Avrupa İşçi Sınıfı Hareketinde Çıkış Arayışları: Dev Uyanıyor

Dünya ezilenlerinin yarattığı zenginliğin en bü­yük paylarından birini alan ve neoliberal saldırganlı­ğın başlıca merkezlerinden olan Avrupa kapitalizmi, son yarım yüzyılda gemlemeyi başardığı kendi pro­letaryasının uyanmasından hep korkuya kapılmıştır. Bu korku, yalnızca Avrupa emperyalistlerinin ve ka­pitalist devletlerinin değil, aynı zamanda dünya emperyalist-kapitalist sistemin de korkusudur. Çünkü Avrupa işçi sınıfı, bir kez siyasi olarak harekete geç­tiğinde, neoliberal emperyalist saldırganlığın en cid­di muhalifi haline gelebilecek ve tüm dünya işçi sını­fı ve ezilenlerinin hareketi üzerinde dolaysız etkide bulunabilecek zincirlenmiş bir dev gibidir. Avrupa işçi sınıfının kendi burjuvazisine karşı mücadelesi, yalnızca emperyalist sermayenin —oldukça kışkırtıcı biçimler de kazanan pervasızca uyguladığı neolibe­ral saldırganlığın hızını kesmekle kalmayacak, daha da kapsamlı uluslararası bir rol oynayabilecek niteli­ğe sahiptir; dünyanın dört bir yanında emperyaliz­min ekonomik, siyasi ve askeri saldırganlığı altında yıkıma uğrayan ezilenlerin üzerindeki boyunduruğu gevşetici, dolayısıyla da onların mücadelesine de alan açıcı bir etkide bulunacak, başka coğrafyalardaki sı­nıf mücadelelerini de hızlandırıcı/sürükleyici bir rol oynayacaktır.

Dev uyanıyor. Zincirlerini kırmaya başladı. 30 yıldır işçi hareketi adına yaprağın kımıldamadığı ül­kelerde dahi, işçi sınıfı on binler, yüzbinler olup so­kaklara dökülüyor, şalterleri indiriyor ve dünya zen­ginliklerini yüzyıllardır doymaz bir iştahla yağmala­yan, halklara cehennem azabı çektiren kendi burju­vazisinin en korkulu kabusu olduğunu hissettirmeye başlıyor.

En son Fransa işçi sınıfının Şubat ayı içinde baş­layan ve Mart ayma da taşan grev ve gösterileri, Av­rupa işçi sınıfının uyanışının açık bir göstergesiydi. Sokağa çıkan milyonlar, Fransız tekelci burjuvazisi­nin ve gerici hükümetin neoliberal saldırılarına karşı öfkesini haykırdı. Özellikle bu son mücadelelerde, sendika bürokrasisinin bütün oyalayıcı tutumlarının, taban örgütlenmelerine dayalı aşağıdan geliştirilen bir inisiyatifle aşılması ve mücadelelerin bu yönünün öne çıkması, Avrupa işçi hareketinin yeni yeni ka­zanmaya başladığı bir nitelik olarak önemliydi. Av­rupa işçi hareketinin yeni döneminin işaretlerinden biriydi.

Yanılsamadan gerçeğe

1995’teki Fransız işçi sınıfının, gençliğinin, çiftçi­lerinin —birbirini etkileyen ve besleyen eylem dalga­sı, Avrupa işçi hareketinin silkinişini haber veriyor­du. Bu uyuyan devin, artık uyanma zamanının geldi­ğinin de işaretiydi. İtalya işçi sınıfı, Fransız sınıf kar­deşlerinin mücadelelerine yanıt verdi; genel grevler­le birleşen eylem dalgası, Berlusconi Hükümetinin de sonunu getirdi. İspanya, Yunanistan gibi Avrupa işçi sınıfının diğer bölükleri izledi bunu. Eylemler, neoliberal saldırıların hızının yavaşlamasında etkili oldu. Hareket, yalnızca Avrupa tekelci burjuvazisine istediği gibi at oynatamayacağını göstermedi, aynı zamanda neoliberal saldırganlığa dikensiz gül bahçe­si hazırlama görevi üstlenmiş sendika bürokrasisinin de huzurunu kaçırdı.

Sonraki süreçte hareket, sessizliğe gömülmedi ise de, yeniden geçici bir durağanlık dönemine girdi. Bu, Avrupa işçi sınıfının yeni mücadele dinamikleri ve potansiyelleri biriktirdiği bir dönemdi. Avrupa iş­çi sınıfının neoliberal saldırganlığın dünya çapındaki yıkıcı sonuçlarını algılama, sendikal krize yeni çö­züm arayışları geliştirme ve yer yer sendika bürokra­sisiyle hesaplaşma, bu hesaplaşmaların bir sonucu olarak yeni mevziler inşa etme ve örgütlenme, em­peryalist küreselleşme karşıtı hareketle birleşik mü­cadele kanallarını açığa çıkarma yönünde değerlen­dirdiği hazırlıkla örtüşüyordu.

Uluslararası mücadelenin izinden

Neoliberal saldırıların AB kararlarıyla yeniden tır­manışa geçtiği 2001’den sonra, Avrupa işçi hareketi de canlandı. İtalya, Yunanistan, İspanya, İngiltere, Almanya, Fransa, Portekiz işçileri grevler ve kitlesel gösterilerle yanıt verdi buna. 2002’de İtalya işçi sını­fının “iş güvencesi” yasasına karşı genel grevi, Yuna­nistan’da sağlık ve eğitim emekçilerinin grevleri, İs­panyanın Sevilla kentinde toplanan AB zirvesine karşı sokaklara dökülen milyonların eylemi, Avrupa işçi hareketindeki yükselişin önemli verileriydi. Ha­reket ulusal düzeylerde sınırlı kalmadı, aynı zaman­da Avrupa tekelci burjuvazisinin birleşik sınıf duru­şuna karşı da ortak bir mücadele pratiği ortaya çıkar­dı. 2003’te AB’nin sosyal güvenliğin tasfiyesi ve emeklilik yaşının artırılması kararlarına karşı Avrupa işçi sınıfı da birleşik bir tutum aldı; 2-3 Nisan bütün Avrupa ülkelerinde eylem günü olarak ilan edildi. Bütün Avrupa’yı saran eylem dalgası, işçi hareketinin en zayıf olduğu ülkelerde dahi büyük bir hareketi ateşledi. Bunlardan biri Avusturya idi. AB’nin emek­lilik yaşının yükseltilmesi kararına Avusturya işçi sı­nıfı 30 yıldan sonra ilk defa yeniden harekete geçti. Yüzbinlerce işçi iş bırakırken, 300 bin işçi gösteriler­le saldırıya suskun kalmayacağını gösterdi. Hollan­da, İsveç, Belçika, İsviçre, Norveç, Danimarka gibi iş­çi hareketinin zayıf olduğu ülkelerde de işçiler, bu birleşik eylem kararına uydu. Fransa işçi sınıfı, 2-3 Nisanın eylem hattını Mayıs’ta da sürdürdü. Genel grevle başlayan eylemler, Haziran’a kadar sürecek eylemlerin de önünü açtı. Aynı günlerde, Avrupa’nın başka ülkelerinde de eylemler kesilmedi. Benzeri bir eylem, Avrupa sendikalarının ortak kararıyla 2004’te de hayata geçirildi. Enternasyonal eylem, Avrupa iş­çi kitle hareketinin yeni dönemine işaret eden önem­li bir gelişme ve dünyadaki enternasyonal kitle hare­ketinden etkileşiminin göstergesiydi.

Avrupa işçi sınıfının enternasyonal nitelikteki ha­reketlerine ve sınıf dayanışmasına önemli bir örnek de 2004 yılının sonuna doğru gerçekleşen General Motors tekeline bağlı OPEL otomobil işçilerinin dire­nişidir. Almanya’da OPEL patronlarının bini aşkın işçiyi işten çıkarma saldırısına karşı gelişen direniş etrafında Avrupa çapında bir sınıf dayanışması örül­dü. Avrupa’nın başka ülkelerindeki OPEL fabrikala­rında çalışan işçiler, Alman sınıf kardeşlerinin deste­ğine koşmakta gecikmediler. Direniş, Mercedes, Si­emens gibi başka tekellere bağlı fabrikalarda çalışan işçilerden de destek gördü. Direnişi ayırıcı kılan, 2003 ve 2004’teki kıta çapında genel eylem kararla­rında ya da uluslararası savaş karşıtı koalisyonların emperyalist saldırganlığa ve işgale karşı aldığı dünya çapında eylem kararlarında olduğu gibi, her hangi bir merkezin iradesine bağlı kalmadan ve karar bek­lemeksizin sınıfın aşağıdan gelişen iradesinin bir ürünü olmasıdır. Bu uluslararası sınıf dayanışması­nın altına imza atan işçi sınıfı bölükleri, OPEL işçile­rine yapılan saldırıda kendi geleceklerini görmüş, sendika bürokrasisinin oyalayıcı ve tavsatıcı sınıf iş­birlikçi girişimlerine rağmen bir sınıf refleksi göster­miştir. Direniş ve uluslararası sınıf dayanışması kar­şısında OPEL patronları geri adım atmak zorunda kalmıştır.

Avrupa işçi sınıfı hareketinin durumu, gelişen yanları ve geleceğine ışık tutan bu enternasyonal ey­lemler yeni dönem kitle hareketinin ortaya çıkardığı önemli bir niteliktir. Avrupa işçi sınıfı da bu tarz eylemlere yönelerek, kendi çıkış yolunu aramakta ve açmakta­dır. Son birkaç yılın işçi hare­ketlerine damgasını vuran İtalya proletaryası, bu konuda önemli bir düzey yakalamış­tır.

İtalya işçi sınıfı yol açıyor

2002 yılında Berlusconi Hükümeti’nin işçi kıyımı ya­sasına karşı ayağa kalkan İtal­ya proletaryası, gerçekleştirdi­ği genel grevle hayatı felç et­mişti. O dönemde bize -ve Avrupa işçi sınıfından büyük beklentileri olan herkese “Merhaba proletarya” dedir­ten bu büyük genel grev hare­keti sırasında alanlara çıkan 11 milyon işçi, İtalya kentleri­nin en büyük meydanlarına sığmamıştı. Bu büyük eyle­miyle hükümete geri adım at­tıran ve sonraki dönemde de işçi sınıfının kitlesel baskısını İtalyan tekelci burjuva­zisinin üzerinden eksik etmeyen işçiler, Avrupa işçi sınıfının en ileri bölüğü olarak öne çıkmıştı.

1995’te birinci Berlusconi döneminde hükümeti koltuğundan aşağı indiren İtalya proletaryası, bu haklı unvanı, yalnızca neoliberal politikaların kendi üzerinde yarattığı yıkıma karşı mücadele ederek al­madı; o aynı zamanda emperyalist saldın ve işgale karşı da Avrupa işçi sınıfının en dinamik ve kitlesel eylemlerine imza atarak elde etti. Iraklı kardeşlerine binlerce kilometre uzaktan enternasyonal bir selam gönderdi; yüzbinler olup meydanları doldurdu, ma­kineleri susturdu, savaş araçlarının nakledilmesini bloke etti, askeri üslere saldırdı, Amerikan emperya­lizminin Avrupa’daki en sadık dostlarından olan Ber­lusconi hükümeti üzerinde, Irak’taki İtalyan askerle­rin geri getirilmesi için eylemleriyle baskı kurdu.

Almanya'da devrimci Pazartesilere

İşçi eylemleri, 2004’te de devam etti. Özellikle Almanya işçi sınıfı, neredeyse bütün yılı ayakta ge­çirdi. Toplu İş Sözleşmesi mücadeleleri, sosyal de­mokrat SPD ve Yeşiller koalisyonunun Ajanda 2010 ve Hartz IV saldırısına karşı mücadeleler, Avrupa kapitalizminin bu ileri ülkesinde yıla damgasını vurdu. Pazartesi Eylemleri di­ye adlandırılan Hartz IV yasa­sına karşı mücadeleler olduk­ça dikkat çekiciydi. 1989’da Berlin Duvarının yıkılışının önünü açan Pazartesi gösteri­leri, o dönemde sosyalizme karşı bir hareket olarak geliş­mişti ve adeta Batı kapitaliz­minin zaferini simgeliyordu.

O yıllarda, revizyonist bü­rokratik yönetime karşı ayağa kalkan Doğu Alman işçi sınıfı, değişim arayışlarına yanıtı, Batı kapitalizmine entegre ol­makta bulmuş, boynunu gö­nüllü bir şekilde kapitalist sö­mürü boyunduruğuna uzat­mış ve kaderini Alman tekelci burjuvazisinin pençelerine teslim etmişti. Çok geçmeden bunun büyük bir yanılgı ol­duğunu anlayacaktı. Çünkü, geleceğine dair büyük umut­larla sarıldığı Avrupa burjuva demokrasisi, aslında dizginsiz bir sömürü, artan ve giderek kronikleşen işsizlik ve yoksullaşmaydı.

Sovyetler Birliği (SB) ve Doğu Avrupa’nın dağılı­şıyla dizginlerinden boşanan Batı kapitalizmi, hızla sosyal devleti, dolayısıyla işçi sınıfının 150 yıllık mücadelesinin tarihsel kazanımlarını tasfiyeye yö­nelmişti. 1989’da karşıdevrimci bir girişim olarak çıkan Pazartesi Eylemleri, aradan 15 yıl geçtikten sonra işçi sınıfının elinde bir mücadele bayrağı ha­line geldi. Pazartesiler, Doğu Almanya’yı yutan Batı Alman tekelci burjuvazisinin neoliberal saldırıları­na karşı Alman işçi sınıfının mücadele arzusu ve öf­kesine ışık tuttu.

Avrupa işçi hareketinde yeni dönem

Bütün bu gelişmeler, Avrupa işçi hareketi bakı­mından yeni bir dönemin başladığına işaret etmek­tedir. Avrupa işçi sınıfı 2001’den bu yana, sürekli ayakta. Hareket bu süreç içinde önemli bir genişle­me gösterdi. İşçi hareketinin daha canlı olduğu İtal­ya, İspanya, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerin dı­şında Almanya, İngiltere, Avusturya, Belçika, Hol­landa, İsviçre ve İskandinav ülkelerine doğru geniş­ledi. Bu genişleme henüz, Avrupa tekelci emperya­list burjuvazisinin iktidarını sarsan devrimci bir dalgaya dönüşmüş olmaktan uzaktır elbet. Ancak neoliberal saldırıları püskürtme doğrultusunda gi­derek güçlenen bir kitle politizasyonu ve pratik ha­reket kuvveti biriktirdiği de kesindir. Geleceği be­lirleyen gelişmenin yönü budur.

Hareketi yeni yapan, her şeyden önce, onun içe­risinden geçtiğimiz tarihsel-politik koşulların ürü­nü olması ve dolayısıyla günümüz toplumsal hare­ketlerinin kimi özelliklerini taşımasıdır. Hareketi geçmişten farklı kılan yeni unsurlar, henüz hareke­te bir bütün damgasını vuran, onu belirleyen bir düzeyde değildir. Her yeni hareket gibi geçmişin/gelenekselin zayıf/cılız dinamikleri üzerinde kendi gelişim kanallarını açmaya çalışmaktadır. Bu nedenle geleneksel sendikal anlayış ve yapılardan henüz kopuşamamıştır. Onun zayıf yönüdür bu. Ancak Avrupa işçi sınıfı, yer yer bilinçli, yer yer de kendi sınıf güdüleriyle bunu anlamakta, hissetmek­te ve bu yönde arayışlar geliştirmektedir. İtalya’da­ki COBAS örneği, Almanya ve İngiltere’de muhalif sendikacıların örgütlenme ve alternatif oluşturma çabaları, en son Fransa’da hükümetin neoliberal saldırılarına karşı taban inisiyatiflerinin aşağıdan basıncı ile örgütlenen genel grev ve milyonları so­kaklara döken kitlesel gösteriler, İspanya’da tersane işçilerinin geleneksel sendikal kalıpları yıkarak ge­liştirdikleri militan direnişler, OPEL işçilerinin di­renişi etrafında örülen uluslararası sınıf dayanışma­sı, tüm bu çabalara örnek oluşturan önemli veriler­dir. Son 50 yıla damgasını vuran “toplumsal barış/uzlaşma” döneminin sona erdiği gerçeği, Avrupa işçi sınıfının bilincinde de belirmeye başlamıştır. Tüm bu yeni yönelim ve arayışların başlıca neden­lerinden biri budur.

Avrupa işçi sınıfının yeni arayış ve yönelimleri­ne, hareketi dünden farklı kılan özelliklerine tekrar döneceğiz. Ancak önce sorunu daha iyi analiz et­mek ve durumu daha anlaşılır kılmak için Avrupa işçi hareketinin son 50 yılını ve bu sürece damgası­nı vuran “toplumsal barış/uzlaşma” dönemine ve sonuçlarına; bunun hareket üzerinde yarattığı ide­olojik ve politik bozulmaya değinmek gerekiyor.

"Toplumsal barış" ve işçi sınıfı

19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın başlarındaki sınıf mücadeleleri, 20. yüzyılın başlarında Rusya’da gerçekleşen Ekim devrimi, Avrupa tekelci burjuva­zisini, işçi sınıfı karşısında geri adım atmaya zorla­dı, onu uzlaşma siyasetine doğru geriletti. Bütün bu sınıf mücadeleleri boyunca burjuvazi, işçi sınıfını yenemeyeceğini görmüştü. 1930’larda Avrupa’nın bazı ülkelerinde burjuvazi, işçi sınıfının —özellikle ücretler bazı talepleri konusunda sendikalarla an­laşmalara vardı. Böylelikle “toplumsal barış/uzlaşma” siyasetinin temelleri atıldı.

Avrupa’nın bazı bölgelerinde; özellikle kuzeyde kurumsallaşan bu süreç, İkinci Emperyalist Payla­şım Savaşı sonrası Avrupa’nın -başta merkez ülke­leri olmak üzere hemen hemen bütününde temel alındı. Avrupa’da sınıf mücadeleleri, emekle serma­ye arasındaki çatışmalarla karakterize olan bir dö­nemden –göreli bir barış (sendikalar, patronlar ve devlet arasındaki ikili, üçlü görüşmeler ve uzlaşma politikaları) dönemine girdi ve işçi sınıfı mücadele­lerinin sonraki 50 yılma da damgasını vurdu.

Emekle sermaye arasındaki —göreli barış, refah devletinin -ya da sosyal devletin üzerinde geliştiği zemini de oluşturdu. Emekle sermaye, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki antagonist/uzlaşmaz çelişkiler silikleştirildi. Sömürenlerle sömürülenler arasında bir “toplumsal sözleşme” oluşturuldu. Sosyal dev­let, bu “toplumsal sözleşme’nin kendisiydi. Devlet, bütün toplumun asgari ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olacak, patronlar ücretler ve sosyal haklar konusunda uzlaşmaz davranmayacak; çalışma yaşa­mına barış hakim olacaktı... Diğer taraftan işçi ha­reketi üretimin kapitalist örgütlenmesi, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve patronların emek sü­recini düzenlemesini kabul edecekti. Böylelikle ça­lışma yaşamına “barış” hakim olacaktı. Bunun anla­mı, işçi sınıfının, sosyal devlet ve tedricen iyileşen yaşam koşullan karşılığında kendi sosyalist proje­sinden vazgeçmesiydi.

“Toplumsal sözleşme” bu temel ilkeler üzerinde kendini var edecekti. Emekle sermaye arasındaki ilişki de buna göre düzenlendi. Ücretler ve çalışma koşullan tedricen iyileştirildi. Yaşam standartları belirgin bir biçimde yükseltildi. Bu politika, önem­li kazanımlar sağladığı için de işçi sınıfının kitlesel desteğini kazandı.

Patronlarla işçiler arasında çıkan sorunların çö­züm yöntemi olarak ‘diyalog’ temel alındı. Sorunlar masa başında çözülmeye başlamıştı. Savaşın yıkın­tıları üzerinden, dünya kapitalizminin yeni lideri Amerikan emperyalizminin desteğiyle kendini ye­niden örgütlemeye girişen Batı Avrupa burjuvazisi, işçilerin karşısında uzlaşmaz tavrını (daha sonra ye­niden çıkarmak üzere) geçici olarak para kasasına koymuştu. Anlaşmazlıkların masa başında çözüldü­ğü koşullarda işçi sınıfı da mücadeleyi geri plana itti; böylelikle kendisini de geri plana itmiş oldu. Pat­ronlar ve devlet temsilcileri karşısında kendini sa­vunacak ‘vekillere’ bıraktı inisiyatifi.

Sendika bürokrasisinin güçlenmesinin önünü açan bu süreç, tersinden de işçi sınıfının mücadele dinamiklerini eritti. Emek hareketi, derin bir apolitizasyona uğradı, sermayeye karşı ılımlılaştı. Sınıf bilincinin parçalandığı ve işçi sınıfının kendi tarihi­ne ve tarihsel misyonuna yabancılaştığı bu süreç, hareketin radikal dinamiklerini marjinalleştirdi. Bu sınıf uzlaşma siyasetini yönetmek, sosyal demokrat partilerin tarihsel rolü haline geldi. Sendika bürok­rasisi de sosyal demokrat partilere entegre oldu. Bugün sosyal demokrasinin yaşadığı kriz, tam da bu nedenle sendikal hareketin kriziyle dolaysız bir bağ içindedir.

Sosyal devlet ve “toplumsal barış/uzlaşma”, ger­çekte işçi sınıfının gücünün ürünüdür. Burjuvazi, sınıf mücadelelerinin ve sosyalizmin kazanımlarının basıncı altında “toplumsal barış/uzlaşma” siya­setine başvurmak zorunda kalmıştır. Keza İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan sosyalist blok, ka­pitalizmin üzerinde daha büyük bir basınç yarat­mıştır. Bu da dolaysız bir biçimde, özellikle kapita­lizmin ileri ülkelerinde, işçi sınıflarının yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi yönünde etkili olmuştur. Bunu böyle kavramamak; tersinden ka­pitalizmin gelişme düzeyinin bir sonucu olarak gör­mek, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz ta­rihsel çelişkilerin üzerini örtmek, sınıfın gücünü ve sınıf mücadelelerinin değiştirici etkisini küçümse­mek anlamına gelir ki, sendika bürokrasisinin ve sı­nıf işbirlikçi oportünist siyasetin beslendiği ideolo­jik temel de burasıdır. Sendika bürokrasisinin ve oportünizmin bugün içine düştüğü batak da bura­dan gelmektedir.

Sermaye kurduğu "barış"ı bozdu

“Toplumsal barış” siyasetini olanaklı/uygulanabilir kılan, üzerine oturduğu tarihsel koşullardı. Yukarıda da söylediğimiz gibi, 20. yüzyılın ilk yarı­sında proletarya ve ezilen halkların verdiği mücade­leler ve Ekim devriminden başlayarak bir dizi ülke­de gerçekleşen devrimler, burjuvaziyi uzlaşma siya­setine doğru geri adım atmaya zorlamıştı. Ancak “toplumsal barış/uzlaşma” siyasetinin uygulanabil­mesi için, bu basıncın kapitalizmin ekonomik ko­şullarıyla da buluşması gerekiyordu. İkinci Emper­yalist Paylaşım savaşı sonrası oluşan kapitalizmin uzun süreli istikrar dönemi, böyle bir olanağı sun­du. Batı kapitalizmi, savaştan sonra 20 yıldan fazla bir istikrar ve güçlü bir ekonomik büyüme yaşadı. Bu durum emperyalist sömürü sonucu elde edilen karların emek, sermaye ve sosyal devlet arasında bölüşülmesine olanak sağladı.

Bu sınıf uzlaşması, yüksek büyümeye sahip is­tikrarlı bir kapitalist ekonomiye dayandığından, kı­rılgan bir niteliğe sahipti. Nitekim Batı kapitalizmi­nin 1970’lerin başında yaşadığı ekonomik krizle birlikte, gerilemeye başladı. Kriz, burjuvaziyi, mali­yetleri düşürmek için diğer şeylerin yanı sıra, ücret­lere ve sosyal devletin temellerini oluşturan kamu harcamalarına saldırıya yöneltti. Kapitalist güçler, saldırıya geçti ve “barış”ı bozdu.

Ancak, mücadeleci dinamikleri alabildiğine ge­rileyen, ılımlılaşan işçi sınıfı ve emek örgütleri bu­na hazır değildi. Tam bir şaşkınlık yaşadılar; serma­ye, “toplumsal barış”a uygun davranmıyordu. Pat­ronlar, görüşmelerde hiç de uzlaşıcı değildi. Aksine düşmanca ve kendi çıkarlarını dayatıcıydı. Sendika bürokrasisi, “toplumsal barışı” korumak için serma­yenin saldırıları karşısında pasif kaldı ve işçi hare­keti savunmaya geçmeye zorlandı. Artık çıkarlarını iyi savunamadığı için işçiler, sendikaları terk etme­ye başladı.

Bu gelişmeler, aynı zamanda işçi sınıfının burju­vaziyle tutuştuğu sınıf mücadelelerini, esas olarak kaybedeceği bir dönemin de başlangıcıydı. Neoliberal saldırganlık 80’lerde iyice hız kazandı. SB ve Doğu Avrupa’nın dağılmasıyla da önündeki bütün engeller kalkmış oldu. Burjuvazinin artık “toplum­sal sözleşme’ye de ihtiyacı kalmamıştı. Emekle uz­laşmaya gerek yoktu. Bütün cephelerde zafer ka­zanmıştı. Ve toplumsal sözleşmeyi yırttı attı. Emek­le sermaye arasındaki barışçıl bir arada yaşama siya­seti darmadağın oldu.

Üretim sürecindeki değişiklikler ve sınıf mücadelelerine etkisi

Sermayenin işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırıları, kapitalist üretim sürecinde yaşa­nan değişimlerle de paralel bir seyir izledi. Tekno­lojik gelişme, üretim araçlarının yenilenmesine ve emek üretkenliğinin artışına olanak sağladı. Bu du­rum, kaçınılmaz bir biçimde kapitalist üretim süre­ci üzende önemli değişikliklerin önünü açtı. Üretim araçlarının yenilenmesine bağlı olarak, çok sayıda işçinin yaptığı işin, yeni üretim teknolojisi ile daha az sayıda işçi ile yapılıyor olması, sermayeyi yeni üretim biçimlerine yöneltirken, binlerce işçinin toplandığı fabrikaların, kapitalist üretimdeki rolünü de zayıflattı. Bunun sonucu, üretim sürecinin esnekleştirilmesi oldu. Burjuvazi, 19. yüzyılın ikin­ci yarısına ve 20. yüzyılın son çeyreğine kadarki bö­lümüne damgasını vuran -akar bant da denilen Fordist-Taylorist üretim biçimini terk etmeye başla­dı. Başta Japonya gelmek üzere Uzakdoğu’da başla­yan üretimin esnekleştirilmesi, uluslararası serma­yenin sarıldığı kurtarıcı oldu. Bu, binlerce, hatta on binlerce işçiyi bir çatı altında toplayan entegre bir sistem olan fabrikanın da parçalanması anlamı­na geliyordu. Birçok üretim ünitesi, fabrikadan ko­parıldı. Taşeronlaşma alabildiğine yaygınlaştı. Eski­den fabrikanın herhangi bir ünitesinde üretilen bir parçayı, artık taşeronlar üretmeye başladı.

Fordist üretim biçimi, işçilerin on binlercesinin aynı işletme ve tesis çatısı altında bir araya gelmesi­ni, ortak bir yaşamı paylaşmalarını sağlıyordu. Bin­lerce, on binlerce işçinin aynı vardiya saatlerinde işe başlaması, aynı yemekhanede yemek yemesi, aynı zamanlarda dinlenmesi, onların sorunlarını da or­taklaştırıyordu. Üretim sürecindeki bu ortaklaşma, işçilerin sendikalarda örgütlenmesini kolaylaştırır­ken, sınıf bilincine ulaşmalarının da olanaklarını ar­tırmıştı. Üretimin esnekleşmesiyle birlikte bu du­rum giderek değişti. İşin parçalanmasına bağlı ola­rak, üretim merkezden çevreye kaydı. Dolayısıyla işçi sınıfı da... Sanayi proletaryası, sınıf mücadele­lerindeki belirleyici rolünü yitirmeye başladı. Fab­rikalarda istihdam edilen işçi sayısı büyük oranda azalırken, işçi sınıfının büyük bölümü esnek çalış­maya itildi. Bu, işçi sınıfının büyük bölümünün ör­gütsüz ve güvencesiz çalışma koşullarına mahkum edilmesi anlamına geliyordu.

Bu süreç, sendikalarda örgütlü işçi sayısının da hızla düşmesinin önünü açtı. Esnekleşme, sendikal harekete büyük bir darbe indirdi. Kapitalist üretim sürecindeki bu değişim yalnızca işçi sınıfının örgüt­sel yapısını bozmadı, aynı zamanda bilincini de parçaladı. İşçileri tekilleştirdi. Burjuvazi ile prole­tarya arasındaki çelişkiyi, patronla işçi arasındaki ilişkiye indirgedi.

Kapitalist güçlerin iki koldan geliştirdiği bu neoliberal yeniden yapılandırma süreci, SB ve Doğu Avrupa’nın yıkılışıyla birlikte 90’larm başında hız kazandı. Uluslararası tekelci sermaye, işçi sınıfı ve emekçilere karşı oldukça pervasız bir saldırıya geç­ti. Bu dönem, aynı zamanda kapitalist dünya için­deki uyumun da bozulduğu bir dönemin koşulları­nı olgunlaştırdı. Sermayenin olağanüstü merkezi­leşmesi, emperyalist güçler arasındaki rekabeti kı­zıştırdı. Uluslararası tekeller, emperyalist sermaye­nin dünya üzerinde serbestçe dolaşımının önünde­ki engelleri ortadan kaldırmak için ulusal ekonomi­leri kıskaca aldı. Uluslararası tahkim yasaları ile, MAİ, MİGA gibi uluslararası anlaşmalarla bunun hukuksal dayanaklarını oluştururken, ulusal eko­nomileri de göçertme ve emperyalist sermayenin basit birer uzantısı haline getirme yolundan yürün­dü. Kuşkusuz bu saldırıların en yıkıcı sonuçlarını yeni sömürge ülkelerin halkları yaşadı. Özelleştir­meler, ulusal tarımın çökertilmesi ve uluslararası tarım tekellerine bağımlı hale getirilmesi, işçi sınıfı ve orta sınıflar üzerinde büyük bir yıkıma yol açtı.

70’li ve 80’li yıllarda daha çok yeni sömürge ül­kelerde uygulanan bu süreç, 90’lardan sonra Avru­pa’yı da etkisine aldı. Özelleştirmeler hız kazandı, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesi, sosyal gü­venliğin budanmasında somutlaşan sosyal devletin tasfiyesini, çalışma yaşamının kuralsızlaştırılması izledi. Neoliberal yeniden yapılandırmanın kaçınıl­maz biçimde ortaya çıkardığı çalışma yaşamının kuralsızlaştırmasına, reform adındaki yasal düzen­lemeler ve yeni iş yasaları ile de hukuksal dayanak­larına kavuşturulması yolundan gidildi.

Bütün bu saldırılar, işçi sınıfının yaşam standart­larında hızla bir kötüleşmeye yol açarken, orta sı­nıfları da olağanüstü bir biçimde çözdü. İşsizlik ve yoksullaşma büyüdü. Bugün Avrupa, ciddi bir iş­sizlik kriziyle yüz yüze. Birçok ülkede resmi veriler bile, İkinci Dünya Savaşı öncesi işsizlik düzeylerine ulaştı. Refah kıtası Avrupa, artık emekçiler bakı­mından giderek katlanılmaz hale gelmeye başladı. Orta sınıfların çözülmesi ve birçok sektörün artık kapitalist artı-değer üretimi sürecinin dolaysız bir parçası haline gelmesi, işçi sınıfını nicel bakımdan büyütmesine karşın, onunla ters orantılı bir şekilde de örgütlenme düzeyi alabildiğine düştü.

Avrupa’da tüm bu neoliberal saldırıların merke­zinde AB duruyor. AB, bugün Avrupa’da neoliberal toplumsal ve ekonomik modeli kurumsallaştıran temel araçtır.

Sendikal kriz

Sermayenin tüm bu saldırılarına, sendika bü­rokrasisinin yanıtı sınıf uzlaşmacılığını devam ettir­mek oldu. Neoliberal saldırılara karşı anlamlı mü­cadeleler örgütleyemedi. İşçi sınıfının aşağıdan ge­liştirdiği mücadeleleri de “toplumsal barış”ı koru­mak adına köstekledi. Böylelikle sendikalar, işçi sı­nıfının bilincinde önemsizleşmeye başladı. Ve sendikal hareket derin bir krize yuvarlandı. İşçiler, kit­lesel olarak sendikaları terk etmeye başladı.

Son yirmi yıl içinde sendikalarda örgütlü işçi sa­yısı yarı yarıya düşmüş durumda. Ve bu büyük kan kaybı devam ediyor. Sendikal bürokrasi, bu kan kaybının önüne geçemiyor; statükolarını korumak için daha fazla sermayeye yanaşıyor, onların saldırı politikalarına payandalık yapıyor. Neoliberal saldır­ganlığa, dikensiz gül bahçesi hazırlıyor. Mevcut kri­zi içinde, üyelerinin acil ekonomik ve toplumsal çı­karlarının savunucusu olarak oynamaları gereken rolü yerine getiremiyorlar. Tüm sektörler ve sanayi­ler içindeki temellerini yitirdiler.

Kapitalist üretim sürecindeki değişimleri anla­makta oldukça geciktiler. Sendikaların örgütlü ol­duğu fabrikalar ve kamu işletmelerindeki işçi sayısı hızla düşmesine ve işçi sınıfının büyük bölümü örgütsüzleştirilmesine karşın, bu büyük örgütsüz kit­leyi göz ardı ettiler. Sendikalardaki erimeyi durdur­mak için yeni alanlara yönelme konusunda ya tü­müyle hareketsiz kaldılar ya da oldukça geç müda­hale ettiler. Bu yöndeki kimi pratikler ise “toplum­sal uzlaşmayı” yeniden kurma amacına bağlandığı için, güven vermediler. Örgütlenme pratikleri, eği­tim seminerlerinin ötesine geçemedi, geçemiyor.

Örgütsel kriz, sendikal krizin yalnızca bir boyu­tu. Daha temelde ideolojik kriz vardır. Toplumsal sözleşmenin ideolojik mirası, geleneksel sendikal hareketin boynunda ağır bir pranga gibi asılı dur­maktadır. Sendika bürokrasisi de kendini, bu ide­olojik zemin üzerinde hala varetmeyi sürdürmekte­dir.

Tümüyle burjuvalaşan sendika bürokrasisi, eski statükosunu kaybetmemek için, emperyalist küre­selleşme zemininde toplumsal sözleşmeyi yeniden kurma çabası içindedir: 20. yüzyıl boyunca daha çok ulusal sınırlar içinde kalan emekle sermaye ara­sındaki toplumsal uzlaşma, “küreselleşmeye” bağlı olarak yeniden kurulmalıdır! Emekle sermaye ara­sındaki ilişkiler, uluslararası hukukla yeniden belir­lenmelidir! Sendika bürokrasisinin, krize çözümü budur. Uluslararası sendikal konfederasyonlar ve koalisyonlar, bu amaçla, WEF toplantılarına katıl­makta, uluslararası sermayeyi ikna etmek için yo­ğun çaba gösterirlerken, diğer taraftan, kendini em­peryalist küreselleşme karşıtı kitle mücadelelerin­den ve hareketlerden mümkün olduğunca yalıtma­ya çalışmaktadırlar. Sosyal Forumlara, genel prog­ramın içinde değil de, daha çok ayrı programlarla katılarak emperyalist sermaye şirin gözükmeye, emperyalist küreselleşme karşıtı hareketle arasında­ki mesafeyi korumaya özen göstermektedirler.

Yeni dönemin işaretleri

“Toplumsal barış”ı yeniden kurma yönündeki çabaların hiçbirisinin, işçi sınıfının yaşadığı mevcut krize çözüm olamayacağı artık açığa çıkmıştır. Bur­juvazi, kendi kurduğu “barışı” neoliberalizmle dümdüz etmiştir. Ve bir daha da geriye dönmeye hiç niyeti olmadığını açıktan belli etmektedir. Av­rupa işçi sınıfı, 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başındaki mücadele dinamizmini ve toplumsal ideallerini ye­niden kazanamadığı sürece, sermayenin saldırıları­nı püskürtemeyeceği gerçeğini henüz bir bütün ola­rak bilince çıkartmış değilse de, son yıllardaki sınıf mücadeleleri, bu yönde önemli çaba ve arayışların olduğunu göstermiştir. Kuşkusuz hareketin gelişi­mi, her yerde aynı düzeyde ilerlememektedir. Sınıf mücadelesi, doğası gereği eşitsiz bir biçimde geliş­mektedir.

Avrupa işçi sınıfının son birkaç yıla sığdırdığı mücadeleler, hareket içinde çıkış arayışlarının arttı­ğını gösteriyor. Sendika bürokrasisinin hareketi ge­riye çekici tutumları ve sermaye ile girdiği rezil iş­birlikleri, işçi sınıfını geleneksel bürokratik sendi­kal hareketten kopuşa zorluyor. Ve -yazının başın­da da ifade ettiğimiz ve örnekleriyle de açıkladığı­mız gibi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde sınıf bölük­leri arasında yeni arayış ve yönelimler gelişiyor. Bu yeni arayış ve yönelimlere denk düşen mücadele pratikleri ortaya çıkıyor.

Bu yeni arayış ve mücadeleleri, geleneksel sendi­kal anlayışlardan ayıran ortak yanlarını başlıklar al­tında sıralayalım.

Enternasyonal mücadele ve dayanışma, Av­rupa işçi hareketinin yeni bir niteliği olarak gelişi­yor. 19 ve 20. yüzyıl boyunca işçi hareketinin sen­dikal mücadelesi, ulusal sınırların belirlediği bir zemin üzerinde gelişiyordu. İşçi sınıfının enternas­yonal yönelimlerini daha çok sınıf bilinçli unsur­lar, politik hareketler belirliyordu. Emperyalist kü­reselleşme ve sermayenin uluslararası saldırılarının birleşik burjuva sınıf karakteri, işçi sınıfı ve ezilen­leri de uluslararası çapta ortak davranmaya yönelt­ti. Emperyalist küreselleşme karşıtı hareketlerde ilk somut biçimlerini alan enternasyonalist hareket tarzları, işçi sınıfını da bu mücadelelere katıldıkça etkiledi. Irak’a yönelik emperyalist saldırganlık ve savaşa karşı mücadelelerin en önemli dinamikle­rinden biri Avrupa işçi sınıfıydı. Amerikan emperyalizminin Irak’a ilk bomba­ları yağdırdığı gün (21 Mart 2003) emperyalist savaşa karşı uluslararası savaş karşı­tı koalisyonlarının aldığı dünya genel grevi kararının merkezinde Avrupa işçi sınıfı duruyordu. Avrupa işçi sınıfın bu mücadelelerden öğ­rendiğini, AB’nin bütün Av­rupa ülkelerini kapsayacak tarzda aldığı emeklilik yaşı­nın yükseltilmesi kararına karşı aynı yıl gerçekleştirdiği kıta çapındaki 2-3 Nisan ge­nel eylemleriyle gösterdi. En­ternasyonal mücadele silahı­na daha sonra da başvurarak, bu yönelimin hareketi karakterize eden bir nitelik olarak geliştiğini ortaya koydu. Ser­mayenin uluslararası saldırı­larının, ancak başka uluslar­dan emekçilerle birlikte mü­cadele edilerek püskürtülebileceğini bilince çıkarmaya başladı ve bu yöndeki arayış­larını yoğunlaştırdı. Bu ara­yışlar, onu aynı zamanda emperyalist küreselleşme karşıtı toplumsal hareketlerle daha etkin ilişkiler geliştirmeye yöneltti, yöneltiyor.

Avrupa işçi hareketi içindeki yeni arayışlar, dünyanın başka coğrafyalarında olduğu gibi kendi­ni, daha çok politik ve toplumsal talepler üzerinde inşa ediyor. “Toplumsal barış” döneminin işçi hare­ketini ücret temelli işyeri ile sınırlı taleplere hapse­den mücadele anlayışını reddederek gelişme kanal­larını açıyor. Sermayenin, saldırılarının politik, ide­olojik ve birleşik niteliği, işçi sınıfının politik müca­deleye daha etkin katılmasını gerekli hale getiriyor. Yeni tarz örgütlenmeler de bu bilinçten hareket edi­yor. Avrupa işçi sınıfının uluslararası mücadelelere yönelmesi ve emperyalist küreselleşme karşıtı top­lumsal hareketlerle ilişkilenme çabalarının içinde de bu bilinci görmek mümkün. Bu durum, kendili­ğinden hareketin çehresinde de bir değişimin ya­şandığına işaret ediyor. Kapitalist üretim sürecinde yaşanan değişimler, neoliberal yeniden yapılanma­ya bağlı olarak orta sınıflardaki çözülme, memurla­rın geniş bir kesiminin artı-değer üretim sürecine dahil olması gibi nesnel ne­denlere bağlı olarak sınıf mü­cadelelerinin toplumsal zemi­ninin genişlemesi, kendiliğin­den hareket üzerinde de etki­de bulunuyor. Yaşam koşul­larının iyileştirilmesine yöne­lik en küçük mücadeleler bile emekçileri devletle karşı kar­şıya getiriyor, politikanın ala­nına sokuyor.

Yeni tarz örgütlenme pratiklerini geleneksel bürok­ratik sendikal anlayıştan ayı­ran temel olgulardan biri de, bu örgütlenmelerin sektörle­re dayalı örgütlenme anlayışı­nı reddetmesidir. Kapitalist üretim sürecinin esnekleştirilmesiyle birlikte işçi sınıfı­nın büyük bir bölümü kural­sız çalışma koşullarına ve örgütsüzlüğe itilmiştir. İşkolu esaslı sektörel örgütlenme­nin, işçi sınıfının, kölece ça­lışma koşullarına itilmiş, örgütsüzleştirilmiş bu en geniş kesimini örgütlemeye yeterli olmadığı açığa çıkmıştır. Yeni tarz örgütlenme pra­tikleri, çalışmalarının merkezine bu örgütsüz işçi yığınları içinde örgütlenmeyi koymuştur.

Yeni tarz örgütlenmelerde taban inisiyatifinin geliştirilmesi, tabana dayalı örgütlenme modelleri öne çıkmaktadır. Yukarıdan, dayatmacı bürokratik sendikal yönetim anlayışına karşı aşağıdan, sınıf de­mokrasisinin işletilmesine dayalı bir örgütlenme ve yönetim anlayışı gelişmektedir. Fransa’daki son ge­nel grev ve milyonların katıldığı gösterilerde taban inisiyatiflerinin belirleyici rolü, işçi sınıfı içersin deki mücadele arzusu ve potansiyelini açığa çıkarmıştır.

Tüm bunların bir toplamı ve sonucu olarak, gele­neksel bürokratik sendikal kalıpların reddi üzerin­den kendini inşa eden yeni tarz örgütlenme ve mü­cadeleler, kaçınılmaz bir biçimde sendikal bürokra­siyle hesaplaşmayı gerektiriyor. Avrupa işçi sınıfı, bugün bu hesaplaşmayı çeşitli düzeylerde başlatmış durumda. İşçi sınıfının aşağıdan basıncı ve yeni ara­yışları sonucu Avrupa’nın birçok büyük sendikası içinde muhalefet örgütlenmeleri oluşmuştur. Ve bu süreç ayrışmaya doğru ilerlemektedir.

Çıkış hattına doğru

Kuşkusuz tüm bu pratikler, hareket içinde yeni yeni açığa çıkıyor. İtalya’daki COBAS örneğinde de görüldüğü gibi bu arayışların geçmişi 20 yıl öncesi­ne kadar gitse de, hareketin belirginleşen özellik ve nitelikleri olarak yeni yeni netleşmeye ve işçi sınıfı tarafından anlaşılmaya başlanmıştır. İçerisinden geçtiğimiz süreç bir geçiş dönemine denk düştüğü için, henüz sınıfın hakim bir eğilimi haline gelme­miştir. Hareket, bu geçiş döneminin doğası gereği, sermayenin saldırılarına karşı henüz savunmada ve kazanılmış haklarını koruma temelinde mücadele­lere girmektedir. Ancak, sermayenin saldırıları karşısında işçi sınıfının aldığı yenilgiler, onu, kaçınıl­maz biçimde yeni arayışlara yöneltmektedir. Aynı zamanda köklü bir demokrasi ve sınıf mücadelesi geleneğine sahip olan Avrupa işçi sınıfının yeni ara­yış ve pratikleri anlama yetenekleri gelişkindir. Bu, Avrupa işçi sınıfının önemli bir avantajıdır. İşçi sı­nıfı kendi öz deneyimlerinden ve güçlü tarihsel ge­leneklerinden öğrenerek kopuş ve çıkış hattına doğru ilerlemektedir.

Bu çıkışın araçlarının, tek başına sendikal müca­deleler ve örgütlenmeler olmadığı ve olamayacağı, tarih tarafından defalarca kanıtlanmıştır ve gerçek yaşam ilişkileri içinde de açığa çıkmaktadır. Bu ye­ni arayış ve yönelimlerin gelişmesi kuşkusuz ki önemlidir. Ancak, işçi sınıfının gerçek sınıf kimliği­ni kazanması ve tarihsel rolünün bilincine ulaşma­sı için yeterli değildir. Bu bilinç, işçi sınıfına komü­nist öncüsü tarafından taşınabilir. Avrupa işçi hare­ketinin geleceğini de komünist öncünün inşası te­melindeki arayış ve elde edeceği başarılar belirleye­cektir.

Son yıllarda Avrupa işçi sınıfı hareketi içinde bu yönde de çeşitli kıpırdanmaların olduğu görülüyor. Sosyalist partilerin işçi hareketi içindeki etkinliğini artırması, hareket içinde sola yönelimin gelişmesi, bu küçük kıpırtılara işaret etmektedir. Ancak bu­nun oldukça yetersiz olduğu da bir gerçektir. Gerek Avrupa işçi sınıfının tarihsel gelenekleri, gerekse de bu yaşlı kıtanın toplumsal yapısı, biriktirdiği patla­ma potansiyelleri, bu bakımdan oldukça geniş ola­naklar sunmaktadır. Avrupa işçi sınıfı, bütün bu toplumsal olanaklara yaslanarak ve köklü tarihsel mirasının izlerini sürerek, tarih sahnesindeki yerini alacaktır.

Dev uyanmaktadır, ancak henüz uyku sersemli­ği içindedir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi