İmparatorluk Karaya Oturdu

Amerikan savaş uçaklarının 20 Mart 2003’te Irak’ın başkenti Bağdat’ı bombalamasıyla birlikte 21. yüzyılın en barbar ve en kirli savaşının perdeleri açıldı. Irak’ı işgale girişerek, dünyanın bütün kıtalarında ayağa kalkan halkları karşısına alan Amerikan emperyalizmi, aynı zamanda ‘İmparatorluk’ ideolojisinin yıkılışına da ‘perde’ demişti. Amerikan ideolojisi, emperyalist savaş karşıtı hareketle iyileşmesi mümkün olmayan bir yara alırken; Amerika’nın üstün teknolojisi, yenilmez denilen askeri gücü ve kadr-i mutlaklığı da Irak’taki ulusal direnişle paçavraya çevrildi.

Irak’ı haftalar boyu acımasızca bombalayan emperyalist haydutlar, 1 Mayıs 2003’te Bağdat’ın Firdevs Meydanında Saddam Hüseyin’in heykelini yıkarak, ‘zafer’i ilan etmekte gecikmemişti. Düzenli orduların cephe savaşından işgale karşı gerilla savaşma; Firdevs Meydanında bir avuç işbirlikçinin sevinç gösterilerinden Felluce direnişine uzanan tarih, Amerikan ‘zaferinin hızla yenilgiye evrildiğini göstermekte gecikmedi.

İşgalci ordunun sayısız saldırısını boşa çıkaran ve en son 8 Kasım’da başlayan topyekün saldırıya karşı daha da alevlenen Felluce direnişi, geride iki binden fazla ölü, binlerce yaralı ve yerle bir edilmiş bir kent bıraktı. Felluce, emperyalizme karşı ezilenlerin direniş manifestosu olarak emekçi insanlığın belleğine kazınırken; yaralı direnişçileri kameralar karşısında kurşuna dizen işgalci askerler de emperyalist barbarlığın ve düşkünleşmenin resmini kazıdı belleklere. Felluce direnişi, emperyalizme karşı direniş tohumlarını Ortadoğu’dan bütün dünyaya serperek, halkların yenilmezliğini bir kez daha kanıtladı.

İşgal zulmü Irak halkının savaşma iradesini büyütüyor

Carl Von Clausewitz, “Savaş Üzerine” yapıtında savaşı, “düşmanı, irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet eylemi” biçiminde tanımlıyordu. Yalnızca bu teorik tanım bile Amerikan emperyalizminin Irak’taki pozisyonunu ele vermeye yetiyor. Irak’ta taş üstünde taş bırakmayan ve işgal zulmünün en aşağılık örneklerini sergilemekte tereddüt etmeyen ABD, Irak halkının iradesini kırmak bir yana, halkın savaşma iradesinin gitgide büyümesini ve güçlenmesini kışkırtmaktan başka bir şey yapamıyor. Demek ki, Amerikan emperyalizmi Irak’ta savaşı kaybediyor.

Irak devletinin düzenli ordularını dize getirip Baas rejimini yenilgiye uğratarak 1 Mayıs 2003’te ‘zaferini ilan eden Amerikan emperyalizmi, bu tarihten itibaren yeni bir düşmanla yüz yüze geldi: Irak halkı.

Amerikan emperyalizminin bütün planları Saddam rejimini ve onun ana gövdesini oluşturan ordusunu dize getirme üzerine yapıldığı için, gelişen halk direnişi karşısında bütün bu planlar suya düştü. İşgalin sömürge valiliği görevini bir süre yürüten Paul Bremer’in “Irak’ta düşmanı küçümsedik” şeklindeki itirafı bu gerçeğin en yalın ifadesinden başka bir anlama gelmiyordu. Saldırıların şiddetlenmesine paralel olarak büyüyen direniş, Amerikan planlarını eskittiği gibi, işgal valisi Bremer’i de eskitti ve paçavra gibi bir kenara attı. Ve işgalci tek bir şeye sarıldı: Şiddet, şiddet, daha fazla şiddet!

Irak’taki direnişin halkçı karakterini algılamayan/algılamak istemeyen ABD, direnişi başlangıçta, “Eski konumlarını yitiren Baas Partisi taraftarlarının ve eski subayların umutsuzca çırpınışı” şeklinde tanımlıyordu.

Direnişin büyük bir hızla bu tanımlamayı eskitmesi karşısında, “Irak’a dışarıdan gelen yabancı teröristlerin saldırıları” bahanesine sığınan ABD emperyalizmi, bunda da tutunamadı. Çünkü, hem katledilen direnişçilerin hem de esir edilen direnişçilerin ezici bir kısmının Irak halkının evlatları olduğunu itiraf etmek zorunda kalan da yine işgalciler oldu: “Teröristler saldırıda bulunduktan sonra bakkal, manav gibi olağan gündelik yaşamlarına dönüyorlar. Dolayısıyla Irak’ta herkes terörist olabilir. Bizi en fazla zorlayan da bu.” Direniş karşısında Amerikan kara propagandası da günden güne eskidi.

“Teröristler” biçiminde tanımlanan direnişçiler, bütün dünya tarafından gerçek kimlikleriyle anılmaya başlandı. Yalnız kalan Amerikan emperyalizmi de utangaçça “asiler” diyerek bu kimliği kabullenmek zorunda kaldı. Felluce gerçekliğinin çarpıcı biçimde gösterdiği gibi, direnişin emperyalist işgal ve sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluşçu karakteri reddedilemez biçimde açığa çıktı.

Hemen her çatışmanın ölümle sonuçlandığı, rehin almaların, bombalamaların, katliamların, baskınların günlük yaşantının sıradan olayları haline geldiği Irak’ı işgal etmekte zorlanmayan ABD’nin oradan nasıl çıkacağı ise belirsizdir. ABD’nin yenilgisi Irak’ta somut bir hal almıştır. Amerikan askeri varlığı üzerine hiçbir orta vadeli planın tutmayacağı bir gerçektir artık.

Gerilla savaşı büyüyor, 'kurtarılmış alanlar' artıyor

Güçsüzün güçlüye karşı savaşı olan kent gerilla savaşı biçiminde başlayan ve bu özelliğini koruyan Irak direnişinde halkın aktif desteği başlangıçta sınırlı düzeylerde seyretti.

Belirgin olarak “Sünni üçgeni” olarak tanımlanan Felluce, Bakuba ve Ramadi’de kendini gösteren direniş, süreç içinde eşitsiz bir biçimde (Güney Kürdistan hariç) işgal altındaki bütün Irak’a yayıldı.

Yine başlangıçta önemli oranda Sünni Araplarla sınırlı olan direniş, giderek Şii Arapları da kapsayarak, Sünni ve Şiileri tek bir potada birleştirmeye yüz tuttu.

Direnişin ilk döneminde Iraklı gerillalar esas olarak işgalci Amerikan askerlerine ve karargahlarına hücum ediyorlardı. Amerikan işgalcilerinin kendilerine bağlı bir işbirlikçilik örgütleyerek Irak’taki varlıklarını meşrulaştırma girişimleri karşısında direnişçiler, sözde Irak hükümetine, ordusuna ve polisine hücum etmeye başladılar. Kukla hükümetin bakanlarına suikastlar düzenlenirken; CIA ajanı olduğu ayan beyan ortada olan Başbakan Iyad Allavi’nin parti binaları ve evleri yerle bir ediliyor.

Başlangıçta silahlı direnişçilerin sayısı 2-7 bin civarında ifade ediliyordu. Artık direnişçilerin 20-35 bin arasında bir sayıya ulaştıkları kabul ediliyor. Keza direnişçilerin sayısının artışına bağlı olarak gerilla saldırılarında da belirgin bir artış göze çarpıyor: Başlangıçta günde 30-40 civarında saldırı gerçekleştirilirken, bugün bu sayı 80’e ulaşmış durumdadır. İlk dönem gerilla taktiklerine dayalı saldırılar sürerken, daha sonra feda eylemleri belirgin bir mücadele biçimi olarak öne çıkarak, işgalcilerin en büyük silahı ölüm de paçavraya çevriliyor.

Irak’ta yalnızca gerilla saldırıları sürmüyor. Ama aynı zamanda bütün bunlara paralel olarak, emperyalist işgali hedefleyen protesto gösterileri, grevler gibi kitle mücadelelerinin süreklileşmesi de halkın aktif desteğinin kendi sınırlarına ulaştığını gösteriyor. Bütün mücadelenin biçimlerinin direnişe dahil olduğu, halkın bütün kesimlerinin kendisini ifade edebildiği bir ulusal kurtuluş savaşıdır, Irak’ta süren.

Güçsüzün güçlüye karşı savaşlarında direnişçiler mücadelelerinin belirli düzeylerinde ‘kurtarılmış alanlar’ ya da kendi iktidar alanlarını yaratırlar. Bu olgu, Irak direnişinde de ortaya çıkmış bulunuyor. İlk dönemler pek rastlanmayan kurtarılmış alanlar, direnişin gelişimiyle çok yaygın bir biçimde ortaya çıkmıştır. Sünni Arapların elindeki Felluce, Ramadi, Bakuba ve Samarra kentlerinin yanısıra isyancı Şii lider Mukteda El Sadr güçlerinin denetimindeki Kerbela ve Bağdat’ın Sadr bölgesi direnişçilerin elinde olduğu bizzat işgalciler tarafından kabul ediliyor. Sadr’a bağlı Mehdi Ordusu’nun Necef, Basra’da önemli oranda otorite kurdukları da edinilen bilgiler arasında, İşgalcilerin yaptıkları açıklamaya göre bugün 30’a yakın yerleşim biriminde (kent, kasaba) otorite direnişçilerin ellerinde. Amerikan emperyalizmi Irak’ı işgal etti, ama otoritesini kuramadı. Ve işgal altındaki toprakların çok büyük bir kesiminde fiili otorite savaşı aralıksız sürerken, kent ve kasabaların kontrolü durmaksızın el değiştiriyor.

Kent ve kasabaların belirli bir süre de olsa direnişçilerin eline geçmesi, kent gerilla savaşının mücadelenin belirli anlarında gerillanın ‘açığa çıktığı’ mevzi savaşma evrildiğini gösteriyor. Fakat Iraklı direnişçiler mevzi savaşını belirli bir hatta ve statik bir biçimde değil, gerilla savaşının mantığına uygun olarak hareketli bir biçimde uyguluyor. Bilindiği üzere, işgalciler Felluce merkezine girdiğinde direnişçiler de Ramadi ve Bakuba kentlerinde kontrolü ele geçirdiler ve geçici bir süre işgalciyi kovdular. Gerillaların hareket kabiliyetini gösteren bu düzey, direnişin hem genişliğine ve hem de derinliğine bütün ülkeyi sarıp sarmaladığını gösteriyor.

Askeri kayıplarının çok fazla olacağını hesaplayan ABD, kentlerde, bölgelerde hakimiyet kurma yerine, direnişle özdeşleşen ve direnişçilerin otorite kurduğu bölgelere “yıldırım operasyonları” düzenleme, bombalayarak ezme, işbirlikçi hükümetle uzlaşmaya zorlama, silahsızlandırma hattından yürüyor. Felluce, direnişin yarattığı başat bir kurtarılmış alan olarak öne çıktığı için ezildi. Ama Felluce de dahil olmak üzere henüz hiçbir kentte otoritesini kurarak bu yönde bir başarıya imza atabilmiş değil. İşgal bakımından simgesel değeri son derece yüksek olan başkent Bağdat’ta bile otoritenin kurulamaması, işgalcilerin ne kadar zor bir durumda olduğunu gösteriyor.

İşgalciler ve işbirlikçiler cephesinde çeşitli biçimlerde kendini gösteren çatlaklar, başta petrol gelmek üzere Irak zenginliğinin yağmalanmasına karşı oluşturulan barikatın tetiklediği hoşnutsuzluklar gibi dolaylı yedeklerin harekete geçirilmesi, bu savaşta direnişçilerin hanesine yazılmış durumda. Direnişçiler dolaylı yedeklerini harekete geçirme başarısını gösterseler de, henüz direnişin diplomatik ve siyasi ayağını oluşturabilmiş değiller. Bu yetmezlik, direnişin ulusal çapta önderliğinin yaratılamamasına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.

Ulusal askeri/ siyasi önderlik aşaması

Dünyanın gördüğü en büyük işgalciye kök söktürmeyi başarsa da, örgütlenmede süreklilik ve eylem tarzında belirgin bir profesyonelleşme düzeyi yakalasa da direniş henüz merkezileşebilmiş değil. Irak’ın çok uluslu ve çok dinli/mezhepli yapısı direnişin ulusal önderlik aşamasına sıçrayamaması ya da merkezileşememesinin en önemli nedenleridir. Tarihsel bir arka planı olan ulusal ve dinsel önyargıların aşılması da tabi ki zamana bağlı. Ama bu, hali hazrrda direnişin en önemli sorununun merkezileşme olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

Başlangıçta bir elin parmaklarını geçmeyen direnişçi örgüt sayısının şimdi 40-50 arasında olduğu bildiriliyor. Bunlar arasında 20 kadar örgüt direnişi etkin bir şekilde yürütüyor. Birbirlerinden kopuk, ideolojileri farklı ve değişik kentlerde varlığını sürdüren direnişçi örgütler, gelinen aşamada birbirleriyle ilişki kuruyor ve işgalcilerin kovulması yönünde ortak kararlar alıyorlar.

Direnişçileri dört ana gruba ayırmak mümkün

Birinci grubu Şii Araplar oluşturuyor. Bu grup içinde en etkilisi Mukteda El Sadr’ın liderliğindeki Mehdi Ordusu’dur. Şii lider Sadr, yeni tipte bir önder olarak öne çıkmıştır. Sadr, yeni tipte bir önderdir. Çünkü hem dinsel açıdan ve hem de siyasi açıdan öne çakmaktadır. Dinsel açıdan bu denli öne çakması olağan değildir. Çünkü söz konusu Şii hiyerarşisine göre Sadr, henüz “Ayetullah” sıfatına, yani en üst düzeye ulaşmış değildir. Siyasi yeteneklerine ya da dinsel kariyerine orantısız ve sıçramalı bir biçimde gücünün artması, Amerikan işgalcilerine açıkça meydan okumasından ileri gelmektedir. Dolayısıyla önderlik etme gücü dini bir otorite olmasından değil, daha çok işgale karşı kesin bir tutum takınmasından ileri gelmektedir.

İkinci grubu Sünni Araplardan meydana gelen laik kesim oluşturuyor: Bunlar arasında düpedüz milliyetçi ve yer yer ırkçı Araplar, Saddam rejimini diriltmek isteyen eski rejimin kalıntıları, Saddam’a karşı çıkan, ırkçı bir zemine kaymadan Baasçı geleneği demokratik bir biçimde sürdürmek isteyen Araplar sayılabilir. İnsan gücü önemli oranda eski subay ve devlet kadrolarına dayandığı ve halkla iletişiminin diğer gruplara göre daha sınırlı olduğu bildiriliyor.

Üçüncü grubu Irak direnişinin ana gövdesini meydana getiren radikal İslamcılar oluşturuyor: Zarkavi liderliğindeki Tevhid ve Cihat örgütü başta gelmek üzere Ensar-ül İslam, Irak İslam Ordusu ve onlarca benzer grup sayılabilir.

Dördüncü grubu ise çeşitli türevlere sahip ‘sol’ oluşturuyor. Bu grup, burjuva demokratlarından komünist parti geleneğinden gelen örgütlere kadar uzanıyor. Irak Komünist Partisi’nden ayrılarak kendilerine ‘Merkezi Liderlik’ adı veren örgüt bu grubun önde gelenleri arasında sayılabilir. İdeolojik karmaşanın hakim olduğu ve halkla ilişkilerin sınırlı olduğu bu grubun, Irak direnişindeki en küçük kesimi oluşturduğu belirtiliyor.

Farklı ideolojik temellere sahip direnişçiler, Amerikan işgaline son vermek ve Irak’ın birliğini korumak gibi somut siyasal hedeflerde fiilen ortaklaşıyorlar. Bu hedefler Irak’taki bütün direnişçileri birleştiren, bir ulusal programın çerçevesini de oluşturmaktadır.

Direniş ve siyasal İslam

Irak direniş cephesinde baskın eğilim, bütün renkleriyle İslam’dır. İslami ideoloji, sadece komşu İran’ın siyasi ağırlığından dolayı değil, işgalcinin dini kimliği (Hristiyan) ve Irak toplumunun kültürel iklimi nedeniyle de direnişte bir ideolojik şemsiye rolü oynuyor. Keza, solun zayıflığı ve emperyalizme karşı direnen kuvvetin radikal İslamcı gruplar olması da somut bir durum olarak son derece yönlendirici oluyor. İşgalcinin aynı zamanda dini bakımdan da Irak halkını aşağılaması, halkın dinsel duygularını tetikleyerek ayağa kaldırıyor.

Direniş cephesindeki İslamcı akımların toplumsal projelerinin gerici olduğundan kuşku yoktur. Bununla birlikte bir ulusal kurtuluş savaşı zemininde durdukları ve dünya gericiliğinin ana gücüyle savaştıkları için antiemperyalist bir rol oynuyorlar.

Batı merkezli sol liberalizm ise, tüm bunların üzerinden atlayarak, İslamın etkisini, direnişe destek vermemenin gerekçesi yapıyor. Bu olgu, emperyalist burjuvazinin tırmandırdığı İslam düşmanlığının ve ‘Doğu’ya dönük kültürel aşağılamanın soldaki bir yansıması olarak da ele alınmalıdır. TKP’nin İslamcı direniş güçlerine dönük burjuva ‘salon ateizmi’ ideolojisinden ve de hatta kemalizmden feyz alan politik sekterizmi ve Küresel BAK’ın İslamcı direniş güçlerini kınama hevesi de aynı kaynaktan beslenen anlayışlar olarak karşımıza çıkıyor.

Diğer yandan, siyasi İslamcıların hareket üzerindeki egemenlikleri, Irak direnişinin, ayağa kalkan emperyalist savaş karşıtı milyonlarla bütünleşen, onları ateşleyen ve oradan güç alan evrensel bir karakteri ve söylemlerinin olmamasına yol açıyor. İslamcı ideolojiden beslenen, ‘boğaz kesme’ gibi öldürme biçimlerini savaş aracı olarak kullanma ve bunu medya olanaklarıyla dünyaya izletme gibi eylem tarzları ise, direnişin uluslararası etkisini sınırlayan ve karşıdevrimci propagandaya zemin hazırlayan bir rol oynuyor.

Öte yandan siyasal İslam, onu iktidarda denedikleri ölçüde kitleler açısından güvenilirliğini yitiren bir güçtür. İran İslam Devrimi’nin gerileyen bir kuvvet oluşu, keza, 90’lı yılların ilk yarısında siyasal İslamcıların iktidar olacak denli güç kazandığı Cezayir’de, Berberilerden başlayarak askeri diktatörlüğe karşı mücadelenin siyasal İslamcı bir karakterde olmaması da bu gerçeğin başka bir yansımasıdır.

Birleşme ve cepheleşme eğilimi

Irak direniş hareketinde, hem radikal İslamcı, laik-Baasçı, Şii ve ‘sol’ siyasi çizgilerden akımların her birinin kendi içinde, hem de bu farklı akımlar arasında, ulusal cepheleşme ve birleşme eğilimi son dönemin hakim eğilimi olarak öne çıkıyor.

Birinci birleşme eğilimine örnek olarak Irak İslam Ordusu gösterilebilir. Bu radikal İslamcı akımların kendi içinde cepheleşmesidir. “Sünni üçgeni”nde 12 farklı İslami örgüt, geçtiğimiz aylarda “Irak İslam Ordusu” olarak birleştiklerini ilan ettiler. Eski üst düzey asker, istihbaratçı ve siyasetçileri de kapsayan bu birliğin kurucuları, program olarak “Irak İslam Cumhuriyeti”ni ileri sürdüler ve bunun için savaştıklarını duyurdular.

İkinci tipte birleşmeye, Felluce’de tüm direnişçi kuvvetlerin birleşerek kurdukları “Felluce Direniş Şurası” örnek verilebilir. Şura, basına yaptığı açıklamalarda, ABD’nin Felluce saldırısının ardından Ramadi, Bakuba, Bağdat ve diğer kentlerde yoğunlaşan vuruşların koordineli olduğunu ve tek merkezden yönetildiğini ilan ederek gücünü göstermişti. Bu birleşme biçimine “Felluce Direniş Şurası’nın yanı sıra, Irak’taki direniş gruplarını ortak çatı altında toplamayı amaçlayan “Irak’ın Kurtuluşu İçin Ulusal Cephe” adlı örgüt de gösterilebilir. Haber ajansları işgale karşı savaşan 10 ayrı grubun bir araya gelmesinden oluşan Cephe içinde, İslamcı ve milliyetçi grupların birlikte temsil edildiğini bildiriyorlar.

Üçüncü tipte birleşme örneğini de Şiiler oluşturuyor. Mehdi Ordusu’nun komutanı Sadr’ın nüfusun önemli bir kesimini temsil eden Şiileri değişik biçimlerde harekete geçirmesi ve Şiileri de aşarak ulusal çapta önderlik girişimlerine soyunması son derece çarpıcıdır.

Bütün bu veriler, Irak’ta ulusal askeri/siyasi önderliğin temelinin oluşmakta olduğuna işaret etmektedir.

Direniş, Irak Arap ulusunun mezhep temelindeki bölünmüşlüğünü aşmasının politik koşullarını da olgunlaştırmaktadır. Sünni ve Şii Araplar arasında işgal karşıtlığı temelinde sağlanan yakınlaşma, halen kararlı ve istikrarlı bir yapıya kavuşmamış olmakla birlikte, direnişin önemli kazanımlarından birisidir. Felluce saldırısında, Şiilerin ve Sünnilerin birlikte kitleler halinde Felluce’ye yürüyüşü ve Necef saldırısı sırasında yardım konvoyları gönderen Felluceliler’in kan verme kuyruklarına girişi, ulusal kaynaşma/birleşme eğilimlerinin en tepe noktalarını oluşturdu. Mezhepsel olarak tarihi bakımdan bölünmüş Irak halkı arasında doğan bu ortak ruhsal şekilleniş eğilimi; ulusal birliğin ve ulusal bilincin gelişimine güç vermekte ve hız kazandırmaktadır.

Irak’ta yaşanan hemen her olayın ardından, ulusal ve dinsel farklılıklara işaret eden Amerikan kitle propaganda araçları, dört bir koldan Irak ulusal bilincini inkar etmek için ellerinden geleni yapıyor. Direniş, çıkarları peşinde koşan aşiretlere ya da radikal İslamcı örgütlere mal edilerek, ulusal karaktere inkar edilmeye çalışılıyor. Filistinlilere karşı benzer taktiği uygulayan siyonistler, İntifadayı “İslamcı teröristler”in eylemleri şeklinde yansıtarak, hem dünya halklarının desteğini sınırlamaya hem de Filistin halkını bölmeye birbirine düşürmeye çalışmaktadır.

Ulusal ve dinsel/mezhepsel farklılıkların, bölünme, güvensizlik ve düşmanlık aracı olarak kullanılması, emperyalist politikaların yüz yıldır başvurduğu bir yöntemdir. Amaçları bilinen böl-yönet taktiğinden başka bir şey değildir. Böylelikle, direnişle yeniden doğan Irak’ın yeni temellere dayanan ulusal birliğine karşı, işbirlikçilikle malul adi bir uşaklık kimliği geliştirilmeye çalışılmaktadır.

Manda hükümeti, kimin hükümeti?

Geçtiğimiz yaz aylarında kurulan Irak manda hükümeti, yaratılmak istenen uşaklık kimliğinin simgeleşmiş bir ifadesi olarak öne çıkarıldı. Irak’ta sözde egemenlik 28 Haziran’da, tiksinti verici bir ritüel eşliğinde Allavi’nin başkanlık ettiği Irak hükümetine devredildi. Beşinci sınıf bir mizansen sergileyen Amerikan emperyalizmi, önce bir CIA ajanı olmaktan “onur duyan” Iyad Allavi adlı uşağını “başbakan” ilan etti. Ardından değme işbirlikçilerinden atama bir hükümet kurdu. BM’den Irak hükümetini destekleme karan çıkardı. Son olarak da, Irak’ta egemenliği bu “bağımsız”(!) hükümete teslim etti. Böylelikle 14 ay boyunca süren işgal fiilen bitti ve Irak halkı bağımsızlığına kavuşmuş oldu! Bir halk ancak bu kadar aşağılanır.

Irak’ta kurulan hükümet ve bu hükümetin yapısı, Amerika’nın himayeci sömürgeci rejim isteğinin çarpıcı bir verisidir. İşgal güçleri ve taşeronlar bütün kurum ve örgütleriyle Irak’ta kalacak. İşgal güçleri, ülkenin her yanma sözde Irak halkını temsil eden hükümete haber ve hesap vermeksizin saldırı ve operasyonlara girişebilecek. Irak’ın en önemli zenginliği petrolü, başta Amerikalılar olmak üzere emperyalist tekeller yönetecek. Ülke anayasasının hazırlanması inisiyatifi Amerikalıların elinde olacak. Irak Başbakanı Allavi’nin ve Irak hükümetinin güvenliğini bile Amerikan askerleri sağlayacak. Ama Amerika’ya, BM’ye ve NATO’ya bakacak olursanız, Irak’ta egemenlik Iraklılara ait. Peki, buna hangi Iraklı inanacak? Bu hükümeti hangi Iraklı tanıyacak ve kendi hükümeti belleyecek?

Geçici Hükümet komedisi, hem Amerika ve hem de bu aşağılık işbirlikçileri bakımından tam bir trajediye dönüştü. Geçici hükümetin “egemenliği devralmasından bu yana geçen altı aylık süreç, Allavi hükümetinin Iraklılar tarafından kabul edilmediğini açığa çıkarttı. Hükümet kendi başına Irak’ta bir hiçtir, ondan da öte hükümet üyeleri ve kuruluşları hemen her gün direnişçilerin saldırısına uğramaktadır.

Kurduğu işbirlikçi kukla hükümetle işgali meşrulaştırmanın adımlarını atan Amerikan emperyalizmi, bunu, 30 Ocak’ta yapılacağını ilan ettiği seçimlerle pekiştirmeyi amaçlıyor. Fakat burada da işi son derece zor. Çünkü Felluce katliamının ardından Sünni Arapların oluşturduğu birçok parti, seçimleri protesto edeceklerini açıkladılar. Irak’ta çatışma halinde olan bütün kuvvetler, güç ve iradelerini seçimler üzerine kurdu. İşgale karşı mücadele siyasi düzlemde, seçimlere endekslendi. Keza direnişçiler aman vermeden saldırıları sürdürürken, seçimlere katılmama çağrısı yapıyor ve adayları hedefleyeceklerini ilan ediyorlar. Kent ve kasabalarda otorite kuramayan Amerikan emperyalizminin bu koşullar altında seçimlere girişmesinin tam bir komediye dönüşerek fiyaskoyla sonuçlanması sürpriz olmayacaktır.

İşgalci cephe çatladı

ABD Irak’ı işgale girişip 1 Mayıs 2003’te zaferini ilan ettiğinde, işgalci cephede büyük bir moral üstünlük oluşmuştu. Peş peşe açıklamalar yapan bir dizi devlet, Irak’a asker göndereceğini ilan ediyordu. İşbirlikçi AKP hükümeti de, Irak’a asker gönderemediğine hayıflanıyor, burjuva kalemşorlar emperyalist savaş karşıtı harekete hücum ediyordu. Fakat gelinen aşamada işgalci cephe ve bu cephede yer almak isteyen devletlerde büyük bir moral bozukluğu ve umutsuzluk, çözülmenin belirtilerini de ortaya koydu.

Irak direnişi, bir yandan Irak’ta bir ulusal cepheleşme ve kaynaşma yaratırken, diğer taraftan işgal koalisyonunda yıpranma ve giderek çözülme meydana getirdi. ABD’nin planlarının tam tersi oldu. ABD liderliğindeki işgal cephesinden İspanya, Çek Cumhuriyeti, Filipinler, Norveç, Hollanda, Macaristan ve Romanya askerlerini çekme karan aldı ve çektiler. Bu kararların alınmasında, Irak ezilenlerinin direnişinin yanı sıra halkların emperyalist savaşa ve işgale karşı protesto ve eylemlerinin de önemli etkisi olduğundan kuşku yoktur.

Öte yandan işgalin merkezinde duran Amerikan emperyalizmi, bu açığı kapatmak için saldırılarını yoğunlaştırdı. Özellikle Bush’un seçimleri kazanmasının ardından güç ve iradesini yenileyerek Felluce başta gelmek üzere, direniş odaklarına doğru katliam saldırılarını yoğunlaştırdı. Keza İngiltere, “Sünni üçgeni” olarak adlandırılan bölgeler dahil, yeni görev alanları üstlenebileceğini açıklarken; İtalya’nın Mussolini taslağı Başbakanı Berlusconi “Her şart altında Irak’ta kalmaya devam edeceğiz” dedi. Kendi ülkelerinde istenmeyen adam ilan edilen işgalciler, ahlaki çöküntünün yanı sıra siyasi olarak da geriliyorlar.

ABD eski düzeni yıktı, ama yeni düzeni kuramadı

ABD Irak’ta eski düzeni yıktı, ama yeni düzeni de kuramadı ve görünür bir gelecekte de kuramayacaktır. ABD, planladığı gibi Irak’tan petrol sevkiyatı yapamıyor. Bu durum dünya petrol fiyatlarını da etkiliyor.

Eski düzeni yıkan ABD, “sistem dışı” yeni dinamiklerin fışkırmasına engel de olamadı. Saddam rejimi altında örgütsüzleştirilmiş ve ezilmiş Irak halkı, işgale karşı direniş zemini üzerinde yeniden örgütleniyor. Ezilen emekçi kitlelerinin inisiyatifi, direniş zemininde açığa çıkıyor. Çok sayıda örgütte ifadesini bulan bu durum, ABD bakımından Irak’ı da aşan, bütün dünyayı tehdit eden bir anlama gelmektedir. Irak, düzen karşıtı güçlerin (bugün radikal İslamcılarda ifadesini bulan) buluştuğu bir vadiye dönüşmektedir.

Irak’a atılan bombalar, yalnızca Irak’ın değil, Ortadoğu’nun da temellerini dinamitledi. Başta Suriye ve İran olmak üzere Suudi Arabistan, Mısır gibi Ortadoğu ülkeleri kendilerini daha yoğun bir tehdit altında hissetmeye başladılar. Daha önemlisi ise, ABD işgali ve direnişin Arap ulusal onurunun yeniden ayağa kalkışını kışkırtıyor oluşu gerçeğidir. Direniş, bölgedeki Arap devletleri-egemenleriyle Arap halkları arasındaki ilişkiyi de sürekli aşındırıyor. Ürdün Kralının ağlamaklı bir ses tonuyla, “Bölgedeki Amerikan düşmanlığı tarihin gördüğü en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu yalnızca ABD’yi değil, bütün bölge ülkelerini tehdit etmektedir” uyarısının işaret ettiği gibi, Arap egemen sınıfları henüz direnişe karşı açık bir tutum alamasa da, içten içe direnişin yenilgiye uğramasını istemektedirler.

Kendi rakamlarıyla bini bulan ölü sayısı da (bu sayının yaklaşık yarısı sadece son altı ayda verildi!) Amerika’nın askeri gücünün sorgulanmasına/tartışılmasına neden olmaktadır. Irak direnişi, ABD’nin dünya hegemonyası stratejisine temel dayanağı olan askeri gücünü aşındırmaktadır. Bu durum önümüzdeki dönemde çok daha ağır bir biçimde kendisini hissettirecektir.

Irak’ta yenilen ABD’nin tek başına ya da paylaşılmaz dünya hegemonyası talebi çok daha sorgulanır ve tartışılır hale gelecektir. Irak direnişi, ABD’yi yalnızca bölgesel çapta tehdit eden bir güç olmanın ötesine geçerek, emperyalist kapitalist düzeni de tehdit altında tutmaktadır. Bu gerçeği gören emperyalistler, Irak direnişine karşı ortak bir tutum almanın ilk adımlarını Haziran ayında gerçekleştirilen NATO’nun İstanbul Zirvesiyle atmıştır.

Amansız bir direniş nedeniyle Irak’ta sürekli geri adım atan Amerikan emperyalizmi, feci bir yenilgiden kaçınmak için çareler arar duruma gelmiştir. Temel stratejik hedeflerinden vazgeçmeyen Amerika, bu strateji yönünde istikrarlı bir biçimde ilerlemeyi de başaramamaktadır. Stratejik plan ile uygulama arasındaki açı farkı, rakip emperyalist güçlerin de daha aktif bir biçimde hesaba katılmasını zorlayan bir rol oynamaktadır. Tam da bu nedenle ABD, Irak işgaliyle çatlayan emperyalist uluslararası hukuku yeniden tanımlamaya yönelmekte, askeri gücünün bu tanımlama aracılığıyla NATO’nun İstanbul Zirvesi’nden başlayarak meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi de bu saldırganlığın ekonomik, sosyal, siyasal, ideolojik ve kültürel altyapısından başka bir anlama gelmemektedir.

“Önleyici saldırı’da ifadesini bulan ve Irak’ın işgal edilmesiyle pratikleşmeye başlayan yeni Amerikan stratejisi, Irak’ta esaslı bir biçimde kayaya çarpmıştır. Görünür bir gelecek bakımından bu kayanın yol üzerinden kaldırılması da mümkün değildir. Sonuç olarak, Irak’ta kimin kazanacağı yerel, bölgesel bir sorun olmaktan çıkmış, ideolojik, politik, moral boyutlarıyla uluslararası bir niteliğe bürünmüştür.

Amerikan emperyalizminin Irak’ta yenilgiyi kolay kolay kabul etmeyeceği açıktır. Elindeki muazzam askeri vuruş gücüne güvenerek hem Irak’ta çok daha kanlı ve acılı bir süreci başlatacak hem de yeni hedeflere saldıracaktır. Felluce saldırısı bunun ilk işaretidir. Ama neresinden bakılırsa bakılsın ‘Amerikan değerler sistemi’ni korumayı ve yaymayı amaçlayan militarist, ırkçı, terörcü ideoloji tam bir iflas ve çöküş içerisindedir. Direnen halklar tarihe yardımcı olmakta asla tereddüt etmiyorlar ve ABD imparatorluğu, kaçınılmaz biçimde kendi sonuna doğru ilerliyor.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi