Teorinin Kürt Ateşinde Sınavı: Devrimci Hareketimizin Kürt Sorunundaki Politikasızlığının Temelleri

Lenin’in ünlü eseri “Emperyalist ekonomizm —Marksizmin bir karikatürü”, emperyalist savaşın kızgın bir anında, Avrupa sosyal-demokrasisinin yeni beliren sol kanadının bazı temsilcileriyle yapılmış bir polemiktir. Lenin; Pyatakov, Buharin gibi Rus; Rosa Lüksemburg gibi Alman ve bazı Polonyalı temsilcileri şahsında emperyalizm çağında ulusal bir savaşın mümkün olmadığı, ulusal sorunun çözümünün ancak sosyalizmde mümkün olacağı, ulusal hareketin esasen ezilen ulus burjuvazisinin hareketi olduğu, emperyalizm koşullarında ulusal hareketlerin mutlaka şu ya da bu emperyaliste yedekleneceği, dolayısıyla ‘ulusların kaderini tayin hakkının’ savunulamayacağı tezlerini savunan bu eğilimle tartışır.

Bu tartışma, biçimi bakımından ulusların kendi kaderini tayin hakkının kabulü üzerinde kopmuştur. Lenin’in polemiğinin odağında, muhataplarına ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ilkesini kabul ettirmek vardır.

Peki, ‘ulusların kaderini tayin hakkı’ ilkesinin lafızda kendisini sosyalist, komünist, devrimci ilan eden tüm güçlerce kabul edildiği günümüz koşullarında bu tartışma önemini yitirmiş midir? ‘Emperyalist ekonomizm’ ölüp gitmiş, tarihe gömülmüş bir eğilim midir?

Hayır.

Ulusların kaderini tayin hakkı ilkede kabul edilmiş olsa dahi, ‘emperyalist ekonomizme’ yön veren temel fikirler farklı kılıklar altında yeniden ortaya çıkmaktadır.

Devrimci hareketimizin Kürt ulusal sorunundaki politikasızlığının teorik temelleri deşildiğinde Buharinlerin, Pyatakovların, Lüksemburgların ruhu dirilmektedir.

Ezilen Kürt ulusuyla Ankara arasındaki savaşım kızıştığında, bu eski tezler, yeni biçimler altında yeniden ve yeniden ortaya sürülmektedir.

Bu yazıda, devrimci hareketimizin Kürt sorunundaki politikasızlığına sorular soracak, bu vesileyle yerli emperyalist ekonomizm eğilimini de tartışacağız.

a) Programatik duyarsızlık

‘71 devrimciliği, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını (devlet kurma hakkı dahil) tanıyarak TKP revizyonizminden kopuş gerçekleştirdi. Ancak bu kopuş daha ileri götürülemedi. Devrimci akımların çoğunluğunun programı, ‘demokratik’ ya da ‘sosyalist’ karakterde dahi olsa, tek bir Türkiye devletinin varlığını öngörür. Dolayısıyla Kürdistan ve Kürt ulusu adına ayrı bir siyasi örgütlenme (iki uluslu merkezi devlet, özerklik, federasyon, konfederasyon vb.) programatik olarak reddedilmiş, egemen sınıfların ‘üniter devlet’ geleneği başka bir biçim altında sürdürülmüş olur.

Kürt ulusunun kaderini tayin hakkı (devlet kurma hakkını da içerecek biçimde), tüm devrimci akımların program maddesidir. Fakat bu öyle bir biçimde kavranıyor ki, devrimden sonra Kürt ulusu ya ayrılacak, ya da ilgili devrimci akımın programını benimseyecek. Fakat devrimler tarihi, ulusal sorunların çözümünde çok çeşitli alternatifler ortaya koyuyor. Sovyetik federasyon, bunlardan birisidir. En ileri biçimini SSCB’de bulan bu biçimde, ezilen uluslar kendi federatif devletlerine (Gürcistan, Ermenistan, Türkmenistan vd. Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti) kavuşmanın yanı sıra, diğer halklarla federatif bağlar da geliştirirler. SSCB çözümü, aynı zamanda daha küçük halklara siyasi veya kültürel özerklik tanınmasını da içermiştir. Demokratik Yugoslavya’da federasyon, Sandinist Nikaragua’da Miskito Kızılderililerine siyasi özerklik tanınması, akla gelen başka biçimlerdir.

Devrimci hareketimiz, PKK’yi iktidar ve devlet kurma hakkı talebinden vazgeçtiği için mahkum etmekte, ancak kendisi de Kürt ulusu için federatif karakterde bir devleti öngörmemektedir.

Devrimci harekette MLKP, TKP-ML ve MKP bir yana konursa, ulusal sorunun çözümünde Kürt ulusu için kültürel özerkliğin, somut olarak da anadilde eğitimin ötesinde hiçbir siyasi çözüm öngörülmemektedir.

TKP-ML ve MKP, kaynağını İbrahim Kaypakkaya’dan alan bir formülasyonla, Kürdistan’a özerklik öngörmektedir (Özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim). MLKP ise, ayrılma hakkına sahip iki ayrı federe cumhuriyetten oluşan bir “İşçi Emekçi Sovyet Cumhuriyetleri Birliği” öngörmektedir.

Fakat bunun dışında kalan devrimci programlarda ne özerklik, ne federasyon, ne konfederasyon öngörülmekte, Kürt ulusu anadilde eğitim ve bazı kültürel haklarla yetinmeye çağrılmaktadır...

Bu, Kürt ulusunun ayrı bir siyasi varlık olarak örgütlenmeye duyduğu tarihsel açlığa ve özlemine karşı programatik bir duyarsızlıktır. PKK’nin bağımsızlık, ayrı bir Kürt devleti programından vazgeçmiş oluşu, hiçbir biçimde Kürt halk kitlelerinin bu açlığını geriletmemiş, bu özlemini ortadan kaldırmamıştır.

Nasıl ki, Sovyet devrimi ezilen Ermeni ulusunun devlet kurma talebini Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti aracılığıyla gerçekleştirdi ve “böylece dünyadaki biricik işçi ve köylü devleti Ermenilerin yurt sorununu kökünden çöz”düyse (1), devrimimiz de sovyetik federasyonla Kürt ulusumuzun yurt sorununu çözecektir, çözmelidir.

Fakat, devrimci hareketimiz, İbrahim Kaypakkaya’nın 30 yıl önce, Kürt sorunu Kemalizm tarafından betonlanmışken ileri sürdüğü ‘özerklik’ programına, bu betonların Kürt halk savaşımı tarafından un ufak edildiği günümüzde dahi erişmiş ve bu programı aşmış değildir.

Bu 30-40 milyonluk devletsiz ulusun devrimimizle şu ya da bu biçimde bir siyasi örgütlenmeye kavuşmasını öngörmeyen bu programatik duyarsızlıktan günlük mücadeleye akseden ise, Kürt ulusunun siyasi taleplerine yabancılık oluyor. Devrimci hareketimiz, bizzat kendi programında yer alan (örneğin anadilde eğitim) bazı talepler de dahil, ulusal siyasi talepleri uğruna Kürt halkının giriştiği mücadelelere uzak, yabancı ve duyarsızdır.

b) Yeni sömürgecilikle klasik sömürgeciliğin karıştırılması, ulusallığın idealize edilmesi.

‘71 devrimciliği, antiemperyalist devrimci bir çizgi temelinde, TKP revizyonizminin dünya güç dengesini esas alan pasifist çizgisinden koptu. Yeni sömürgecilik eleştirisi, bu kopuşun zeminini oluşturdu. Ancak bu aynı çizgi, yeni sömürgecilikle klasik sömürgeciliğin birbirine karıştırılmasına ve ulusal devrimle antiemperyalist devrimin arasındaki özgün farkların silikleştirilmesine götürdü.

Klasik bir sömürgede veya devlet bağımsızlığına kavuşması zorla engellenmiş, ilhak altındaki bir ülkede geçerli olabilecek analiz, çözümleme ve tespitler mekanik biçimde devlet bağımsızlığını kazanmış ancak sınıfsal ilişkilerin sonucu olarak emperyalizmin yeni sömürgesi haline gelmiş bir ülkeye uyarlanırken; sömürge Kürdistan’ın ulusal mücadelesi ‘gerçek bağımsızlığı’ –sosyalizmi hedeflemediği gerekçesiyle küçümsendi veya yadsındı.

Yeni sömürgecilik eşittir yarı sömürgecilik ve o da eşittir sömürgecilik denklemi, emperyalizme karşı ulusalcı bir devrimcilik çizgisinin teorik temelini oluştururken, Kürt ulusal hareketinin kavranmasını da engelledi.

Örneğin DHKP programı: “Milliyetçilik ulusları kurtuluşa götürmez” (2) teziyle bu konuda tipiktir. Her iki Maocu devrimci partide de kendi özgünlükleri içinde bu yanılsama önemli oranda etkilidir.

“Milliyetçilik ulusları kurtuluşa götürmez.” Bu tümüyle yanlış bir slogandır. Ulusal kurtuluşu, yani aynı anlama gelmek üzere sömürge/ilhak/işgal vb. boyunduruğunun kırılması ve devlet bağımsızlığının kazanılmasını sağlayan onlarca “milliyetçi” hareket vardır tarihte. “Ulusun kurtuluşu”; ulusal boyunduruğun sona ermesi demektir. Devlet kurmak da dahil, hangi siyasal biçim altında yaşayacağına karar verme hakkı zorla elinden alınmış bir ulusun, kendi kaderini tayin hakkını elde etmesi demektir. Belçika sömürgesi Kongo’nun, İtalyan sömürgesi Libya’nın bağımsızlığını elde etmesi gibi. Ama DHKP bununla yetinmiyor.

Ulusal bağımsızlığın kazanılmasını, ulus devletin kurulmasını, ulusal sorunun çözümü bakımından yeterli görmüyor. Fakat gerçekte ulusal bağımsızlığın kazanıldığı bir ülkede ulusal haklar adına, ulusal baskıya karşı mücadele dönemi bitmiş, kapanmıştır. Tarihsel bakımdan ‘ulus’, bu anlamda birlikte gidebileceği son sınıra kadar varmıştır. Bundan ötesine, yani antiemperyalist devrime ve sosyalizme tüm ulus birlikte gidemez. Artık ulus; sömürücüler ve sömürülenler, ezenler ve ezilenler olarak ikiye bölündüğü için, sömürücü sınıflar dünya kapitalizmiyle sıkı ilişkiler kurmaya, bindir bağla emperyalizme bağlanmaya yönelirler. Dolayısıyla emperyalizme bağımlılık, artık o ülkedeki sınıf ilişkilerinin somut bir sonucudur; “ulusun kurtuluşu” artık burada eskimiş ve yanıltıcı bir slogandan ibarettir. Ancak “emeğin kurtuluşundan, “halkın kurtuluşu”ndan, kapitalizme karşı işçi sınıfının, emperyalizme bağımlılığa karşı emekçi halkın devrimci kavgasından söz edilebilir. Milliyetçiliğin “halkı” veya “emeği” kurtuluşa götürmeyeceği tümüyle doğru ve açık bir formülasyon olurdu. Ama DHKP eskiye sarılmakta ve siyasi bağımsızlığını kazanmış bir devlette, sanki hala ulusal bir sorun kalmış gibi, “ulusların kurtuluşundan” söz etmektedir.

Örneğin:

“Kapitalizmin, dolayısıyla da son tahlilde emperyalist sistemin dışına çıkamayan bir milliyetçilik, tam da bu nedenle ulusal sorunu çözemez. Küçük-burjuva Türk milliyetçiliğinin politik temsilcisi Kemalizm, Türk ulusal sorununu çözememiştir. Ülkenin bağımsızlığını koruyamamış, sosyalizmi değil de kapitalizmi geliştirmeye çalışarak tekelci burjuvaziyi bizzat kendi eliyle yaratmış ve iktidarı onlara teslim etmiştir. Sonuç, oligarşinin tekellerinin iktidar olması ve emperyalizmin yeniden hakimiyetinin kurulmasıdır. Emperyalizme karşı bağımsızlığını yitirmiş tüm uluslar gibi bugün çözüm bekleyen bir ‘Türk ulusal sorunu’ da vardır ve bu sorunun çözümü de Türkiye halkının emperyalizmden ve sömürüden kurtuluşu sorunudur. Kemalizm’e özenen Kürt küçük burjuvazisi de aynı yoldan gittiğinde sonuç farklı olmayacaktır.” (3)

Niye? Kemalistlerin önderliğinde Türk ulusu ‘kendi kaderini tayin’ etmedi mi? Emperyalist işgal kırılıp, bağımsız ulus devlet kurulmadı mı? Kuşkusuz tüm bunlar oldu ve Türk ulusal sorunu da tarihsel olarak 1923’te çözüldü. Artık Türk ulusal hakları adına nasıl bir talepte bulunulabilir? Belli bir dönem daha bağımsız bir devlet olarak kalan Türk burjuva cumhuriyetinin kapitalizm yoluna girişinin emperyalizmin mali, ekonomik, siyasi egemenliğine götürdüğü doğrudur. Ancak burada artık ulusal değil, sınıfsal bir sorunla karşı karşıyayız.

Bizzat bu cümleyi aldığımız “Kürt Sorunu Nasıl Çözülür” broşürünün formülasyonu bile bizim tezimizi kanıtlamaktadır; deniyor ki sorun, ‘emperyalizmden ve sömürüden kurtuluş’ sorunudur. Ancak bunun bir ‘Türk ulusal sorunu’ olduğunu iddia etmek, bütün ulusun, yani tekelci ve orta burjuvazinin de böyle bir sorunu olduğunu söylemektir. Bu sınıfların emperyalizme bağlı olduğu ve bizzat sömürücü olduğu açık olduğuna göre, ancak Türk ulusunun bir kısmı için böyle bir sorundan bahsedilebilir.

Bu da işçi sınıfı, yarı-proletarya ve küçük burjuvazidir.

Emperyalist dünya sisteminin yağma ve yeni sömürgecilik ağının dışına ancak sosyalist bir devlet çıkabilir.

Sömürüden kurtuluş ise sosyalist bir devrimi gerektirir.

Dolayısıyla, eğer DHKP’nin yöntemi izlenecekse, ulusal sorunun sosyalizm dışında bir çözümü olmadığı tezine varılır.

‘Gerçek bağımsızlık’ adı altında DHKP, ulusal sorunun ancak sosyalizmle çözülebileceği ‘emperyalist ekonomist’ tezinin güncel bir baskısını yapmaktadır. Bu, ezilen ulusların güncel hareketine karşı kayıtsızlığın, ulusal sorunun çözümü doğrultusunda yükseltecekleri demokratik talepleri sahiplenmede duyarsızlığın ürediği bir teorik temel oluşturmaktadır.

Oysa Lenin, emperyalist mali sermayenin bir ülkeyi siyasi bağımsızlığı kazandıktan sonra da sömürebileceğim ve ekonomik bakımdan yağmalayabileceğim, kendine bağımlı hale getirebileceğini, bu ikisinin tamamen ayrı iki sorun olduğunu, bizzat emperyalist ekonomizm eğilimiyle polemiğinde, açıkça belirtir:

“Bir ülkenin büyük mali sermayesi, her zaman yabancı, politik olarak bağımsız bir ülkede de rakiplerini satın alacak durumdadır ve bunu sürekli yapıyor da. ... Ekonomik ‘ilhak’, politik ilhak olmadan kesinlikle ‘gerçekleştirilebilir’ ve bu sürekli karşımıza çıkıyor. Emperyalizm üzerine literatürde adım başında örneğin Arjantin’in gerçekte İngiltere’nin bir ‘ticaret sömürgesi’, Portekiz’in fiilen İngiltere’nin bir ‘uydusu’ olduğuna ilişkin ifadelere rastlarız. Bu doğrudur: İngiliz bankalarına ekonomik bağımlılık, İngiltere’ye borçlanma, demiryollarının, ocakların, toprağın vs. İngiltere tarafından satın alınması -tüm bunlar, söz konusu ülkeleri siyasi bağımsızlıkları ihlal edilmeksizin, İngiltere’nin iktisadi anlamda birer ‘ilhakı’ haline getirmektedir.” (4)

Yine Lenin, Norveç’in 1905 yılında kazandığı bağımsızlığın “salt politik nitelikte” olduğunu belirterek ekler: “Ekonomik bağımlılığa dokunmadı ve dokunamazdı da.” (5)

Oysa DHKP arada hiçbir fark görmüyor. Bir ülkenin yabancı bir devletin işgali/ilhakı altında olması, ulusal haklarına sahip olmaması, kendi kaderini tayin hakkının zorla engellenmesi koşullan ile, devlet bağımsızlığını kazandığı, ulusal haklarını elde ettiği, kendi kaderini tayin ettiği, fakat kapitalizm zemininde kaldığı için egemen sınıfları eliyle emperyalist dünya sistemine bağlandığı koşullan mekanik ve keyfi biçimde birbirine eşitliyor. Ulusal sorunun çözümü bakımından ikisi arasında bir fark olmadığını ilan ediyor. Oysa sonrasında emperyalizme bağımlılık yeniden gelişse dahi, yabancı boyunduruğundan/ulusal kölelikten kurtuluş, bir ulus bakımından tarihsel bir ilerlemedir.

Burada çok açık ki, ulusal sorunun Leninist tanımı terk ediliyor. ‘Ulus’ ve ‘bağımsızlık’ kavramları idealize edilerek, ulusal sorun bir politik özgürlük sorunu olmaktan, toplumsal kurtuluş sorununa dönüştürülüyor: “Marksist-Leninistler olarak biz, ‘Kürt sorununa çözüm’ denilince, bundan Kürt halkının ulusal ve sınıfsal kurtuluşunu anlıyoruz.” (6)

Gerçekte, DHKP, Kürt ulusundan, doğrudan kendisini sömüren Türk burjuvazisine karşı ulusal taleplerle savaşımı bir yana bırakmasını, ‘Türk ulusal sorununun’ çözümü için emperyalizme karşı mücadele etmesini istemektedir. Milli haklar uğruna savaşımın, ‘milliyetçiliğin’ her koşulda çıkmaz olduğunu döne döne vurgulamaktadır.

Böylece, ulusal bağımsızlığını kazanmış Türkiye’de bir ‘ulusal sorun’ icat eden DHKP, ulusal kölelik altındaki Kürdistan’da ise tam tersini yapmaktadır.

DHKP’nin Kürt ulusunun görevini ‘Bağımsız Türkiye’ için mücadele etmek, şeklinde formüle etmesi, bu karmaşadan çıkan siyasi sonuçtur. Bu sloganın Kürt ulusuna önerilmesi, Kürdistan’ın DHKP tarafından da Türkiye’nin bir parçası olarak görüldüğü anlamına gelir.

Oysa bizzat kendi tanımına göre Kürdistan ‘ilhak edilmiş’tir. (7)

Diğer yandan, DHKP’ye göre sorunu “yaratan emperyalizm”dir (8) ve bugün de ilhak ve asimilasyonda belirleyici olan emperyalizmdir. (9) Hatta bir yerde broşür, Kürt halkının ‘emperyalizmin sömürgesi’ olduğunu dahi söyler. (10) Kürt ulusu üzerindeki baskının sorumlusu da odur, savaşım ona karşı verilmelidir. “Bizim anladığımız ulusal sorunun çözümü, emperyalizme karşı bağımsızlıktır.” (11)

Bu tarif, bölge gericiliğinin sorumluluğunu hafifletmekte, Türk, Arap ve Acem burjuvazilerinin Kürdistan üzerindeki sömürülerini perdelemektedir. Bölge gericiliğinin Kürt ulusu üzerindeki boyunduruğunun emperyalizm tarafından desteklendiği ve onaylandığı doğru bir tespittir. Ancak bu, yine de sömürgecilerin ulusal zulmün birinci dereceden sorumluları oldukları ve ulusal özgürlük savaşımının onlara yönelmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez.

Kürt ulusal sorunu sömürgeciler tarafından Kürt ulusunun boyunduruk altına alınması sorunudur. Kürdistan dörde bölünmüş; önce siyaseten, sonra da ekonomik olarak ilhak edilmiş, dolayısıyla sömürgeleştirilmiş, ulusal hakları yok sayılmış bir ülkedir. Bu zeminde de pekâlâ çözülebilir. Kürt ulusunun sömürgecilere karşı zafer kazanması, diyelim ki, kendi bağımsız devletini kurması durumunda Kürt sorunu da çözülmüş olur. Tıpkı Türk ulusal sorununun 1923’te çözülmüş olduğu gibi.

Afrika’da, Asya’da bağımsızlığını kazanan birçok sömürgenin sonradan yeniden emperyalizme bağımlı olması gibi, kurulacak Kürt devletinin emperyalizme bağımlı hale gelmesi ulusal sorunun çözüldüğü gerçeğini değiştirmez.

(Burada bir not düşmekte fayda var. Ulusal toprakların bir kısmının işgal altında kalmaya devam etmesi ve benzeri yabancı zoruna dayalı sorunlar, bağımsızlığa rağmen ulusal sorunun sürmesine neden olabilir. Örneğin bugün 1967 sınırlarında bir Filistin devletinin kurulması, Filistin ulusal sorununu tümüyle çözmez. Çünkü Filistin topraklarının önemli bir kısmı halen işgal altında kalmaya devam eder, Filistinli mültecilerin geri dönüş sorunu hala sürmektedir, vb. Ancak bu zeminde, bağımsızlığın kazanılmasına rağmen ulusal sorunun sürmesinden söz edilebilir. Bu anlamda, Kürt ulusunun dört parçaya bölünmüş olmasından dolayı, sorun bir parçada çözüldüğü halde başka parçalarda devam edebilir).

20. yüzyılın başında sömürge sorunu, dünya çapında esas olarak doğrudan emperyalist devletlerin sömürgeciliği biçiminde ortaya çıkıyordu. Ancak 1950-60 yıllarında doruğuna varan ulusal kurtuluş savaşımları, emperyalizmin klasik sömürgeciliğini esas olarak tasfiye etti. Bugün, sömürgeciliğin, ilhakın bir ulusal savaşım konusu olduğu ülke ve topraklar, çoğunlukla emperyalizme bağımlı, yeni sömürge devletlerin egemenliğindedir.

Sorunu daha açık hale getirmek için deniz aşın bir örneği, Endonezya-Doğu Timor sorununu ele alalım. Endonezya emperyalist midir? Açık ki değildir, bir yeni sömürgedir. Ama bu onun, ABD’nin gözetim ve denetiminde 1974’te Doğu Timor’u işgal ve ilhak etmesini, giderek sömürgeleştirmesini engellemiş midir? Portekiz sömürgeciliğinin yerini alan Endonezya sömürgeciliği, Doğu Timor’u daha az sömürmemiştir. Peki, DHKP’nin formülünü uyarlayarak, Doğu Timor halkına ‘Bağımsız Endonezya’ için savaşmasını önermemiz, Doğu Timor’u Endonezya’nın bir parçası olarak gördüğümüz anlamına gelmez mi?

Doğu Timor’un özgürlüğü için savaştıklarında, Timorlular, aynı zamanda, bu ilhakı destekleyen emperyalist sistemi sarsmış olmadılar mı?

Doğu Timor’un 1999’daki bağımsızlığıyla Endonezya’nın ilhakı, dolayısıyla Doğu Timor üzerindeki ulusal baskı son bulmadı mı? Timorlular kaderlerini tayin etmediler mi?

Bu siyasi bağımsızlık, Timor üzerinde emperyalizmin mali sömürüsünü ve ekonomik bağımlılığı ortadan kaldırdı mı? Kaldırmadı. Ama buna rağmen, Timor ulusu bakımından bağımsızlığın kazanılması ve ulusal kölelikten kurtuluş, tarihsel bir ilerleme olmadı mı?

Bugün dünyada Endonezya-Timor sorununda olduğu gibi bağımlı, yeni sömürge devletlerde ortaya çıkan sayısız ulusal sorun var: Fas-Batı Sahra, Sri Lanka-Tamil, Türkiye-Kürdistan, Cezayir-Berberiler. Bunlara Peru, Bolivya, Meksika gibi Latin Amerika devletlerinde Kızılderili sorunu da eklenebilir. Tüm bu sorunlarda emperyalizm, ulusal baskıyı doğrudan, bizzat uygulayan güç değildir. Ulusal baskıyı uygulayanların arkasında durarak, bu baskıya destek vermektedir. Dolayısıyla bu devletin ezdiği ulus, savaşım bayrağını öncelikle ezen ulusun egemenlerine, yani emperyalizmin işbirlikçilerine karşı kaldıracak, kölelik durumunu sarstıkça, emperyalizmin statükosunu da sarsacaktır. Emperyalizme darbesini, işbirlikçilerine karşı savaşarak indirecektir.

NATO’nun en büyük ordusuyla, arkasına Amerikan ve Alman emperyalistlerinin, İsrail Siyonistlerinin desteğini alan sömürgeci Türk ordusuyla 15 yıl savaşan PKK, bunun canlı bir örneğidir. Ama DHKP; Amerikan, Alman vb. hedeflerine dönük eylem yapmadığı gerekçesiyle PKK’nin emperyalizme karşı savaşmamış olduğunu iddia edebilmektedir!

Tıpkı Fas gericiliğine vurarak İspanyol emperyalizmini de sarsan Batı Sahralılar (Polisario), Cezayir gericiliğine karşı ayağa kalkarak Amerikan emperyalizmine de darbe indiren Berberiler, Sri Lanka gericiliğine başkaldırarak Hint gericiliğine ve Amerikan emperyalizmine darbe indiren Tamiller gibi, Kürt ulusu da gerilla savaşıyla Türk sömürgeciliğine indirdiği her darbede, Amerikan ve Avrupa emperyalistlerinin düzenini de sarsmıştır.

Öcalan’ın Avrupa destekli bir Amerikan operasyonuyla Türkiye’ye teslim edilmesi, tüm bunların bir sonucudur. Bugün dahi, tüm emperyalistlerin PKK ve Kongra-Gel’i ‘terörist’ ilan etmeleri, Avrupa’da yasaklamaları, Kürt gerillasını tasfiye için türlü hamleler yapmaları aynı nedenden kaynaklıdır. Emperyalizm, ulusal reformist bir çizgiye gerilemiş dahi olsa, silahlanmış ve dağa çıkmış bir Kürt ulusu istememektedir, çünkü bu ulus, kendilerinin bölgemizdeki en temel işbirlikçilerinden birisini sarsmaktadır.

c) Halkların kaderini tayin hakkı!

Devrimci hareketimiz, Buharinci ‘halkların kaderini tayin hakkı’ sloganından da asla tam olarak kopuşamamıştır. Ne diyordu Buharin? Ulusların kaderini tayin hakkı kabul edilemez, çünkü burjuvaziye ulusun geleceği üzerinde söz hakkı tanımaktadır. Dolayısıyla ulusun geleceği üzerine sadece emekçi sınıflar söz söylemelidir. “‘Milletlerin kendi kaderlerini tayinine ne ihtiyacımız var?’ ... ‘Ben yalnız emekçi sınıfların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak istiyorum’ diyor yoldaş Buharin. Bu demektir ki, sen Rusya’dan başka hiçbir ülkede başarılamamış olan bir şeyi tanımak istiyorsun. Gülünç şey.” (12)

Lenin, bu formülün gerçekte, ulusların kaderini tayin hakkının reddi olduğunu belirtirken haklıydı. Çünkü sadece ‘halkın’ kaderini tayin hakkı kabul edildiğinde, pratikte, sosyalizm dışında ulusların hiçbir tercihinin kabul edilmemesinin teorik zemini döşenmektedir. Sosyalizm dışındaki seçimlere nihayetinde damgasını vuran, ezilen ulus burjuvazisinin inisiyatifidir. Emekçi halkın kendi kaderini tayin etme hakkı, devrim yapma hakkından başka bir şey değildir ve ulusların kader-tayin hakkının yerine geçirilemez.

Şimdi, bu tartışmadan 80 yıl sonra, DHKP, hala Marksizm-Leninizm adına ‘Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkından’ bahsetmektedir: “Kürt sorunu dediğimiz, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını kullanabilmesi sorunundan başka bir şey değildir.” (13) Broşür boyunca, kategorik olarak Kürt ulusunun değil, Kürt halkının kader-tayin hakkından söz edilmektedir. Bu, gerçekte DHKP’nin, Kürt ulusunun kaderini tayin hakkını açıkça kabul ve ilan eden Mahir Çayan’dan da geriye düştüğünün ilanıdır.

Bu gerileme, özellikle Güney Kürdistan sorununda kendini ortaya sermektedir. DHKP, Güney Kürtlerinin bugünkü federatif devlet yönelişini, ‘ulusların kaderini tayin hakkı’ kapsamında görmemekte ve tanımamaktadır! Çünkü DHKP’ye göre, Güney’de Kürt ulusu kendi kaderini tayin etmemekte, emperyalizm Kürtlerin kaderini tayin etmektedir. Bu basit bir laf oyunundan ibarettir. Hayır, düpedüz Güney’deki Kürt ulusu kendi kaderini, gerici ve Amerikancı bir program doğrultusunda, egemen sınıflarının hegemonyası altında tayin etmektedir. Güney’deki Kürt halk kitlelerinin Barzani ve Talabani’ye yedeklenmiş olduğu, en geniş kitlelerin oy, gösteri, imza vermek vb. araçlarla verdiği destekle açık bir olgudur. Güney Kürtlerinin burjuva, emperyalist ve gerici bir programa yedeklendiklerini söylemek ve bunu eleştirmek ayrı bir şeydir ve kesinlikle doğru bir tutumdur; fakat buradan hareketle Güney Kürtlerinin kaderini tayin haklarını tanımamak ayrı bir şeydir ve kesinlikle yanlış bir tutumdur. Savunanı, niyetinden bağımsız olarak Türk egemenleriyle aynı safa itecek olan bir yanılgıdır bu.

Ekim Devrimi’nin ardından Finlandiya ulusu da kaderini burjuvazisinin egemenliği altında, gerici bir tarzda tayin etti; sosyalist Rusya’dan ayrılıp müstakil, kapitalist bir devlet kurmaya yöneldi. Bolşevikler bunu eleştirdiler, buna karşı ajitasyon yürüttüler, ama sonuçta Fin ulusunun kaderini tayin hakkını, ayrılıp kendi devletini kurmasını tanıdılar. Lenin; bunun yapılması gerekiyordu, “Çünkü o sırada burjuvazi Moskofların, şovenlerin, büyük Rusların Finlileri ezmek istedikleri iddiasıyla halkı, emekçi halkı kandırmaktaydı”, der. (14)

Güney Kürdistan’ın kaderini -gerici yönde olsa dahi- tayin hakkını tanımazsa, Kürt halkı da Türkiyeli devrimcileri Ankara’daki rejimin sahiplerinden, Türk şovenistlerinden ayıramayacaktır. Bu, Kürt ulusu içindeki siyasi sınıfsal ayrışmayı, emekçi, yoksul kitlelerin Barzani-Talabani egemenlerinden ayrışmasını kolaylaştırmayacak, aksine zorlaştıracaktır.

Lenin’in, “Her millet kendi kaderini tayin hakkını elde etmelidir; bu, emekçi halkın kendi kaderini tayinini kolaylaştıracaktır” (15) derken anlatmak istediği de buydu. Nitekim Finlandiya’ya Bolşevik hükümetin bağımsızlık tanıması, Fin işçi ve emekçilerini ‘kendi’ burjuvazilerine yaklaştırmamış, aksine sınıfsal “farklılaşma sürecini kolaylaştırmış”tır. (16)

Ulusal baskının hedefi

‘Halkın kaderini tayin hakkı’ tezinin yapışık ikizi, her daim, ulusal baskının sadece halka uygulandığı tezi olmuştur. DHKP de aynısını savunuyor: “Kürt toplumunun toprak ağaları, tefeci, tüccar kesimi, burjuvalaşmış kesimleri, oligarşi içinde Türk egemen sınıflarla ittifak halindedirler. Dolayısıyla ulusal baskının pratikteki tezahürü köylüsü, işçisi, küçük burjuvalarıyla Kürt halkına uygulanan bir baskı biçimindedir.” (17)

TKİP’in de ‘Kürt burjuvazisinin ezilen bir sınıf olmadığını’ iddia ederek, bu bahiste anılması gerektiğini belirterek geçelim. (18)

Fakat bu tezler tümüyle yanlıştır. Ulusal baskı ile sınıfsal baskı karıştırılmaktadır. Bir Kürt zengini, burjuvası, eğer Türkleşmeyi kabul etmiyorsa, ulusal kimliğini savunuyorsa, düpedüz ve açıkça baskı görür, ezilir. Kirli savaş döneminde bunun fiziki imhaya varan örnekleri yaşandı. Halis Topraklar gibi, asimile olan ve Türkleşenler ancak bu baskıdan azade olabilir. Türk sömürgeciliği, Kürdistan’ın kaynaklarını yağmalayarak Türk burjuvazisine aktarmış, bu kaynaklar zemininde bir sermaye birikimi oluşmasını ve bunun üzerinden yükselen bir Kürt burjuvazisinin gelişmesini zorla engellemiş, bastırmıştır. Kürdistan’da burjuvalaşan unsurlar ya Türkleşmeyi kabul eder, ya da ezilirler. Dolayısıyla ulusal hareketin içinde yer alan, yeni şekillenmekte ve gelişmekte olan bir Kürt burjuvazisi vardır. Bu sınıf, iktisadi bakımdan tıpkı Türk burjuvazisi gibi sömürücü olduğu halde, siyasi bakımdan ezilmektedir. Bunu anlamayan, ulusal baskıdan hiçbir şey anlamamış demektir.

Emekçi sınıflar üzerinde, halk üzerinde burjuvazinin ve emperyalizmin sömürüsü her ülkede vardır. Ezen ulusa mensup işçiler ve köylüler de aynı baskıya maruz kalırlar. Fakat bu, sınıfsal bir baskıdır. Ulusal baskıyı bu türden bir baskı olarak tanımlamak ve açıklamak, bu yüzden aslında onu yok saymaktır. İşgal, ilhak, sömürgecilik vb. biçimlerde ulusal baskı altında olan bir ulusun bütün sınıfları baskı altındadır. Ulusal baskı, Kürt olmaktan dolayı uygulanan baskıdır. Örneğin, Kürt diline konan yasaklar, her Kürdü etkilemekte, burjuva veya proleter olması dil yasaklarından kimseyi azade etmemektedir. Türkleşenler, asimile olanlar ancak bu baskıdan ‘azade’ olabilirler. Kürt toprak sahipleri ve burjuvaları arasından Türk burjuvazisine iltihak ederek, bu baskıdan azade kalan işbirlikçiler vardır. Ancak işgal altındaki her ülkenin, her ezilen ulusun egemenleri arasından işbirlikçiler çıkmıştır. Ancak Halis Toprak gibi, Sedat Bucak gibi burjuva ve feodal egemenlerin ezen ulus burjuvazisiyle kaynaşması, hiçbir biçimde ezilen ulus burjuvazisinin tümünün ulusal baskıdan azade olduğunu göstermez. Salt Kürdistan tarihine kuşbakışı bir göz atmak dahi, bu tezin saçmalığını ortaya serer. Madem ulusal baskı sadece Kürt halkına yöneliyor; o zaman Şeyh Sait’ler, Seyit Rıza’lar, ve daha namlı sanlı pek çok aşiret reisi, dinsel lider, niye Türk burjuvazisine başkaldırdı?

1925-39 arasındaki ulusal isyanların tümüne önderlik edenlerin ya aşiret reisleri, ya dinsel feodal liderler, ya Kürt burjuvazisi ya da bunların bir bileşimi olması gerçeği nasıl açıklanır?

Dahası, Kürt küçük burjuvazisinin önderliğinde gelişen son ulusal savaşa tüm tutarsızlığıyla çok sayıda Kürt burjuvasının katılmasını; ulusal hareket içinde yer alan ve Türk sömürgeciliğine karşı çıkan Yaşar Kayaları, Ahmet Türkleri, gerillaya parasal destek verdiği için katledilen birçok Kürt zenginini nasıl açıklayacaksınız? Bunlar Kürt burjuvaları oldukları halde neden Türk burjuvazisine karşı ulusal isyana katıldılar?

İşgal altındaki Irak’ta Arap burjuvazisinin önemli bir kesimi neden ABD’ye karşı ulusal isyana katılıyorsa, Filistin burjuvazisinin temsilcisi El Fetih neden İsrail Siyonizmine karşı mücadele ediyorsa, onlar da aynı nedenden dolayı Kürt ulusal hareketine katıldılar.

Dolayısıyla ezilen ulusun burjuvazisi de ulusal hareketin bir parçasıdır. Devrimci proletarya, ezilen ulusun kaderini ilerici, devrimci yönde belirlemesini istiyorsa, bunu ancak ezilen ulusun özgürlük talebini en aktif, en tutarlı, en enerjik biçimde savunarak yapabilir. Kürt ulusal hareketi üzerinde Kürt burjuvazisinin hegemonyasının geriletilmesi de ancak Kürt ulusal özgürlük taleplerinin emekçi sınıfların politik temsilcilerince aktif, eylemli savunusu yolundan mümkündür. DHKP, bu talepler uğruna hiçbir pratik mücadeleye girişmeyerek, aslında tam tersini yapmakta, ezilen Kürt ulusu içinde Türkiye Devrimci Hareketi’ne karşı güvensizliği örgütlemekte, Kürt burjuvazisinin elini kolaylaştırmaktadır. Bu gerçek, Kürt ulusunun kaderini tayin hakkının yerine Kürt halkının kaderini tayin hakkı formülü geçirilerek de değiştirilemez.

d) Demokrasi sorununun sosyalist devrime havale edilmesi

DHKP gibi, Kızıl Bayrak ve Alınteri de, emperyalist ekonomizm eğiliminin unsurudurlar. Fakat, bu ikisi DHKP’nin aksine, Kürt sorununun ‘yegane’ çözümünün sosyalist devrimde olduğu tezini utangaçça değil, açıkça savunurlar.

Kızıl Bayrak, bu kulvarda zaten yıllardır at koşturmaktadır. 15 yıldır, ulusal sorunda ekonomizmin ve politikasızlığın bayraktarlığını yapmakta, bunu emekçilere “Marksist açılım” diye yutturmaya çalışmaktadır.

“Dolayısıyla Kürt halkının eşitliği ve özgürlüğü sorunu, kapsamını ve tam çözümünü gidip bir proleter devrimde bulabilmektedir. 1. Genel Konferans belgelerimiz ‘90 yılı sonuna aittir. Orada söylenen budur: Kürt sorunu proleter devrimin genel tabanı üzerinden çözülebilir. Çünkü Kürt sorunu bugünün maddi koşullarına ve sınıf ilişkilerine tarihten miras kalan bir sorundur, artık kendi içinde bir sorun olmaktan çıkmıştır, kendisinden daha ileri olan bir sorunun, yani bir sosyal davanın alt bileşenine dönüşmüştür. ... Ulusal sorun, sınıfsal sorunun bir bileşeni, bir uzantısı, bir alt öğesi haline gelir.” (19)

“Ulusal baskı ve eşitsizliğin sınıfsal baskı ve eşitsizliğin bir yansıması olduğunu göz önünde bulunduran TKİP, ulusal sorunun köklü ve kalıcı çözümünün ancak proletarya devrimi tabanında olanaklı olduğu gerçeğine dayanır.” (20)

Ulusal eşitlik sorunu ile ulusal özgürlük sorununu birbirine karıştırıp çorba yapmak, Kürt sorununun çözümünün sosyalizme havale edilmesini ‘güvenceleyen’ bir laf oyunundan ibarettir. Çünkü ulusal özgürlük kapitalizm sınırları içinde kazanılabilir. Ama ulusal eşitlik ancak uluslar arasındaki ekonomik farklılıkları, uyumlu-birleşik gelişme ile giderek ortadan kaldıran sosyalizmde giderilebilir. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası, ulusal eşitsizlikleri, ulusal özgürlük kazanıldığı durumda dahi, yeniden üretir. Kızıl Bayrak, bu eski laf oyununa başvurarak ekonomizmine devrimci bir görünüm kazandırmaya çalışıyor.

Ulusal sorunun çözümünden kasıt nedir? Ulusal baskı ve boyunduruk sorununun çözümü mü? Bu, burjuva demokratik içerikte bir görevdir. Dolayısıyla demokratik bir devrim tarafından, ya da Kürdistan’da ulusal bir devrim tarafından çözülebilir.

Ama diğer birçok burjuva demokratik görev gibi, sosyalist bir devrim tarafından da üstlenilip çözüme ulaştırılması mümkündür.

Yoksa ulusal eşitsizlik ve ulusal farklılık sorununun çözümü mü? Bu sosyalist bir görevdir. Ancak sosyalizmin inşa süreci içinde, komünizme doğru ilerlerken, tedricen, uzun vadede çözülebilir.

Ancak ulusal sorunu bir siyasal sorun, bir özgürlük sorunu olarak kavramaktan vazgeçenler, onu bir ekonomik-toplumsal sorun olarak kavrayanlar, yani kısacası yalnızca ekonomistler ulusal sorunun “proleter devrimle” çözüleceğini iddia edebilirler.

Fakat TKİP, tıpkı tüm diğer demokrasi sorunlarında olduğu gibi, politik sorunları “toplumsal sorunların alt öğesi” haline getiriveriyor. Böylece politik mücadeleden kaçmanın teorisini döşüyor. Öyle ya, “saf proleter” dava uğruna mücadele edildiğinde, zaten Kürt sorununun çözümü için de mücadele edilmiş olur!

Bu, Kürt sorunu zemininde rejimle hiçbir mücadeleye tutuşmadan, bu konuda mücadele ediyormuş gibi yapmanın teorisidir.

Kızıl Bayrak’ın ulusal sorundaki ekonomist teorisine son yıllarda Alınteri de kapıldı. Tek taraflı ateşkesin bozulmasının ardından, Kürt ulusal hareketinin, sömürgeciliğe karşı geliştirdiği hamle, Almteri’nin ekonomist incilerini, ‘düşünce dergisi’ Ufuk Çizgisinde dökmesine vesile oldu. Kürt ulusunun ileriye doğru attığı adımı Alınteri, ekonomizme doğru gerileyerek yanıtladı.

20 Ağustos tarihli UÇ, Kürt sorununa ‘sosyalist çözüm’ hedefini formüle etti, Kürt sorunundaki çizgisini “sınıfa karşı sınıf çizgisi” olarak ilan etti. Daha sonra ise UÇ, Kürt sorununun “yegane çözümünün bir proleter devrimden geçtiğini” ilan etti. (2 Ekim)

e) Güncel politikasızlığın savunusu

Devrimci hareketimiz Kürt sorununun çözümünü, güncel politikanın yakıcı bir sorunu olarak ele almadı, tıpkı ‘Kadın sorunu’nda olduğu gibi devrim sonrasına erteledi.

Kürt ulusunun kaderini tayin hakkını tanıyan devrimci hareket, bu doğrultuda atılacak güncel politik adımların oynayacağı ilerici rolü görüp tanıyamadı.

Ulusal hareketin devrimci döneminde onu sürekli “Bağımsızlık” talebinden dolayı eleştirdi. Ulusal hareketin reformcu döneminde ise bu talepten vazgeçip, mücadeleyi reformlar eksenine çekmesinden dolayı eleştirdi. Ancak her iki dönemde de Kürt sorunu eksenindeki gelişmelere dair bir pratik politika geliştiremedi. Kürt sorunundaki ‘pratik faaliyet’ PKK eleştiriciliğiyle sınırlı kaldı.

1999’da Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde bunu kendisi için temel bir politik sorun olarak görmemek, kendini ateşe atmamak... Uğur’un katledilmesinden, linçlere, sokak eylemlerine kurşun sıkılmasına uzanan son saldırganlık dalgası karşısındaki pratik tutumsuzluk... Tüm bunlar, işte böyle bir geçmişten köklenmektedir.

MLKP, Batı’da, bu konuda kendine özgü bir pratik politika geliştirebilen yegane devrimci partidir. Her pratik çizginin aynı zamanda bir eleştiri olması gerçeği, bu sorunda da kendini ortaya koyuyor.

Fakat devrimci yoldaşlar, her somut durumda, bir politikanın karşısına başka politika koyan bir pratik yaklaşım geliştirecek yerde, politikanın karşısına politikasızlığı ve eleştiriyi koymayı tercih ediyorlar.

Bu uğurda belli bir mücadeleye girişen akımlara yönelik ‘kuyrukçuluk’ eleştirisi ise, bu politikasızlığın teorik savunusu olmaktadır.

Irak işgaline karşı mücadele, işçi direnişlerinin desteklenmesi, tecrit karşıtı mücadele, siyasi baskılara karşı savaşım gibi politika zeminlerinde hiçbir gözle görülür politik sürükleyiciliği olmadığı halde tereddütsüzce yer alan kimi devrimci grupların söz konusu Kürt sorunu olunca “gölgede kalmak”, “yedeklenmek” ve “sürüklenmek” kaygılarının ayağa kalkmasına akıl sır ermemektedir!

Yüzbinlik bir işçi mitinginde sendikalı işçi kitlesinin içinde “erime”, dolayısıyla sendikaların peşinden “sürüklenme” riski ve hatta çoğu durumunda gerçeği yok mudur devrimci hareket bakımından?

Ancak siyasi çizgi bakımından Kürt ulusal hareketiyle kıyaslanamayacak kadar geri bir düzlemi ifade eden sendika ağalığının düzenlediği mitingleri kaçırmayan devrimci akımlar, Newroz mitingine kitlesini taşıyıp bayrağını dalgalandırmak söz konusu olduğunda duyarsızlaşmaktadır.

Ücret talepli ekonomik işçi grevlerine büyük bir siyasi önem atfeden, ilişkilenme çaba ve yönelimine giren devrimci akımların anadilde eğitim gibi devletin siyasi yapısını da sarsıp çatlatacak bir siyasi reform mücadelesine ilgisizliği de dikkatimizi aynı olguya çekmektedir.

Devrimci hareket, politikanın bütün alanlarında reformlar, kısmi talepler uğruna mücadele vermekte hiçbir sakınca görmezken, Kürt sorunu söz konusu olduğunda “Kürt ulusunun kaderini tayin hakkı’ndan aşağısına inmeyi asla kabul etmemektedir! Bu devrimci stratejik hedefe gidişi kolaylaştıracak, kısmi talepler uğruna girişilecek mücadeleyi reformizm olarak damgalayarak apolitik bir tutum geliştirmekte, kendisini de hareketsizleştirmektedir. Reform ve devrim ilişkisi üzerine Marksizm’in genel doğruları, Kürt sorunu söz konusu olduğunda başaşağı edilmektedir.

Nasıl ki, incirlik Üssü’nün kapatılması talebi antiemperyalist devrim hedefine yardımcı oluyor, onu kolaylaştırıyorsa; anadilde eğitim talebi de Kürt ulusal özgürlüğü hedefine yardımcı olur, onu kolaylaştırır. Nasıl ki incirlik Üssü’nün kapatılması tek başına emperyalizme bağımlılığa son vermez, ancak bunu geriletirse; Kürtçe anadilde eğitimin gerçekleşmesi de ulusal köleliğe son vermez, ancak onu geriletir.

Canlı Kalkanlar... Eşitlik ve Özgürlük Buluşması... Onurlu ve Adil Barış Yürüyüşü... Militarizme ve Savaşa Karşı Aydınlar Bildirgesi... Toplu mezarların bulunması talepli mücadele... Askeri operasyonların durdurulması mücadelesi... Anadilde eğitim talepli imza kampanyası... Türk gençliğine kardeşleşme çağrısı...

Bunların tümü, Kürt sorunu zemininde politika yapma, sömürgecilik ile Kürt ulusu arasındaki çelişkilere devrimci bir yanıt geliştirme çabasının görünümleridir. Kuşkusuz başka bir siyasi perspektiften, bu pratik politikanın eleştirilmesi, bunun yerine başka bir politik çizginin geliştirilmesi de mümkündür ve devrimci bakımdan son derece meşrudur.

Bizim bir trajedi olarak gördüğümüz, bu pratiklerin yerine pratiksizliğin, politikanın yerine politikasızlığın geçirilmek istenmesidir. Politik müdahalenin yerine analizin, pratik eylemin yerine kaydediciliğin, seyirciliğin, savaş dişiliğin geçirilmesidir.

Ancak devrimci hareketimiz, Kürt ulusal özgürlük talebi için de pratik mücadeleyi yükseltmeye yöneldiğinde, doğası devrimci bir karakter taşıyan bu yönelim kuşkusuz ki, zihniyet ve anlayışları da değiştirecektir.

Devrimci parti ve örgütler bakımından Kürt sorunu zemininde politika geliştirme çabası enternasyonalizmi, bu sorundaki savaş dışılık/politik duyarsızlık tarzı ise sosyal-şovenizmi ve ekonomizmi üreten bir doğaya sahiptir.

Fakat, bunun tam tersini savunanlar da var! Onlara göre, Kürt sorunundan ne kadar uzak durursanız, ideolojik savrulma da sizden o kadar uzak durur:

“Gerici şoven birikimlerin ayağa kalktığı bu tür kesitler, Türkiye Devrimci Hareketindeki ideolojik-siyasi kınlına ve tasfiyeci savruluşları derinleştirici bir rol oynamakla kalmamakta; ... güçsüzlüğünün ve etkisizliğinin altını çizen bir rol oynamaktadır.

Bunlardan birincisi, yani ideolojik-siyasi tasfiyecilik deki derinleşme kendisini öncelikle ve en kaba haliyle ‘kuyrukçuluk’ biçiminde dışa vuruyor. Bu kuyrukçuluk, kimilerinde burjuva karşıdevrim kampı içindeki dalaşan taraflardan AB’ci liberal kesimlere ya da ordunun çizgisine eklemlenme biçiminde dışa vururken, kimilerinde de ‘devrimci-demokrat tutarlılık’ bahanesi ve görünümü altında Kürt liberalizminin şakşakçılığı şeklinde dışa vurmaktadır.” (21) Yani ne demek oluyor Ufuk Çizgisi/Alınteri bilgiçlerinin bu tezi?! Sömürgecilikle Kürt ulusu arasındaki çelişkinin en çok yoğunlaştığı bu anda, Kürt halkıyla dayanışmayı yükseltmek “tasfiyecilik”, hatta “ideolojik-siyasi kırılma” oluyor!!!

Ancak sizin gibi sosyal şoven körleşme çizgisinde ısrar edenler, böylesi bir anda “ideolojik sağlamlığı” bu kıstasla ölçebilirler. Leninist bir bakış açısından, enternasyonalizmin ve tabii ki devrimciliğin kriteri bunun tam tersidir: Ezilen ulusun ezenlerin koyu terörü altında bulunduğu bir anda onunla dayanışma eylemini yükseltmeyenler ideolojik olarak savrulurlar ve tam da “kuyrukçuluğa”; ezilen Kürt ulusumuzun değil ama generallerin, faşizmin, sömürgeciliğin kuyrukçuluğuna düşerler!!

“Ordunun çizgisine eklemlenme” sadece İP’e, TKP’ye, Türk Solu’na, yani şovenizmin bayrağını göndere çekenlere has bir durum mudur?

Uğur’lar katledilirken, Bozüyük’te ikinci bir Sivas tezgahlanırken; Van’da, Siirt’te, İstanbul Bağcılar’da Kürt sokak gösterileri kurşunlanırken eylemsiz, tavırsız kalmak da fiilen sömürgecilere yedeklenmek değil midir?

Politikanın gerçekleri acıdır

Ufuk Çizgisi’nin tam da bu süreçte, ezilen Kürt halkımızın ulusal öfkesinin mermilerle-bombalarla ifadesi anlamına gelen PKK askeri eylemlerinin “gericiliğin değirmenine su taşıyan karakteri”ni keşfetmesi bir rastlantı mıdır? (22)

Böyle bir anda Marksist-Leninistler bakımından amaçlara ve ilkelere bağlılığın denek taşı; gadre uğrayan, aşağılanan ve boğazlanmak istenen Kürt ulusunun yanında yer almak, bunu sadece söz ve yazılarla değil, fakat bizzat eylem ve politik mücadele yoluyla yapmaktır.

UÇ, dikkatleri buradan uzaklaştırmak için çırpınıyor; ‘Hayır’ diyor, ideolojik savrulma, siyasi kırılma aranacaksa, “kuyrukçuluk”ta aranmalıdır... Yani o bildik, eski, artık kimseyi uyutmayan masalı okumaya başlıyor: Ezilen Kürt ulusunun eylemli desteklenmesi ‘kuyrukçuluk’tur, bu ulusun bugünkü önderi ve temsilcisi konumundaki PKK’nin siyasi çizgisinin ‘alkışlanmasıdır, vb. vb.

TKP’yi 1925 Şeyh Sait isyanını desteklemediği için niye eleştiriyorsunuz o zaman? Şeyh Sait isyanının önderliği herhalde Öcalan’la kıyaslanamayacak kadar daha gerici, aşiretsel, dinseldi. Fakat ‘30’ların Kıvılcımlı’sından ‘70’lerin İbrahim’ine kadar, Şefik Hüsnü TKP’sinin devrimci eleştiricileri, buna rağmen, ezilen ulusun isyanının Kemalist burjuvaziye karşı eylemli desteklenmemiş oluşunu mahkûm ettiler ve UÇ de sözüm ona aynı şeyi savunmaktadır!

Fakat, eğer tutarlı iseniz, bugünkü Irak direnişini eylemli olarak niye destekliyorsunuz? Böyle yapmakla Ebu Musab Ez-Zerkavileri, Mukteda Sadr’ları “alkışlamış” mı oluyorsunuz? Ya da Filistin direnişine eylemli destek vermek Hamas’ı, El Fetih’i “alkışlamak” mı oluyor?

Demek ki, her yazıda birkaç kez “tasfiyecilik tehlikesi”ne dikkat çekmek, “sağlam ideolojik duruş”u vurgulamak, her derde deva bir ilaç değilmiş. Politik mücadelede sağcı, apolitik ve doktriner konumlanış, bir akımı ideolojik savrulmanın her türlüsüne götürebiliyormuş!!

Dahası da var. UÇ, bizi “PKK muhipliği” ile ‘suçlayacak’ kadar kendini kaybetmiş durumdadır! (23) Kemalist bilinçaltının dışa vurduğunun belki de farkında bile değil. Fakat ‘muhip’, dost demektir.

‘İngiliz muhibi’ olmak bir suç, ama ‘PKK muhibi’ olmak bir onurdur. Biz, kendi payımıza, ezilen Kürt ulusumuzun siyasi temsilcileriyle dost olmaktan, zalimlerin onlara yönelik her ateşine siper olmaktan gurur duyuyoruz. Sahi siz, PKK’nin dostu değil misiniz? Yoksa PKK’yi ‘düşman’ bir güç olarak mı görüyorsunuz!?

UÇ, ‘proleter devrim’ lafazanlığının yerine pratik bir politikanın geçirilmesinden de rahatsızdır: Kürt sorununun “yegane çözümünün bir proleter devrimden geçtiği gerçeğinin propagandası ve bunun belirlediği somut siyasal taktiksel duruşun yerini, Atılım açısından artık ne anlama geldiği belli olmayan ‘Özgürlük, eşitlik, onurlu barış’ sloganı almıştır.”(24)

Kürt sorunu bakımından “Özgürlük”, “Eşitlik” ve “Onurlu (eğer gerçeğe sadık kalınacaksa buraya ‘adil ve demokratik’ de eklenmeli) barış” sloganları, sizin bakımınızdan gerçekten “ne anlama geldiği belli olmayan” sloganlar mı? Gerçekten Kürt soruna karşı bu kadar yabancı mısınız?

Kürt sorununun özünün ulusal özgürlüğün kazanılması olduğunu artık anlamadığınızı biliyoruz. Yaman “proleter devrim” teziniz, bunu anlatıyor. Peki Türk ve Kürt ulusları arasında tam hak eşitliği sloganı da mı size yabancı? “Özgürlük” ve “Eşitlik” değil ama hangi sloganlar Kürt sorununda demokratik bir savaşım çağrısı yapıyor? UÇ’a sorarsanız, devrimci proletaryanın sınır çizgisi, “sınıfa karşı sınıf çizgisidir.” Bu “çizginin” ise ne menem bir şey olduğu belli değildir, çünkü bu, ulusal bir sorunda sosyalist devrim sloganı atmanın eski bir yöntemidir ve politik mücadele bakımından hiçbir rolü ve işlevi yoktur.

Gelelim 'adil, onurlu, demokratik barış' sloganına

Alınteri, savaşın siyasetin bir devamı olduğunu kavramamakla kalmıyor; barış politikasının savaş politikasının bir devamı olduğunu da kavramıyor, anlamıyor, anlamak istemiyor. Tabii ki o, bu bahiste tek başına da değildir.

Kürt hareketi şu anda ne için savaşıyor? Anadilde eğitim, köye geri dönüş gibi kısmi ulusal demokratik reform taleplerinin yanı sıra, ancak esas olarak Kürt ulusunun siyaset yapma hakkı için, Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü için, dağdakilerin cezai bir yaptırıma maruz kalmadan yasal siyasete katılması, savaş esirlerinin serbest bırakılması için savaşıyor. Dolayısıyla PKK, ulusal reformist çizgisi doğrultusunda bir savaş yürütüyor. Rejime, kendi varlığını dayatıyor, kendisinin yasal olarak yer alacağı bir siyasal düzen karşılığında savaşı sona erdireceğini ilan ediyor. Kendisinin içine girebileceği bir alan açması karşılığında rejimle uzlaşmak için savaşıyor.

Onun barış siyaseti de bu savaş siyasetinin bir devamı ve tamamlayıcısıdır. Kitlelerin yukarıda anılan hedefler doğrultusunda seferber edilmesinden ibarettir. Dolayısıyla PKK barış dediğinde, anılan reform taleplerini savunmaktadır.

Aynı şekilde sömürgeci generallerin de bir ‘barış politikası’ vardır. O da kendi barışını dayatıyor: Gerillanın kayıtsız-koşulsuz teslimiyeti, Kürt ulusu üzerindeki koyu inkarın devamı... “Barış ve huzur”, sömürgecilerce bu çerçevede mümkün görülüyor, gösteriliyor.

AB, ABD ve TÜSİAD’ın da kendilerine özgü bir ‘barış politikası’ yok mudur? Tabii ki; onlar da, ‘barış’ dediklerinde Kürtlerin kimi bireysel kültürel haklarının tanınması zemininde PKK’siz ve Öcalan’sız bir ‘çözüm’ü kast etmektedirler. Bu ‘barış politikası’ zemininde kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarım kovalamaktadırlar.

Marksist Leninist komünistlerin barış politikası da tıpkı, savaşın tarafı olan diğer güçler gibi, kendi savaşım politikalarının bir devamı ve tamamlayıcısıdır. “Adil”, yani Kürt ulusunun maruz kaldığı tüm adaletsizliklerin ortadan kaldırıldığı bir barış; “Onurlu”, yani sömürgeciliğin teslimiyet dayatmalarına değil, Kürt ulusunun iradesinin tanınmasına dayalı bir barış; “Demokratik”, yani, ulusal sorunda demokrasinin birincil gereği olarak Kürt ulusunun kaderini tayin hakkının tanındığı bir barış!

Bu şiar, bir yandan Türk emekçisini, Kürt kardeşinin elini tutmaya çağırıyor; diğer yandan Kürt ezilenini adaletsiz, onursuz, anti-demokratik bir barışa karşı uyarıyor, mücadeleye çağırıyor. Generallerin ve hükümetin Türk halk kitlelerini şovenizmle zehirleme çabasına karşı, “Kürt ulusuyla demokratik barış” fikrini yayıyor, Türk emekçilerini ‘kendi’ burjuvazisinden kopuşmaya çağırıyor.

Bir yönüyle Türk şovenizmine, diğer yönüyle Kürt ulusal reformizmine karşı mücadeleyi içeriyor.

Kürt halk kitlelerinin yüz binlerle dile getirdiği güncel ‘barış’ talebine devrimci bir çerçeve kazandırmayı amaçlıyor. Antiemperyalist demokratik devrimin çözüm programını Kürt kitlelerinin ‘barış’ talebiyle birleştirmeye yöneliyor.

Kuşkusuz politik mücadelenin somut sorunlarını incelemek yerine, proleter devrim üzerine içi boş lafazanlık yapmayı tercih eden UÇ, güncel barış talebinin ne olduğu üzerine ya hiç düşünmemiştir, ya da bunu anlamamıştır.

Süregiden, güncel bir savaşın tarafı olan tüm güçlerin aynı zamanda bir de barış politikası olduğunu ya anlamamış, ya da bu konunun üstüne hiç düşünmemiştir.

Dolayısıyla burada, sadece yüz binlerce Kürt ezileninin barış talebine ilgisizlik yoktur; aynı zamanda sürmekte olan bir savaşın kaderine karşı da bir ilgisizlik, duyarsızlık vardır.

Kürt sorunu zemininde sözü edilebilecek en küçük bir pratik politikaya dahi sahip olmadığı halde bu sorun hakkında aylarca dergisi Kızıl Bayrak’ta yazıp çizen H. Fırat ise, devrimci hareketimizin trajedisinin en tipik bir sembolüdür.

H. Fırat da, Kürt hareketinin son atağının yarattığı sıkışmışlıkla, politikasızlığına yeni teorik icatlarla kılıf uydurmaya çalışıyor. Onun son icadı, PKK’nin ‘sosyal demokratlaştığı’ teorisidir.

Fırat’a göre, PKK’nin ilan ettiği programla geldiği nokta: “Ulusal bir hareket olmanın getirdiği özgünlüklerle bezenmiş olsa da, temel felsefesi yönünden olduğu kadar programı ve stratejik yönelimi bakımından da tipik bir sosyal-demokrat konum ve kimliktir.” Sosyal demokrasi ise zaten artık “Gerici bir burjuva akımına dönüşmüş”tür... Dolayısıyla “Kürt sorununda bağımsız devrimci tutum ve politika ile kuyrukçuluğa dayalı tasfiyeci oportünist tutum ve politika arasındaki temelli ayrım, aynı zamanda bu konum ve kimliğe yaklaşım üzerinden de kendini ortaya koymaktadır.” (25)

Alınteri de, Kızıl Bayrak da PKK’yi “gerici” ilan edip bu ‘can sıkıcı’ meselenin içinden sıyrılmak için uğraşıyorlar, ancak epey ter döküyorlar.

H. Fırat bir noktanın ucunu açık bırakıyor. Aradaki farkın alamet-i farikası PKK’nin konumuna-kimliğine yaklaşımdadır diyor. Bizim yaklaşımımız belli, ortada. Fırat, “Kürt hareketinin düzenle barışma çizgisine dolgu malzemesi olmayı cahilce böbürlenmelerle politika yapmak sanan bu tasfiyeci çevreler” karalamasıyla, isim vermeden bizim PKK’ye yaklaşımımızı nasıl değerlendirdiğini ifade ediyor... Ama kendilerinin gerçekte PKK’yle, onun şahsında da Kürt ulusal hareketiyle nasıl bir “ilişki”leri olduğunu açıklamıyor, tartışmıyor. PKK eleştirisini keyfi biçimde son sınırına kadar zorlayıp, şu anki ilişkisizlik gerçeğini, ulusal mücadeleye karşı kör duyargalarını meşrulaştırmaya çalışıyor.

Fakat devrimci hareketimizin Kürt sorunundaki politikasızlık gerçeğinin tek yanlı ve metafizik bir tarzda ele alınmaması gerekiyor.

Alınteri gibi bazıları Kürt sorununda politikasızlığı bir erdem düzeyine yükseltirken, TKP-ML ve MKP gibi bazıları ise, bunun özeleştirisine yöneliyorlar.

MKP 1. Kongresi’nin en esaslı özeleştirisi bu nokta üzerineydi: “Partimiz teorik-ideolojik düzlemde programatik siyasi görüşlerimizde her ne kadar ezilen ulus olan Kürt ulusu için doğru bir bakış açısı ortaya koymuşsa da, bu konu da pratik-politik gereklerinin yerine getirildiği ne yazık ki söylenemez. Bu noktada önemli derecede sosyal şovenizmin etkisi vardı. Bu daha çok da partimiz içerisindeki Türk kökenli yoldaşlar üzerinde mevcuttu.” (26)

Aradan geçen üç yılda bu özeleştiriyi pratikleştirecek adımlar atıldığını söylemek zor, ancak en azından bir niyet ve yönelim beyanı olarak bu satırlar anlamlıdır.

TKP-ML 7. Konferansının ardından bu partide de bu doğrultuda özeleştirel bir yönelim şekillenmektedir. Şu güncel tespit, ruhunu bu yönelimden almaktadır. “Komünist ve devrimci güçlerin böylesine önemli bir sorunda edilgenliği kabul edilemez bir durumdur. ... Kürt Ulusal Hareketi’ne önderlik eden güçlerin yalpalamaları, bizim esas alacağımız kıstas değildir. Bizler açısından esasa oturtulması gereken, Kürt ulusunun haklı ve meşru taleplerinin savunulması ve bunlara yönelik saldırılara da her düzeyde birinci elden karşı durulmasıdır.” (27)

DHKP’de de Kürt sorununu gündemine alma, dergisinde teşhir konusu yapma, Kürt sorununa dair bazı güncel politikaları söylem düzeyinde de olsa formüle etme gibi olumlu bazı işaretler ortaya çıkmaktadır.

Ancak tüm bu kıpırdanmalardan henüz gerçek bir hareket çıkmış değildir.

Sonsöz...

Kürt ulusuyla sömürgecilik arasındaki gerilimin yeniden tırmandığı ve rejimin Türk halk yığınlarını savaşın gerici safında sipere sürmek istediği, linç saldırılarıyla bunun pratik adımlarının atıldığı günlerden geçiyoruz. Ezen Türk ulusunun devrimcisi, komünisti, teori ve pratiğiyle Kürt ateşinde sınanmaktadır. İdeolojik sağlamlığını öncelikle enternasyonalist bir politik pratik temelinde şovenizme cepheden tutum alarak sergileyecektir.

Bu, aynı zamanda devrimci hareketimizin kendi kendisiyle savaşıdır.

Türkiye devrimcisi, Kürt halkının kaderi için kendisini ateşe atabilecek midir?

Başta kendi tabanı olmak üzere, Türk emekçilerinin sosyal-şoven önyargılarıyla güçlü bir iç ideolojik mücadeleyi göze alabilecek midir?

Sözde bir Amerikan karşıtlığı maskesinin arkasına gizlenen yeni ‘sol’ Kürt düşmanlığına cepheden karşı koyabilecek midir?

Bizzat kendi tarihinden süzülüp gelen ekonomist tez ve anlayışların kör edici kabuğunu çatlatabilecek midir?

Türkiye Devrimci Hareketi, Kürt sorununda rejimin tırmanan siyasi krizinden kendi göbek bağını keserek, Kemalizm’in ve sosyal-şovenizmin etkilerinden kopuşarak çıkabilecek midir?

Tüm bu soruların yanıtı pratik politika zemininde verilecektir.

Dipnotlar:

  1. Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Ulusal Sorun, s. 11
  2. DHKP Programı, A-d-7 maddesi
  3. Kürt Sorunu Nasıl Çözülür broşürü, s. 45-46
  4. Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun, Inter Yayınları, s. 425
  5. age. s 430.
  6. Kürt Sorunu Nasıl Çözülür, s. 75
  7. age. s. 10
  8. age. s. 13
  9. age. s. 14
  10. age. s. 46
  11. age. s. 55
  12. Lenin, Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Belge Yayınları, s. 278
  13. Kürt Sorunu Nasıl Çözülür?, s. 11
  14. Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 279
  15. age. s 282
  16. age. s. 278
  17. Kürt Sorunu Nasıl Çözülür, s. 79
  18. Kürt sorununun niteliği, kapsamı ve dev¬rimci çözüm-II, H. Fırat, tkip.org
  19. H. Fırat, tkip.org.
  20. TKİP Programından.
  21. Ufuk Çizgisi, 1 Eylül, 21. Sayı
  22. Ufuk Çizgisi, 20 Ağustos, ‘Liberal Stabilizasyon Seferi’
  23. Ufuk Çizgisi, 2 Ekim, “An”ın Politikası Nereye Çıkar?
  24. age.
  25. Kızıl Bayrak, 8 Ekim, “Demokrasi mücade¬lesi ve Kürt sorunu”
  26. Bu Tarih Bizim, s. 249
  27. İşçi Köylü, Ekim 2005, sayı 31

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi