Ulus-Devlet Ve Küreselleşme

Ulus-devlet, küreselleşmeye kurban mı ediliyor?

Kapitalizm kendi çocuğunu mu yiyor?

Farklı pek çok formülasyonlar altında gündeme getirilmiş de olsa, siyaset teorisi açısından son 10-15 yıldır yanıtının peşinde koşulan başlıca sorulardan birisi de bu. Siyasal yazın, ulus-devletin geleceğinin ne olacağıyla ilgili analiz ve değerlendirmelerle dolup taşıyor yıllardır. Politik ekonominin farklı burjuva ekolleri arasındaki teorik rekabetin temel konularından biri de, ulus-devletin ekonomi üzerindeki rolünün belirlenmesine odaklanmış bulunuyor. Aynı merkezli sorunun etrafında karşıt kutuplara doğru yoğunlaşan politik ideoloji pratikleri ise toplumsal yaşamda ayrıştırıcı rol oynamayı uzun zamandır sürdürüyor.

‘Devlet sorunu’ üzerine tartışmanın mazisinin, Antik Yunan uygarlığına kadar uzanan çok eski bir geçmişinin olduğu biliniyor. Sistematize edilmiş başlangıç adımları Platon’a ait. Sonrasında Makyevelli’den Hobbes’a, Rosseau’dan Marks’a, Lenin’den Gramsci’ye... kadar uzanan bir tarihsel süreklilik içinde siyaset teorisinin temel konusu olmayı sürdürüyor, devlet sorunu.

‘Devlet ve devrim’ gibi Marksist siyasal teorinin en yetkin eserlerinden birini kaleme almış biri olarak Lenin’in ‘devlet sorunu’ konusunda yaptığı bir uyarıyı hatırlatmak konumuz bakımından yararlı olacak. Lenin, Sverdlov Üniversitesi’nde verdiği bir dersin (1919) hemen başında, dinleyicileri şöyle uyarır, “devlet konusu en karmaşık ve en güç sorunlardan biridir” ve devam eder, “belki de burjuva düşünürlerin, yazarların ve filozofların bütün sorunlardan daha da anlaşılmaz hale getirdikleri bir sorundur.”

Bu uyarıyı yaparken Lenin, dinleyicilerin gözünü korkutmak istemiyordu elbet! O, devletin, sınıflı topluma ait bir olgu, “bir sınıfın bir başka sınıfı baskı altında tutmasının” bir aracı olduğu basit gerçeğine odaklamak istemektedir kendini dinleyenleri. Çünkü Lenin bilmektedir ki, devletin sınıfların varlığından ve savaşımından bağımsız olarak ezelden beri var olduğuna dayalı devlet öğretisi, sömürücü sınıfların çıkarları açısından yaşamsal önemde bir işlev görmektedir. O nedenle, kapitalizm koşulları altında, komünist partinin devlete karşı tutumu nedir? sorusuna bilimsel temelde bir yanıt verebilmek için bu ‘basit gerçeğin’ etrafını kat kat saran burjuva ideolojik kabuğun parçalanıp atılmasının büyük önemine dikkat çekmektedir.

‘Devlet nedir, niteliği nedir, önemi nedir?’ sorularına ‘bağımsız olarak yaklaşma yeteneği’ kazanılmasının, işçi sınıfının politik savaşımı bakımından öneminden bahseden Lenin, dinleyicilere Marksizm’in inceleme yönteminin temelini özlü bir şekilde anlatarak da yol göstermeye çalışır. Lenin’in devlet sorunu konusunda ‘sınıf uyarısı kadar ‘yöntem’ önerisi de konumuz bakımından belirleyici olduğundan, olduğu gibi aktaralım: “Toplum bilimdeki bir sorunda en güvenilir şey -eğer bu soruna bilimsel bir biçimde yaklaşmak istiyorsak en önemli şey- her sorun bu verilen olayın tarihi içinde nasıl ortaya çıktığından ve gelişimindeki belli başlı aşamaların neler olduğundan hareketle incelemek, bugün ulaştığı durumu incelemektir, temelinde yatan tarihsel bağlarını unutmamaktır.”

Lenin’in uyarılarını aklımızda tutarak ve yöntem önerisini takip ederek günümüz siyasetinde peşine düşülen soruya yanıt aramaya çalışalım.

Devletin kökenleri, doğuş koşulları ve gelişim süreciyle ilgili genel bir teorik tartışma yürütmekle ilgili değiliz bu yazı kapsamında. Ancak, modern tarihin üzerinde yükseldiği kapitalist üretim tarzıyla, onun en gelişkin ve en etkin örgütlü siyasal öznesi olarak ulus-devletin ilişkisini tanımlamadan yürütülecek güncel bir tartışmanın da soyut kalacağı kesin. Oysa bugünkü biçimiyle yürütülen tartışma çok somut bir ekonomik, politik ve toplumsal içeriğe sahip. Bu içerik en zengin kapsamıyla, dünya kapitalist emperyalist sisteminin ulaşmış olduğu küresel bütünleşme düzeyinin gelişme koşulları ve sürecinde bulunduğuna göre, çözümlemenin maddi unsurlarını burada aramak ve buradan ilerlemek gerekiyor. Yani, esasen dünyanın son 25-30 yılının ‘durumu’na bakmak gerekiyor.

‘Devlet sorunu’ söz konusu olduğunda, günümüzün uluslararası politik tartışmalarının ‘ateşli’ gündemlerinden birini oluşturduğuna şüphe yok. Hatta düpedüz ‘bunalımlı bir tartışmadan bile bahsedebiliriz. ‘Bunalımlı diyoruz çünkü tartışmaya kaynaklık eden kökenler, küreselleşme dünyasının durumuyla doğrudan ilintili. O halde küreselleşme-ulus/devlet bağlamında dünyanın bugünkü durumuna gelişinin yakın tarihsel arka planına kısaca bir göz atalım.

Küreselleşme kavramı, her ne kadar 1990’lı yıllarla birlikte dünya siyaseti düzeyinde hegemonik ideolojik bir güce ulaşmış olsa da, kavramın alt yapısını döşeyen ekonomik dönüşüm sürecinin yakın tarihi 1970’li yılların ortalarına kadar uzanıyor. ‘Ulusal ekonomi’lerin dünya kapitalist sistemindeki rollerinin tartışılmaya başlanması o yıllara denk düşüyor. Haliyle, ulus-devletin küreselleşmenin ‘kurban pazarına’ düşmesi de oradan başlıyor. O halde, ulus-devletin bu küresel ‘kurban pazarına’ düşmeden önceki dönemine bir göz atarak bugüne doğru gelelim.

Önce Devlet Vardı!

Tanım formülasyonunda da görülebileceği gibi kavram olarak ulus-devlet, iki farklı tarihsel kategorinin birleşmesinden -ya da sentezinden diyelim- doğmuştur. Ancak dikkat edilirse eğer, tarihsel oluş süreci bakımından devlet, ulusa göre çok daha önce varlık kazanan bir olgu olmasına rağmen, formülleştirme devlet-ulus değil de, ulus-devlet olarak biçim kazanmıştır. Bu dilsel bir ‘hata’nın çok ötesinde, tarihsel gelişimin gerçeğini de ‘hatalı’ yansıttığı için önemli bir durumdur.

Tarihte herhangi bir etnisitenin, evrimsel gelişimi içerisinde önce ‘ulus’laşıp, sonra bir ‘devlet’ kurarak egemenliğini ilan ettiği bir ‘ulus-devlet’i olmamıştır. Tam tersine, tarihsel gelişimin bilime dayalı bulgularınca kanıtlanmıştır ki, ulus, feodalizmin çözülüş döneminde, gelişen burjuva sınıfın, monarşinin egemenliğine karşı toplumun büyük çoğunluğunu kendi etrafında toplamanın sosyal-siyasal şemsiyesi olarak geliştirilmiş bir kavramdır. 1789 Fransız Devrimi’ne öncülük eden burjuvazi, feodal iktidarı siyasal olarak tasfiye edip devleti ele geçirdikten sonra, ulus, anayasal/siyasal bir nitelik kazanarak ‘egemenlik’in ve ‘bağımsızlık’ın sosyal dayanağı ve güvencesi kabul edilmiştir. Fransız devletinin sınırları içinde yaşayanlar ‘Fransız ulusu’nu oluşturmuştur. Fransız burjuvazisi hazır bulduğu monarşik devletin o günkü sınırları, Fransız ‘ulusal devleti’nin sınırları olmuştur.

‘Modern devlet’ olarak da isimlendirilen ve klasik siyasal formunu Fransız burjuva devrimiyle alan ‘ulus-devlet’, kapitalist devletten başka bir şey değildi elbette. Ulus/uluslaşma o dönem ‘genç burjuvazi’nin pazar üzerindeki egemenlik kavgasının ürünü olan sosyolojik bir olgudan başka bir şey değildi. Pazar, kapitalizmin doğuşu ile ulus-devletin gelişmesi arasında var olan ilişkinin tarihsel- ekonomik çimentosuydu. Bu nedenle ulus- devletin, kapitalist üretim ilişkilerinin korunması, geliştirilmesi ve sürdürülmesinin klasik siyasal üst yapı formu olarak bütün bir 19. Ve 20. yy boyunca dünyaya yayılmasına tanık oluyoruz.

Ayrıntısına girmeden bu yayılmanın, 3 dönemden geçerek sürdüğünü belirtmekle yetinelim. Bunlardan ilki, burjuva devrimler dönemi boyunca ve özellikle Avrupa’da (ve Amerika kıtasında) ortaya çıkan ulus-devletlerdir. Kapitalizmin iç gelişim dinamiklerine ve sanayi devrimlerinin itici gücüne dayalı olarak varlık kazanan bu ulus-devletler, feodalizmin tasfiye edilmesi sürecinin ürünüydüler. 1789 Fransız Devrimi’nden, 19. yüzyılın sonlarına kadar (1. Dünya Savaşı’nın öngünü) süren bu dönem, aynı zamanda klasik sömürgeciliğin başat olduğu dönemdir de. Ulus-devletlerin dünya kapitalizmin gelişiminde bu dönem içindeki konumları ve işlevleri açısından bir kaç temel unsur öne çıkmaktadır. Bunları, ulusal pazarı koruma altına alma doğrultusunda bir dizi yasal önleme (gümrük duvarlarının yüksek tutulması vb.) başvurularak sermaye birikiminin yükselişini istikrar kazandırılması, ‘ulusal ekonomi’ içindeki sermaye gruplarının iç rekabete dayalı ilişkilerinin yasal düzenlenmesinin ve kontrolünün sağlanması, ‘ulusal sermaye’nin, uluslararası ticaret ve sömürge çıkarlarının korunması için siyasi ve askeri tam destek sağlanması vb. temel başlıklar altında sıralayabiliriz.

Ulus-devletlerin dünyasal düzlemde yayılmasının ikinci dönemi, kapitalizmin tekelci rekabet ve hegemonya savaşları aşamasına geçmesiyle açılıyor. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, çok uluslu feodal imparatorlukların (Osmanlı, Rusya, Avusturya-Macaristan) çözülmesi ve çökmesinin ardından, onlarca ulus-devlet ortaya çıkıyor. Rusya’da sosyalist devrimin gerçekleşmiş olması, ulusların kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde ‘bağımsızlıkçı’ ulusal hareketlerin gelişmesine itilim kazandırıyor. Bu dönem aynı zamanda klasik sömürgeciliğin çözülmesinin başladığı ve emperyalizme bağımlı yeni tip sömürge statüsünün öne çıktığı dönemdir. Ulus-devletlerin bu dönemdeki yapılanması ve işlevi açısından yeni bir durum söz konusudur. İlkin tekellerin (mali oligarşinin), dünya kapitalizminin tüm ekonomik ve toplumsal yaşamını kendine tabi hale getirmesi durumu ortaya çıkmıştır. Bu, emperyalist metropolleri temsil eden ulus-devletlerin de tekellerin çıkarlarına bağlı hale gelmesini koşullamıştır. Böyle olduğu içindir ki, ulus- devlet, tekelci emperyalist yayılmanın doğrudan bir aygıtı olma yönünde yeni nitelikte bir yapılanma ve işlev dönüşümü yaşamıştır.

Bu durum, kapitalist üretim ilişkilerinin ekonomik yasalara bağlı gelişme sürecinin bütün aşamalarında, siyasal bir üstyapı aygıtı olarak devletin etkin bir araç olduğu gerçeğinin kanıtıydı aynı zamanda. Aynı yasa, bu dönem bazında daha dar ölçeklerde de olsa, emperyalist sömürgeciliğin nesnesi durumunda bulunan, ‘bağımsız’ ulus-devletler içinde işlemiştir. Burada karakteristik olan durum, bu tür ulusal-devletlerin, emperyalizmin (mali oligarşinin) dünya ekonomisi bazında yöneldiği yeni işbölümüne entegre edilme doğrultusunda geçirdikleri değişimdir.

Esasen bu dönem kapitalist emperyalizmin dünya hegemonyası bakımından geçiş özelliği taşımaktadır. Rusya’da gerçekleşen sosyalist devrim barikatının yıkılmadığı koşullar altında mantıksal sonuçlarına doğru hızla ilerleme olanağı bulunmayan emperyalist dünya hegemonyasının ‘tek bir dünya pazarı ve sermayenin sınırsız dolaşımı’na dayalı stratejisi, bir mola döneminden geçiyordu. Mali oligarşi bakımından bu mola dönemi 1. Dünya Savaşı’nın ‘yarım bıraktığı’ işi tamamlaması için hazırlık yapmaktan başka bir şey değildi. Dolayısıyla, ulus-devletin ekonomi dışı bütün siyasi, diplomatik ve askeri yapılanması ve işlevleri de bu hazırlığın mantığına göre ele alındı ve yürütüldü. Hazırlığın militarist boyutunun çapını ölçmek için 2. Dünya Savaşı’nı beklemek gerekiyordu.

2. Dünya Savaşı, ulus-devletler dünyası bakımından oldukça verimli sonuçların ortaya çıkmasını sağlayacak politik koşulları hazırlayarak son buldu. Ulus-devletlerin 3. yayılma dönemini hazırlayan bu koşulların en başta geleni sosyalizmin geniş bir ülkeler bloğuna dönüşmüş olan maddi varlığıydı. 2. savaş, emperyalist kapitalizmin ‘yarım bıraktığı’ işi tamamlamasına izin vermediği gibi, sömürgeci boyunduruğa karşı ulusal kurtuluşçuluğun da yükselişinin önünü açmış oldu. Savaş sonrası dönemde eski tip sömürgecilik neredeyse tümüyle tasfiye olma sürecine girdi. Asya’nın ve Afrika’nın sömürgeleştirilmiş topraklarından onlarca yeni ulus-devlet ortaya çıktı.

Gerçi bu yeni ulus-devletlerin pek çoğu süreç içinde yeni sömürgecilik ilişkileriyle emperyalizme bağımlı hale gelmekten kurtulamadılar. Ve bu anlamda emperyalist kapitalizm, ekonomik ve politik nüfuz alanlarını eskiye oranla daha derinlemesine yayabilmenin olanaklarını da bulmuş oldu. Ancak bunun, dünya topraklarının üçte birinin kapitalist dünya pazarından fiilen kopması gibi ağır bir bedeli vardı. Yani, ‘tek bir dünya pazarı ve sermayenin sınırsız yayılımı’ staratejisi ikinci defa kesintiye uğruyordu. Üstelik bu kez emperyalizmin önüne, eskisinden çok daha geniş ve güçlü bir barikat kuruluyordu. İkinci ‘mola’ çok daha uzun olacaktı ve öylede oldu.

2. Dünya Savaşı’nın bitiminin hemen ardından ABD liderliğinde fiilen başlatılan ‘Soğuk Savaş’ saldırganlığına dayalı emperyalist hazırlık molası, SSCB’nin dağılması ve revizyonist bloğun çöküşünün gerçekleştiği 1989/90 yılına kadar sürdü.

Günümüzde, dünya emperyalist kapitalist sisteminin şiddetli bir politik, ekonomik ve sosyal bütünlüğüne sahip kriz sürecinden geçtiğini gösteren veriler üst üste birikmeye ve iç içe geçmeye devam ediyor. Her alanda derinleşme eğilimi taşıyan istikrarsızlık, emperyalist kapitalist sistemin genel görüntüsüdür artık. Çeyrek yüzyılı aşkın bir geçmişi olan bu kriz-istikrarsızlık birikim evriminin üç temel sıçrama rotasından geçtiğini tespit edebiliriz.

Bunların ilki, krizin başlangıcını da tetikleyen ‘ekonomik daralma’ dönemidir. Dünya kapitalizmi 1970’li yılların ortası itibariyle genel daralma sürecine girmiştir. Başka bir anlatımla, 2. Dünya Paylaşım Savaşı’nın ardından yakalanan kapitalist ‘ekonomik genişleme’nin 35-40 yıllık bahar dönemi, 1974- 75’lerde kesin olarak bitmiştir. 1973 petrol krizinin (petrol fiyatlarını aşırı yükselmesi) hızlandırıcı etkisiyle de çakışan ekonomik daralma süreci, günümüze kadar varlığını korumaya devam etmiştir. Aradan geçen 25-30 yıla rağmen aşılamayan bu durum, dünya kapitalist ekonomisinin bütününü giderek daha fazla tehdit eden ‘ulusal ekonomi’ krizlerini ortaya çıkarmaktadır. ‘80’li yıllar ve özellikle de ‘90’lı yıllar boyunca, ‘ulusal ekonomileri’ tutan finansal ve aşırı üretim krizleri peş peşe patlak vermiştir. 21. yüzyılın ilk üç yılı içinde yaşananlar ise sürecin ağırlaşarak ilerlediğini kanıtlayan sağlam olgular olarak kayda geçmiş bulunuyor. Tabii ki bu arada, krizlerin yaşandığı Güney Kore’den Arjantin’e, Malezya’dan Ekvador’a, Türkiye’den Endonezya’ya kadar uzanan ‘ulusal ekonomiler’ iflas etmiş ve çökmüştür.

Bu çerçevede dikkat çekmek istediğimiz bir nokta, krizin ekonomik-mali yıkım gücünün henüz kapitalist dünya ekonomisini (dünya mali oligarşisinin kalbi olan emperyalist metropol ekonomileri) topyekün sallayan bir aşamaya ulaşmasa da, ‘ulusal ekonomiler’i aşan boyutta bölgesel düzeyde ekonomik yıkımlar yarattığının görülmesidir. Bu yöndeki pek çok verinin ayrıntısına burada girmeye gerek görmüyoruz. Ancak bu durumun günümüzde de gelişiyor olması, emperyalist metropol ekonomilerin iç gerilimlerini kışkırtan ve onları krizin merkezine doğru sürükleyerek istikrarsızlaştırıcı bir rol oynadıkları anlamına geliyor.

Daha da ötesi, burjuva ekonomi ‘bilimcileri’ arasında bile uzunca bir süredir yaygın olan ve genişçe bir destek bulan görüşe göre, dünya kapitalist ekonomisi, 1929-30 büyük krizin yarattığı yıkımdan daha ağır sonuçlara yol açacak bir krize doğru sürüklenmektedir. Dünya ekonomisinin ‘yapısında ve işleyişinde’ köklü bir değişime gidilemezse eğer, bu sonucun kaçınılmaz olacağı da öngörülmektedir, aynı ‘bilimciler’ tarafından. ‘Köklü değişim’ denilen, krizin temel nedeni olan, kapitalizmin tıkanan sermaye birikim süreçlerinin önünün açılması isteminden başka bir şey değildir.

“Ulusal Ekonomi” Devlete Emanet

Peki ama nasıl?

Burjuva ekonomi politiğin yetenekli ‘dehaları, 2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle ortaya çıkan yeni uluslararası dengeler altında buna geçici bir çare bulmuştu. Altyapısı 1929-30 dünya krizinin deneyimlerine dayalı olarak hazırlanmaya başlayan tekelci devlet kapitalizmini güçlendirme esasına dayalı Keynesçi politikalar, savaş sonrasında hızla geliştirilerek yaygın bir alanda uygulamaya sokulmuştu. Sosyalist blok içinde yer alan ülke ekonomilerinin emperyalist dünya pazarından kopmasıyla derinleşen kapitalist sermaye birikimi sorunu, Keynesçi politikalarla aşılmaya çalışıldı. Aslında buna ‘idare edildi’ demek daha doğru olur. Çünkü tekelci rekabete dayalı hegemonya mücadelesinin doğal eğilimi açısından Keynesçi politikalar bir ‘sapma’yı temsil ediyordu. Kapitalizm kendi iç dinamikleri nedeniyle sürekli bir gelişme ve yayılma dürtüsüne sahipti. Kapitalizmin, tekelci aşaması olan emperyalizm dönemi ise bu dürtünün en şiddetli biçimler altında kendini yeniden ve yeniden üretmesinin dünyasal koşullarının varlığı demekti. Oysa Keynesçi politikalar bu dürtüyü ortadan kaldırmıyor ya da kaldıramıyorsa da gemlenmesini sağlıyor, etki alanlarına ‘doğal’ bir sınırlılık getiriyordu. Bu ‘doğal’, ama hiçbir biçimde ‘mutlak’ olarak kabul edilemeyecek olan sınır, sosyalist blokun varlığı, ulusal kurtuluşçu mücadelenin yükselişi sonucunda bağımsızlıkçı devletlerin artışı, buna bağlı olarak klasik sömürgeciliğin çökmesi ve uluslararası işçi hareketinin yüksek örgütlülük düzeyi tarafından dayatılan sınırlardı şüphesiz. Ama yine de dünya kapitalizminin 25-30 yıllık bir zaman dilimi içerisinde ve esasen ‘barışçıl’ biçimler altında gelişimini sürdürebilmesinin ve sermaye birikimi bakımından yaralarını sarma olanaklarını bulduğu bir ‘sınırlanmaydı bu.

Ulus-devletin ekonomik-mali bir aktör olarak rolünün öne çıkması ve hatırı sayılır bir sermaye gücü haline gelmesi, kamuya yönelik yüklü sosyal harcamaları üstlenmesi, piyasaların denetimi ve yönlendirilmesinde etkin mekanizmaları kullanmasıyla karakterize olan Keynesçi politikalar, özellikle ekonomisi savaşla çökmüş Avrupa kapitalizmine ‘ilaç gibi’ gelecekti. Savaşın devasa yıkıma uğrattığı kapitalist ekonomiler, bir yandan olağanüstü güçlenen (çünkü savaşta ekonomisi hiç zarar görmediği gibi, İngiltere, Fransa başta gelmek üzere pek çok devleti borca bağlayan) ABD emperyalistlerinin yoğun sermaye desteğiyle (Marshall yardımı, vb.) beslenerek, diğer yandan da Keynesçi tam istihdam politikalarını devreye sokarak bellerini doğrultma yoluna koyuldular. Kamusal alana aktarılan yoğun sermaye yatırımlarının da etkisiyle çoğalan ve genişleyen yeni iş sahaları, işsizliğin düzeyinin önemli ölçüde azalmasına katkıda bulundu. Sendikal örgütlülüğün güçlülüğü, çalışan sınıfların reel ücretlerinin yükselmesine, buna bağlı olarak da tüketimin artmasına ve iç piyasanın canlanmasına katkıda bulundu.

Özellikle Avrupa’da geliştirilen ve ‘Sosyal devlet’ politikaları olarak adlandırılan bu ‘refah toplumu’ uygulamalarının etki alanı, ABD emperyalizminin yönlendiriciliğinde ve denetiminde adım adım dünya ölçeğinde yayılmaya başlandı. Eski tip sömürgecilikten koparak ‘bağımsızlığını’ yeni kazanan ülkelere ikame edilen bu modelin adı ‘ulusal kalkınmacılık’tı. Yeni sömürgeciliğin kurumsallaştırılmasına hizmet eden bu uygulamaların tam olarak Avrupa’daki modeli izlediği hiçbir biçimde söylenemeyecek olsa da, bu ülkeler, savaş sonrası dönemde inşa edilen ‘yeni işbölümü’ne bağlı olarak, emperyalizmin sermaye birikim sistemine entegre edildiler.

Esasen 1929 krizinden 1970 ortalarına kadar genişletilebilecek bu dönem boyunca devlet müdahaleciliği, kapitalist dünya ekonomisinin gelişiminin etkin dinamiği konumdadır. Devletin ekonomiden elini tümüyle çekmesi gerektiğine dayalı liberal iktisat teorisinin revaçta olduğu yıllar geride kalmıştır. Çünkü 1. Dünya Paylaşım Savaşı’nın sonuna kadar yaygın uygulama alanı bulan bu politik ekonomi teorisi sosyalist devrim barikatına takılıp tökezledikten sonra, kapitalizmin 1929 dünya ekonomik krizine de çarpıp ‘komaya’ girince, iyice gözden düşmüştü. ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ liberal düsturu yerine artık, ‘ulusal ekonomi’nin yapılanmasında ve işleyişinde devletin ağırlığını artıran, merkezi planlamanın önemini öne çıkaran, kamusal alanı gözeten uygulamaların önü açılıyordu. Deyim yerindeyse, ‘ulusal ekonomi’ devlete emanet ediliyordu.

Aslında bu, emperyalist kapitalist sistemin o dönemki koşullar altında içinde bulunduğu kriz sürecini aşma stratejisine bağlı zorunlu bir adımdan başka bir şey değildi. Liberal ekonomik politikaların hakim olduğu dönem bakımından da ulus-devlet, ekonomiden elini ayağını çekmiş falan değildi. Aksine, ekonomik liberalizm teorisinin temel taşlarından birisi olarak ulusal-devletin ‘düzen sağlayıcı bir güç’ işlevine sahip olması vazgeçilemezler arasındaydı. Kapitalizmin serbest rekabetçi gelişim dönemi boyunca da modern burjuva devletin ‘ulusal ekonomi’nin gelişimindeki rolü, tamda böyle olmuştur. Bunu, gerek kapitalizmin doğuşuyla ulus-devletin ortaya çıkışı arasındaki tarihsel bağa, gerekse sanayi devrimleri dönemiyle ulus-devletin yükselişi arasındaki doğrudan ilişkiye bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Ulus-devlet, kapitalizmin bütün tarihi boyunca sermayenin işlerini yürüten bir komisyon olarak görevini fazlasıyla yerine getirmiştir.

Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi boyunca daha çok ‘ulusal ekonomi’ içindeki sermaye grupları arasındaki ilişkileri düzenleyen devletin bu işlevi, tekellerin egemenliğini ilan ettiği emperyalizm aşamasıyla birlikte daha ileri bir nitelik kazanmıştır. Tekeller de Lenin’in tespit ettiği gibi, üretimdeki yoğunlaşması belli bir olgunluğa ulaşmış kapitalizmin ekonomik özünden doğduklarına göre, bunun anlamı açıktır; ulus-devlet, dünyayı ele geçirmeye çalışan tekellerin (mali oligarşinin) sırtını dayadığı güç kaynağı olacaktı. Nitekim 1. Dünya Paylaşım Savaşı, modern devletin bu yeni rolünün dünyasal ölçekte sınanmasıydı. Rusya’da gerçekleşen Ekim Sosyalist Devrimi gibi ‘talihsiz’ bir sürprizle karşılaşmasaydı eğer, dünya kapitalizmi küresel amaçlarına belki de çok daha önce ve çok daha kolay ulaşmış olacaktı. Çünkü Ekim Devrimi; hem mali oligarşinin dünya zincirini kırarak emperyalizmin ‘küresel’ hegemonyasına ağır bir darbe vurmuş oldu ve hem de, sosyalizmin inşasını başarıyla örgütleme yolundan ilerleyerek, kapitalizmin alternatifsizliği teorisini pratik olarak çürütmüş oldu. Bu süreç 2. Dünya Savaşı’nın sonuçları üzerinden sosyalist blok lehine daha da pekişince, emperyalist kapitalizmin genel bunalım süreci de derinleşmiş oluyordu.

1980’li yıllara gelindiğinde Keynesçi ekonomi politiğin uygulamalarından kopma konusunda hayli yol almış bulunan dünya kapitalizminin emperyalist patronları, yeni eğilimi örgütlemeye başlamışlardı bile. Bu kez kurtarıcı ‘deha’ bir liberal iktisat profesörü olan Friedman’dı. Neo-liberalizm olarak adlandırılan Friedman, politikaları, dönemin ABD ve İngiltere başkanlarının, yani temel uygulayıcıların isimleriyle adlandırılarak Reagan-Theatcher doktirini biçiminde popülarize edilmişti. Tıkanan sermaye birikiminin önünün açılması için uygulanacak ‘şok programların’ ve ‘yeniden yapılanmanın’ katı şekilde çizilen çerçevesinin üstünde şöyle yazıyordu: Daha fazla piyasa, daha az devlet. Uygulamaları günümüzde de devam eden bu çerçevenin içindekiler ise şunlardı: ihracata dayalı büyümeye geçilmesi, uluslararası ticarette serbestleşme, deregülasyon, özelleştirme, tam istihdamdan vazgeçme, enflasyonla mücadele.

Avrupa’nın İngiltere, Fransa gibi metropol ekonomileri de dahil olmak üzere, Latin Amerika’dan, Uzak Asya’ya kadar pek çok ‘ulusal ekonomi’ye uygulanan bu ‘şok’ ve ‘yeniden yapılandırma’ programları, kapitalist dünya ekonomisinin örgütlenmesindeki yeni eğilimi kısa sürede netleştiriyordu. Kapitalizm ‘aslına’ dönmek istiyordu! Yani, üretimin genişlemesinin ve sermayenin serbestçe dolaşımının önündeki bütün engellerin ortadan kalktığı bir dünya tasarımıydı, neoliberalizm. Üstelik, teknolojik devrimin iletişim ve ulaşım alanımda yarattığı büyük ilerlemenin, böyle bir dünyayı kurmayı eskisinden çok daha fazla olanaklı hale getirdiğini iddia ediyorlardı neoliberalizmin ideologları.

Ama bunun için ilk önce, sermayenin kendini gerçekleştirebileceği yeni alanların açılması gerekiyordu.

Yani devlet, ‘ulusal ekonomi’de tuttuğu alanlardan uzaklaştırılmalıydı. Devlet ‘küçülmeli’, liberalizmin gereklerine bağlı olarak ‘ekonominin doğal yasalarına uyma’ doğrultusunda yapısal ve işlevsel değişime uğratılmalıydı. Emperyalist kapitalist sistemin krizinin aşılması için ‘piyasanın ulus-devlet üzerindeki tam zaferi’nin sağlanması gerekiyordu.

1980’li yılların ortalarına gelindiğinde ‘piyasanın tam zaferi’ sloganı, esas olarak bir propaganda rolü oynamaktan öteye geçebilmiş değildi, ancak bu durumu değiştirmeye aday uluslararası gelişmeler hızla olgunlaşıyordu. Gorbaçov’un sahneye çıkışı ve revizyonist Sovyet emperyalizminin tekelci bürokratik kapitalizme dayalı yapılanmasını tasfiye etme hamlesi, bunların en başında geliyordu. Neoliberalizmin ideologlarına gün doğmuştu adeta. Çünkü Rus burjuvazisinin temsilcisi Gorbaçov, ‘piyasanın nimetleri’ni övüyor, “sistemler arası ortak ekonomik çıkarlar”dan dem vuruyor, “sınıfları aşan, bütün insanlığı tehdit eden gelişmeleri” hatırlatıyordu. Neoliberalizm, ‘gökte aradığını yerde bulmuş’ gibi üzerine atladığı Gorbaçov tezlerini, yeni saldırganlığının ideolojik mızrağı haline getirmekte hiç tereddüt etmedi. ‘Piyasanın ulus-devlet üzerindeki, tam zaferi’ni ilan etmek için henüz erkendi belki, ama mızrağın ucundaki ideolojik zehir, bütün dünyayı uyuşturacak kadar güçlü hale de gelmişti onlara göre. Bundan sonra yapılacak iş, onu, uygun zamanda, uygun yerlere ve uygun şiddette saplamak kalıyordu.

Uygun zaman için çok beklemek gerekmedi. İçten içe çürüyen ve Gorbaçov’un açtığı yoldan tam kokuşma eşiğine ulaşan Sovyet revizyonizmi, ABD’nin başını çektiği emperyalist batı bloğunun Soğuk Savaş kuşatmasına yenik düştü ve çöktü. SSCB parçalandı, Doğu Bloku dağıldı. Soğuk Savaş resmen bitti.

Uygun ilk yerlerin eski SSCB’nin siyasi nüfuz alanı olan Doğu Avrupa ve Balkanlar ve Ortadoğu’nun petrol yatakları olduğu hemen belirlendi ve harekete geçildi.

Uygun şiddet ise esasen savaştan başka bir şey olamazdı elbet. Avrupa’nın ortasındaki Yugoslavya, yıllarca akan oluk oluk kanın ardından küçük ‘ulus-devletçik’lere bölünerek ‘bağımsızlaştırıldı ve emperyalistlerce yutuldu. Irak, Saddam rejiminin devrilmesi ve işgal edilmesiyle sonuçlanan 12 yıllık bir savaş sürecinde emperyalistler tarafından yakıp yıkıldı. Şimdi de, bilindiği gibi orada yeni bir ‘ulus-devlet’ ve belki de ‘devletcik’ler kurulmaya çalışılıyor, emperyalist sömürgeciler tarafından.

Ulus-Devlet Dimdik Ayakta

90’lı yıllardan günümüze de ulus-devletin kapitalist dünya ekonomisinde oynadığı temel rolün değişmediğini görüyoruz. Her ne kadar küresel emperyalizmin en sıkı ideologları, Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) artan muazzam ekonomik güçleri, mali piyasalarda hareket eden sermayenin olağanüstü büyüklüğü ve hızı uluslarüstü ekonomik-mali kurumlaşmaların dünya ekonomisi üzerindeki yönetim ve denetim gücünün giderek yoğunluk kazanması ve iletişim ve bilgi teknolojisinde gerçekleşen devrimin yarattığı olanaklar vb. nedenlere dayalı olarak, ulus-devletlerin ömürlerinin sonuna geldiklerini iddia etseler de, gerçek yaşamın dili başka bir şey söylemektedir. O da, ulus-devletin yok olması bir yana, eskiden olduğu gibi bugün de, kapitalizmin dünyaya yayılma süreçlerinde karşı karşıya kaldığı krizlerde, sermayenin kayıplarını tekrar yerine koyma görevini yerine getirmeye devam etmekte olduğudur. Tabii ki bu görev için ulus-devlet, her dönemin ihtiyaçlarına bağlı olarak farklı işlevler üstlenmekte ve kendini buna göre yapılandırmaktadır. Emperyalist ideologlarca sanki yepyeni bir durummuş gibi yansıtılan ve dünya kapitalist sisteminin emperyalist yeniden yapılandırılmasını gizleme amacıyla ideolojikleştirilen ‘küreselleşme’ döneminde de bu tümüyle geçerlidir. Gelişmenin bu yönde devam etmekte olduğunu gösteren ampirik veriler o kadar fazladır ki, onların arasından seçim yapmak yorucu bile olabilir. Ama biz, ulus- devletlerin ‘dimdik ayakta’ olduğunu gösteren, ortaokul öğrencilerinin bile kavrayabileceği açıklıktaki iki eğilimi tespit etmekle yetinelim.

Bunlardan ilki, son 10-15 yıl içinde ulus-devletlerin sayısında azalma değil, gözle görülür bir artış yaşanmakta olduğudur. Eski SSCB’nin dağılmasının ardından ‘yerden biten mantar’ misali ortaya çıkan ulus-devletler, bu gelişmenin en tipik örneğini oluşturmaktadır. Milliyetçiliğin yeniden ‘şahlandırılması’yla birlikte, kışkırtılan ulusal boğazlaşmaların kan deryası içinde ‘özgürlüklerini’ arayan burjuvaların tek tarihsel alternatifleri olan ulus-devletin yolunu tutması dikkat çekicidir. Emperyalistlerin fiilen zeminini döşediği ve örgütlenmesinde yer aldığı bu ulus-devlet furyası, daha önce değinmiş olduğumuz gibi Yugoslavya’dan birkaç ‘ulus-devletçik’ çıkarmayı da başarabilmiştir. Ancak, küreselleşme dünyasındaki bu ulus-devlet salgını içinde başka ve ilginç örnekler de var. Örneğin Avrupa’nın göbeğinde yer alan Çekoslovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak kavgasız gürültüsüz iki ayrı ulus-devlet oluverdiler yakın zaman önce. Kanada gibi küresel emperyalizmin güçlü ekonomiye sahip ulus-devletinde bile, kendi cumhuriyetlerini kurmak isteyen Quebec’liler, ulus-devlet taleplerinden vazgeçmiyorlar. Korsikalılar Fransa’dan, Basklılar İspanya’dan, Berberiler Cezayir’den, vb. ayrılıp kendi ulus-devletlerini kurmanın siyasi mücadelesini yürütüyorlar. Bütün bunlar, ‘ulus-devletlerin sonu geldi’ tezlerinin dayanağı olarak gösterilen ‘küreselleşme çağı’ içinde gerçekleşmeye devam ediyor. Bu türden bir eğilim, kapitalist üretim ilişkilerine dayalı toplumsal yapı varolduğu sürece, ulus-devletin en etkin siyasal üstyapı kurumlaşması olarak tarihsel varlığını korumaya ve sürdürmeye devam edeceğini göstermesi nedeniyle önem taşıyor.

Sözünü ettiğimiz ikinci eğilim ise, bizzat başta ABD olmak üzere, küreselleşmenin ekonomik, siyasi ve ideolojik yapılanmasının kurucu ve sürükleyici merkezinde bulunan emperyalist ulus-devletlerle ilgili. Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya, İtalya, Kanada’nın da içinde yer aldığı ve G-7 denilen (bunlara sonra Rusya’da eklendi ve G-8 oldular) bu ülkeler grubunda ulus-devlet aygıtlarının giderek ‘zayıflatılması’ gibi bir durum asla söz konusu değildir. Başta yeni sömürgeler olmak üzere, merkez dışındaki az gelişmiş ülkelere ‘devletin küçültülmesi’ propagandası yapan ve IMF, DB gibi araçlarla bu yönde programlar dayatan emperyalist ülkeler, kendi ulus- devletlerini ‘kapı gibi sağlam’ tutmak için her şeyi yapmaktadırlar. Örneğin ‘küresel düzenin bekası için’ şiddet tekelini elinde tutmak isteyen ABD emperyalizmi, silahlanma bütçesini giderek büyütmekte, beslediği asker, polis ve istihbarat elamanı sayısını sürekli artırmaktadır. Devletin bürokratik aygıtının daraltılması şöyle dursun, insan sayısı, örgütlenme yaygınlığı, işleyiş yetkinliği ve yetki gücü bakımından güçlendirilmeye devam etmektedir. Ayrıca, ABD gibi ülkelerde, kamusal alandan elde edilen devlet gelirlerinin ve devlet eliyle yapılan harcamaların bütçe içindeki ağırlığına ilişkin veriler de aynı eğilimi desteklemektedir.

Sözde liberalizm şampiyonu bu ülkelerin devletinin ‘ulusal’ damgası, dünya ekonomisinin en stratejik yerlerine vurulmuş durumdadır. Örneğin, Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) adıyla dünyanın en ücra köşesinde bile faaliyet gösteren emperyalist tekeller, aslında ana sermaye olarak bağlı oldukları ülkenin ulus- devletine sırtlarını dayayarak iş bitirmektedirler. ÇUŞ’larm dünya ekonomisinde giderek yükselen etki güçleri ne kadar gerçek bir durumsa, bu tekel güçlerinin bağlı oldukları kendi ulus-devletlerinin sağladığı ayrıcalıklar sayesinde etkin olabildikleri de o kadar gerçektir. ÇUŞ’ların ilk önce, bağlı olduğu ulus-devletin siyasi egemenliği altındaki ya da ilişkilerinin gelişkin olduğu ülkelere yönelmesinin altında yatan budur. ABD’nin günümüzde 100’e yakın ülkenin topraklarında askeri güç bulunduruyor olması, Amerikan mali oligarşisinin çıkarlarını güvenceye alma, korumacılığını yapma ve ona yeni yayılma alanları sağlama amacından başka nedir ki? Son tahlilde, sermayenin devlet için değil, devletin sermaye için var olması gerçeğidir söz konusu olan. Böyle olduğu içindir ki, emperyalist hegemonya mücadelesinde karşı karşıya gelen büyük güçlerin tekelci rekabeti, eninde sonunda ulus-devletlerin savaş aracılığıyla kozlarını paylaşmasına gelir dayanır.

AB Ulus-Devlet

Bugün Avrupa Birliği (AB) adı altında ilerleyen süreç, sözde ‘küreselleşme çağı’nın artık gereksiz kıldığı ‘bağımsız’ ekonomik çıkarların ‘demokratik’ yoldan aşılmasının bir modeli olarak gösteriliyor. Artık ‘ulusal bağımsızlığın’ yerini ‘ulusal ekonomilerin’ küresel düzlemdeki ‘karşılıklı bağımlılığı’ almıştır ve AB, bunun en somut kanıtıdır. İddia bu ama, gerçekler tabii ki bambaşka. Bugünkü koşullar altında aldığı biçim ne olursa olsun, AB’nin kuruluş felsefesi değişmemiştir. Her şeyden önce, bir ‘Çelik Birliği’ olarak yola çıkmıştır. Sanayinin en temel girdi hammaddelerinden biri üzerindeki üretim ve ticaret tekelini korumak için oluşturulan bu birlik, emperyalistlerin dünya pazarları üzerine yürüttükleri hegemonya mücadelesi için yaşamsal önemdedir. Yani, ‘Alman çeliği’ gibi sağlam bir ekonomik temele sahiptir bu birlik, her şeyden önce.

AB, ABD emperyalizminin Soğuk Savaşın bitiminin ardından yöneldiği küresel hegemonya kurma girişimleri karşısında, tek tek rekabet gücü olmayan tekelci ulus-devletlerin, bir bakıma yok olup gitmekten kurtulmak için yöneldikleri zorunlu bir ekonomik-siyasi bloktur. AB’nin, ‘Çelik Birliği’ olarak kuruluşu sonrasında yıllar içinde genişleyen üyelik marjı, ne onun ‘demokrasi’ dağıtmasının, ne de ‘ekonomik adalet’ örneği olmasının bir sonucudur. Bunlar, ezilen ve sömürülen emekçi sınıfların midesinin değil, ama kafasının dolması için üretilen kasıtlı demagojilerdir. Türkiye’de sermaye oligarşisinin en güçlü, en örgütlü ve uluslararası sermayeyle ilişkileri en sıkı fıkı olan tekelci güçlerinin, AB’ye üyelik sürecinin motor gücü olması işte tam da bu nedenledir. Dikkat edilirse, bu süreç Türkiye’de birbiriyle üst üste düşen iki temel zemin üzerinde ilerlemektedir. Bunlardan ilki, serbest piyasanın ‘görünmez eli’nin her şeyi yoluna sokacağı -bu arada demokrasiyi de!-, ama ilk önce ‘devletin ekonomiden elini çekmesi gerekir’ diye buyuran neoliberalist saldırı politikaların kesintisizce uygulanmasıdır. İkincisi de, neoliberalizmin şampiyonluğunu kimseye bırakmayan sermaye oligarşisinin (ve ideologlarının) ulus-devlet üzerinde tam egemenlik kurma uğruna da generaller kliğiyle amansız bir rekabet yürütmekte olmalarıdır. Sermaye oligarşisi, ‘ulusal ekonomilerin’ bağımsızlığının aşıldığı bir ‘uluslarüstü’ entegrasyona doğru yol alırken, nedense ulus-devletin gücünden bir türlü vazgeçememektedir!

Bu olgunun içsel dinamiği, Türk kapitalizminin ve geleneksel devlet yapılanmasının tarihsel-politik gelişiminin özgünlüklerine dayanan bir somutluk taşıyor kuşkusuz. Ancak bu olan bitenin, içinde geliştiği genel tarihsel-ekonomik dünya koşullarından bağımsız olduğu düşünülemez. Daha da ötesinde, Türkiye’nin özgün dinamikleri üzerinde emperyalizmin, zorunlu ve önemli ölçüde belirleyici etkisi olmuştur her zaman. Şimdi de olan, emperyalizmin yeni egemenlik ilişkileri zemininde, ulus-devletin yeniden yapılandırılmasından başka bir şey değildir. Emperyalist küreselleşme, Türkiye gibi Soğuk Savaş döneminin ihtiyaçları ve uluslararası dengeleri içinde biçimlenen yeni sömürge ulus-devlet yapılanmalarını artık bir engel olarak görmektedir. Çünkü, emperyalist kapitalist sistemin bugün ulaşmış olduğu küresel bütünleşme düzeyi, mali sermaye ile sanayi sermayesinin ‘klasik’ ilişkisinin yanında, neoliberalizmin uygulanma döneminde gelişen/geliştirilen özgün bir mali sermaye döngüsü yaratmış durumda. Bunun, emperyalist kapitalist sistemin içinden geçmekte olduğu sürecin krizli altyapısıyla olan bağıntısını burada ayrıntılandırmayacağız. Ancak, küresel emperyalizmin patronlarının, mali sermayenin olağanüstü bir büyüklük kazanmış olan bu üretim dışı fazlalığının, olağanüstü bir hızla piyasaları dolaşıp durmasının ve olağanüstü kar transferlerinin önünde ‘hiçbir sınır, yasa ve kurum’ istemediği de kesindir.

Ulus-devlet eğer varlığını sürdürecekse, işte mali sermayenin gelişen bu yeni niteliğinin sağladığı olanakları, emperyalist tekeller adına koruma işlevine göre kendini yeniden yapılandırmak zorundadır. Yani, ulus-devlet tarafından, ‘ulusal pazarın tekellerin denetimine doğrudan açılması, mali kuruluşlar üzerinde emperyalist kuruluşların doğrudan müdahalesi’ için ‘bütün kısıtlayıcı yasaların iptal edilmesi’ gerekmektedir. Emperyalizmin neoliberal ekonomik politikalarını program edinmiş böyle bir ulus-devletin omurgası iki temel unsur üzerinde yeniden biçimlenecektir kuşkusuz: Bunlardan ilki, bu programı yürütecek bir bürokrasi ve ikincisi de, programın korunmasının ve sürdürülmesinin güvencesini sağlayacak şiddet tekelini elinde bulunduran bir aygıt.

Görüldüğü gibi ulus-devletin eski biçiminin, emperyalist küreselleşme tarafından tasfiye sürecine sokulması nedeniyle yaşadığı dönüşüm, devleti devlet yapan kurumsal özün bütünüyle korunması üzerinden gerçekleşmektedir. Yani, silahlı şiddet tekeli ve bürokrasi ‘dimdik ayakta’dır. Ulus-devlet yok olmak bir yana, işçi sınıfının ve emekçi yığınların devrimci mücadele tarihlerinin birikimleri sonucunda üstlenmek zorunda kaldığı bir dizi ekonomik-sosyal yükümlülükten de kurtularak, bir ‘güvenlik devleti’ olma yolunda güçlenerek ilerlemektedir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi