Karnaval Bitti

Ahmet Kahraman’ın Yedinci Gündem’de yayınlanan “Dresten’de 1 Mayıs” yazısı, sol aydınların dünyaya bakışlarını ve politik pozisyonlarını anlamak için zengin veriler sunuyor. (4 Mayıs 2002, Yedinci Gündem) ‘Sol Aydınlar’ kavramının bulanıklığının farkındayız, fakat suç kavramda değil, tanımladığı olguda. Dresten’de 1 Mayıs yazısına şöyle bir gözatıldığında küçük burjuva reformizmi, burjuva ilerlemeciliği, kalkınmacılık, Avrupacılık, oryantalizm vb. ile yapılan ideolojik çorbanın üzerine emek sosu dökülerek sunulduğu rahatlıkla görülebilir. Yazıdaki görüşler orjinal değil, bu nedenle A. Kahramanla değil, temsil ettiği ideolojik/sınıfsal pozisyonla tartışacağız. Kişilerle sorunumuz yok. Yazının genel bir özetiyle başlayalım.

A. Kahraman, Dresten’de gördüğü Avrupa uygarlığından büyülenmiş. Saksonya Kralı “Güçlü Agustus”un yaptırdığı saraylar, heykeller, fıskiyeler aklını başından almış. “Bu açık hava müzesinde (barbar) doğuya özgü tapınası motifler yok” diyor A. Kahraman, her şey halkın yaratıcı gücüne mal ediliyor(muş). Yazarımız bunu söylüyor ama tipik bir “Doğulu” olarak kişiye tapma kültünden kendini kurtaramayıp, “Güçlü Agustus”a övgüler düzüyor.

Sahneyi böyle tanımladıktan sonra 1 Mayıs gösterisine geçiyor. A. Kahraman. Yine büyülenmiş halde. “Schlass Meydanı’nda insanlar ‘birey’ olmanın özgürlüğünü yaşıyorlardı” diyor. Dresten’in ‘dokunulmaz simgesi’ ‘ihtiyar komünist’ elinde kızıl bayrağıyla kalabalığa inancını haykırıyor. Şurada Zola’nın Esmeraldasını andıran genç anne omzunda çocuğuyla eteklerini savurarak dans ediyor, ötede “çevreden kopuk, kendi dünyalarının mutluluğunu yaşayan gençler kendilerinden geçmiş halde öpüşüyorlar, birey olmanın özgürlüğünü yaşıyorlar.” Tabii ki bizim ihtiyarın sesi bu karnaval cümbüşü içinde boğulup gidiyor; karnavala renk katan bir ritüel işte, savrulan eteklerin, öpüşen dudakların nostaljik, romantik fonu. Manzaradan büyülenmiş haldey ken bir telefon alıyor ve birdenbire “ruhuyla nereye bağlı olduğunu” farkediyor. A. Kahraman. Diyarbakır’da, Mersin’de, Dersim’de inip kalkan coplar, bir düşten bir kabusa uyandırıyor yazarımızı. Bizim barbar koşullarımıza tiksintiyle yüzünü buruşturuyor ve “insanlık nerede bunlar nerede” diyor. Bu kabusa daha fazla katlanamıyor ve düşüne geri dönüyor: “Dönüp, Saksonya Kralı Güçlü Agustus’un uygarlık izlerine bakıyorum.” Yetinmiyor, 21. yy. Agustuslarına da övgüler düzüyor: “Susun lan, büyüklerimizin emir komutası dışına çıkmayın” diye naralanarak cop indiren polis, bedenleri ezip geçen tanklar da yoktu burada. Agustus’un uygar ruhu Alman emperyalist devletinin şahsında yaşıyor ve batıdan doğan bu uygarlık güneşi insanlığın ufkunu aydınlatıyor, öyle mi sayın Kahraman?

Niyetlerinizle hiç ilgili değiliz. Niyetlerden bağımsız bütün “fikirlerin” nesnel-sınıfsal bir anlamı olduğunu düşünüyoruz, sığlığın bile... O nedenle görüşlerinizi daha derinden kazıp gerçeğe ulaşmak zorundayız.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız yazınızda üç ana fikir var; hepsini ele alacağız.

Avrupa/Batı uygarlığı (hayranlığı): Kapitalist Avrupa uygarlığının maddi ve kültürel kazanımları sizi büyülemiş sayın Kahraman. Biz de bu kazanımları sahiplenmeye hazırız. Fakat koşullu; nereden gelip nereye gittiklerini anlayarak ve o kazanımları “tarihin sonu” ilan etmeden, değerlerini tarihsel süreç içindeki yerli-yerine oturtarak. Bu ‘koşullar’ kaldırıldığında Avrupa uygarlığı anlaşılamayacağı gibi, sığ, köksüz, ufuksuz bir hayranlığın kölesi olmaktan da kurtulunamaz. Engels’i okumamış olamazsınız. İngiliz emekçi sınıflarının durumu ya da dramı Avrupa uygarlığının temelleri ve asıl sahipleri hakkında bir şey anlatmıyor mu size? Amerika kıtasında tarihten silinen Maya, Inka, Aztek uygarlıklarının altınlarının hiç mi payı yok Dresten’in fıskiyelerinde? Kızılderililerin kanı hangi toprakları suladı? Kara Afrika’dan getirilen yüz binlerce köleden hiç mi çekiç sallayan olmadı Dresten’in saraylarında? Köleler, serfler, Avrupalı emekçiler kan ter içinde inşa ederken sarayları, “Güçlü Agustus”, güçlü kollarıyla harç mı taşıyordu onlara? Dünyada emekçilerin kanını fışkırtmayan bir tek saray fıskiyesi gösterebilir misiniz bize? Siz sınıfsal ufuksuzluğunuz ve Doğulu ezikliğinizle büyülenmiş halde Batı uygarlığını izlerken; Brecht adında bir Alman, sınıfsal ufku ve kompleksiz Batılı kimliğiyle “yedi kapılı Teb şehrinin”, sarayların, fıskiyelerin gerçek sahiplerini açıklıkla görüyor ve gösteriyordu. Agustus’lara hayranlığın izini göremedik onda. Marks adlı Alman’ın gösterdiklerine değinmeye gerek var mı? Aynı şeylere bakabiliriz, ama aynı şeyleri görmemiz zor görünüyor. Bir küçük burjuva ya da ideolojik-sınıfsal komşularından biri, Dres- ten’in saraylarına baktığında orada, Güçlü Agustusların uygarlık izlerini görür. Dahası bizim barbar koşullarımıza tiksintiyle sırt çevirip, “işte insanlığın ufku” diye kendinden geçer.

Bir proleter/komünist ise, emek ne muhteşem eserler yaratmış der. Fakat dün Agustus’lar oturmuş alın terimizin üstüne bugün de kapitalist emperyalist Agustus’lar oturmaya devam ediyor. Afganistan’ın, Filistin’in, Kürdistan ve Türkiye’nin, Asya, Afrika ve Latin Amerika emekçi halklarının, Avrupa proletaryasının alın teri onların kasasına akmaya devam ediyor. 21. yüzyıl Agustuslarına tekmeyi vurup, bizden aldıklarını geri aldığımızda ne muazzam bir ufuk açılacak insanlığın önüne. Bu heykelleri, sarayları yaparken gösterdiğimiz hünerin, yaratıcılığın bin mislini göstereceğiz zincirlerimizden kurtulduğumuzda.

Burjuva Demokrasisi, Birey(cilik) Hayranlığı, Pasifizm Övgüsü

Dresten’de 1 Mayıs’ta copların konuşmamasına da hayran olmuş A. Kahraman. Uygar ülke, uygar polis; maddi-kültürel uygarlığı tamamlayan burjuva demokrasisi. Tavaf edilecek kâbe tüm ihtişamıyla parlıyor işte. Kâbesini tavaf eden bir mümin’in soru soramaması normal, onun yerine biz soralım. Dresten’deki barışçıl gösteriye niye saldırsın ki polis? Ya da Berlin’deki anarşist göstericilere neden saldırdı? Diyarbakır ‘da savrulan copların, Mersin’de emekçileri çiğneyen panzerlerin, Alman, İngiliz, Amerikan malı olmaları üzerine hiç düşündünüz mü? Orada sallanan coplarla, Dresten’de “sallanamayan” coplar arasında hiç mi bağ yok? Batı uygarlığı/demokrasisinin copları sandığınızdan daha uzun sayın Kahraman; Kürt, Afgan, Arap vd. halklar bu gerçeği iyi bilirler. Sadece onlar değil, Batı’da “çizmeyi aşanlar” da bilirler: Hazır Almanya’da iken eski bir RAF tutsağını bulup konuşmanızı öneririz; burjuvazinin “derin demokrasisini” öğrenebilirsiniz onlardan. Keza Guan- tanamo’da da demokrasi dersleri “okutuluyor” bugünlerde...

Hayranı olduğunuz demokrasinin kuruluşu, geliştirilmesi ve korunmasında dökülen emekçi kanlarını bir yana bırakalım. Burjuva demokrasisi, temel bazı ölçüleri olmakla birlikte sağa ve sola esneyebilir. Son derece “kararsız” ve “kırılgan” bir siyasal rejimdir. Duruma, koşula, ihtiyaca ve asıl olarak sınıflar arası güç ilişkilerine bağlıdır dengeleri. Mussolini ve Hitler faşizmi başka herhangi bir siyasal rejimin değil, burjuva demokrasisinin içinden çıktılar, emperyalist paylaşım savaşları da öyle. Kapitalizm zemininde durdurulduğu sürece, burjuva demokrasisinin “derinliklerinde” uyuyan bir faşizm canavarı hep olacaktır. Adı bugün Gladio olur, yarın başka bir şey, ama çağdaş Ağustus’ları köşeye sıkıştırırsak bizi yutması için uyuklayan canavarı uyandıracaklarından hiç kuşkunuz olmasın. O uyandığında ilk kurbanı da burjuva demokrasisi olacaktır. Berlin’in, New York’un yeni “Kristal gecelerinin” alevlerinden sizin ve ideolojik akrabalarınızın kitaplarının kurtulabileceğini hiç sanmıyoruz. O zaman ne yapacaksınız? Burjuva uygarlığının eski altın çağına methiyeler mi düzeceksiniz? Karnında yeni Hitlerlere gebe olarak yeniden geri gelsin diye mi? Yoksa ideolojik-sınıfsal intihar yolunu tutarak sosyalizm ufkuna doğru ilerleyebilecek misiniz?

Bir gösteriyi yalnızca barışçıl olduğu için suçlamak aklımızdan geçmez. Hangi koşullarda ne yapıldığıyla ilgiliyiz. Barışçıl bir gösteri de pekala devrimci bir ruhla örgütlenebilir. İtirazımız barışçıl gösteriye değil, yaptığınız pasifizm övgüsüne. Genel sözcüklerle ifade edelim, dünya gittikçe “ısınıyor”, çelişkilerin bunca yoğunlaştığı, sömürünün, emperyalist saldırganlığın gemi azığa aldığı koşullarda ezilenlerin savaşımlarını bu duruma uyarlamaları gerekmez mi?

Kasap bıçağının altındaki bir koyunun “barış- çıllığıyla” mı yanıtlanmak burjuva-emperyalist saldırganlık, yoksa?.. Çizdiğiniz şenlik-karnaval karışımı tablo bugünün ihtiyaçlarını karşılıyor mu? Övgü değil eleştiri gerekmiyor mu bu durumda? Psikolojiye ait “algıda seçicilik” kavramı, ideolojik cephede de kullanılabilir. Dresten 1 Mayıs’ında hiç mi devrimci öğe yoktu? Örneğin hiç mi Filistin’le dayanışma sloganı atılmadı? Siyonizm ve ABD emperyalizmi lanetlenmedi mi? Antikapitalist sloganlar ya da sosyalizme özleme dair en küçük bir belirti yok muydu?

Dresten emekçilerinin dünyadan bu kadar koptuklarını sanmıyoruz. Ama sizin ideolojik algıda seçiciliğiniz bunları görmenizi engelledi. Bizim ihtiyar komünisti gördünüz, ama Esmeralda ve öpüşen gençlerin fonu olarak. Çiz’diğiniz tablo Thomos Moor’un Ütopya Ada’sından fırlamış gibi. Ve bu haliyle 1 Mayıs gösterisinin (taktik) övgüsünü aşıp, (stratejik) bir ufuk çizgisine dönüşüyor. İkisi de yanlış: 1 Mayıs bir kavga günüdür (hâlâ!) ve emekçi insanlığın ufku burjuva demokrasisinin “şenlikli toplum”uyla sınırlanamaz. Ütopya-ada kavramını tesadüfen seçmedik. İdeolojik ufkunuz Dresten’de “ütopya”nızı bulmanızı sağlamış; ideolojik-düşünüş tarzınız ise berbat bir olguculuğa/sığlığa mahkum etmiş sizi: Sizin Dresten “adanızın” güncel ve tarihsel hiçbir bağıntısı yoktur; geleceği de yoktur. Adanız batıyor. Bizimkiler gibi “naralanmayan”, “uygar polis” ve şenlik-karnaval türü emekçi muhalefeti/hareketi; tek cümleyle sınıflar arası uzlaşmalar çağının görüntüleri... Avrupa’da 1945-1980 arasında böyle bir dönem yaşandı ve bitti. (Mutlak değil, 1968 hareketleri gibi itiraz kayıtlarıyla birlikte) Burjuva iktisatçı ve tarihçiler bile kapitalizmin tarihinde bir “anomali” olarak anıyorlar dönemi ve kapitalizmin ‘asıl doğasına’ dönmekte olduğunun altını çiziyorlar. Sizin Dresten ada’nız gerçek olsa bile, Avrupa’nın geleceğine değil, geçmişine aittir. O geçmişten Avrupa proletaryasına kalan kötü miras, sınıflar arası uzlaşmalar döneminin tortularıdır, sınıf mücadelesinin karnavallaşmasıdır. Çizdiğiniz “Dresten’de 1 Mayıs” tablosu solgunlaşan bir resim karesi artık; Avrupa’nın geleceği Prag, Bercolana, Cenova’da meydanları zapteden öfkeli kalabalıklardadır. Kapitalist emperyalist burjuvazi, sizin hayranı olduğunuz geçmişin kazanımlarına, bir bakıma Avrupa proletaryasına “sosyalizm rüşveti” olarak verilen hakların gaspına çoktan başladı. Avrupa proletaryası ve emekçileri de bunun farkında, o yüzden artık karnavallarla oyalanmıyorlar. Size dehşet verici gelse de Cenova’da yatan küreselleşme karşıtı ölünün kanları yeni bir geleceğe cansuyu oluyor. Herkes savaş hazırlığı içinde: Onlar Berlosconileri, Haiderleri Le Penleri göreve çağırıyor, biz de ölülerimizin omuzuna basıp yükseliyoruz. Karnaval bitti.

Birey anlayışınız da son derece sığ, bireyle- bireyciliği birbirine karıştırıyorsunuz. Feodal bağlardan kurtulup bağımsızlığını kazanan “birey” bir ilerlemedir kuşkusuz. Fakat bağımsızlığın, topluma ve dünyaya karşı sorumsuzluğa dönüştüğü, bencilliğin binbir türünün boy attığı noktada eski burjuva bireyin parlak çağı da biter. Burjuva olanları da dahil, Avrupalı aydınların çoğu bunun farkında. Artık kimse Batılı “bireye” övgüler düzmüyor. Aksine; yeni Ortaçağ’dan, ‘toplumsallığın sökümünden’ kitlelerin sürüleştirilmesinden söz ediyorlar. Dahası, Avrupa bugün sizin beğenmediğiniz doğu toplumlarından insanlık aşısı arıyor kendine: Doğu felsefesi, dinleri, yaşama kültürü, sağlık, hatta cinsellik anlayışı Batı’da hızla yaygınlaşıyor. Bu iyidir, kötüdür demiyoruz, sadece durumu tespit ediyoruz. Tabii ki bir de sonuç çıkarıyoruz bu durumdan: Kapitalist Batı uygarlığı tıkanmıştır. Bağışlayın ama, hayran olduğunuz uçuşan etekler, öpüşen çiftler, kapılarına Osmanlı orduları dayanmışken, içeride horoz döğüşü yaparak eğlenen Bizanslıları anımsatıyor bize. Dünya yanıyor sayın Kahraman, Filistin, Afganistan, Irak, Kürdistan, Venezüella, Arjantin, Kolombiya... Alevler ortasında dans etmek ya da yalnızca dan setmek fazlaca anlamlı gelmiyor bize. Bireyden bireyciliğe evrilen bir sorumsuzluğun tüm belirtileri var çünkü çizdiğiniz tabloda. Neş’eyi biliriz. Usta şairimiz, “kavgada neş’esini kaybeden, kaybetmiş demektir kavgayı” demişti. Ve tanıdığımız bütün has komünistler neşeli insanlardı. Ne acıların altında ezildiler ne neşelerine gömülüp kavga enerjilerini tükettiler. Acılardan da sevinçlerden de yarını hazırlayan bir enerji çıkarmayı başardılar. Bir ahenk vardı neşelerinde, alevler ortasında dansederken bile yarını hazırlıyorlardı: 19 Aralık’ın görüntülerini tekrar izlemenizi öneririz. Dresten’de dansedenlerden böyle bir ufuk ve enerji çıkıyor mu sayın Kahraman? Çıkmıyorsa, onları gelişkin bireyler olarak kabul etmemizi beklemeyin. Birey en gelişkin haliyle artık, ‘bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine’ yaşayıp, savaşanlar arasında yaşıyor.

Politik Ufuk/Hedef Ve Politika Tarzı

Bu ikisi arasında kopmaz bir bağ vardır. Siz de bu kuralın kapsama alanındasınız sayın A. Kahraman. Hayata devrimci bakmayanlar, hayatın içindeki devrimci olanakları realize edemezler. Baskıyı görürler, başkaldırıyı göremezler. İcazetin yegane politika olması kaçınılmazdır bu durumda.

“insanlık nerede, bunlar nerede” cümlesi yazınızın en politik cümlesi. Yazının bütünü içinde politik anlamına kavuşuyor. “Uygar” Batı polisine, uygar göstericilere bakıyorsunuz cümleninizin yarısını kuruyorsununuz: insanlık nerede. “Doğu’dan” gelen cop seslerini dinliyorsunuz, cümlenizi tamamlıyorsunuz: Bunlar (Doğulu egemenler, iktidarlar) nerede. Doğu’dan yükselen yüz binlerin devrimci haykırışlarına umut bağlayacağınız yerde (ah bir duyabilseniz o sesleri); Doğulu egemenlere sitem ediyorsunuz: Çünkü toplumsal dönüşümü/ilerlemeyi onlardan bekliyorsunuz. “Arkalarında uygarlık izleri bırakan” Agustusları ve “naralanmayan” Batılı uygar polisi (iktidarları) Doğulu despotlara örnek göstermenizden de belli bu: Onlar toplumlarının önünü açtı, siz de açın diye yalvarıyorsunuz Doğulu despotlara. Sisteminizin politika diline tercümesi budur: Emekçilere, halka güvensizlik; dönüştürücü temel faktör olarak egemenleri görme hali. Hedef “muasır medeniyet” olursa taşıyıcının egemen sınıflar olması neden şaşırtıcı olsun ki? “Uygar emperyalist iktidarlar ve Doğulu “despotlar” birbirilerine kopmazcasına bağlıdırlar ve el ele vererek sadece emekçi insanlığı değil, insan soyunun yeryüzündeki macerasını yok oluşun eşiğine getirmişlerdir. Onların saltanatı yerle bir edilmeden “insanlık” bir milim ilerleyemez. Celladından kurtuluş beklemek en hafif tabirle aptalca bir politikadır, pratikte ise yenilgi ve teslimiyet politikasıdır. Ezilenler böyle bir politikaya bel bağlarlarsa egemenler sonsuza kadar rahat edecektir. Doğu karanlıktan, Batı aydınlıktan ibaret değildir.

Bize göre, umut her yerde. Umut Agustus’larda, Sröder’lerde değil, Marks’larda, Brecth’lerde.

Umut, Dresten karnavalında değil. Cenova’da, Seattle’de. Doğu’da ise yalnızca panzer homurtuları yok, panzerleri harekete geçmeye zorlayan nedenler de var: Umut ocağının alevleri Do- ğu’nun işçi sınıfları ve emekçi halklarının büyüyen öfkesinde daha güçlü yanıyor. Tek cümleyle doğuda da Batı’da da umut büyüyor. Sizin görüş açınızda karamsarlık, sınıfsal-ideolojik kimliğiyle çıkıyor karşımıza: İki sınıf arasında sıkışıp kalan küçük burjuvazi sık sık karamsarlık, umutsuzluk, öfke nöbetlerine kapılır; egemenlerden dönüşüm beklemek vermeyince “kızmak”, küçük burjuva umutsuzluk politikası değilse nedir? Köksüz aydınlar bu dünyada bir yer bulmakta zorlanırlar kendilerine; Doğu’yu beğenmezler, Batılı olamazlar, emekçilere yabancılaşırlar, burjuva da olamazlar. Gittikçe eskirler, yaşlanırlar. Ahmet Çakmak’ın Radikal Iki’deki ‘Yaşlı Seçkinler’ başlıklı yazısı (durumun tesbitinde) bize söyleyecek söz bırakmıyor: “Günümüz elitinin dünyası büyük ölçüde on yıllar öncesinin Avrupa-merkezci yorumlarıyla şekillendi ve o, şimdi bu gözlüklerle bakmanın faydasından ziyade zararını görüyor.”

Sığlık da sınıfsal-ideolojik kimliğiyle çıkıyor karşımıza: Kapitalizm zemininde kalınarak, burjuva Batı’yı bayrak edinerek, kapitalizmin köklü, derin eleştirisi yapılamaz. Ve küçük burjuvazi, kapitalizm ufkunu aşamaz. Proletarya ve ideolojisinin kapitalizme diyet borcu yoktur, onlar kapitalizmin en uzlaşmaz eleştirisi üzerinde yükselirler. O nedenle ufukları geniş, bakışları derindir. Ustamız Marks, ‘görünen’le gerçek aynı şey olsaydı bilime gerek olmazdı’ diyor. Küçük burjuva aydın, ‘görünenin’ esiri olup umudunu, cesaretini tüketirken, aydın kimliğini de sakatlıyor, yeteneklerini dumura uğratıyor. Rus devrimci demokratı Belinski, ömrünün son yıllarında Çarlığın safına geçen Gogol’e bakın ne diyor: “Haksızın yanına geçtiğinizde, yeteneklerinizin köreldiğini de hayretle gözlemliyorum.” Kuşkusuz siz bugünkü Türkiye’nin siyasal-toplumsal koşullarında gericiliğin safında değilsiniz, ama Türkiye aydınının yetenekleri üzerine ‘Kar’ yağdığını kabul etmek gerekiyor. Yanıtlanması gereken son bir soru daha var. Nasıl oluyor da TÜSİAD’la ÖDP; ANAP’la KADEK ‘Avrupa Uygarlığı’ kavşağında ortak kesişme noktaları buluyorlar? Ya da neden? Ya da Gorbaçov’un, İskandinav sosyalizmi üzerinden Sovyetleri onarma projesi, hangi sonuçları doğurdu? ÖDP ve ‘sol aydınlar’ için anlaşılır yanıtlar verilebilir bu soruya: Sınıflar birbirinden Çin Seddi’yle ayrılmaz. Küçük burjuvazi proletaryanın olduğu kadar, burjuvazinin, hatta büyük burjuvazinin, ideolojik çekimine kapılabilir. Dünyada ve coğrafyamızda burjuvazi son yıllarda büyük bir yaygara kopardı, etki alanını göreceli olarak genişletti. Gerçi dünyada sisler dağılmaya başladı, ama geç uyanmak bizim toplumsal karakterimize ait bir özelliktir. Anlamak onaylamak değildir, itiraz ediyoruz bu duruma. Diyarbakır’dan liseli bir genç kız şunları yazdığında ise itirazımız isyana dönüyor: “Avrupa gizemli ve çekici bir gücün adıdır. Bir başka cennettir Avrupa. Avrupalı olma hayalimiz gerçekleşince... Türkiye’nin çekiciliği artacak, kalkınma süreci kendiliğinden gelişecek...” (Avrupa Günü dolayısıyla yapılan kompozisyon yarışmasında dereceye giren İmam Hatipli kızın sözlerini Nuray Mert aktarıyor- 12.5.2002 (Radikal) Avrupa hayali, İmam Hatip, Diyarbakırlı Kürt genci... Halklarımızın bilincinin nasıl bir çelişkiler yumağı haline getirildiği açık değil mi? Taşıdığınız boş hayallerle bir düğümde siz çakıyorsunuz bu yumağa. Biz ise ideoloji ve eylemimizle bu Gordion düğümünün üzerine devrim ve sosyalizm kılıcını indirmekte tereddüt etmeyeceğiz: Emekçi halklarımızın özgürleşmesinin başka yolu yok çünkü.

Ülkelerimize de, dünyaya da hoş ve boş bir uzaklıktan bakıyorsunuz. Gördükleriniz gözünüzü kör etmiş, “hakikate” ulaşamıyorsunuz. Son sözü Belinski’ye bırakalım: “Siz Rusya’ya o güzel uzaklığınızdan bakmaya alışmış bir insansınız. Bildiğiniz gibi nesneleri görmek istediğimiz gibi görmenin en kolay yolu, onlara uzaktan bakmaktır. Siz o güzel uzaklığınızda, Rusya’ya tümüyle yabancı olarak, kendi içinizde, kendi dünyanızda ya da sizinle aynı kafadaki insanların çevresinde tek düzelik içinde yaşıyorsunuz.” (Belinski-Gogol’e Mektup)

Rusyanın yerine Türkiye’yi koyun; anlatılan sizin hikayenizdir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi