EKİM: İnsanlığın Geçmişteki Geleceği*

20. yüzyılı sosyalizmin yenilgisiyle kapattığımız söyleniyor; ama işte buradayız, yine sosyalizmi tartışıyoruz; sosyalizmi istiyoruz. Sosyalizm için mücadele ediyoruz, 21. yüzyıl için sosyalizmi hazırlıyoruz. Çünkü dünyanın bugün sosyalizme ihtiyacı var. Her şeyden çok sosyalizme ihtiyacı var insanlığın.

Kabaca bakalım bugünkü dünyaya: Irkçılık görüyoruz. Bu ırkçılığın başını, dünyanın ve tarihin en büyük haydudu ABD çekiyor. ABD emperyalizminin kan ve vahşet üreten karargahlarında ırkçılar oturuyor. Yalnız ABD'de mi? Dünyanın en gelişmiş ülkeleri olarak gösterilen Almanya'da, Fransa'da, Avusturya'da, İngiltere’de de ırkçılığın geliştiğini, ırkçı partilerin öne çıktığını, çıkartıldığını görüyoruz. Tekelci burjuvazi, yerkürenin üstüne yeniden ırkçılığı sürüyor. Irkçılığın yanında, işsizlik görüyoruz bugünkü dünyada. Sadece Türkiye'de değil, bütün yeryüzünde, çağdaş ve gelişkin denilen ülkelerde de yoğun bir işsizlik görüyoruz. ABD'de, Fransa'da, Almanya'da yüzde on binlere varan işsizlik oranları görüyoruz ve bu oran, gün geçtikçe büyüyor. Kapitalizm, işsizlik sorununu çözemiyor, tersine kronikleştiriyor. Irkçılık ve işsizliğin yanında eğitim sorununu görüyoruz. Bütün dünyada emekçilerin çocukları, başta fırsat eşitsizliği olmak üzere, pek çok nedenden dolayı eğitim ve öğretim hakkından yoksun kalıyor. Irkçılığın, işsizliğin, eğitim sorununun yanında, konut sorunu sürüyor; sağlık sorunu sürüyor; ulusal baskı sürüyor; cinsel baskı sürüyor; ürkütücü oranlarda çocuk ölümleri sürüyor. Bugünkü dünyanın özeti budur; bu özet, emperyalist küreselleşmenin de fotoğrafıdır ve insaniliğin neden en çok sosyalizme ihtiyaç duyduğunu ortaya koyuyor.

Dünyanın, insanlığın ve doğanın neden en çok sosyalizme ihtiyaç duyduğunu, 1917 Ekim Devrimi'nin kazanımlarına bakarak da görebiliriz. Ama Sovyet Bloku'nun dağılması ve YDD'nin 'zafer'ini ilan etmesiyle birlikte ortaya çıkan tablonun Rusya'ya, Romanya'ya, Doğu Almanya'ya, Macaristan'a, Polonya'ya, Arnavutluk'a nasıl yansıdığını hatırlamak da aynı sorunun yanıtı olacaktır. Kapitalist restorasyon ve geriye dönüş sürecini yaşayan ülkelerde bugün mafyalaşmanın, kuralsız yaşama ve çalışmanın, fuhuş sektörünün, dilenciliğin, evsizliğin, karaborsanın, ulusal boğazlaşma ve çatışmaların, sağlık ve eğitim olanaksızlığının, yoksulluk ve işsizliğin bir çığ gibi nasıl da büyüdüğünü hepimiz gördük, görüyoruz.

Kapitalist dünyanın genel manzarası budur ve fakat bu kadar da değildir. Oysa yeteri kadar kaynak var, makina var, emek gücü var, fabrikalar var; bütün emekçiler sağlıklı, güneş gören konutlarda yaşayabilirler; çocuklarını nitelikli ve gelişkin okullarda okutabilir, evlerde barındırabilirler; hastane kuyruklarında ya da sokaklarda sürünmeden yaşayabilirler. Ama görüyoruz işte, bunun koşullarını kapitalizmde bulamıyorlar, bulamazlar. Bunun için sosyalizme ihtiyaçları var. Bütün üretim araçları kapitalistlerin elinde, emekçiler, bunları kendi hizmetine sokamıyor.

Peki bu tablonun dışında başka bir tablo yok mu? İnsanlık seçeneksiz mi? Emekçiler, bu sorunları çözebilecek başka bir dünya yaratamazlar mı? İşte Seattle'dan başlayan ve ardından Davos'la, Prag'la, Roma'yla devam eden kitle hareketinin arayışı da bu doğrultudadır. Ezilenler, başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylüyorlar. Emperyalist küreselleşmeyi sorgulayan bu eylemlerin arkasından gelen ve şimdi de süren savaş ve işgal karşıtı hareket, bu arayışı tamamlamakta. Seattle ile başlayan süreçte küreselleşme sorgulanmaktaydı; 'barış' talepli hareketle birlikte ezilenler, emperyalizmi yargılamanın yolunu açıyorlar. Dünya tarihinde ilk defa bu kadar yaygın ve enerjik eylemliliklerle milyonlar buluşuyor ve böyle bir dünya istemediklerini, başka bir hayat istediklerini haykırıyorlar.

Ezilenlerin istediği dünyayı Ekim getirmişti, getirebilmişti. Çünkü onu bizzat ezilenlerin iradesi, gücü, mücadelesi yaratmıştı. Bugün insanlık ne istemiyorsa, neyi başından defetmek istiyorsa; Ekim'le onu gerçekleştirmişti. Ve neyi özlüyorsa, neyi istiyorsa, Ekim onu armağan etmişti. Ekim, insanlığa barış getirmişti; ulusal özgürlük ve eşitlik getirmişti; eğitimde, sağlıkta, konutta, ulaşımda, üretimde insana yakışır bir sistemin adı olmuştu; kadın ve erkek eşitliği getirmişti. Ekim, yani insanlığın geçmişteki geleceği, bugün insanlığın kurtuluşu için ezilenlerin pusulası olarak yeniden güncelleşiyor, öne çıkıyor, kendini hatırlatıyor, üzerinde yoğun düşünmelerin ve çalışmaların yapılmasını gerektiren muazzam bir tarihsel deneyim olarak "başka bir dünya mümkün" sloganına yol gösteriyor.

Biz sosyalistler, bugün emperyalizmin ve dünya gericiliğinin yarattığı karanlık içerisinde, yolu aydınlata aydınlata yürüyoruz ve tarihin önümüze tuttuğu ışık huzmesinin en güçlü parçası Ekim'dir. 20. yüzyıla öncelikle sosyalizmin başarıları, insana, doğaya, tarihe kazandırdıkları açısından bakıyoruz. 21. yüzyıla da bu görüş açısından bakıyoruz ve elbette bu deneyimleri tartışmak, onlardan bütün boyutlarıyla yararlanmak ve öğrenmek göreviyle karşı karşıya olduğumuzu da biliyoruz.

Ekim, insanlık tarihinde ilk defa, burjuvazinin fazlalık olduğunu, insanın sırtında bir kambur olduğunu, asalak olduğunu, gereksiz olduğunu; doğal hayatın burjuvaziye ihtiyacı olmadığını, asıl sömürgenlerden kurtulmuş bir hayat olduğunu gösterdi. Ekim göstermiştir ki, burjuvazi olmadan ekonomi örgütlenebilir, devlet yönetilebilir; dahası, Ekim ortaya koymuştur ki, işçi sınıfı ve ezilen kitleler, yaşanılabilir bir dünyayı ancak burjuvazinin ve sömürücü sınıf iktidarını yerle bir ederek inşa edebiliyorlar ve emekçinin emeği, yeteneği, dayanışma gücü, yönetme basireti, işte o zaman gerçek değerini buluyor. 21. yüzyıla damgasını vuran Ekim'in özü ve özeti, işte budur: Burjuvazi gereksizdir, asalaktır, yüktür, fazlalıktır; burjuvazinin var olması, yaşaması, varlığını sürdürmesi için hiçbir meşru neden yoktur.

Yine Ekim göstermiştir ki, burjuvaziyi sosyal bir sınıf olarak ortadan kaldırmanın yolu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermekten geçiyor. Emekçilerin yarattığı birikim, insanlığın ortak malıdır ve toplumsallaşmalıdır. Fakat kuşkusuz burjuvazi buna direnecektir, özel mülkiyetini teslim etmek istemeyecektir. Demek oluyor ki, burada yine kaçınılmaz ve sert bir sınıf mücadelesi yaşanacaktır. Bu mücadelenin mantığı, işçi sınıfı ve emekçilerin sosyalist iktidarını yaratma, örgütleme ve koruma süreciyle iç içe olacaktır. Bu da Ekim devriminin temel deneyimleri arasında gelen bir ögedir. Buna Ekim'in siyasal manifestosu da diyebiliriz ve vurgusu proletarya diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğünün yönetiminde işçi sınıfı ve emekçiler, sömürücü sınıf ve karşıdevrim güçlerinin çok boyutlu ve çeşitli saldırılarına karşı başarıyla mücadele etmiş; fakat aynı zamanda komünizme varış hedefine bağlanmış bir geçiş dönemi iktidarı olarak bütün toplumsal, siyasal, ekonomik, bilimsel, sanatsal, felsefi sorunlara, konulara yoğunlaşmış; yeni bir toplum örgütlemiş, insanın insanı sömürmediği bir ekonomik sistem kurmuş, ulusların eşitlik ve kardeşlik içinde yaşadığı sovyetik cumhuriyetler meydana getirmiş, 'vicdan ve inanç özgürlüğü' alanında, gerçek laiklik alanında tarihin en parlak deneyimini yaratmış, kadınların erkekler karşısında ikinci sınıf cins durumunda olmadığı bir toplumsal yaşantının temellerini atmıştır. Yani biz soyut hayaller için değil, çok somut ve yaşanmış bir hayat için mücadele ediyoruz; bugünden Ekim'e bakıldığında bunu da görüyoruz. 20. yüzyılın deneyimlerinden, derslerinden yararlanacağız, sonuçlar çıkartacağız ve insanlığa işte böylesine muazzam katkıları olan sosyalizmi 21. yüzyılda daha güçlü bir şekilde kurmak için çalışacağız. Bu gücümüzün olduğuna inanıyoruz.

Ekim'in 'barış' konusunda getirdiği çözüm üzerine ayrıca konuşmamız gerekiyor; çünkü bugün Ortadoğu'da, hele de Filistin ve Irak'ta, savaş ve işgal var; savaşa ve işgale karşı mücadele var. Bunlar, yaşamakta olduğumuz günlerin en güncel ve en yakıcı sorunları... Bölge halklarımızı, ülkemizi, Türk ve Kürt halkını çok yakından ilgilendiren gelişmeler. Artık şunu öğrendik: Barış kalıcı ve demokratik olacaksa, ancak eşit taraflar arasında olabilir. Ama Filistin'de ne görüyoruz: İsrail, Filistin halkının eşitliğini kabul etmediği için, eşit haklar temelinde bir barışa yanaşmıyor. Her durumda Filistin'i, Filistin ulusunu denetleyebileceği bir barışın, ABD emperyalizminin ve dünya gericiliğinin de desteğini alarak, peşinden koşuyor. Bu, elbette bir barış değildir ve olamaz. Böyle bir 'barış'ın karşısında Filistin direniyor. Özgürlüğünü ve onurunu savunuyor. Ama ABD emperyalizmi ve İsrail siyonizmi, direnen, özgürlüğünü ve onurunu savunan bir halkı teröristlikle itham ediyor. Aynı yaklaşımı Irak'ta da gördük, görüyoruz. Irak'a savaş ilan eden ABD, işgale ve savaşa direnen Irak halkını da teröristlikle suçladı. Filistin ve Irak halkı, emperyalist ve siyonist teröre karşı haklı, meşru, onurlu bir mücadele yürütüyor; kendilerini ve ülkelerini savunuyorlar; kendilerini yönetmek istiyorlar. 2003 başındaki kitle hareketlerini bu açıdan hatırlarsak, hemen şunu görürüz: Emperyalist sistemin koşulları altında bir barış elde edebilecek durumda değiliz. Bu mücadelenin doğrudan emperyalizme yönelmesi, yönlendirilmesi gerekiyor. Ekim, böyle yapmıştır; kapitalistleri, onların bankalarını ve tekellerini ortadan kaldırdığı için, barışı ilan edebilmiş ve sağlayabilmiştir. Ekim Devrimi'nin iktidarı, bütün gizli anlaşmaları açıklamış, gizli diplomasiye son vermiştir. Bütünü ilhaklara, bir ulusun üstündeki askeri zora karşı çıkmış ve bunu güvencelemeye çalışmıştır. Eşitsizliğe dayanmayan, ilhaka dayanmayan, işgale dayanmayan, yani gerçek anlamda bir barış tesis etmeye koyulmuştur.

Vurgumuz şudur ki, Ekim Devrimi'nin iktidarı, ulusal sorunu çözmüştür; bütün dünyaya ulusal sorunların nasıl doğru çözüleceğinin parlak bir modelini, örneğini bırakmıştır. Çözüm formülü de kabaca şöyle olmuştur: Kendi özgün iradeleriyle ayrı ayrı kurulmuş 16 tane ulusal devleti sovyetik bir çatı altında cumhuriyetler birliği halinde birleştirmiştir. Özgür uluslar, kendi özgür iradeleriyle birleştiler. Hem ulusal cumhuriyetleri vardı bu ulusların, hem de enternasyonalist bir birlikleri... SSCB böyle bir ülkeydi. Fakat ulusal sorun, SSCB'de yalnız bu düzeyde ele alınmadı; aynı zamanda nüfusu bir milyondan küçük olan ulusal topluluklarda bölgesel özerklikler, yöresel özerklikler, kendi kendilerini yönetme hakkı kabul edildi ve hem yasalarda, hem uygulamada güvence altına alındı. Bu ulusal topluluklar, ya söz konusu cumhuriyetlerin içinde federasyonun bir parçası olarak yer aldılar, ya da tamamen bütünleştiler. SSCB'de konuşulan bütün dillerde eğitim yapılabilmekteydi, bu dillerin tümü devlet tarafından resmen kabul edilmişti ve araştırılması, geliştirilmesi yolunda olanaklar sunulmuştu. Ekim Devrimi, ulusal sorunu işte bu modelle çözmüştü; biz de bu anlayışla, bu perspektifle kendi sorunlarımızı çözebiliriz, halklarımızın birbirlerinin ulusal varlığı ve kimliğine saygı duyduğu bir ortam yaratabiliriz. Ama işte bunun için sosyalizme ihtiyacımız var.

Ekim Devrimi'nin diyalektiği denilince; Ekim'in insanlık tarihindeki yeri ve anlamının öncelikleri denilince, başka ne geliyor aklımıza? Elbette Hitler faşizmine karşı, Alman faşist istilasına karşı, insanlığın geleceğinin savunulması, Anayurt'un savunulması, dünya tarihinde görülmemiş fedakârlıklar pahasına Nazi faşistlerinin Sovyetler Birliği önünde durdurulması ve bozguna uğratılması geliyor. Sovyet halkı, bu çarpışmada 26 milyona yakın evladını yitirmiştir. Ekim Devrimi'ni yaratanlar, işçi ve emekçileri sömürünün olmadığı bir sistemde yaşayabilir duruma getirmek istiyorlardı. Hitler istilasına karşı mücadelede bu devrimin yaratıcıları artık bir iktidara sahiplerdi ve kapitalizmin şımarık ve ırkçı çocuğu faşizmi yalnız o iktidarı korumak için değil, bütün insanlığı ve dünyayı korumak için bozguna uğratmalıydılar. Ekim'in doğrultusu, muazzam parıltısı, felsefesi işte budur.

Kolektivizmin sağlanması, sanayileşmenin gerçekleştirmesi, Ekim'in iktidarı için bir varlık-yokluk meselesi olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle belirli bir aşamadan itibaren bu böyledir. Stalin, "ya önümüzdeki on yıl içerisinde emperyalist ülkelerin gelişme düzeyini yakalayıp geçeriz; ya da yok oluruz" derken, işte bu varlık-yokluk meselesini vurgulamaktaydı. Tarihin ve dünyanın o günkü koşulları, SSCB'de işçi sınıfının ve emekçilerin kurduğu proletarya diktatörlüğünün önüne bu kadar kesin çizgilerle katı bir gerçeği dayatmıştır. Tarihin bu hükmü karşısında, bu özsavunma karşısında söylenebilecek fazla bir şey yoktur. Peki bütün diğer ülkelerin sosyalizm deneyimleri mutlaka öyle mi olacaktır; her açıdan birbirine mi benzeyecektir? Elbette hayır. Sosyalizmin inşa edileceği ülkenin koşulları, tarihsel koşullar, uluslararası koşullar, sosyo-ekonomik koşullar gibi pek çok etkene bağlı olacaktır yaşanacak yeni deneyimlerin özelliği. Ve kuşkusuz koşulların farklılığı oranında farklı deneyimler olarak yaşanacaktır. Örneğin kolektivizm programını 10 yılda tamamlayamaz da, birkaç onyıla, belki yarım asra yaymak durumunda olabilir. Bu gibi konularda tarihin dilini iyi okumak gerekir; toplumsal, ekonomik, siyasal koşulların bütününe çok geniş ve derin bir görüş açısından bakmak gerekir.

Ekim Devrimi ve Sovyet sosyalizminin şiddetinden çok bahsedildi, hala da konuşanlar var. Bu konuda bizim söyleyeceklerimiz çok kısa; ama çok nettir: Zorbalıktan söz edilecekse, Fransız İhtilali’nin devrimci zoru yanında Ekim'in devrimci zoru çok masum kalır. Zorbalıktan ve şiddetten söz edilecekse, Amerikan iç savaşma bakılabilir; Ekim'in burjuvazi ve gericiliğe karşı uyguladığı şiddet ile örneğin Amerika’nın siyahlara uyguladığı şiddet kıyaslanabilir; bu kıyasın sonucu da emin olunuz ki çarpıcı olacaktır. Zorbalıktan söz edilecekse, burjuvazinin 20. yüzyıl boyunca 150'ye yakın savaş çıkardığını, bu savaşlarda 250 milyon civarında insanın yok olduğunu hatırlamak ya da bilmek zorundayız. Şu anda dünyada silahlanmaya ayrılan bütçeyi dikkate almadan, eğitim ve sağlık hizmetlerine ayrılan bütçeyle bunu kıyaslamadan, zor ve şiddet üstüne sağlıklı sonuçlara ulaşmamız olanaklı değildir. Ekim'in uyguladığı devrimci şiddetin içerik ve düzeyi hakkında gerçekçi düşünmek durumundayız; bu şiddet meşrudur, haklıdır, tarihsel olarak ilerici ve ilerleticidir, gereklidir. Ama aynı zamanda örneğin, burjuva devimlerinde, Amerikan iç savaşında uygulanan şiddetle kıyaslandığında, devede kulaktır.

Ekim Devrimi'ne bugün emperyalizmin karanlık günlerinden bakıyoruz. Ekim devriminin eserlerinin, kalıntılarının yeryüzünden silindiği, yağmalandığı bir dönemden geçtik. Sovyetler Birliği'nde, Doğu Avrupa'da 89-90 olaylarında çöken, sosyalizmin müsveddesi, karikatürüydü. Ekim'in yarattığı düzen ve sistem, öylesine bir bürokratik dönüşüme uğramıştı ki, ayakları üstüne duramaz hale gelmişti ve 90'ların başında büyük bir gürültüyle adeta kendi üstüne çöktü. Bu çöküş, Ekim'in kalıntılarının ortadan kaldırılması anlamına geldiği gibi, dünyada muazzam bir gericilik dalgasının da başlangıcı oldu. Öyle ki, artık sosyalist olmak, sosyalizm için mücadele etmeye devam etmek, neredeyse aşağılanan, suç ve günah kabul edilen bir şey haline geldi. Emperyalizmin ideolojik ve entelektüel terör odakları, güçlü bir psikolojik savaşla soğuk savaş döneminin 'galipler ideoloji'sini dünya halklarının üstüne boca ettiler. Ancak daha on yıl geçmeden, yine büyük bir gürültüyle ortaya çıktı ki, kapitalizmin insanlığa verebileceği hiçbir şey yok. Hatta modern revizyonizmin çöküşü bile, Varşova Paktı'nın dağılmış olması bile, insanlığın kıyılarının daha büyük bir gericilik dalgasıyla dövülmesi anlamına geliyordu. ABD emperyalizmi ve dünya gericiliği, bu çöküşten aldığı güçle büsbütün saldırganlaştı. Dünya halkları büyük bir yoksulluk, mutsuzluk, güvensizlik, savaş tablosuna adeta mahkum edildi. ABD, dünyanın tek egemeni ve patronu olmaya soyundu; nerede bir devrimci kıpırdanma varsa orayı ezmeye koyuldu; nerede kendi çıkarlarını tehdit eden ya da kendi politikalarına uyumsuzluk gösteren bir hareketlilik varsa, oraya savaş taşıdı. Ama işte Irak'a bakıyoruz ve orada Amerika'nın batağa saplandığını görüyoruz. Ezilenlerin dünyasına bakıyoruz ve onlarda büyük bir direnme gücünün mayalandığını görüyoruz. Bu büyük direnç kaynakları, ikiz kuleleri vuran uçaklarda, ABD birliklerini yeni bir Vietnam Sendromu'na sokan Arap direnişçilerde, dünyanın pek çok yerinde savaşa karşı gelişen sokak gösterilerinde görüyoruz. Evet, insanlık bu dünyayı istemiyor, başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylüyor, başka bir dünya arzusunun sesini yükseltiyor; Ekim, işte bu seslerin arasında insanlığın geçmişteki geleceği olarak yeniden güncelleşiyor.

Kuşkusuz başka bir dünya, öyle bir dünyayı yaratabilecek, inşa edebilecek yetenekle, donanımla, hazırlıkla, mücadele gücüyle olanaklı olabilecektir. Yeni bir dünya, yeni bir bilincin ve birikimin ürünü olabilecektir. Bu ezilen kitlelerin bilinç ve hazırlığıdır, onların partisidir. Konuşmamın son bölümünü, işte bu nedenle, Ekim Devrimi'ne önderlik eden, onun teorisini oluşturup pratiğini yöneten partiye ayırmak istiyorum.

Ekim Devrimi, Bolşevik Parti’nin önderliğinde gerçekleşti. Bu parti, on yıllar boyunca çok sayıda sınıf mücadelesi anının, çarpışmalarının içinden geçerek hazırlanmıştı. Bu partinin bazı karakteristik özellikleri vardı; içinde kuşkusuz düşünce farklılıkları olan bir partiydi; ama bir hizipler koalisyonu değildi. Hiziplerden oluşan, siyasal iradesi parçalı, merkezi disiplinden ve eylem birliğinden yoksun bir partinin çetin sınıf mücadelesine önderlik edemeyeceği açıktır. Kapitalizmin bu derecede merkezileştiği, elindeki öldürücü silahların bu denli merkezileştiği, karar mekanizmalarının ve karargah çalışmalarının bu kadar merkezileştiği, serileştiği bugünkü dünyada içinden parçalanmış, hiziplere bölünmüş, içinde iktidar mücadelesi yaşayıp kan kaybeden bir partinin büyük bir orkestrayı yönetemeyeceği, devrimin öncü politik kurmayı olamayacağı çok açıktır. Dolayısıyla hem Ekim devriminin tarihsel deneyimine baktığımız zaman görmeliyiz bu gerçeği, hem de o deneyimden günümüz için yararlanmak amacıyla baktığımız zaman görmeliyiz. Burada yapılan tartışmalarla ilgisi bağlamında da vurgulamalıyım ki, evet, Bolşevik Partisi saflarında düşünce ayrılıkları ve bu ayrılıkların doğasına uygun tartışmalar, ideolojik mücadeleler olmuştur; fakat bunlar, çok doğal, geliştirici, olması gereken tartışmalar ve mücadelelerdir; merkezi disiplin ve eylem birliğini sağlamış bir partinin tartışmalarıdır; yoksa hizipler federasyonu ya da konfederasyonu durumundaki bir partinin Ekim Devrimi çapındaki büyük bir toplumsal, siyasal, tarihsel alt üst oluşa önderlik etmesi olanaklı olamazdı. Ancak Ekim Devrimi'ne önderlik eden partinin niteliğine sahip bir parti kritik anlarda doğru roller oynayabilir, büyük eserler meydana getirebilir.

Geriye dönüş süreciyle ilgili de kısaca şunu söylemek isterim: Sovyet halkı, daha Rus- Japon savaşından, 1905'ten başlayarak 1914-1918 emperyalist paylaşım savaşından geçerek, 1918-1921 iç savaşını yaşayarak ve hemen arından gelen endüstrinin kurulması, tarımın kolektivizasyonu gibi fedakârlık, acı, kayıp dolu süreçlerden geçti. Nihayet 1940-45 ikinci emperyalist paylaşım savaşında bunları misliyle yaşadı. Sovyet halkı yoruldu, güç yitirdi. Bu süreçlerin hem halkta, hem devlette, hem partide nesnel koşulları altında kendini gösteren bir irade kırılması ve kararlılık azalması yaratmış olduğu açıktır. Proletarya diktatörlüğü ve sosyalist inşa, bu devasa yıpratıcı, aşındırıcı, kan kaybettirici nesnel koşullarda örgütlendi ve sürdürüldü. Ama bu nesnel fonksiyonlar, 1950'lerin ikinci yarısından itibaren önderlik niteliğinin yetmezliğiyle de birleşerek, Sovyet devleti üzerinde negatif sonuçlar üretmeye başladı. SSCB'de büyük bir bürokratik dejenerasyon yaşanmaya başladı, zamanla bu dejenerasyonun politik, ideolojik platformları oluşturuldu. Burada da bir sınıf mücadelesi vardı ve bu sınıf mücadelesi, Sovyet devletini içten vurup kemiriyordu. Bir yandan dünyada burjuvazi ile proletarya arasında sürüyordu sınıf mücadelesi; diğer yandan Ekim Devrimi'nin yarattığı devletin bizzat içinde yürüyordu. İçerideki mücadele kuşkusuz daha örtülü ve değişik değişik biçimler altında yaşanmaktaydı. Bu mücadelede sosyalist iktidarın yeni insanı yaratma konusunda yeterince başarılı olamadığını da görüyoruz. Her yeni sistem, kendi insanını yaratarak, oluşturarak kendini güvenceler. Tarih, Ekim Devrimi'nin büyük iktidarının bu bakımdan başarısız olduğunu söylüyor. Küçük burjuva insan tipinin yenilgiye uğratılamadığı, zamanla bu insan tipinin yaygınlaştığı ve toplumun genelini ifade etmeye başladığı bir süreç yaşandı.

İçte yürüyen bu sınıf mücadelesi, bilinen ve kimisi burada tartışılan, öteki koşulların da etkisiyle 1950'lerden itibaren geriye doğru, çürümeye ve dejenerasyona doğru bir süreç başlattı ve 89-90 olaylarında nihai sonucuna ulaştı. 20. yüzyılı işte bu yenilgiyle kapattık. Şimdi 21. yüzyıla bir büyük zaferi hazırlamak için çalışıyoruz. Artık 20. yüzyılın deneyimlerine sahip, Sovyetler gibi büyük ve muazzam bin modelin bilgisine sahip devrimciler olarak istiyoruz sosyalizmi ve bu açıdan bakılırsa, kuşkusuz, şanslıyız. Bu dünya kapitalistler tarafından yaşanılır olmaktan çıkartılmıştır; bu dünya kapitalistlerin sömürüsüne, emperyalistlerin yağmasına bırakılmayacak kadar önemlidir, değerlidir. Bu dünyayı yaşanılır hale getirmek istiyoruz, yeryüzündeki halkları bu dünyada mutlu ve sağlıklı yaşayabilecekleri hale getirmek istiyoruz. Bunun için sosyalizmi istiyoruz.

*Bu yazı BEKSAV tarafından düzenlenen “Ekim Devriminin Diyalektiği” sempozyumuna katılımcı olarak yer alan İbrahim Çiçek'in konuşmasından düzenlenmiştir. 19 Ekim 2003 tarihinde Petrol-İş Sendikası Kongre Salonu'nda ve Hacı Orman yönetiminde gerçekleştirilen sempozyumun diğer konuşmacıları ise Veysi Sarısözen (SDP), Mustafa Yalçıner (EMEP), Fatma Nevin Vargün (Özgür Parti) idi.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi