İtalya: Rüzgar Sol’dan Esiyor

İtalya son bir buçuk yıldır medya patronu Berlusconi’nin iktidara gelmesiyle olağanüstü hareketli günler yaşıyor. Toplumun tüm alt katmanları kendilerini olumsuz yönde etkileyen hükümet politikalarına karşı ayağa kalkmış bulunuyor. Özellikle Nisan 2002’den itibaren eylemsiz geçen bir hafta yok gibi. Başta işçilerin eylemleri olmak üzere, globalizme karşı eylemler, öğretmenlerin, öğrenci gençliğin, tarım emekçilerinin ve emeklilerin büyük enerjiyle süren eylemleri, Berlusconi hükümetini henüz ikinci yılını doldurmadan sarsmaya başladı. Artık hiç kuşku yok ki ülkenin gündemini işçi sınıfı belirliyor.

Berlusconi 2001 ilkbaharında, işsizliğin arttığı, sendikal hareketin etkisizleştiği, toplumun umutsuzluğa kapıldığı, merkez-solun bölündüğü (Yeniden Yapılanma Komünist Partisi-PRC- ittifakın dışında kaldı, solun toplam oyları seçim sonucunda yüzde 53 civarındaydı) bir ortamda, birazda dünya çapında esen neoliberal rüzgarın etkisiyle iktidara geldi. Seçim kampanyası sırasında elinde bulundurduğu etkin medya ağını ve teknolojiyi ustaca kullandı. Öyle ki, ” İtalyan halkıyla sözleşme” dediği belgeyi ulaştırmadığı tek bir hane bırakmadı.

Söz konusu belgede bir dizi sahte vaat yer alıyordu. İlk bir yılda bir milyon işsize iş bulmak, sağlık sistemini düzeltmek, eğitime daha fazla pay, emeklilerin yaşam standartlarını yükseltmek, vergilerini düşürmek gibi. Sözleşmenin son paragrafında ise şayet söylediklerini gerçekleştiremezse bir daha politikayla ilgilenmeyeceğini yazıyordu. Evet, Berlusconi biliyordu ki tek bir kez gelebilecek ve ona iktidar bir kereliğine lazım.

Kendisini “Özgürlükler evi” olarak isimlendiren bu saldırı iktidarı esas olarak, büyük sermayenin temsilcisi Berlusconi’nin partisi Haydi İtalya, Mussolini artığı Ulusal Birlik, kuzeyli orta sınıfların temsilcisi Kuzey Ligi ve eski Hıristiyan Demokratlar’ın küçük bir bölümünü (UDC) temsil eden partiler tarafından oluşturuldu.

Henüz üçüncü ayında, aşağıda sıralayacağımız “reform paketini”, yani emek cephesine karşı saldırı planlarını gündeme getirme hazırlığındayken, bu hükümet ünlü Genova ayaklanmasıyla karşılaştı. Bilindiği gibi emperyalist patronlar kulübü G8’ler zirvesinin Genova’da yapılmasına, başta emperyalist küreselleşme karşıtları olmak üzere emekçiler tarafından çok sert bir tepki gösterilmişti. Günlerce çatışmalar sürmüş, çatışmalar sonucu Carlo Giuliani adlı bir devrimci militan kolluk kuvvetleri tarafından öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmış ve bir o kadarı da gözaltına alınmıştı. Hükümetin ve polisin haftalarca süren psikolojik ve fiziki terörüne rağmen, zirvenin bitimine bir gün kala gerçekleştirilen yürüyüşe iki yüz bin kişi katılmış ve emperyalist elebaşılar toplantılarını bitiremeden Balya’yı terk etmek zorunda kalmışlardı. Özellikle zirvenin son gecesi polisin Diaz ortaokulunu basarak burada yatmakta olan göstericilere karşı uyguladığı faşist terör, Berlusconi hükümetinin geleceğe ilişkin planları hakkında yeterince fikir veriyordu. Lakin toplumun bu baskına karşı gösterdiği tepki sonucu Genova savcılığı polisler hakkında dava açmak zorunda kaldı. Tepkilerin durmaması üzerine İçişleri Bakanı birkaç hafta sonra ortamı “sakinleştirmek” için istifa etmek zorunda kaldı. Aslında bu istifa, Berlusconi hükümetin ilk yenilgisi idi.

Yeniden reform paketine dönecek olursak; hükümet ilk olarak adalet reformunu gündeme getirdi. Çünkü bu konu Berlusconi için çok önemliydi. Henüz seçilmeden önce Milano savcılığı tarafından vergi kaçırmak ve kara para aklamaktan dolayı Milano’da 12 yıl hapis cezası almış ve daha sonra yaklaşık 25 milyon dolar gibi rekor bir kefaletle serbest bırakılmıştı. Söz konusu adalet reformunda, gerçek niyeti gizlemek için birkaç önemsiz madde sıralandıktan sonra esas niyet ortaya konuluyordu. Buna göre davalı kişi, kurum veya şirket, davanın yürütüleceği bölgeyi ve soruşturmayı yürütecek savcıları kendisi belirleyecekti. Mesele anlaşılmıştı. Berlusconi, kendisi hakkında Milano’da soruşturma yürüten savcıların, “solcu” olduğunu düşünüyor ve muhtemelen bir cezaya çarptırılacağını biliyordu. Bu nedenle davayı Milano’dan başka bir yere kaçırmaya çalışıyordu. Buna ilk tepkiyi, savcılar ve hakimler 2001 Ekimi’nde bir günlük genel grevle cevap verdi. Katılım İtalya genelindeki adliyelerde yüzde 74 civarında oldu. Hemen ardından parlamentodaki merkez sol-liberal sol-zeytin dalı ittifakının, etkisiz, yarım ağız muhalefetinden rahatsız olan, başını ünlü rejisör Nanni Moretti ve Floransak üniversiteli hocaların çektiği sol aydınların (Giro Tondo) çember hareketi, Milano’da 40 bin kişinin katıldığı bir salon toplantısıyla sahneye çıktı. Bu hareketin amacı, sermaye iktidarının saldırısı altında olan kurumlan, kalabalık kitleleri seferber ederek, bu kuramların etrafında insan zinciri oluşturarak bu kurumlan korumaya almak. Nitekim hem Milano Adliyesi’nin hem de Roma’daki Başsavcılık binalarını çembere alarak büyük bir yankı uyandırdılar. Eylemler üzerine hükümet tasarıyı “geçici” bir süre için geri çekti. Daha sonra Şubat 2002’de bir deneme daha yaptı. Fakat yeniden savcıların ve hakimlerin genel grevi ile karşılaşınca yine geri çekildi. Adliye reformu şimdilik askıda duruyor.

Hükümetin reform paketinin ikinci ve en önemli ayağını, işçi sınıfını direk olarak ilgilendiren ve toplumda büyük bir sarsıntıya yol açan ünlü 18. maddeye ilişkin olanıdır. 18. madde işçilerin statüsüne ilişkin olan maddedir. İtalyan yasalarına göre, bir işçi, iş yerinin iflas etmesi veya kapanması halleri dışında hiçbir şekilde işten çıkarılamaz. İşçi istediği zaman çıkabilir. Öyle ki bir iş yeri devredilirken bile, iş yerini satın alan kimse işçilerle birlikte almak zorunda. Tabii bu bir lütuf değil, işçi sınıfının uzun yıllar süren mücadelesi sonucu elde edilmiş temel haklardan sadece birisidir. Berlusconi bu maddeyi değiştirmek için harekete geçti. Gerekçe olarak da, bu maddenin işsizliğe yol açtığını söylüyordu. Ona göre patronlar işe aldıkları işçiyi bir daha çıkaramadıkları için yeni işçi almaya cesaret edemiyorlardı. Dolayısıyla bu da işsizliğe yol açıyordu. Şayet bu maddede bir esneklik olursa iş yerleri daha fazla işçi istihdam edecek ve böylece işsizlik azalmış olacaktı. Berlusconi meseleyi böyle sunuyordu, lakin gerçekler başkaydı. Birinci olarak, seçimlerde bir yıl içinde bir milyon işsize iş bulacağını vadetmişti. Bu maddeyi değiştirirken inisiyatifi ele geçirecek, nasıl olsa yarın, öbür gün işten çıkartılması kolay olan işsizleri geçici olarak işe alıp sanal ve yanıltıcı bir durum yaratacaktı. Çünkü biliyoruz ki bu hükümet büyük sermayenin temsilcisidir. Dolayısı ile sermaye Berlusconi’ye bir nefes aldırmak için geçici olarak bir çok işsizi işe alacaktı.

İkincisi ve en önemli olanı; işçi sınıfının örgütlü gücünü kırmak. Bilindiği gibi İtalya’da işçi sendikaları oldukça güçlü. Sadece CGIL’in (sol sendika) üye sayısı 6 milyon civarında. Sol devrimci sendika COBAS’ın (özellikle ulaştırma ve metal sektörlerinde güçlü) üye sayısı 550 binin üzerinde. Ayrıca merkezde CISL ve UIL gibi sarı sendikalar var. Sermaye iktidarı, 18. maddeyi değiştirerek ilk elden öncü işçileri işten çıkaracaktı, akabinde işten atılma psikolojisine kapılan işçiler süratle sendikalardan uzaklaşacaklardı (okuyucuya tuhaf gelecek ama İtalya’da işçilerin sendikaya katılmasını veya grev yapmasını engellemeye çalışmak önemli suçlardan biri). Böylece sendikaların kolu kanadı budanacak, caydırıcı güçleri ve önderlik fonksiyonları ortadan kalkacaktı. Ortam sermaye için tam bir cennete dönüşecekti. Bu, emperyalist sermayenin yaklaşık altmış yıldır gördüğü bir rüyadır. Tüm bu haklar ikinci dünya savaşında İtalyan partizanların ve emekçi halkının kahramanca mücadele ederek ülkeyi Mussolini ve Alman faşizminden kurtarması sonucu ve bu mücadelenin akabinde oluşan devrimci ortamın sayesinde kazanılmıştı.

Tasarının gündeme gelmesiyle birlikte, uzun yıllar merkez liberal sol hükümetin pasifize ettiği işçi sınıfı, uzun süredir biriktirdiği öfkeyi derhal dışa vurdu. İlk önce Kasım 2001’de iki saatlik genel grev gerçekleştirildi. Greve katılma oranı yüzde 88 civarındaydı. Hükümet eylemi pek kale almadı ve tasarıyı parlamentoya sunmada kararlı olduğunu açıkladı. Açıklama üzerine işçiler tüm İtalya’da meydanlara indi. Eylemlere karşı Berlusconi, “yasaları meydanlar değil parlamento yapar” şeklinde meydan okudu. İşte o andan itibaren ülkenin gündemini işçi sınıfı hareketi belirlemeye başladı. Şubat 2002 de dört saatlik ikinci genel grev gündeme geldi. Bu kez katılım yüzde 90 idi. Aynı gün tüm İtalya’da sekiz milyon işçi meydanlara indi. Eylemler üzerine hükümetin Çalışma Bakanı Marroni, tasarıyı “şu anda herhangi bir iş yerinde çalışan” işçileri kapsamayacak şekilde, sadece yeni işe alınacak işçiler ve on beş işçinin altında işçi çalıştıran müesseseleri kapsayacak şekilde değiştireceklerini açıkladı. Bu bir geri adımdı, fakat işçileri tatmin etmedi. Bu arada bir süredir eylemlere kerhen katılan merkezdeki sarı sendikalar CSIL ve UIL Marroni’nin yeni önerisinin tartışılmaya değer olduğunu açıkladı. Bu sendikaların açıklamaları hükümet cephesinde bir sevince yol açarken, işçilerin cephesinde öfkeyle karşılandı. Hem hükümetin hem de sarı sendikaların açıklamaları üzerine, CGIL ve COBAS ortak bir açıklama yaparak; hükümetin yeni önerisinin bir manevra olduğunu ve hiçbir şekilde görüşme masasına oturmayacaklarını ve hükümetin derhal tasarıyı tümden geri çekmesini istediler. Hükümetin tasarıyı geri çekmemesi üzerine CGIL ve COBAS 16 Nisan’da bir günlük genel grev çağrısı yaptı; aynı gün işçileri Roma’ya çağırdılar. Bu arada 18. maddenin taslak metninin yazarı (bu taslağa beyaz kitap deniliyor) Modena Üniversitesi profesörlerinden Marco de Biaggi, Mart ayında Bolonya’da korumasız bir ortamda esrarengiz bir şekilde öldürüldü. Olay yerinde bir duvar üzerinde Kızıl Tugaylar’ın ambleminin çizili olduğu görüldü. Birkaç gün sonrada Kızıl Tugaylar’ın işçileri destekleyen ve tasarıyı savunan herkesin cezalandırılacağı yönündeki açıklaması geldi. Bu durum tasarıyı parlamentoda geçirmek için fırsat kollayan hükümet için “bulunmaz bir ortam” gibi değerlendirildi. Önce de Biaggi’nin ölümünü kullanarak duygusal bir ortam yaratıldı, ardından saldırıya geçerek, sendikaların ve işçilerin “sorumsuz” eylemlerinin ülkede terörizmi cesaretlendirdiğini ve ülke güvenliğinin yeniden tehlikeye girmesine zemin hazırladığını ileri sürdüler. Bu arada televizyonların ve yazılı basının psikolojik saldırılarını varın siz düşünün. Bu yeni durum üzerine sendikalarda karşı saldırıya geçerek, hükümetin de Biaggi’yi korumasız bırakarak öldürülmesine davetiye çıkardığını, şimdi de olayı kullanarak tasarıyı geçirmeye çalışmakla suçladı. 16 Nisan 2002’de İtalya’da hayat tam anlamıyla durdu. İki buçuk milyon işçi Roma’ya adeta aktı. Bu Italyan işçi sınıfı tarihinin en büyük toplu gösterisi idi. Eylemlere, seçimlerde Berlusconi’yi destekleyen bölgelerde katılımın yüzde 92 olması ve ihanet eden sendikaların üyelerinin tam destek vermesi, hükümeti tam anlamıyla şok etti. Pabuç pahalı idi. Eylemlerin başarısı karşısında Çalışma Bakanı Marroni, “ortamın olgunlaşması ve toplumsal uzlaşmanın sağlanması” için tasarıyı ekim ayma kadar geri çektiğini açıkladı.

Tam ortalık biraz sakinleşti derken, FIAT otomobil fabrikalarının krizde olduğu ve birçok işçinin işten çıkarılacağı söylentileri alttan alta yayılmaya başladı. Nitekim işçiler yaz tatilinden henüz dönmüşlerken,

FIAT yönetiminin resmi açıklaması geldi.

Açıklamaya göre şirketin bir süredir “zarar” ettiği, fabrikaların bazı bölümlerinin kısmen ve bazılarının da tamamen kapatılacağı, dolayısıyla 8 bin 100 işçinin işine son verileceği bildiriliyordu (FIAT’ta toplam işçi sayısı 35 bin). Oysa henüz üç yıl önce, liberal sol iktidardayken FIAT’a kapasite artırması ve yeni işçi istihdam etmesi için milyarlarca liret teşvik kredisi verilmiş, ayrıca tüketiciler eski arabalarını yenilesinler diye, eski kullanılmaz arabaları için o zaman hükümet tarafından üç milyon liret (3 bin Mark) ödeme yapılmıştı. Bu kampanya sonucunda FIAT’ın “punto” modelleri İtalya’yla birlikte tüm dünyada bir milyonun üzerinde satış yapmıştı. Şimdi nasıl oluyordu da şirket krize girmişti? Çok geçmeden durum anlaşıldı. Emperyalist küreselleşmeciler FIAT’ı yutmaya hazırlanıyordu. Bilindiği gibi küreselleşme, dünya çapında her sektörde en fazla bir veya iki tekel bırakmayı amaçlıyor. Böylece ekonomik sistemi tamamen kontrol altına alan belli başlı tekeller, siyasi ve sosyal hayatı da denetim altına almayı planlıyorlar. İşte bu plan dahilinde ünlü dev General Motors, FIAT’ın çoğunluk hisselerini satın almıştı. Önce FIAT’ın yeni otomobil modelleri üretmesi engellenmiş, ardından reklam ve promosyon kampanyaları durdurulmuştu. Böylece şirket adım adım pazarın dışına çıkarılmıştı. Böylelikle üretim bilinçli olarak durma noktasına getirilerek, işçilere kapının önü gösteriliyordu.

Burada önemli bir soru akla geliyor. Acaba General Motors bu kadar hisseyi satın aldıktan sonra ne yapacaktı? Pazarda bu kadar tanınmış bir markayı neden tamamen piyasanın dışına çıkaracaktı? En önemlisi de madem FIAT zarar ediyordu, neden bu kadar hisseyi satın almıştı? General Motors planını açıklamıyor. Bu bir ticari sırdır diyor. Yaygın düşünce General Motors’un, bu kadar tanınmış bir markayı piyasanın dışına çıkaramayacağını, üretimde fazla iş gücü gerektiren bölümleri emek gücünün ucuz olduğu başta Romanya olmak üzere Doğu Avrupa’ya kaydıracağı, İtalya’da, sadece daha çok incelik ve yüksek teknoloji gerektiren, otomobillerin elektronik bölümlerinin üretilmesinin bırakacağı yönündedir. FIAT yönetimi şimdilik her ne kadar 8 bin 100 işçinin çıkarılacağını açıkladıysa da, uzmanlara göre, şu anda 35 bin civarında olan işçi sayısının önümüzdeki birkaç yıl içinde 7 ile 10 bin arası bir rakama indirileceği yönünde.

Durum biraz anlaşıldıktan sonra FIAT işçileri ilk tedirginlikleri üzerlerinden atıp mücadeleye koyuldular. Şu anda öyle bir noktadayız ki, ne eylemlerin gününü ne sayısını ne de biçimini akılda tutmak mümkün. FIAT’taki işten atılmalara karşı yürütülen mücadele ünlü 18. maddenin değiştirilmesine karşı yürütülen mücadele ile iç içe geçmiş durumda.

FIAT fabrikalarının merkezi Torino’da bulunuyor. Torino’da tüm sosyal hayat ekonomik hayat, FIAT’taki üretime göre şekillenmiş. FIAT’ın durması tüm şehrin durması anlamına geliyor. Tüm yan sektörler, esnaflar, dükkanlar hemen her şey bu işletmelere bağlı. Sürekli işçi sınıfının mücadelesi ile isminden söz ettiren bu şehir şimdi tam anlamı ile ayakta. Burada her on günde bir genel grev oluyor. Tüm işletmeler, okullar, devlet daireleri, ulaşım, hemen her şey duruyor. Torino’daki FIAT fabrikaları tarihsel açıdan her dönem, komünist düşüncenin bir okulu olmuş ve İtalyan işçi sınıfı mücadelesinde her zaman bir motor güç görevi görmüştür. En tanınmış devrimciler, en yeni düşünceler hep bu okuldan çıkmıştır. Bu devrimci kaleyi savunmak uluslararası planda her devrimci işçinin görevidir.

FIAT krizinden etkilenen diğer bir yer de Sicilya Adası’nda bulunan Termine Merese’dir. Buradaki FIAT tesisinin tümden kapatılması planlanıyor.

İşini kaybedecek işçi sayısı 1 bin 138’dir.

Termin Merese’de de her hafta bir gün bölgesel genel grev oluyor. Sicilya Adası’nda hayat tamamen duruyor; işçiler, otobanları kapatıyor, Ada’yı İtalya’ya bağlayan Messina Limanı’nı işgal ederek deniz trafiğini durduruyorlar. Bu bölge, seçimlerde sağı desteklemişti. Şimdi ise koalisyon liderlerinden herhangi birinin Ada’ya gitmesi pek mümkün görülmüyor. Durumu anlamak için Sicilyalı bir proleterin kameralar önünde söyledikleri çok önemli; “Ben bir eşeğim, çünkü Berlusconi’ye oy verdim, bir patrondan medet umdum, şimdi ekmeğimizi alıyorlar, onları uyarıyorum, ekmeğimiz giderse bu Ada’da onlara ait hiçbir şey ayakta kalmaz”.

FIAT krizinin etkilediği üçüncü kent ise Milano’ya bağlı Aresa kenti. Burada FIAT’ın Alfa Romeo markaları üretiliyor. Toplam işçi sayısı 3 bin 300 civarında. İşten atılacak işçi sayısı ise 1 bin 23. Alfa Arese radikal sol sendika COBAS’ın İtalya’daki en önemli kalesi. Dolayısıyla bu fabrikanın işçileri en bilinçli işçiler. Burada da haftada bir gün genel grev oluyor. Krizin uluslararası bir kriz olduğunun bilincinde olan işçiler, grev günleri hem İtalya’yı İsviçre’ye bağlayan otobanı işgal ediyorlar, hem de Malpensa uluslararası havaalanını işgal ederek hava trafiğini durduruyorlar. Buradaki amaç havaalanlarındaki yabancı yolcuları durumdan haberdar ederek mücadeleye uluslararası bir boyut kazandırmak. Buradaki mücadelenin başını kadın işçiler çekiyor, en çok işini kaybedecek olanlar onlar. Bu fabrikadan çok kararlı açıklamalar geliyor. İş yeri sendika temsilciliğinin açıklamasındaki şu cümle ilginç; “Şayet fabrikanın bulunduğu alandan tek bir makina bile çıkartılırsa bu bizim için açık bir çatışma gerekçesi olur.” Zaten, sermayenin güvenlik tedbirlerini bu fabrika etrafında artırmış olması, buradaki mücadelenin bilinçliliğini ve kararlılığını ortaya koyuyor.

2 Aralık 2002 işçilerin son çalışma günü olacak. Şayet bir “çözüm” bulunamazsa 8 bin 100 işçi bu tarihte işini kaybedecek. Berlusconi panik içinde, konuya ilişkin söyleyebileceği hiçbir şey yok, yapacağız diyerek bir oyalama taktiği güdüyor. Yapacağı bir şey yok, çünkü kriz, kendisinin savunduğu ve İtalya’da temsilciliğini yaptığı neoliberal küreselleşme politikalarının bir sonucudur. Muhalefetteki merkez sol zeytin dalı ittifakın liberal kanadı (D’Alema’nın “Demokratik solu”, Rutelli’nin Margheritası) neoliberal rüzgarların etkisinde. Onların da dikkate değer bir önerileri yok. Orijinalleri varken, taklitlerinin ne hükmü olabilir ki? FIAT işçileri onlara da son derece kızgın. Öyle ki eylemlere katılmalarına dahi izin vermiyorlar. Gittikçe daha çok “merkez sağ”a benzediklerinden, muhalefette olmalarına rağmen, güç kaybetmeye devam ediyorlar.

Şimdilik görüşleri en çok dikkat çeken parti, zeytin dalı ittifakının dışında yer alan, reformist PRC (Komünist Yeniden Yapılanma Partisi). Bu parti, FIAT’ın otomobil pazarında önemli bir yeri olduğunu, dolayısı ile doğal bir krizin olamayacağını, görünürdeki krizin bilinçli yaratıldığını ve General Motors’un FIAT’ı yutma planının bir sonucu olduğunu savunuyor. Çözüm olarak da devletin FIAT yönetimine el koymasını ve yeni modeller geliştirerek üretime devam etmesini istiyor. Bu öneri hem işçiler hem de İtalyan toplumu tarafından heyecanla karşılandı. Lakin ne hükümet ne de merkez sol muhalefet öneriye olumlu yaklaşmayınca, önerinin pratikte gerçekleşemeyeceği kısa zamanda anlaşıldı. Şu anda PRC önerisini savunmakla birlikte, FIAT yönetimini sıkıştırmak için yeni ve daha somut bir öneri ortaya attı. Öneriye göre, FIAT yönetiminin son yıllarda devletten aldığı tüm teşviklerin geri ödenmesi isteniyor. Kısacası işten çıkarılacak işçilerin, işsiz kaldıkları müddetçe en az 5 yıllık maaşlarının garanti altına alınması talep ediliyor. Maddi kaynak olarak da, bu grubun yönetiminde olan bir banka, bir sigorta şirketi ve ünlü Juventus spor kulübü gösteriliyor. Bu öneri şu anda sendikalar tarafından savunuluyor. Doğaldır ki tüm bu gelişmeler sonucu, PRC gittikçe gücünü artırıyor.

Yukarıda hükümetin eylemler üzerine 18. madde değişikliğini ekim ayına kadar ertelediğini belirtmiştik. Ekim ayı geldiğinde hükümet yasayı yeniden gündeme getirdi. Buna işçiler 18 Kasım günü yeni bir sekiz saatlik genel grevle karşılık verdiler. Bu kez katılım yüzde 92 oldu. Hükümet bir kez daha geri adım atmak zorunda kaldı. Bu başarılı genel grevin ardından, bilindiği gibi küreselleşme karşıtları, emperyalist küreselleşme politikalarının yarattığı yıkıma karşı alternatif geliştirmek için 6 ile 10 Kasım tarihleri arasında Floransa’da bir Sosyal Forum gerçekleştirdiler. Forum çerçevesinde 9 Kasım’da yapılan savaşa karşı eyleme 1 milyonun üzerinde insan katıldı. Eylemlere genel olarak işçilerin, özel olarak da FIAT işçilerinin büyük katılım göstermeleri kayda değer bir gelişmeydi. Anlaşılıyordu ki, işçiler bu mücadelede bilinç düzeylerini gittikçe artırmış, sadece kendi sorunlarıyla değil, toplumun diğer sorunlarıyla da ilgileniyorlardı. Burada Lenin’in o ünlü belirlemesi akla geliyor. “İşçiler sadece kendi özgül sorunları ile değil, toplumun tüm diğer katmanlarının sorunları ile ve sosyal hayatın tüm diğer alanlarıyla ilgilendikleri ölçüde, gerçek öncülük görevlerini yerine getirmiş oluyorlar.”

Şimdi işçiler bir adım daha ileri atmak istiyorlar. Sendikalar diğer Avrupa ülkelerinin sendikaları ile FIAT işçilerini desteklemek için, tüm Avrupa çapında bir günlük genel grev gerçekleştirmek için görüşmeler yürütüyorlar. Büyük olasılıkla bu grev ocak ayında gerçekleşecek. Tam bu noktada Avrupa’da yaşayan Türkiyeli işçilere grevi örgütlemek ve katılmak gibi somut görevler düşüyor. Bu grevin çağrı metni yayımlandığında Türkçe çevirisini sol basın üzerinden Türkiyeli işçilere ileteceğiz.

Sermaye iktidarı işçi sınıfının mücadelesi karşısında tam anlamıyla sıkışmış durumda. Onlar emekçilerin üzerine atmak için iri bir taş kaldırmışlardı, o taş şimdi kendilerinin ayaklarına düşmek üzeredir. Önümüzdeki ilk baharı çıkarmaları biraz zor görünüyor. Berlusconi bu nedenle Amerika’nın savaş ipine sarsılmış durumda. Savaş yoluyla, toplumsal muhalefetin dikkatini dağıtarak, nefes almaya çalışıyor.

İtalyan işçi sınıfı yürüttüğü mücadeleyle öne çıkmış bulunuyor. Şu anda hiç kuşku yok ki, İtalyan işçi sınıfı, Avrupa işçi sınıfının öncü birliği olma yolundadır. Belki bu mücadele bir sosyal devrime yol açacak nitelikten henüz yoksundur. Zira, devrim için başta gerçek bir komünist partisi olmak üzere, birçok objektif ve sübjektif faktöre ihtiyaç vardır. Şüphesiz ki, bu hareketin çok yönlü ve bilimsel bir tahlilini yapmak önümüzde görev olarak duruyor. Burada amacımız sadece, Türkiyeli işçileri bu mücadele hakkında bilgilendirmek ve deneylerinden yararlandırmaktır. Bu mücadelenin kısa bir sürede sosyal bir devrime dönüşemeyeceğini belirtmiştik. Fakat bu mücadelenin, son yıllarda emperyalist burjuvazinin estirdiği, “tek kutuplu dünya ve devrimler tarihinin sona erdiği” şeklindeki ideolojik bombardımanına karşı tayin edici bir rol oynadığını yadsıyamayız. Bu mücadele son 15 yıldır dünya genelinde hareketin üzerine çökmüş olan ağır ve bunaltıcı havanın dağıtılmasına önemli katkıda bulunuyor. Sermayenin sağdan estirdiği rüzgarın yönünü, en azındın bu coğrafyada sol’a çevirmiş bulunuyor. İşçi hareketinin mücadelesiyle sunduğu bu yeni devrimci iklim enternasyonal proletaryanın öne çıkmasında ve mücadele yeteneğini geliştirmesine cesaret verici oluyor.

Evet, İtalya’da rüzgar artık soldan esiyor. İtalya işçi sınıfını izlemeye ve ondan öğrenmeye devam edelim. Zira gelecek baharın her zamankinden daha sıcak geçeceği şimdiden bellidir.

Milano, 8 Kasım 2002

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi