ABD-Türkiye İlişkileri: Yapısal Kriz

4 Temmuz, ABD’nin kuruluş yıldönümüdür.

İlginç ve çarpıcı bir rastlantıdır ki, Süleymaniye kentinde 11 Türk kontrgerilla elemanının ABD askerlerince gözaltına alınması da 4 Temmuz’da gerçekleşmiştir.

Bu bakımdan, 4 Temmuz aynı zamanda işbirlikçi Türk burjuva devletiyle ABD’nin ilişkilerindeki krizin tüm çıplaklığıyla açığa vurduğu gündür de. Ya da başka bir açıdan, bu krizin ‘çözülmeye’ başladığı ‘tepe noktaları’ndan birinin de tarihidir.

1 Mart’tan 4 Temmuz’a uzanan 4 aylık zaman dilimi, ‘kriz’in tepe noktasını ifade ediyor.

Afganistan’dan Kosova’ya, Somali’den Kafkaslara kadar ABD emperyalist çıkarlarının silahlı bekçiliğini yapmakta ‘en önde’ yürüyen işbirlikçi Türk burjuva devleti, Irak savaşında ABD’yi ‘hayal kırıklığı’na uğratmış ve ‘yalnız bırakmış’tır. Aylarca AKP hükümeti ve Genelkurmayda ABD arasında süren pazarlıklar sonucu, 1. tezkere meclisten geçmiş, ABD gemileri Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ı işgal ederek Irak sınırına yığılmak için Mersin açıklarına demirlemişti. Ancak emperyalist savaş karşıtı sokak muhalefetinin gücü, AKP içindeki bölünme ve Genelkurmay’ın kararsızlığı, 2. tezkerenin meclisten geçmesini engelledi.

Ortaya çıkan sonuç, hem ABD, hem de Türkiye’deki Amerikancılar için tam bir ‘şok’tu. Ama ne kadar şaşırtıcı olursa olsun, düpedüz gerçekti ve artık yaşanmıştı. İlişkilerin o andan sonraki seyrine damgasını vurması da kaçınılmazdı.

Irak savaşı patlak verip de ABD ordusu Irak halkının çetin direnişiyle karşılaşınca, ‘bizim’ Amerikancıların da paçaları tutuştu: ABD ‘bizden’ bunun hesabını sorar! Nitekim George W. Bush, Bağdat’ın düşmesinin ardından yaptığı bir açıklamayla “Savaşın Türkiye yüzünden uzadığını” ifade etmişti. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ise, “Ordu, üzerine düşen liderlik rolünü oynamadı” sözleriyle, intikam oklarının hedefini göstermişti.

Derken, önce Güney Kürdistan’da sözde bir ‘insani yardım’ konvoyunun içinde Türk özel tim mensupları, Türkmenlere silah taşırken yakalandılar. Ardından da Süleymaniye’deki Türk kontrgerilla binası ABD askerlerince basıldı.

Krizin Odağında Kürt Sorunu Var

Tüm bu günlük gelişmelerin arka planını araladığımızda, gözümüze ilk çarpan olgu, Kürt sorunudur. ABD’nin Ortadoğu işgali, Ortadoğu’da sınırların değişmesini gündeme getirmiştir. Bu da her şeyden önce, Kürt ulusunun statüsünde ‘bir şeylerin’ değişmesi anlamına geliyor. Ortadoğu’nun mevcut statüsü, anahatlarıyla 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından çizildi. Önceden Osmanlı’ya ait olan bu bölge, büyük oranda İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin eline geçti. 1923 Lozan Anlaşması ise, bölgenin fazlaca değişmeden bugüne değin uzanan siyasi coğrafyasını çizdi.

Lozan, Türk ulusu açısından emperyalist işgalin hukuken sona erdirilmesi ve bağımsız devlet ilanı anlamına gelirken, aynı belge, Kürt ulusu açısındansa dört parçaya bölünme ve köleleştirilme anlaşmasıydı. İngiliz mandası Irak, Fransız mandası Suriye, Türkiye ve İran, Kürdistan’ı aralarında paylaştılar. Lozan statüsü, aynı zamanda Kürdistan’ı sömürgeleştiren bu dört devlet arasındaki sömürgeci işbirliğinin de temeli oldu. Dört parçayı ellerinde tutan devletler, herhangi bir parçada gelişen Kürt ulusal isyanlarına karşı, 80 yıl boyunca işbirliği yaptılar.

Suriye ve Irak’ın Fransız ve İngiliz mandasından kurtulmalarının ardından bu işbirliği, bir tarihsel süreklilik içinde devam etti. Tıpkı 1925 Şeyh Sait isyanının bastırılmasında Fransa’nın, Suriye demiryollarını Türk ordusuna açması gibi, 1975’te Mustafa Barzani’yle Irak devleti arasında Güney Kürdistan’ın özerkliği için anlaşma imzalandığında, buna ilk karşı çıkan da Türk devleti olmuştur. Saddam’ın Halepçe’de Kürtlerin üzerine sıktığı kimyasal gazları Avrupa şirketlerinden alarak Saddam’a satan Türk şirketleri olmuştur. Yine, Halepçe katliamının ardından, gaz bombasıyla yaralanan binlerce Kürt, TC sınırından içeriye kaçmasına rağmen, Türk devleti ısrarla, “Halepçe’de kimyasal gaz kullanılmadı” tezini savunmuştur.

Ancak şimdi, durum köklü biçimde değişiyor. ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından, Kürdistan’ı egemenliği altında tutan sömürgeci güçler bileşimi değişti. Artık Güney Kürdistan, ABD egemenliği altında. Ve ABD’nin, işgal ettiği topraklarda, sömürgeci egemenliği için görece ‘istikrar’ bulabildiği yegane alan, Güney Kürdistan oldu. Barzani-Talabani işbirlikçiliği, ABD işgalcilerini sevinç gösterileriyle karşıladı. 80 yıldır ilk kez, Kürdistan’ın bir parçasını egemenliğinde tutan bir güç, Kürtlere ‘federe devlet’ kurma olanağı tanıyacağını ilan etmiş oldu. Daha doğrusu, Güneyli Kürtlerin 80 yıllık mücadelesinin yarattığı birikim, ABD’yi Kürtlerle böyle bir ilişki kurmaya zorladı. ABD’nin Kürtlerle kuracağı sömürgeci ilişkinin biçiminin Türk, İran ve Suriye sömürgecilikleriyle yapısal uyumsuzluğu, bu devletlerle ABD’nin ilişkilerinde de yeni bir kriz öğesi oluşturdu.

Geçerken belirtelim ki, Irak savaşının ilk evresinin Bağdat’ın düşmesiyle noktalanmasının ardından, Türk devletinin ilk dış politika hamlesi, İran ve Suriye’yle sömürgeci işbirliğini eski biçimiyle yeniden kurmaya çalışmak oldu. Ancak Türk devletinin bu girişimi, ABD’nin baskı ve zoruyla engellendi. TC-Suriye-İran arasında Kürdistan’ın statüsünü olduğu gibi korumak konusundaki o bildik, klasik sömürgeci işbirliğinin de artık sürdürülemeyeceği ortaya çıktı.

Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesinin 80 yıllık tarihi, sömürgeciler arasındaki işbirliğinin yanı sıra, Kürdistan’ın dört parçası arasındaki karşılıklı etkileşime de işaret ediyor. Güney Kürdistan’da 1970-74’te gerilla mücadelesiyle birleşen ulusal isyan, Kuzey Kürdistan’da güçlü bir ulusal mayalanma yaratmıştır. Yine, 1991’den sonra, Güney Kürdistan’ın fiili özerkliği, Kuzey’deki ulusal devrimi besleyen bir rol oynamıştır. Tersinden, Kuzey’deki ulusal devrim ve PKK’nin Güney’de üçüncü büyük siyasi kuvvet haline gelmesi de Güney’i radikalize eden bir faktör olmuştur. Bu tarihsel verilere ek olarak, bugün fiilen Kürdistan ulusal mücadelesinin uluslararasılaşmış olması, özellikle Kuzey ve Güney Kürdistan’ın siyasi açıdan önemli derecede iç içe geçip kaynaşmış olması da bir olgudur.

Tüm bu olgular, Güney Kürdistan’da kurulacak bir Kürt federe devletinin ya da daha ötesi, ABD’nin himayesinde kurulacak bir Kürt devletinin Kuzey Kürdistan’da fiilen ulusalcı etkileşimler yaratacağını gösteriyor. Türk sömürgeciliğinin ‘kabusu’ da budur.

Kuzey Kürdistan’da sömürgecilik, Kürt ulusunun varlığının inkarı temelinde inşa edilmiştir. ‘Herkes Türktür’ ve tabii ki, Kürtler de Türktür! Ancak bu kaba inkarcı siyaset, gerçek yaşamda 1984-1999 Kürt ulusal savaşı tarafından alt üst edilmiştir. 1989/91’den itibaren bir ulusal devrime dönüşen Kürt ulusal hareketi, faşist sömürgeciliğin inkar siyasetini delik deşik etmiştir. Bunun sonucu ve ürünü olarak, 1991’de Kürtçe konuşma yasağı kaldırıldı. 2002 Ağustosu’nda Kürtçe öğrenimi ve radyo-TV yayını serbest bırakıldı. 2003 Ağustosu’nda ise, özel TV-radyolara Kürtçe yayın izni verildi. Ancak sömürgecilik, tüm bunları ‘bireysel haklar’ olarak, Kürtçe’yi ise bir ‘mahalli lehçe’ olarak tanıdı ve Kürt ulusunun kolektif varlığını inkar etmeye devam ediyor. Diğer yandan da yasal olarak tanınan bu hakların gerçek yaşamda hayata geçirilmemesi için vargücüyle çabalıyor.

“Ortadoğu’da sınırların değişmesi”, Kürt ulusunu inkar siyasetinin artık dikiş tutmayacak biçimde iflas etmesi demektir. Örneğin Güney Kürdistan’da Kürtler çoğunlukta ve federe devlet kuruyorlar. Bu durum, Kuzey Kürdistan’da çoğunlukta olan Kürtlerin neden aynı hakka sahip olamadığı sorusunu gündeme getirecektir.

Sömürgeciliğin önde gelen ideologlarından Ümit Özdağ’ın, ASAM(1) için hazırladığı ve yazının sonraki bölümlerinde de gönderme yapacağımız konuyla ilgili ‘stratejik araştırma’ raporunda, “Türkiye’nin bundan sonra yapması gerekenler” bölümünde, tam da bunun için, “Birincil hedef, Ortadoğu ve Irak’ta mevcut sınırların değişmemesidir” deniliyor.(2)

ABD-Türkiye ilişkilerinin yeni döneminde, en sancılı kriz unsuru budur.

Bu nedenden dolayı, işbirlikçi Türk devleti, ABD’nin ‘uzun savaş’ının bir önceki halkası olan Afganistan savaşına koşar adım asker gönderirken, Irak saldırısına başından itibaren hep mesafeli yaklaşmış ve devletin yönetici çevreleri belirgin bir iç kararsızlık geçirmişlerdir.

Nasıl geçirmesinler ki? Yugoslavya’dan Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Makedonya, Sırbistan-Karadağ ve Kosova’yı çıkartan emperyalist paylaşım süreci, neden Irak’tan da bir Kürdistan çıkartmasın?

Üstelik, Türk sömürgeciliğinin “KADEK’in imha edilmesi” talebi de ABD tarafından sürekli ertelenmekte, sürüncemeye bırakılmakta, Türk askerinin Irak’a gönderilmesi koşuluna bağlanmaktadır. En son, Ankara’ya gelen ABD “Terörle Mücadele” uzmanları, açık biçimde, “Güney Irak’ta istikrar sağlanmadan, Kuzey Irak’ta çatışma istemediklerini” ilan etmişler ve ancak ‘yabancı desteğin’ Irak’a ulaşmasının ardından, ‘boşa çıkacak’ ABD birliklerinin Kuzey’e giderek bu sorunu çözebileceklerini söylemişlerdir.

Krizin kaynağına dair, ASAM uzmanlarından Bahadır Koç ise şunları söylemektedir: “Türkiye ile ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik çıkarlarında ve önceliklerinde farklılıklar vardır. Kürt meselesi ve Türkiye’nin bu konuya herhangi bir dış politika olayının çok ötesinde verdiği önem, Ankara’nın ABD politikalarına bakışını etkileyerek, bu farklılıkların artmasını ve derinleşmesini beraberinde getirmektedir.(3)

“Farklı çıkarlar” ve “farklı öncelikler”... Türk sömürgeciliğinin politikasıyla, ABD sömürgeciliğinin politikası arasındaki çıkar ve öncelik farklarıdır bunlar. Türk sömürgeciliğinin “çıkarları” Güney Kürdistan’da herhangi bir Kürt ulusal kurumlaşmasına izin verilmemesidir. ABD’nin ise, Irak’ta tutunabilecek yegane dalı, Güney Kürdistan’dır ve Kürtlere çeşitli ayrıcalıklar tanımak zorundadır. Türk sömürgeciliğinin “önceliği”, KADEK’in silah zoruyla imha edilmesidir, ama ABD sömürgeciliği, böyle bir hamlenin Güney Kürdistan’ı da bir savaş alanı haline getireceğini biliyor ve gerçekte, aynı anda hem Irak direnişiyle, hem KADEK’le çatışmayı göze alamıyor. Bu yüzden ABD, doğrudan bir silahlı tasfiye hamlesine girişmekten geri duruyor. Görüşmelerde dayattığı “KADEK’in silahsızlanmasını pratik olarak gerçekleştirecek silahlı adımlar atmayı sürüncemeye bırakıyor. Bu durumu, aynı zamanda Irak’a Türk askeri gönderilmesini sağlamak için bir koz olarak kullanıyor.

Sömürge Yönetiminde Türkmenlerin Konumu

İşbirlikçi Türk devletiyle emperyalist ABD arasındaki krizin birincisiyle bağlı bir ikinci alanı, Iraklı Türkmenlerin Irak sömürge yönetiminde oynayacakları rol, tutacakları yer sorunudur.

Bu soruna girmeden önce, bir noktanın altını çizelim. Türk burjuva devleti, 1991’e kadar Iraklı Türkmenlerin durumuyla hiçbir biçimde ilgilenmemiştir. Saddam rejimi altında ezilen ve Araplaştırılmaya çalışılan Türkmenlerin durumuyla ilgili olarak ‘suskunluk’ siyaseti izlemiştir. Tabii ki, bu siyaset de doğrudan doğruya, Irak rejimiyle Türk devleti arasındaki sömürgeci işbirliğinin bir sonucu ve ürünüydü.

Ancak ne zaman ki, Güney Kürdistan fiili bir özerkliğe kavuştu, Türk burjuva devleti de “şanlı Türkmen davasını” icat etti. Güney Kürdistanlı Türkmenlerin önemli bir kısmı, Türk kontrgerillası tarafından örgütlenerek, bir kontra gücü oluşturuldu. “Irak Türkmen Cephesi”, gerçekte Türk kontrgerillasının, kirli savaş çetelerinin bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Güney Kürdistan’da Kürt ulusal kurumlaşmasının önüne engel çıkartmak ve Saddam’ın devrilmesi durumunda yeni iktidardan pay kapmak amaçlarıyla kurulmuştur.

Şimdi, ABD ve Türkiye’nin “çelişen çıkarları ve öncelikleri”, Irak Geçici Hükümet Konseyi içinde Türkmenlere yalnızca bir sandalye verilmesine neden olmuştur. ABD’nin atadığı bu bakanın da Irak Türkmen Cephesi’yle bağı yoktur. Bu, fiilen Türk burjuva devletinin Irak yönetiminden dışlanmasıdır. Türk burjuvazisinin fetihçi hayallerini suya düşüren bu gelişme de ABD-Türk devleti arasındaki krizin faktörlerinden birisidir. Şimdi gündemde olan asker pazarlıklarının bir unsuru da hükümet konseyindeki Türkmen ‘bakan’ sayısıdır. Kürtlere 5 ‘koltuk’ verilirken, Türkmenlere 1 koltuk verilmesini ‘adaletsiz’! bulan Türk sömürgeciliği, Türkmenler için en az 3 koltuk istiyor. Burada elde edeceği koltukları hem Kürtlere karşı bir müdahale aracı, hem Irak’ın iç politikasına ‘karışmanın’ bir mevzisi ve hem de Irak’a gidecek Türk sermayesi için bir güvence olarak görüyorlar.

Bu örnek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Türk ırkçısı ve şovenist yapısını çok çarpıcı biçimde ortaya koymuyor mu? “Herkes Türktür” ideolojisiyle Kuzey Kürdistan’da yaşayan milyonlarca Kürt’ü ‘Türk’ sayan sömürgeci devlet, ‘Irak’ sınırları içindeki Kürtlerin bir federe devlet kurmasından öcü gibi korkuyor, ama oradaki Türkmen ‘soydaşlar’ı silahlandırıp, kışkırtıyor. Bu tıpkı, TC’nin 1989’da Bulgaristan’daki Türkleri Türkiye’ye göç etmeleri için kışkırtması, göç edenlere vatandaşlık hakkı vermesi, ancak aynı dönemde Saddam rejiminden kaçarak sınırı geçen Kürt göçerlere “mülteci” statüsünü bile çok görmesi, toplama kamplarında, halktan tecrit ederek tutması gibi bir durumdur.

“Kerkük Türktür” sloganında ifadesini bulan bu şovenist politika, aynı zamanda, ‘iç’te de Kürt ulusu üzerindeki şovenist baskıyı tırmandırmanın ve Türk ulusundan emekçileri zehirlemenin bir aracıdır. Bir kısım faşist-kemalist güruh da bu slogan üzerinden şovenist kitle tabanı yaratmak üzere sokağa salınmıştır.

Kırmızı Çizgiler Erirken...

Ortadoğu’da ABD işgali, Türk sömürgeciliğinin ‘kırmızı çizgileri’ni çiğneyerek gerçekleşiyor. Irak işgalinin hemen ardından Genelkurmay tarafından ilan edilen ‘kırmızı çizgiler’ şunlardı:

*Bağımsız Kürt devletinin kurulmaması

*Kürt federe devletinin de ilan edilmemesi

*Etnik yapıya dayalı federasyon vb. kurulamaz.

*Peşmergelerin Kerkük’e girmemesi

*Musul-Kerkük’teki Türkmenlere yönelik bir saldırının olması ve bu kentlerin nüfus yapısının peşmergelerce bozulmaya çalışılması. Gerçekte, şu an politik gündemde ‘bağımsız Kürt devleti’ yok; ancak Musul ve Kerkük, ABD egemenliği altında, Kürtlerin idaresinde. KDP ve KYB’nin bu kentlere girmesi durumunda bunu ‘savaş nedeni’ sayacağını ilan eden Türk sömürgeciliği, geri adım attı. Ya da atmak zorunda kaldı, ABD sömürgeciliğinin ihtiyaçları doğrultusunda geriletildi. Giderek Türk devletinin Güney Kürdistan’da bir federe devletin kurulmasını engelleme ümitleri suya düştü. Şu anda, esas olarak, bu federe devletin yetki ve sınırlarını daraltma ve Türkmenlerin bu federe devlet içindeki gücünü büyütme mücadelesi veriyor. Süleymaniye gözaltıları, bir yandan da Türk devletinin bölgedeki Kürt kuramlaşmasına yönelik kontra provokasyonlarına ABD tarafından verilmiş bir cevaptı. Ya ABD’nin çıkarlarına hizmet edersin ya da bu bölgede barınamazsın mesajıydı. Kırmızı çizgilerin çiğnenmesinin ve Süleymaniye gözaltılarının ardından bir ASAM uzmanınca yapılan şu değerlendirme, ABD’nin Türk sömürgeciliğini gerilettiği noktayı göstermesi açısından anlamlıdır:

“Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürtlerle ilgili gelişmeleri askeri yöntemlerle etkileme marjı ciddi oranda azalmıştır. (...) Türkiye’nin Irak’a yönelik ilgisinin merkezinde PKK’nin Kuzey Irak’taki varlığı ve faaliyetleri olmalıdır.”(4)

Ancak, Türk sömürgeciliğinin Güney Kürdistan’daki askeri gücünün yalnızca KADEK’e karşı konumlandığını düşünmek mümkün değil. Türkmenlerin örgütlenmesi ve silahlanması, provokasyonlar çıkartılması gibi el altından yürütülen işler hala sürüyor. Diğer yandan, işbirlikçi Türk devleti, Irak’ın siyasi yapısına yönelik müdahaleleri, ancak ABD’nin hizmetine binlerce Türk askeri vererek yapabileceğini anlamıştır ve ‘asker gönderme’ planının arkasındaki bir gerçek de budur.

Kriz, TÜSİAD-Ordu Çatışmasıyla Örtüşüyor

Türk burjuva ordusu, geleneksel olarak, devletin en ABD’ci kurumunu oluşturur ve hatta ABD egemenliğinin bu topraklardaki temel direğidir. Ümit Özdağ’ın deyişiyle: “İki ülke arasındaki ilişkilerde güvenlik merkezli konular öncelikli bir yer işgal ettiği için, geçtiğimiz 50 yıl içinde en fazla işbirliği geliştiren kurumlar, iki ülkenin orduları olmuşlardır.”(5)

Ancak şimdi, durum değişti.

Tüm generalleri ABD’de ‘eğitim’den geçmiş, eski Genelkurmay Başkanı Karadayı ABD’den “üstün liyakat ödülü” almış, NATO’cu, işbirlikçi Türk ordusu, artık bir dizi noktada ABD için bir ayakbağı olarak görülüyor ve iktidar gücü geriletilmeye çalışılıyor.

Wolfowitz’in Meclis’ten tezkerenin geçmemesinden Türk ordusunu sorumlu tutan açıklaması, bunun ilk işaretiydi. “Ordu, liderlik rolünü oynayamadı” diyordu Wolfowitz. Bu yüzden ABD, Kürt sorunu ve ABD işgaline eklemlenme konularında ABD’ye daha yakın bir çizgi izleyen AKP hükümetini açık ve bariz biçimde desteklerken, ordunun devlet iktidarı içindeki ağırlığının geriletilmesini destekledi. TÜSİAD ve Genelkurmay arasında, önceden beri süren iktidar kavgasında ordunun geriletilmesinden yana tutum koydu. “7. Uyum Paketi”nin arkasında AB emperyalistlerinin yanı sıra ABD de vardır.

İşbirlikçi ordu içinde ise, ABD’yle yaşanan krize dair bir çatallanma, iki farklı tutum biçiminde kendisini ortaya koyuyor. Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın konuşmasında ifadesini bulan “hem ağlar hem giderim” tarzı işbirlikçilik ile Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’te somutlaşan daha açık işbirliği çizgisi. Ancak son kertede bu iki çizgi de Irak’a asker gönderilmesinde hemfikir olarak bir noktada buluşuyorlar. Süleymaniye’deki gözaltıların ardından ‘gürleyen’ Genelkurmay açıklamaları, birkaç hafta içinde renk değiştirdi. “ABD ordusuyla tarihin en büyük güven krizinin yaşandığını” ifade eden Hilmi Özkök, birkaç hafta içinde, asker gönderme müzakerelerine hazırdı. Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın katıldığı Çankaya Zirvesi’nde, generallerin iradesi, açık biçimde asker göndermekten yanaydı. Sonuçta “güvenlik sorunu”na ABD’ye sırt dönerek çözüm bulmak olası değil! Kürdistan, ancak ABD’nin onayı ve denetimiyle Türk burjuvazisinin egemenliği altında kalabilir. Güney Kürdistan’daki Kürt devletleşmesi ve KADEK’in bu bölgedeki varlığı, artık ancak ABD’yle yeni temelde kurulacak işbirliği ilişkilerine dayanılarak engellenebilir.

Uluslararası Krizin Bir Parçası

Irak savaşı, emperyalist uluslararası ilişkilerdeki krizi çıplak gözle görünür hale getirdi. 1945-1990 dönemine ait uluslararası örgütler, başta BM ve NATO olmak üzere, çarpıcı biçimde işlevsizleştiler. ABD emperyalizmi, Britanya ile birlikte, bu örgütlerin iradesini hiçe sayarak Irak’a savaş açtı.

Bu durum, 1989/90 olaylarıyla birlikte başlayan, ama pratik görünümünü şimdi ortaya koyan bir uluslararası krizdir:

“Dünyamız bir ‘uluslararası kriz’le karşı karşıyadır. Bu ‘sıradan’ bir kriz durumu değildir. Çünkü kriz içinde olan emperyalist ‘uluslararası ilişkiler düzenidir’. Dahası bugünkü durum, yalnızca emperyalist uluslararası ilişkiler düzeninin krizi değil, ‘90’lardan beri süre gelen krizin tırmandığı en tepe nokta ya da krizin kendini en çarpıcı ve şiddetli biçimde ortaya koyduğu bir an’dır.

“Bölgemiz petrol ve dünya egemenliği mücadelesinin öncelikli özel alanı olduğu içindir ki, emperyalist odaklar arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi ve hegemonya mücadelesinin sertleşmesinden dolaysız ve sarsıcı biçimde etkilenmektedir. Bu etki, istikrarsızlığın artması, varolan yapıların çözülmesi vb. anlamına gelir.”(6)

Soğuk Savaş yıllarında ‘komünizm tehdidi ’ne karşı, emperyalist kapitalist dünyanın ‘ileri karakolu’ idi Türkiye. Ortadoğu’da gelişen radikal Arap ulusalcılığına karşı da, SSCB merkezli “komünist tehdide” karşı da ABD’nin Ortadoğu’daki iki kalesinden biriydi. (Diğeri İran Şahlığı.) Ancak 1979 İslam devrimiyle Şahlık yıkılınca, bu önem daha da büyüdü.

Tüm bu 50 yıl boyunca, dünya egemeni ABD, Türk burjuvazisinin Kürdistan üzerindeki sömürge egemenliğini onaylamış ve desteklemiştir. Kürt ulusunun inkarının arkasında hep ABD desteği olmuştur. 1984-1999 arasında faşist diktatörlüğün uyguladığı kirli savaş da ABD ve Alman silahlarıyla yürütülmüştür. 12 Mart ve 12 Eylül cuntacıları ABD’nin “bizim çocuklar” dediği, kendi egemenliğinin araçlarıydı.

Marshall yardımlarıyla başlayan ve bütün bir 50’li-60’lı ve 70’li yıllar boyunca süren ABD yardım ve borçları ise, ‘karakolun iktisadi ve toplumsal durumunun güvencelenmesi amacını taşıyordu.

Bu dönemde ABD-Türkiye ilişkilerinde oluşan en önemli ‘kriz’, Kıbrıs’ın Türk ordusunca işgal edilmesi idi, ki bu ‘kriz’ de, hızla sönümlendi. Zira, işgal sonucu Kıbrıs Cumhuriyetinin darbelenmesiyle, Kuzey Kıbrıs, ABD için batmaz bir uçak gemisine, Soğuk Savaş’ın hizmetindeki bir askeri üsse dönüştü.

Ancak, 1989/90 olayları, ABD emperyalizmi ile Türk işbirlikçiliği arasındaki ilişkilerin bu 50 yıllık geçmişinde bir dönüm noktasıdır. Bu durum kendisini, 1991 Körfez Savaşı’ndan sonra Güney Kürdistan’da bir özerk bölge oluşturulmasıyla hissettirmeye başlamıştı. Bugün ise, ABD, Ortadoğu’da bizzat işgalci bir güç, hatta TC’nin sınır komşusu olarak, kendi çıkarlarını salt diplomatik-ekonomik basınçla değil, fiili askeri kuvvetiyle de dayatan bir güç konumunda.

Diğer şeyler bir yana, yalnızca ABD’nin Irak’ı işgali ve bu ülkeyi bir askeri üs haline getirmesi bile, Türkiye’nin ‘jeostratejik önem’ini -en azından Ortadoğu için- ortadan kaldırıyor.

ASAM’cıların sözleriyle: “Türkiye’nin bütün bir Soğuk Savaş boyunca ve sonrasında Türk-Amerikan ilişkilerini Türkiye’nin ‘jeopolitiğinin kullanılmasına’ dayandırması, diğer bir ifadeyle ‘benim önemli bir jeopolitik konumum var’ merkezli dış politika yapması, ABD’nin bu noktaya vurgu yaparak, Türkiye’ye, ‘artık benim için jeopolitik önemin bitti’ mesajını vermesine neden olmuştur.”(7)

Bilindiği gibi, işbirlikçi Türk burjuva devleti, emperyalist sistemin yeni koşullarına uyum sağlamak için, özellikle 1990’lardan itibaren ‘jeopolitiğini’ yeniden tanımlamaya yöneldi. Dün, SSCB’ye karşı ‘hür dünya’(!) ileri karakolu olarak tanımlanan ve pazarlanan ‘jeopolitik’, artık, ‘çatışma üçgeninin’ yani Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’nun odağında yer almak biçiminde tanımlanmaya başladı. Bu yeni tanımlama, bu ‘üçgen’de aktif ABD jandarmalığı rolü üstlenme yönelimiyle bağlıydı. Nitekim Somali’den Bosna’ya, Kosova’dan Afganistan’a, Türk ordusu, hep emperyalist işgal ordularının yedek kuvveti olarak konumlandı. TC-İsrail stratejik işbirliği anlaşmasıyla Ortadoğu’da ABD’ci bir eksen kuruldu. Ancak sıra Irak’a geldiğinde, Türk ordusunun ‘jandarmalık’ stratejisi tökezledi. ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik plan ve politikalarıyla, Türk burjuvazisinin ve ordunun politikalarının uyuşmazlığı çıplak biçimde ortaya çıktı. ‘Jandarmalık’ rolü çerçevesinde bir bölge gücü olma fetihçi hayalleri kuran Türk burjuvazisi de bu durum karşısında bir iç mücadeleye tutuştu. Ancak, ortaya çıkan veriler, en azından kısa vadede, ABD’nin Türk devletine Ortadoğu’da herhangi bir ‘jeostratejik önem’ atfetmediğidir. Tabii, bu durum orta vadede değişebilir. Gelişmenin yönü, yine büyük oranda Kürt sorununda yaşanacak gelişmelere bağlı olacaktır. Diğer yandan Balkanlar ve Orta Asya-Kafkaslar’da Türk devletinin ‘jeostratejik önem’ pazarlama çabası sürüyor, ki ABD de bu yönlü anlaşmalara açıktır.

Devrimci Ve Karşıdevrimci Olanaklar

ABD-Türkiye ilişkilerindeki yapısal kriz, antiemperyalist demokratik devrim mücadelesinin gelişmesi açısından temel önemde devrimci olanaklar yaratıyor. Bu olanakların çarpıcı bir tablosu, 1 Mart’ta tezkerenin püskürtülmesiyle doruk noktasına varan emperyalist savaş karşıtı mücadelenin verileriyle ortaya dökülmüştü. Burjuvazinin bir iç irade birliği tesis edemediği, devlet organlarında ABD saldırısına ortak olma konusunda bir kararsızlığın hüküm sürdüğü, meclis ve hükümet içinde geniş çatlakların oluştuğu, burjuva medyanın da bu çatallanma ortamında antiemperyalist mücadeleye sansür uygulayamadığı bir süreçte, halklarımız, sokağın iradesi ve gücüyle ikinci tezkereyi püskürttüler. Bugün, burjuva egemenlerin saflarında aynı kararsızlık ve kafa karışıklığı, ‘asker gönderme’ sorununda ortaya çıkıyor.

Gelişen sürecin verileri, emekçi yığınların, egemenler arasındaki bu çelişkilerden yararlanarak kendilerine geniş bir politik özgürlük alanı açabildiğini gösterdi. Emperyalist savaş karşıtı mücadele, hem toplumsal meşruiyetinden, hem de egemenler arası çelişkilerden faydalanarak, geniş kitlelerin politikaya müdahale ettiği bir araca dönüştü. Aynı kriz- sel durum, IMF politikaları, özelleştirmeler, kölelik yasaları vb. konularda da ezilenlerin hareket alanını genişleten bir rol oynuyor. Antiemperyalist kitle mücadelesinin olanakları yığınların bağrında muazzam zenginlikte birikiyor. Bu, aynı zamanda, ezilen emekçi milyonların açlığa, yoksulluğa, işsizliğe karşı öfke ve tepkilerinin de açığa vurduğu bir kanala dönüşüyor.

Diğer yandan, bizzat aynı durum, çelişkinin odağında duran Kürt sorununda egemenlerin şovenist demagojilerinin etki gücünü de artırıyor. Bu da, ABD-Türk devleti ilişkilerindeki krizin yarattığı karşıdevrimci bir olanaktır. Özellikle faşist MHP, kontracı Ağar’ın DYP’si, kemalist İP ve CHP gibi partiler, özellikle Türk ve Arap halk yığınlarımızın bağrında ABD’ye karşı biriken öfkeyi, Kürt düşmanlığına dönüştürmek için yoğun bir propaganda yürütüyorlar. Ertuğrul Özkök gibi burjuva ideologlar, ‘1 Mart’ta tezkere reddedilmeseydi, ne güzel KADEK’i ABD’yle birlikte ezecektik’ söylemleriyle, yeni tezkereyi pazarlıyorlar. Milliyet ve Hürriyet’te sözde ‘belge’lere dayanan yazı dizileriyle, 1 Mart’ta reddedilen tezkerenin ‘terörle mücadele’de sağlayacağı avantajlar anlatılarak, Irak’a asker gönderme için kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyor.

Sözüm ona ‘anti-Amerikan’ motiflerle geliştirilen bu Kürt düşmanı siyasetin, gerçek içeriği de Türk halk yığınlarını Irak’a asker gönderme politikasına yedeklemektir. Bu şovenist ve Türk ırkçısı politik söylem, ABD emperyalizminin hizmetindedir. Dolayısıyla, antiemperyalistler, ve tabii en başta komünistler, asker gönderme tezkeresine ve ABD’nin Irak işgaline karşı mücadelede bu şovenist-faşist kesimle aralarına kalınca bir sınır çizgisi çekmeyi ihmal etmemelidir. Bu sınır çizgisi, halkların kardeşliğidir. Antiemperyalizm, Türk, Kürt, Arap halklarının kardeşliğine ve ortak mücadelesine dayanır. MHP-İP-DYP’de temsil olunan şovenist çizgi ise, Türk ırkçısıdır, Kürt ve Arap düşmanıdır. Şoven milliyetçilik, hep olduğu gibi, burada da emperyalizmin ve bölge gericiliğinin hizmetindedir. Görünürde ABD karşıtlığı noktasında ortaklaşıyormuş izlenimi veren, ama içerikte bambaşka noktalarda duran bu iki çizgi arasındaki mücadele, devrimci politikanın günlük sorunlarından birisidir.

Dipnotlar

1- ASAM: Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi. Genelkurmay’a bağlı sömürgeci faşist ideologlardan oluşan ‘düşünce üretim’ kuruluşu.

2- Ümit Özdağ, Stratejik Analiz, Ağustos 2003, sf. 24.

3- Stratejik Analiz, Ağustos 2003, sf. 47.

4- Ş. Bahadır Koç, Stratejik Analiz, Ağustos 2003, sf. 43.

5- Agd. sf. 37.

6- Teoride Doğrultu, sayı 11, “Emperyalist Sistemde Kriz”.

7- Stratejik Analiz, sf. 26.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi