Devrim: Sezgi Kadar Yakın Bilinç Kadar Gerçek

Bir tantanadır almış başını gidiyor. Üniversitelerde yeni bir kürsü kuruldu da bizim haberimiz mi olmadı!? Bir sürü zırvalog, tv kanallarında, gazete köşelerinde boy veriyor. Eskilerde de ara sıra sesleri çıkıyordu, ama daha cılız, daha utangaç. Bugünlerde mantar gibi bitiveriyor mübarekler. Bir de arsız, utanmazlar ki, şaşar insan. Hele hele, Arjantin’de emekçiler ayaklanınca zırvaloglar borsada tavan yapmıştı. Coğrafyamız emekçilerine dair öyle “bilimsel” tahliller yapıyorlar ki, ikna olmamak mümkün değildi(!)

Efendim, Türk milleti devlete bağlıymış, kolay kolay başkaldırmazmış, ne olursa olsun sineye çekermiş.

Başka ne yaparmış?! Türk halkı şükretmesini bilirmiş. Ne kadar zor durumda kalırsa kalsın kendinden daha kötü durumda olana bakıp avunurmuş. Bu “bilimsel” tezler sizi ikna etmediyse bekleyin, daha torbada neler var neler...

Mesela, Türk aile yapısı öyle güçlüymüş ki, kimse aç açıkta kalmazmış. Herkes, zor durumda olan aile bireyinin yardımına koşarmış. Hal böyle olunca, ayaklanmak kimsenin aklına bile gelmezmiş.

Bunu da beğenmediniz demek. Siz bu ülkede yaşamıyor musunuz? Komşuluk ilişkileri ne güne duruyor?! Bu memlekette komşu komşunun hatırını bilir(!) İnsanlar arasında yardımlaşma ve dayanışma had safhadadır(!)

Dikkat! Şimdi açıklayacağımız tez bütün kuşkularınızı giderecek(!) Memleket insanın köyle bağlantısı güçlüdür. Köyden şehire çuvallarla bulgur, mercimek akar. Bulguru kaşıklayanlar ne demeye ayaklansın, değil mi ya?! Zırvaloji kürsüsünün değerli zırvalogları daha ne “bilimsel” tezler yumurtluyorlar, saymakla bitmez.

Bu zırvalarla uğraşmaya değmez değmesine de, işin tuhafı, emekçi halkın öncülerinden, ilerici aydınlardan kimileri de zırvalojinin etki alanına giriyor. Kendilerine ve halka güvenleri sarsılıyor.

Unutkanlıktan olsa gerek, coğrafyamız emekçi halklarının 1960’larda, ‘70’lerde, ‘80’larda, ‘90’larda yer yer şahlanışa varan başkaldırıları hatırlanmıyor. Örnek bol. 1960’larda toprak işgalleri yapan, üretici, köylü mitingleri ile meydanları sarsan, üniversiteleri işgal eden, ABD askerlerini denize döken, yüzlerce grev ve fabrika işgaliyle burjuvaziye kök söktüren; 1970’lerde, 15-16 Haziran direnişi ile patronları tir tir titreten, DGM’leri kapattıran, ‘77 1 Mayıs’mda yüzbinler olup Taksim’e akan, Tariş’te silahlı çatışmaya giren, sivil faşist çetelere karşı göğüs göğüse çarpışan; 1989 bahar eylemlerini gerçekleştiren; ‘90’larda Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyüşe geçen, Gazi’de ayaklanan, defalarca Kızılay Meydanı’nı dolduran ve 4 Aralık’ta olduğu gibi devlet güçleriyle dövüşen... İlk akla gelenler. Ya, 15 yıllık Kürt şahlanışı?! Kimdi bunlar? Başka bir gezegenden mi gelmişti?!

Eğer coğrafyamız aile yapısı ayaklanma eğilimini absorbe ediyor, köyden gelen bulgura şükreden emekçiler hak aramaktan vazgeçiyorsa, ‘60, ‘70, ‘80 ve ‘90’larda sokakları çınlatanların aile yapıları mı farklıydı? Onlara köyden bulgur gelmediği için mi ayaklanmışlardı?!

Hadi, hepsini geçelim. 11 Nisan 2001’de Ankara’yı birbirine katan esnafa ne demeli? Türkiye Arjantin olmazmış. Bu kez de Uruguay çıktı başımıza. Uruguay’da halkın meydanları zaptettiği günlerde Gaziantep’te bedava dağıtılan bir kaç kilo bulgur için insanlar birbirini eziyordu. Buna ne demeli! Arjantin’deki halk hareketi sonrası o derin sosyolojik tahliller yapanlar buna ne diyecek acaba!

Peki, bugünkü hareketsizliğin anlamı ne? Halk, aç, perişan, sefil, işsiz yine de sessiz.

Sessiz öyle mi?! Biraz daha yaklaşın. Yaklaşın, yaklaşın. Dipteki uğultuya kulak verin. Basınç ne kadar büyükse deprem o denli yıkıcı olur. Hazırlıklı olun. Deprem yönetilmezse yıkıntıların altında herkes kalır.

Bu, abartılı bir beklenti ya da, boş bir avunma mı? Hayır! Hayır!

Ezilenler düzen içinde bir kurtuluş umudu görmüyorlar. Umutsuzluk diye görünen budur aslında. Boşa kürek çekmek istemiyorlar. Mesela, Kızılay’a gidip dönmekten bıkmışlar. Kızılay’a gidilecekse dönmemek üzere gidilmeli diye düşünüyor. Çoğunluğu oyalanmaya, aldatılmaya tahammülleri kalmamış. Hiçbir burjuva partiye ilgileri yok. AKP’ye ilgileri de “yeni”ye yöneliş eğilimi. Reformist palavralara da karınları tok. Güven duyacakları umutla sarılacakları bir önderlik bekliyorlar. Bedel ödemekten kaçındıkları doğru. Ama bu kaybedecekleri çok şey olduğundan değil. Zira her geçen gün biraz daha sefaletin batağına gömülüyorlar. Bırakalım uzun erimli bir gelecek beklentisini, bir kaç gün sonrasından bile emin değiller. O halde harekete geçmek için ne bekliyorlar!? Bu soruya bir tek şıkta yanıt verilemez. Birincisi korkuyorlar. Devlet şiddetinin yıllardır içinde yarattığı psikolojik korku duvarları zihinlerini esir almış. İkincisi güvensizler. Bugüne değin kendisine önderlik edenler onları hep yarı yolda bırakmış. Onca uğraş, direniş, mücadele sonunda çoğunlukla elleri boş kalmış. O nedenle, bir şey yapmaya değmez, duygusu ruhlarını hakim olmuş, önderlerine güveni olmayanlar birbirlerine de güvenmezler. “Bunlarla yola çıkılmaz” düşüncesi egemen hale gelmiş. Buna karşın ezilenler, devrimci bir programın ve hareketin bayrağı etrafında toplanmaya hazırdırlar. Bu hazırlığı biz niye görmüyoruz diye soracaklara diyeceğimiz şudur: Bu hazırlık bilinçli değil, sezgiseldir. Halkın bugünkü sezgisel bilinci devrimcidir.

Kısaca, ezilenler, palyatif çözümlerin değil, köklü, radikal değişimlerin beklentisi içindeler. Bugünkü pasifizmin gerçek nedeni de budur.

Ezilenlerin bundan önceki eylemlerinde baskın öğe, sokak hareketleri ile düzen içi ekonomik ve siyasal haklar elde edilebileceği beklentisi idi. Mücadele bu beklentiye bir biçimde yanıt veriyordu. Örneğin ‘89 bahar eylemleri sonrası işçi ücretleri göreli yükselmişti. Emekçi memurlar uzun yıllar süren mücadele sonunda, yarı dernek biçiminde de olsa sendika hakkı elde edebilmişlerdi.

Fakat, hem hayat standardının her geçen gün daha kötüleşmesi, hem de, ekonomik ve siyasi krizin derinleşmesi nedeniyle düzenin esneme yeteneğini çok daha fazla yitirmesi, ezilenlerin mevcut koşullarda hak elde edilebileceğini bırakın, var olan haklarını koruyabileceklerine bile inançlarını önemli ölçüde kırmıştır. İki tarafın da hareket yönü uçlaradır. Bu, halkın devletten, devletin halktan kopuşudur ve kopuş her gün biraz daha derinleşmektedir.

Halkın umutsuzluğu düzeniçi kurtuluşa dairdir. Fakat, tutunacakları bir dal da görememektedirler. Bu nedenle ezilenler gerçek manada bir boşluktadır. Yalnızca mide açlığı çekmiyorlar, beyinleri de devrimci bilince açtır. Bugünün devrimcisi bütün dikkatini ezilenlerin beyinsel açlığını gidermeye yöneltmeli, onlardaki sezgisel devrimci duyumu devrimci bilince dönüştürmelidir. Ve unutmayalım ki, bilinç eylemin çocuğu, eylem bilincin öğrencisidir.

Deprem belenmemeli, örgütlenmelidir.

Bugünün devrimcisi karınca gibi çalışmalı, arı gibi örgütlenmeli, kartal gibi hedefe kilitlemelidir.

Absürd Olan Ne?

Ezilenlerin devrimci bir program etrafında her zamankinden daha çok toplanmaya hazır olduklarını ve mide açlığından çok devrimci bilinç açlığı çektiklerini belirttik.

Kimileri bu belirlemeyi fazlasıyla absürd (manasız, akılsızca, gülünç) bulabilir. Hele hele sokaktaki insanın ruh haline, davranışına, surat ifadesine baktıklarında Nazım’ın dizelerini daha bir vurgulu söylemek geçmiş olabilir içlerinden. “Koyun gibisin kardeşim/gocuklu celep kaldırınca sopasını/sürüye katılıverirsin hemen/ve adeta mağrur koşarsın salhaneye.”

Onlara dışarıdan bakmak yerine onlarla kaynaşıp konuşabilselerdi fikirleri değişirdi. Görürlerdi ki, kendi kafasında bilinç unsuru olarak duran şey, onların kafasında sezgisel, ya da nesnel durumun zorunlu bir yansıması olarak oluşmuştur.

Fikir (düşünce) nesnenin zihnindeki yansımasıdır. Gözlem ve tecrübe herhangi bilimsel bir öz taşımadan (sistematize edilmemiş bilgi) aynı koşullarda yaşayan insanları aynı sonuçlara ulaştırabilir. Örneğin, tek tek her işçi, patronlara karşı mücadele edilmedikçe daha iyi yaşam koşullarına kavuşmanın olanaksız olduğunu tecrübe edebilir. Ve bu tecrübeye dayanarak işçiler arasında dayanışmanın, örgütlenmenin zorunluluğu fikrine ulaşabilir. Buna kendiliğinden bilinç diyoruz. Bilimsel düşünce ise, gözlem ve tecrübeyle kendini sınırlamaz. Bilgiyi sınıflandırır; hareketin yasalarını anlamaya, nesnenin ya da olayın başka nesne ya da, olaylarla ilişkisini bulup çıkarmaya çalışır. Bununla da yetinmez. Nesnenin, ya da olayın gelecekte alması muhtemel biçimini (özsel anlamda, dönüştürücü çelişkiyi) tespit ederek hareketin itici kuvvetlerini (toplumsal yaşamda belirleyici sınıf iradelerini) ortaya çıkarır. Süreci hızlandırmanın yol ve yöntemlerini pratik sürecin deneyleri ışığında yeniden ve yeniden belirler. Öyle dönemler olur ki, egemen sınıf iradesi doğal iç çelişkileri içinde çözülür. Ekonomik yapı kendini üretme yeteneğini giderek yitirir. Üst yapı yozlaşır. Yönetim biçimi, yönetememenin gerekçesi haline gelir. Böyle- si koşullar altında yönetilenler ne denli örgütsüz, dağınık, bilinçsiz olurlarsa olsunlar, artık, mevcut düzen içinde herhangi bir sorunun çözüleceğine dair beklentinin saçmalığını sezmeye başlarlar. Bunun “kendiliğinden bilinç”ten öte bir anlamı vardır. “Kendiliğinden bilinç” düzenin kalın ve yüksek duvarları ile çevrilidir. Sezgisel devrimci bilinç ise, o duvarlar içinde kalınarak yaşamı idame ettirmenin olanaksızlığını görür. Ama hepsi bu. Duvarların ötesi boşluktur.

Sezgisel devrimci bilinç derin bir umutsuzluk, çaresizlik ve buna bağlı olarak hareketsizlik (pasifizm) ile birlikte vardır. Varolan düzen ezilenler için anlamını yitirmiştir. Geleceğe dair de hiçbir fikirleri yoktur. Böylesi koşullar yozlaşmanın insani değerlerdeki sefaletin, ahlaksızlığın derinleşmesine hizmet eder. Ama aynı zamanda küçücük kıvılcımların büyük yangınlara neden olduğu dönemlerdir bunlar. Fransız Devrimi öncesi Paris sokaklarındaki iç karartıcı manzara ve aynı “sefil” insanların yeni bir çağ açan ayaklanması bu duruma dair çarpıcı bir örnektir.

Şubat devrimi öncesi durum konuya dair tipik bir örnektir. Çarlık Rusya’sı çürümüş bir çınar ağacı gibi haşmetli, ama içi boş bir haldeydi. Emperyalist savaş halk kitleleri nezdinde çarlığa karşı her türlü beklentiyi ortadan kaldırmıştı. Yoksulluk ve sefalet içinde, harp koşullarında iyiden iyiye harap olmuş yığınları düzenle buluşturan bütün bağlar çözülmüştü. Çarlık otokrasisi ve Rus burjuvazisi arasında iktidar mücadelesi yöneteme krizini derinleştirmişti. Buna rağmen yorgun, bezgin, bıkkın halk kitlelerinin yakın zamanda çarlık rejimine son vereceğini bolşevikler dahil kimse beklemiyordu. 8 Mart hazırlıkları grevlerle birleştiğinde ne grevci işçiler ne de ilerici devrimci kuvvetler bir kaç gün sonra Çarlık rejiminin tarihe gömüleceğini düşünmüyorlardı.

Varsayımsal bir başka örnekle sorunu irdelemeye devam edelim.

Hayatında ilk kez ağaç görmüş iki insan düşünelim. Birincisi, ağaca bakarak, dokunarak yada onu koklayarak, onu o anki haliyle tanımlayabilir. Diğerinin ağacı bilimsel olarak incelediğini varsayalım. Bu inceleme sonucunda ağacın yaşını, onu oluşturan öğeleri o anki bilimsel bilgi düzeyinin elverdiği ölçüde belirler. Dahası verili koşullar içinde ağacın evrimini, cinsini, meyve ağacıysa ne tür meyve vereceğini de açıklamayabilir.

Diyelim ki, bu bir elma ağacıdır. Bu iki insan farklı yerlerde aynı ağaç türüyle bir kez daha karşılaşsınlar. Gözlem ve tecrübeden başka hiçbir bilimsel yöntem edinmemiş insan, daha önce gördüğü ağacın bir meyve ağacı olduğunu anlayacaktır. Bilim insanı ise ileri sürdüğü tezin doğrulandığını (ya da, yanlıştan doğru) görecektir.

Birinci durumda iki insan arasında bir bilinç uçurumu vardır. İkincisinde durum farklıdır. Çünkü bilim insanının ileri sürdüğü tez, bu tezin farkında bile olmayan diğer insanın kendiliğinden ulaştığı sonuçtur.

Elma ağacı elma meyvesi vermeden önceki halindeyken bilim insanının, bunun bir elma ağacı olduğuna ve meyve vereceğine ikna etmesi için diğerinin anlayacağı dilden onlarca kanıt ileri sürmesi gerekiyordu. Oysa elma ağacı elma verdikten sonra diğerini ikna etmek fazlasıyla kolaylaşmıştır. Çünkü güncel pratik bilgi sezgi düzeyinde de olsa bilimsel bilgiyle çakışmıştır.

Buna karşın sezgisel bilinç nesne ya da olay üzerinde kendiliğinden sonuç alıcı bir etki yapmaz. Fakat, dünden çok daha kolay olarak bilimsel bilginin etki alanına girmeye adaydır.

Bu, sezgisel bilinçle bilimsel bilincin bir anlık çakışması, o konuyla ilgili bilimsel bilginin genelleşerek yaygınlaşmanın koşullarını yaratır. Elma örneğinde olduğu gibi, elma fikri soyut bilginin değil, somutun, nesnenin yansıması olarak zuhur eder.

İşçi-patron örneği içinde aynı şey geçerlidir. Öyle bir an gelir ki, devrim dışında bir çözüm, çıkış yolu bulanamayacağı düşüncesi kendiliğinden, sezgisel biçimde, devrim anlamına geldiğini bilmeden bunun farkında bile olmadan işçinin kafasında yansımasını bulabilir.

Gelelim bugünkü koşullarda devrimci programın ezilenlerin bilincinde sezgisel devrimci bilinç olarak belirme olasılığına.

Bir kaç maddeyi ele alarak bu olasılığı irdeleyebiliriz.

Örneğin; uluslararası tekellere, emperyalist devletlere ve mali kuruluşlara borçların iptal edilmesi, reddedilmesi, üzerinde duralım.

Otobüste, trende, fabrikada, varoşta herhangi bir emekçiye soralım, IMF hakkındı ne düşünüyorsun diye. Terbiye sınırlarını aşan sözcükleri bir kenara bırakırsak, konuştuklarımızın çoğunun IMF’nin ne menem bir kuruluş olduğuna dair yeterli bir fikre sahip olduğunu görürüz. Yalnızca coğrafyamızda değil, emperyalist uluslararası mali kuruluşların ezilenler için yıkımdan başka bir anlam taşımayan politikalar dayattığı, başkaca ülke pratiklerinden edinilen tecrübelerle anlaşılmıştır. Bu insanların “borçları reddedelim, kim aldıysa o ödesin” önerisine şevkle parmak kaldıracakları açıktır. Bunun dışındaki hiçbir çözümün çıkış olmayacağı tecrübelerle anlaşılmıştır.

Bir başka örnek; üsler kapatılsın, askeri kamplardan çıkılsın, gizli-açık askeri anlaşmalar iptal edilsin dediğimizde itiraz edenlerin sayısı onaylayanlardan az olacaktır. ‘91 Körfez Savaşı sınırlı sonuçlarıyla bile ezilenleri nasıl derinden etkilediği ortadadır. Türkiye’deki üsler emperyalist müdahale merkezleridir. Türk devletinin emperyalistler lehine sıcak çatışmalara girmesinin acı faturası emekçilere çıkarılacaktır. Bilinç düzeyi en geri biri bile bu sonuca ulaşabilir. Afganistan’a asker gönderilmesi konusunda ezici bir çoğunluk karşı görüş bildirmişti. Yakın dönemde Irak’a yönelik Amerikan müdahalesi ve Türkiye’nin savaşa girmesinin yol açacağı sonuçlar hakkında da kitlelerin emperyalist savaşa karşı bilinci yüksektir.

Devam edelim. Ezilenlerin rejimle ilişkilermişim ele alalım. Emperyalizmin kuklası ve halkın tepesinde sallanan zorbalık kılıcı olan bugünkü rejime dair ezilenlerin herhangi bir beklentisi var mı? Mesela, Derviş’in ABD-IMF adamı olduğu; mecliste jet hızıyla kabul edilen yasaların emperyalistlerin talimatlarıyla çıkarıldığını bilmeyen mi var? En küçük bir karşı koyuşun şiddetle bastırıldığını, özgürlüklerin kağıt üzerindeki sınırlı halinin bile gerçek hayatta bulunmadığını anlamayan mı var? Meclisten jet hızıyla geçirilen AB’ye uyum yasaları, yoğun burjuva propagandanın etkisiyle kitlelerin bilincinde yanıltıcı bir etkiye neden olmuştur. Ama unutulmasın bu bile, mevcut düzene umudun yitirildiğine örnektir. Düzenden umutsuzluk “yabancı kurtarıcı” ların reytingini yükseltiyor. Ne var ki, günlük yaşamın çıplak gerçekleri, burjuva propaganda ne denli güçlü olursa olsun geçici bir rüzgar etkisi yapmaktan öteye bir sonuç doğurmuyor. Yasaların meclisten geçmesi halkın günlük hayatında özsel herhangi bir değişime neden olmuyor.

Emperyalizmle işbirlikçi sınıfların ve onların rejiminin amaçlarının ne olduğunu özelleştirme yasaları, şeker, tütün, tekel yasaları vb. ile işsiz, topraksız kalan insanlardan daha net kim görebilir? Coğrafyamızın aç, işsiz, sefil denizine dönüştürüldüğü bir ortamda, geleceğe dair hiçbir düzelme umudunun kalmadığı bir zamanda, emperyalistlerin ve işbirlikçi sermayenin varlıklarına el konulsun, üretici küçük ve orta köylünün borçları iptal edilsin, köylü komiteleri aracılığıyla topraksız köylülere toprak verilsin, el konulan fabrikalar, işçi komiteleri tarafından merkezi planlara bağlı olarak yönetilsin, parasız sağlık, eğitim gerçekleşsin vb. onlarca talebin emekçiler için canyakıcı önemde olduğu açık değil mi?

Bu bahsi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz, sonuç değişmez. Ezilenlerin kendiliğinden bilinci sezgisel devrimci bilince evrilmektedir. Ezilenlerin formüle edilmemiş, kendiliğinden talepleri devrimci programla örtüşmektedir.

Sorun bu örtüşmenin elle tutulur bir gerçeklik halini alması, maddi güce dönüştürülmesidir.

Bu nasıl olacak?

Bilinç eylemin çocuğu eylem bilincin öğrencisidir demiştik.

Ve bunu gerçekleştirme görevi devrimcilerin, devrimci önderliğin omuzlarındadır.

Devrimin Güncelliği

Devrim fikrinin sezgisel de olsa, kendiliğinden ama tanımlanmamış biçimde emekçilerin zihninde oluşabileceğini belirttik. Nihayetinde sezgi de kaynağını maddi olandan alır. Ezilenler için mevcut rejim ve iktisadi- sosyal düzen esnekliğini yitirmiştir. Düzen içi kuramların, devletin, parlamentonun, siyasi partilerin ezilenler nezdinde çözüm gücü olma iradesi kalmamıştır. Güven erozyon had safhadadır. İşte, ezilenlerin zihninde yansımasını bulan sezgisel devrimci bilincin kaynağı budur. Bu düzen içinde, bu ekonomik ve siyasi yapıya dayanarak kurtulmak mümkün değildir.

Ezilenlerin kendiliğinden bilinci sezgisel devrimci bilince evrilmektedir; ezilenlerin formüle edilmemiş, kendiliğinden talepleri devrimci programla örtüşmektedir dedik. Bu nasıl oluyor? Oluyor, çünkü, ezilenlerin en sıradan, güncel talepleri dahi karşılanamıyor. Ücret, sağlık, eğitim, konut, altyapı vb. hangi sorun ortaya çıkarsa çıksın, çapı ne denli küçük olursa olsun düzenin çözüm gücü tükendikçe tükeniyor.

Bir kaç ay önce hükümet, IMF’ye üç yıl süreli yeni bir stand-by sundu. Bu stand-by’ın IMF memurlarınca Ankara’da hazırlandığı, ardından hükümete teslim edildiği, hükümetin metni imzalayarak tekrar IMF’e sunduğu herkes tarafından biliniyor. Hükümet IMF bürokratlarının sıradan bir onay mercii haline gelmişti. Aynı hükümet işlevini tamamlandığında emperyalist müdahalenin konusu oldu. DSP bölündü. Amerikan memuru Derviş ve adamları yeni oyunlar ve oluşumlar peşinde koşuyor. Konumuz bu değil. IMF’ye sunulan bu üç yıllık taahhüt mektubu neyi içeriyordu: Zam, vergi, ücretlerde indirim, işten atmalar, altyapı çalışmalarından sorumlu çeşitli devlet bürolarının kapatılması, yatırımların minimum düzeyde tutulması, eğitim ve sağlık bütçesinin daha da kısılması vb.

Öyle bir anda yaşıyoruz ki ezilenlerin güncel, sıradan taleplerinin karşılanması dahi büyük mücadeleleri gerekli kılar hale getirdi. Paşabahçe işçileri fabrikanın kapatılması kararı karşısında, Beykoz emekçilerinin desteğinde 15 gün süren bir işgal gerçekleştirdiler. Sonuç; kıdem tazminatı hakkı ve başka illerdeki fabrikalara yerleştirme sözü. Eğer fabrikayı kapattırmak istenmiyorsanız, çok daha büyük direnişler örgütlemelisiniz. Başka yolu yok. Gerektiğinde şiddete başvurmaktan çekinmeyeceksiniz. Ücret artışı mı istiyorsunuz IMF ve işbirlikçilerini hedefleyeceksiniz. Eğitim ve sağlığa daha çok para mı ayrılmasını istiyorsunuz, emperyalistlere borç ve faiz ödemelerinin durdurulmasını savunacaksınız. Her gün biraz daha artan ve yaşamı çekilmez kılan vergi yükünün biraz hafiflemesini mi istiyorsunuz, oklarını sermaye oligarşisinin işbirlikçi tekelci düzenine yönelteceksiniz. Tabloyu istediğiniz gibi genişletebilirsiniz. Örneğin küçük ve orta köylülüğün yıkımına yol açan yasalara karşı mücadele mi edecekseniz, karşınıza uluslararası tekeller ve siyasal rejimi almak zorundasınız.

Yine güncel bir gelişmeyi ele alalım. Çıkarılması düşünülen yeni bir yasayla gecekondu yapanların evleri başlarına yıkılmakla kalmayacak, gecekondu yapanlar üç yıla kadar hapisle cezalandırılacak. Kısacası, bir gecekondu sahibi olmak için dahi örgütlü devrimci mücadeleden başka yolumuz kalmıyor. Diyelim ki parasız eğitim talebini yükseltiyorsunuz, hayır, sıradan protestoculukla bunun gerçekleşmesi olanak dışı, devrime yöneleceksiniz. Bütün bu talepleri dile getireceksiniz fakat, devrimden başka bir yoldan çözülemeyeceğini de açıklayacaksınız.

Bu talepler uğruna mücadele siyasal özgürlükler mücadelesiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Zira, emperyalizm ve işbirlikçilerinin sömürgeci faşist diktatörlüğü baş engeldir. Faşist MGK iktidarı hedeflenmeden ezilenlerin temel sorunlarının çözümü olanaksızdır.

Asgari devrimci program acil taleplerin kendisidir artık.

Tam da burada bir soru atılabilir ortaya. En sıradan taleplerin karşılanması için dahi devrimci mücadele dışında bir çözüm olanağı kalmamışken, düzenden umudunu kesmiş yığınlarda oluştuğu ileri sürülen sezgisel devrimi bilinç neden ezilenleri devrimci mücadeleye yöneltmiyor? Ve ezilenler neden devrimci bir kalkışmanın içinde değiller?

Soru haklı ve yerindedir. Unutmamak gerekir ki, bir şeyin potansiyel olarak var olması o şeyin kendisi değildir. Potansiyeli açığa çıkaracak uygun araç ve yöntemlere ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı gidermek devrimci önderliğe düşer. Eğer, potansiyel var ve bu potansiyele denk enerji açığa çıkmıyorsa, eleştiri oklarını potansiyel kuvvete değil, devrimci önderliğe yöneltmek gerekir.

Bir başka soru şudur: Devrimci önderlik, düzenden umudunu kesmiş yığınların birikmiş enerjisini devrim kanalına akıtmayı başarmazsa ne olur? Bu da üzerinde düşünülmesi gereken bir soru.

Bilinmelidir ki, bu enerji bir biçimde boşalacak, bir yere kanalize olacaktır. Çaresiz kalan bilinçsiz insanlar öfkeyi ya çevrelerine boşaltacak ya da kendilerini imhaya yönelecektir. Giderek artmakta olan cinayet ve intihar vakaları akılalmaz boyutlara ulaşacaktır. Ne pahasına olursa olsun bireysel kurtuluş çabası daha çok insanı sarmalına alacak, geleneksel ahlaki değerler anlamını yitirecek, ahlaki çürüme derinleşecektir. Daha bugünden çocuk, kadın, erkek her zamankinden daha çok seks ticaretinin nesneleri haline gelmiştir. Hırsızlık, gasp, kapkaççılık vb. olaylarda patlamalar yaşanmaktadır. Enerjinin bu boşaltma biçiminin adı toplumsal çürümedir. Ki buna, potansiyel enerjinin dışa yönelerek açığa çıkması yerine içe akması, bireylerin içinde patlaması da diyebiliriz. Bu çürüme aynı zamanda politikadan kaçışa ve yaygın bir apolitikleşmeye de yol açabilir.

Düzendışı arayışlar ve bunun yarattığı potansiyelin kanalize olması her daim devrim yönünde olur diye bir kural yok. Devrimci önderlik potansiyeli çekim alanına dahil edip devrime yöneltemezse, düzen dışı olduğu iddiasındaki başka siyasal akımlar, siyasal islamın çeşitli kesimleri, faşist oluşumlar güç kazanabilir. Kısaca, düzenden umudunu kesmiş kitleler gerici ve faşist hareketin vurucu gücü haline gelebilir.

Buna karşın, devrimcilerin güçlenme ve kitleleri devrime yöneltme olasılığı gerici ve faşist hareketlerden daha fazladır. Siyasal islam düzendışı söylemlerini çoktandır rafa kaldırmış görünüyor. Faşist partilerden en kitlesel olanı hükümet ortağıdır ve ezilenlerin yaşamlarının bu denli kötüleşmesinin baş sorumlularından biridir.

O halde halihazırda iki seçenek başattır. Toplumsal çürüme ya da devrim. Düzenden kopmuş yığınları devrime yöneltmek için her şeyden önce onları devrimin başarılabileceğine ikna etmek gerekir.

Devrimciler otuz yıldan fazla bir süredir yürütegeldikleri mücadeleyle zulme baskıya, sömürüye karşı direnişin davaya bağlılığın, fedakarlığın simgesi oldular. Ölüm orucu direnişi bunun en yakın örneğidir.

Bugün çok daha büyük bir sorumlulukla karşı karşıyalar. Bugünün devrimcileri devrimciliği sürdürme değil, devrimi başarma misyonu ile yükümlüdürler. Bunu başarmaları her şeyden önce bu misyonun bilincine varmaları ile mümkündür. Ve kitlelerden önce bir devrimi örgütleyebileceklerine, faşist diktatörlüğü alt edip devrimci-demokratik emekçi sovyetler cumhuriyetler birliğini kurabileceklerine dair kendilerini iknaya ihtiyaçları vardır. Kendine güvenmeyen, inanmayan kitleleri güven ve inançla devrime yöneltmeleri mümkün mü?

O halde kitleler neden devrime yönelmiyor sorusuna her devrimci, “ben devrimin başarılabileceğine inanıyor muyum” karşı sorusuyla yanıt bulmalıdır.

“Meslekçilik”in egemen olduğu bir çalışma tarzıyla devrimi örgütlemek mümkün mü? Bu “meslekçilik” meselesi hem kelimenin gerçek anlamıyla, hem de sözün ironik içeriğiyle günümüz devrimciliğinin en berbat hastalıklarından biridir.

Kelimenin gerçek anlamıyla dedik; öğretmenler öğretmenlik, mühendisler mühendislik, mimarlar mimarlık yaparak, devrimci görevleri mesleklerinin bir yan uğraşı olarak algılayarak devrimi örgütleyebilirler mi? Gerektiği anda, daha yüksek devrimci görevler yerine mesleğine sıkı sıkıya sarılanların devrimi güncel bir sorun olarak ele aldıkları iddia edilebilir mi? “Düzen kurma” ve kurulu düzenin bozulmaması için yüksek devrimci görevlere sırt çevirenlerin devrimi yakın dönemin bir hedefi olarak ele aldıkları düşünülebilir mi?

Kelimenin ironik içeriğiyle dedik; aldığı göreve bir meslek adamı gibi yaklaşan, bir an önce işini tamamlayıp kendini boşa çıkarmaya çalışan, alanından başka her şeye ilgisiz, yeni olanaklar, yeni ilişkiler yakalamak heyecanından yoksun, bırakın kitap okumayı, kendi yayınlarını takip etmeyi bile yük olarak gören, ve çoğunlukla yarım yamalak okuyan bir devrimciler topluluğunun devrimi örgütlemesi mümkün mü? Böylesi meslekçilerin devrime, partiye, kitlelere ve en sonunda kendilerine karşı her geçen gün daha da yabancılaşacakları açık değil mi?

Devrimci bakış açısı olumsuz olana takılıp kalmayı değil, olumlu olanı bulup çıkarmayı ve herkese bu olumluluğu göstermeyi gerektirir.

Bu, olumsuzlukları görmemek, küçümsemek, hayal dünyasında yaşamak anlamına gelmez. Elbette zor bir dönemeçten geçtiğimizi kimse inkar etmiyor. Devrimci hareket faşizmin darbeleri karşısında iyiden iyiye güçsüzleştirilmiş, kitlelerle buluşma noktalarına engeller dikilmiş. Burjuva medya yığınları kolaylıkla manipüle edebiliyor. Ezilenlerin bilinç ve örgütlülük düzeyi oldukça geri. Ama bunlar gerçekliğin yalnızca bir yanı. Başından beri ifade edilmeye çalışıldığı gibi yaratıcı yol ve yöntemlerle kitlelerle buluşma olanakları sağlandığında devrimci programın ezilenlerle buluşma olanağı her zamankinden çok daha yüksek. Sorun koşullarda değil, devrimci hareketin donmuşluğunda, ne yapacağını bilememesindedir. Komünistler bir kez daha yol açma görevi ile karşı karşıyadırlar. En küçük olanağa bile gözlerini dikmeli, her çalışma biriminde “alan açma”lı, ideolojik, politik mücadelenin önder kuvveti haline gelmelidirler. Aleyhte olanı leyhe, olumsuz olanı olumluya çevirmenin maddi koşulları yeterince uygundur. Siyasi krizin derinleşmeye devam ettiği, ekonomik krizden bir türlü çıkılamadığı, işçi sınıfı ve emekçilerin, Kürt ulusunu ve bir bütün olarak ezilenlerin temel taleplerinin mevcut rejim altında karşılanma olanaklarının tükendiği bugünkü durumda ezilenleri devrimci mücadeleye sevk etmek, sosyalizme yöneltmek her zamankinden daha mümkündür.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi