığıyla ekonominin doğrudan emperyalistlere bağlanması yolundan yapılacaktır.

Ulus-devletin yeniden yapılandırılması, aynı zamanda imparatorluğun ve küresel yönetişimin tescil edilmesi pratiğidir. Çok açık ki yönetişim, ABD’nin küresel yönetiminin kurum, araç ve hukukunu ifade ediyor. Yönetişim, ABD kaşeli yeni ulus devlet formudur. Himayeci sömürgecilik düzeninin siyasal iktidar biçimini ifade eder.

İmparatorluğun ideoloğu bay Fukuyama’nın söylediklerinin özü özeti şudur aslında: Ey yeni sömürge devletler, işbirlikçi egemenler, dünyanın düzeni bozulmuştur.

Bundan böyle dünyayı ABD emperyalizmi yönetecektir.

Dünya için en hayırlısı budur. Ekonominizi DTÖ, IMF ve Dünya Bankası; ulusal ve uluslararası politikanızı ABD imparatorluğu yönetecektir!

Bunun da adı, yönetişimdir.

Gel gelelim, bay Fukuyama’nın açık seçik anlattıkların tersinden anlayan ahmaklar ya da teoriyi çarpıtanlar çıkıyor. Örneğin işbirlikçi Türk egemenlerinin kimi temsilcilerin bilhassa Türk burjuva ordusunun bazı generalleri, önemli konuşmalarında Fukuyama'nın kitabına sıkça atıfta bulunuyor, övgüler diziyor. Devletin inşasını ulusal-egemenliğin güçlenmesi ve küreselleşmenin efendilerinin ulus devleti geri çağırması biçiminde algılıyor ve yorumluyor. Gerçekten traji-komik bir durumu imliyor. Ulus devletin, ulusal egemenliğin güçlenerek geri geldiğini düşünen ve olguları bilinçlice ters yüz eden egemen sınıflar ve parazit milliyetçiler boşuna seviniyor.

Oysa bakın, Bay Fukuyama, lafı şeyinden anlayan (halkımızın deyişiyle) bu işbirlikçi zevat için ne diyor: “Az gelişmiş ülkelerdeki milliyetçiler ulus devletlerin egemen olduğu bir dünyada yaşadıklarına inanırlar. Onların anlamadıkları şey, ulus-devlet rüyalarının barış ve güvenliğinin son noktada Amerikan askeri gücü tarafından sağlandığıdır.” (11) Fukuyama, işbirlikçi egemen sınıfların milliyetçi bölüklerinin kulağını çekiyor, haddinizi bilin, ulusal egemenliğinizin(!?) arkasında emperyalizmin, ABD’nin olduğunu asla unutmayın hatırlatması yapıyor.

Küreselleşmenin ulus-devleti ortadan kaldırdığı tezi, yanlış ve doğru iki yönü/anlamı içinde taşıyor. Yarısı doğru, diğer yarısı yanlış bir genelleştirme ve formülasyon; manipülasyon, yanlış bilinç ve rıza üretmek için bulunmaz bir nimet ve yöntemdir. Olguları salt bir yanıyla formüle etmek ve ideolojik kullanıma sokmak egemen sınıfların başvurduğu bir yöntemdir. Emperyalist küreselleşmenin efendileri ve ideologları küresel çapta ideolojik hegemonya için bu yöntemi en etkin şekilde kullanıyor. ‘Küreselleşme ulus-devleti ortadan kaldırıyor’ formülasyonu da bunun örneğidir.

Emperyalist küreselleşme, başından beri yeni sömürge, bağımlı devletleri zayıflatırken, emperyalist büyük devletleri güçlendirme yolundan gitmiştir. Ulus-devletin ekonomik-toplumsal işlevlerini zayıflatırken, ‘güvenlik’ işlevlerini güçlendirme yolundan gitmiştir. Devlet İnşası, bu pratik gerçekliğin teorik bir ifadesi olmaktan başka bir anlam taşımıyor.

Son söz yerine

Sınıflı toplumlarda devlet, siyasetin kaynağı ve konusudur. Siyasetin ekseni ve hedefi devlettir. Bu nedenle, devlet güncel siyasetin olduğu kadar, bilimsel teorinin de konusu ve gündemi olmuştur.

Marksizm, varolduğundan bu yana devlet sorununa her dönem ve her daim yüksek bir ilgiyle yaklaşmıştır.

Marksizm Leninizm’in devlet analizleri ve teorileri devrimci pratiğin önünü aydınlatmada, gündelik, parti ve sınıf mücadelesini geliştirmede, burjuva iktidarı alaşağı etmede, yeni devlet ve demokrasi modelleri yaratmada her zaman yaratıcı ve bilimsel teorinin örneklerini vermiştir. Marksizm’in 20. yüzyıldaki en büyük teorisyeni ve siyasetçisi Lenin, devlet ve siyaset bilimine çığır açan katkılar yaptı ve bütün bir çağa damgasını vurdu. Özetle ML teori ve siyasetin devlet konusuyla ilişkilenmesi, ML’nin üstün ve devrimci karakterini oluşturur. Bugün de bu üstün özelliğine, devlet ve siyaset konusuna yüksek devrimci ilgi ve ilişkilenişin korunması, canlı tutulması, düşünsel ve teorik bakımdan devletin merkezde tutulması, devlet analizlerinin sürekli yenilenmesi, güncellenmesi gerekiyor.

Günümüzde yeni devlet analizlerine ihtiyacımız olduğu çok açıktır. Zira emperyalist küreselleşme döneminde uluslararası kapitalizm her alanda kendini yeniden yapılandırıyor. Emperyalist kapitalizmin dönemleriyle, devlet tipleri arasında dolaysız ve belirleyen bir ilişki olduğunu; her dönemin kendi devlet tipini yarattığını tarih gösteriyor, bize ders olarak sunuyor.

Emperyalist küreselleşme döneminde devlet sorunu/konusu uluslararası burjuvazinin temel gündem maddesidir. Uluslararası kapitalizm, ‘yönetişim devleti’ formunda yeni bir ulus-devlet tipi yapılandırıyor. Neoliberal kapitalizmin ve uluslararası burjuvazinin yapılandırmaya giriştiği ulus-devlet modeli ve gerçekliği, devrimci sınıf mücadelesinin de teorik ve pratik konusudur. Yönetişim devleti ve yeni ulus-devlet formu, ML teori için başlı başına bir teorik analiz ve inceleme konusu olarak karşımızda duruyor. 21. yüzyılda devrim ve sosyalizm mücadelelerine yerel ve evrensel ölçekte yön ve yol gösterecek devlet analizlerine ihtiyaç var. Öte yandan liberalizm, postmodernizm, anarşizmin devlet konusundaki güncel teorik tezleri ve ideolojik çarpıtmaları; iktidarsız siyaset, devletsiz siyaset vb. tezleri de devlet sorunsalını teorinin temel güncel ve önemli gündem maddesi haline getiriyor.

Görüyoruz ki, kapitalizmin ve burjuva uygarlığın krizi giderek derinleşiyor. Uluslararası burjuvazi, kapitalizm ve burjuva uygarlık krizine sürekli cevaplar arıyor, üretmeye çalışıyor. Neoliberal kapitalizme uyumlu yeni devlet arayışları da bu çerçevededir.

Burjuva devlet ve parlamenter sistem sürekli bir biçimde aşmıyor, burjuva devletin kitleler nezdindeki yabancılaşması derinleşiyor. Kapitalist anayurtlarda bu olgu olağanüstü boyutlara ulaşmış bulunuyor. Burjuva parlamentoya ilgi, seçimlere katılım, siyasete müdahale, devlete güven azalıyor. Burjuva siyasetin yapısal ve süreğen devlet sorunu büyüyor, açmazları artıyor. Bir devlet krizi kendini daha açık bir biçimde duyuruyor. Burjuva iktidarın meşruiyet ve güven krizi, siyasal krizleri mayalıyor, koşulluyor, burjuva demokrasisiyle yönetememezlik olgusu belirginleşiyor. Burjuva demokrasisi yönetmeye yetmiyor, bir biçimde aşılıyor.

“Sivil toplumun” yönetime katılması teorisi ve pratiği, burjuva iktidarın meşruiyet krizini pansuman etmeye yönelik bir arayış ve önlemdir. Ve burjuva devletin, yönetimin aşınmasını gösterir. Burjuva parlamenter sistemi meşruiyet krizine sürükleyen ve iflasının önünü açan gelişmeler, seçimler ve parlamento dışında siyasete katılım biçimlerini zorluyor, seçenekleştiriyor. Uluslararası burjuvazi “sivil toplum”u, “katılımcı demokrasinin” bir parçası, “burjuva demokrasisini genişletmedin bir öğesi olarak gösteriyor ve STK’lar vasıtasıyla burjuva siyasetin, devletin/demokrasinin meşruiyet krizini çözmeye çalışıyor. Kitlelerin kurulu düzenden kopuşunu önlemeye; burjuva demokrasisinin kuruyan damarlarına kan ve can taşımaya çalışıyor. “Sivil toplum örgütleri”nin “yönetime katılması’Ö), ezilen milyonların siyasete ve yönetime katılması anlamına gelmiyor. Sermaye ve tekel vakıflarının, NGO’larm “sivil toplum” sayıldığı bu “katılımcı demokrasi”de STK’lar, aynı zamanda emperyalist güçlerin yayılmacı emellerine hizmet eden ve uluslararası meşruiyetin bir aracı rolü oynuyor. Başka bir anlatımla “sivil toplum”/NGO’lar, ulusal ve uluslararası planda burjuva iktidarın meşruiyetini sağlıyor. Yani yönetimin bir ayağını oluşturuyor, burjuvazinin ezilen ve sömürülen yığınları maniple ederek yönetmesini kolaylaştırıyor.

Yeni ulus-devlet formunun ana çizgilerine genel bir vurgu ve dikkat çekerek yazıyı sonlandırmak gerekirse; STK’lar/NGO’lar, yeni ulus devlet paradigmasının sadece bir boyutudur ve devlet-toplum ilişkiler yüzünü/ayağını oluşturuyor. Üst kurullar ve bunu çevreleyen uluslararası hukuk antlaşma normları/kurumları (MAİ, MİGA, Uluslararası Tahkim) diğer bir paradigmatik yeniliktir ve uluslararası sermayenin yerel ekonomileri (ulusal ekonomileri) yönetmesini ifade ediyor. Bu olguyla da bağıntılı olarak ulus-devletin egemenlik ve hükümranlık alanları yeniden belirleniyor. Emperyalizm yeni sömürgelerde içsel olgu olarak gelişip güçleniyor. Yeni ulus-devletler yerel ve uluslararası planda emperyalizmin, tekellerin asayiş karakollarına ve şantiye birliklerine dönüştürülüyor. Ulus-devletin uluslararası niteliği, yani emperyalizme, tekellere tabiliği, işlevleri ve alanları büyüyor. Yeni ulus-devlet, tekellerin uluslararası sınıf devleti olma özelliğiyle karşımıza çıkıyor. Tekellerin yönetişim ağı, bir örümcek ağı gibi bütün yerküreyi kendi av ve beslenme alanı haline getiriyor. Tıpkı Lenin’in tespit ettiği gibi: “Başımızı kaldırdığımız her yerde tekelleri görüyoruz.” Tekeller, bütün bir hayata hükmediyor. Nüfuzunu derinleştiriyor. Devlet sermaye ilişkisinde paradigmatik bir değişiklik yaşanıyor. Tekellerle devlet daha fazla iç içe geçiyor. Devletler şirketleşiyor, tekeller devletleşiyor. Birbirine dönüşme, benzeşme gerçekleşiyor. Devletler şirketler gibi yönetilmeye başlanıyor. Yeni bir bürokrasi tipi ve tarzı gelişiyor. Üst kurullar, adeta tekel yönetim modeliyle ve şirket CEO’lannca yönetiliyor. Tekeller kendi özel güvenlik şirketlerini kuruyor. Ulus-devletin milli güvenlik anlayışı ve milli güvenlik modeli değişiyor. Ordu ve savaş anlayışı yenileniyor. Yerel yönetimler yeniden yapılandırılıyor. E-devlet ve enformasyon yeniden örgütlendiriliyor.

Ulus devlet, geçmişin elbiselerini çıkarıp, yeni elbiseler giyiyor.

 

*Yönetişim yerine ‘yönetişim devleti’ kavramlaştırmasını daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Zira yönetişim, ulus devlete yeni bir biçim ve nitelik kazandırıyor. Ulus devletin bu yeni ayırt edici özelliğiyle çağrılması, eşyanın tabiatını daha uygun ve bilimsel/teorik bir ifadelendirme oluyor.

 

Kaynaklar

1) Yönetişim Burjuva Devlet ve Sömürgelerin Yeniden Yapılandırılması (Teoride Doğrultu. Sayı 10/ s. 24)

2) age. s.24

3) age. s.26

4) Devletin İnşası - 21. Yüzyılda Dünya Düzeni ve Yönetişim F. Fukuyama (Remzi Kitabevi Mart 2005 s.8)

5) age. s.8/9

6) age. s.9

7) age. s.17

8) age. s.21

9) age. s.111/112

10) age. s.115

11) age. s.138

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi