Eleştirinin Sürekliliğinden Sürekliliğin Eleştirisine: Komün Ve Marksizm

Marksizm, tam da, cansız bir dogma olmadığı, tamamlanma, hazır, değişmez bir öğreti olmadığı, eylemin canlı bir kılavuzu olduğu içindir ki, toplumsal yaşam koşullarındaki şaşılacak kadar beklenmedik değişmeleri yansıtmak zorundaydı. Bu değişme, derin parçalanmalar ve dağılmalarda, yalpalamanın her biçimde, kısaca, marksizmin çok ciddi bir iç bunalımında yansıyordu. (Lenin)

Deneyim ve öngörü her tarihsel teorinin onlarsız gelişemeyeceği iki temel bileşenidir. Ama bu iki bileşen teorinin gelişimi boyunca yan yana ve kendi başına duran iki öğenin toplamı değildir. Deneyim ve öngörünün, teorinin hareketi içindeki ilişkisi iç içe geçiş biçimindedir. Bu etkinlik onların ve aynı zamanda teorinin de diyalektik hareketinin bütünlüğünü oluşturur. Bütünlüğün bozulduğu her somut durumda ya da aşamada teori sakatlanır, tarihsel olma niteliği zayıflar ya da yitirilir. Bozulma eğer teorinin etkin deneyimden uzaklaşması ya da kopuşuyla ilgiliyse, doktrinercilik başat bir eğilim olur. Etkin öngörü üretimindeki tıkanıklık ya da boşluktan kaynaklanıyorsa bozulma, teori var olanın doğrulanmasına dönüşerek gerçekçiliğin batağına saplanıp kalır. Deneyim ve öngörü arasındaki içiçeliğin mantığı gereği, bozulma, temel olarak hangisinden kaynaklanırsa kaynaklansın, karşı biçimini de yaratarak gelişir. Sonuç her durumda teorinin işlevsizleşmesidir.

Teorinin bozulması sorunu; risk ve olasılığı hiçbir zaman mutlak ortadan kaldırılabilecek bir gelişim yasası olamaz. Hatta tersi mutlak olarak doğrudur. Tarihin hareketi ve onun nesnel gelişme yasaları teori dahil olmak üzere, bütün bilinç biçimleri için sürekli yeni bir durum ya da “materyal” yaratır. Bu teorinin bütünlüğü bakımından yeni bir olasılık ya da risktir. Teori bundan kaçamaz, ancak ona hakim olabilir; etkin deneyim ve öngörü aracılığıyla tabii ki. Teori böyle bir iç sağlamlığa ve tutarlılığa sahipse, her yeni gelişme; teori için yeni bir bilgi nesnesi ve dolayısıyla bilinçlenme durumu anlamına gelecektir. Teorinin soğukkanlılığı bundan başka bir şey değildir.

Bir tarih teorisi olarak diyalektik tarihsel materyalizmin Marks ve Engels tarafından kuruluşu, kesin biçimde, deneyim ve öngörünün sözünü ettiğimiz temelleri üzerine oturtulmuştur. Lenin’in, sadık bir marksist olarak, bu temellere sıkı sıkıya bağlı teorisiyle, Ekim sosyalist devriminin yaratıcısı olduğu biliniyor. Gerek Marks ve Engels, gerekse de Lenin’in tarihin gelişim yasaları karşısındaki sarsılmaz materyalizmlerini ve gerçekle ilişkilenme yöntemlerinin keskin kılıcı altına kendi teorilerini bile nasıl büyük bir cesaretle yatırmaktan kaçmadıklarını, bazı somut tarihsel olaylar nez- dinde göstermeye çalışacağız. Ama bu daha ileride olacak. Şimdi kaldığımız yerden; tarihin hareketiyle, marksist teorinin hareketinin genel ilişkisinin belli başlı temel ilkelerinin ele alınmasından devam edelim.

Teorinin soğukkanlılığı, marksizmin tarihe yaptığı bilim aşısıdır gerçekte. Tarih, marksizmle birlikte, bir bilim olarak “nesnel’leştirilebilmiş, “toplumsal gelişimin incelenmesi” haline getirilebilmiştir. Deneyim ve öngörünün teorinin hareketi içindeki içiçeliğinin yapışkan maddesidir bilim. Yani teorinin zemininde durur. Deneyim, bilimin eleştirisinden geçerek “teori” leşir, öngörü bilimin prizmasından çıkan teoridir. Marksist tarih teorisinin deneyimden öngörüye bu geçişli hareketi, kolayca anlaşılacağı gibi zamansal bir geçiştir. Deneyim, teorinin geçmişe, öngörü ise geleceğe açık olan ucudur. Deneyim, geçmişe ait, yani yaşanmış olan olduğu ve öngörü, geleceğe ait, yani henüz yaşanmamış olan olduğu için, bilim teori bakımından, “bugün” de yani yaşanmakta olanda durur. Geçmiş ve geleceğin bu geçişliliğinin diyalektik hareketi “bugün” de somutlaşır. Bugünü unutan teori, o nedenle hem geçmişsiz, hem de geleceksizdir; yani tarihsizdir. Tarih yoksa; teori de yoktur; orada bozulmadan bahsedilemez bile.

Bilimin marksist tarih teorisindeki işlevi bakımından Marks’ın kapitalist toplumun gelişim ve işleyiş yasasını keşfetmek için neden o zamanki bugüne, yani, İngiltere’ye gözlerini diktiğini anlamak açıklayıcı olacaktır. Marks İngiltere’yi 19. yüzyılda incelemiştir; ama kapitalizmin geçmişi (kökleri) İngiltere’de ve Avrupa’da dört-beş yüzyıl öncesine dayanmaktadır oysa. Ama o günkü-o gün en gelişkin biçimi olarak İngiltere- kapitalist toplumu incelemeden, temel bilgisi elde edilmeden, ne kapitalizmin geçmiş deneyimi anlaşılır hale getirilebilirdi ne de kapitalizm geleceği ile ilgili öngörüde bulunulabilirdi. Bu insan anatomisinin bilgisine sahip olmadan maymun anatomisi hakkında ve onun evrimi hakkında boş laflar etmek gibi bir şey olurdu.

Marks meta’nın tahlilinden artıdeğer sömürüsüne ulaştığında kapitalizmin gelişiminin “gizi” de bilim aracılığıyla aydınlatılmış oluyordu. Bu dünü anlamak için bugünü incelemenin, yani tarihsel materyalizmin bilim yöntemidir. Bu bilim sayesindedir ki kapitalizmin bugününde içerilmiş olan geçmiş, hem bugün olandan ayrıştırılabilmiş hem de geçmişte olanlar, şimdiye ulaşan dönüşümleri içinde ele alınabilmiştir. Deneyim, en gelişkin ilişkileri içinde teorileştirilip, kapitalizmin, yani meta toplumunun geliştiği bütün toplumsal örgütlenmeleri açıklama gücüne sahip genel doğrulara ulaşmıştır. Ve zaten böyle olduğu için marksist tarih teorisi, bilim aracılığıyla bugünü geleceğe bağlayan öngörüyü gelişirebilmiştir. Çünkü meta-toplumu (kapitalizm), onu geçmişten (feodalizm) ayıran çelişkileri dönüştürerek “bugün”ün de içinde barındırdığı gibi, aynı zamanda, kendisini yadsıyarak dönüştürecek çelişkileri de “bugün” de bağrında taşımaktadır. Bu nesnel çelişkinin gelecek öngörüsü, komünist toplum, yani özel mülkiyetin ortadan kalkmasıdır.

Tarihin hareketini açıklama gücü yalnızca diyalektik tarihsel materyalist teoriye aittir. Burjuva tarih anlayışı bu bakımdan ideolojik olarak tümüyle yeteneksizdir. Bu nedenle burjuvazinin gerçekte bir tarih teorisi de yoktur. Ya da teori adına burjuva ideologların ve tarihçilerin yazıp çizdikleri, tümüyle bir yanılsamaya denk düşmektedir. Yanılsamanın nesnel temeli, tarihin hareketinin kapitalist üretim ilişkilerinin geçici (yani tarihin belli bir döneminde belirli koşullar altında ortaya çıkmış) ve bu nedenle de tarih tarafından aşılmak zorunda olduğunu göstermesidir. Yanılsamanın öznel nedeni ise, burjuvazinin sınıf ideolojisinin bu tarihsel gerçekliğe karşı “bilinçsiz” oluşu, ama tam da bu nedenle de tarihin akışına karşı bilinçli direnişidir. Burjuvazi tarih karşısında kör ve tutsaktır. Toplumsal gelişimin diyalektiği, üretimin toplumsal karakterini ve örgütlenmesini giderek en üst sınırına doğru taşırken ve bu nedenle de burjuvazinin bir sınıf olarak tarihsel gereksizliği açığa çıkarken, o, özel mülkiyete ve onun sağladığı egemenlik ayrıcalıklarına daha sıkı sarılmaya devam eder. Toplumsal devrimin zorunluluğu tarihsel olarak buna dayanır. Toplumsal devrim/devrimler tarihin önünü açar. Nasıl burjuvazi, feodalizme karşı, onun temsil ettiği tarihsel olarak geri üretim ilişkilerini toplumsal olarak tasfiye ederek bir dönem devrimci bir rol oynamışsa, tarihin önünün açılması için şimdi kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiye edilmesi gerekmektedir.

Evet gerekmektedir; teorinin dili bu. Ya da teorinin toplumsal insana çağrısı ve önüne koyduğu görev budur diyelim. Teori böylece toplumsal işlevini yerine getirmiş oluyor. Ama bu ‘dil’e varlık kazandıran nedir? Düşüncenin teoride bu dil’e gelişinin toplumsal kaynağı nedir? Teorinin soyutladığının toplumsal ilişkilerde dayandığı bir somutluk olması gerekmiyor mu? Çünkü dil, insanlar arasındaki ilişkilerin yakınlaşmasını, ortak davranma ve örgütlülüğün gelişmesinin aracı olarak toplumsal bir işlev yürütüyorsa, dil’den önce bu ilişkinin temelinin toplumsal yaşamda pratik olarak zaten var olması gerekmektedir.

Dilin ortaya çıkması ve gelişmesi, insanın toplumsallaşma pratiğinin ihtiyaçlarından doğmuştur ve ona bağlı gelişmiştir. Tarihin materyalist yorumu bakımından, tersi zaten doğru olamaz. İnsanın toplumsal varlığını belirleyen bilinci değil, bilincini belirleyen toplumsal varlığıdır. Dil, bilincin bir aracı olarak toplumsal bir işlev gördüğüne göre, demek ki o da, materyalizmin bu yasasına tarihsel olarak uyar.

O halde marksist tarih teorisinin (bilincinin) ortaya koyduğu “gerekliliği”, modern kapitalist toplumda “pratik olarak” yerine getirecek toplumsal güçlerin de var olması gerekmektedir. Yani kapitalist üretim ilişkilerine karşı, birleşen, örgütlenen, harekete geçen ve onu yıkacak kadar güçlü bir toplumsal varlık. Bu işçi sınıfıdır ve marksizmin dili (teorisi), proletaryanın kapitalizme karşı tarih sahnesindeki pratik hareketinin ihtiyaç ve çıkarlarının, düşünceye yansımasından başka bir şey değildir. Marks, bilimsel sosyalizmi, diğer sosyalizm akımlarından (ütopikler, burjuva ve küçük burjuva sosyalistlerinden) tam da böyle bir sınır çizgisiyle ayırıyordu.

Marks ve Engels’in kişisel tarihlerinin ve teorilerinin gelişiminin işçi hareketinin burjuvazinin kuyruğundan koparak, kendi bağımsız sınıf eylemlerine yönelmesi ve ilerlemesiyle nasıl el ele ilerlediği biliniyor. İşçi sınıfının bu anlamda tarih sahnesine çıkışıyla (183048) marksist teorinin tarih sahnesine çıkışı arasındaki zamandaşlık, asla tesadüfün körlüğüne bağlanamaz. Diyalektik tarihsel materyalist teori, her zaman ‘pratik ve nesnel etkileşimin” sonucu dönüşerek ilerlemiştir. Onu zorunluluğa bağlayan tarihsel pratik ve nesnel etkileşimini proletaryanın hareketi olması bundandır. Bu zorunluluk ilişkisi, marksizmin ilke ve temellerinin “teorik” olmadığını, bunların “hem eylemde hem de düşüncede” gerçekleşmekte olmasnın/olduğunun açıklamasıdır aynı zamanda. Yani toplumsal gerçek, proletaryanın eylemiyle dönüştürülmekte, dönüşüm proletarya için teorileştirilmektedir. Proletarya bakımından, gerçeklikte olanın, teoriye yansımasıdır bu. Tarihin ilerleyişi teorik değil, eylemseldir. Tarih, proletarya için, eylemden hareket eden, düşünceye (teoriye) dönüşendir. Engels, “Bizim doktrinimiz bir doğma değil, eylem kılavuzudur” derken, materyalist tarih teorisinin görevini mükemmel bir formülasyonla ifade etmiş oluyordu. İster dinsel, felsefik vs. isterse marksizm gibi materyalist olsun, bütün tarihsel teoriler, insanlığın geleceğine ilişkin belirlemelerde bulunan; “amaç ve göreve” ilişkin bilinçli formülasyonlardır. Materyalist tarih teorisini, her türlü idealist (burjuva ve küçük burjuva) tarih formülasyonundan ayıran; onun “özünde devrimci ve eleştirel” yöntemidir. Bilim olarak tarihsel maddecilik, hiçbir “kutsal” doğruyu tanımaz. Marksist tarih teorisi, dünyanın maddeselliğine bir bütün olarak bakar; her şey bir- biriyle ilişkilidir, her şey değişir ve akar. Ama marksizm bütün ‘insan’lığın ya da herhangi bir sınıfın değil, işçi sınıfının bilimsel ideolojisi olduğu için, dünyanın bütünselliğine onun sınıf çıkarları, amaçları gözüyle bakar. Bu, işçi sınıfı tarihinin teorisi olarak marksizmin, kendini yaratan nedenleri de inceleyebilme üstünlüğüdür. Marksizm teorisi ve eylemleriyle kendi tarihsel hareketini eleştirebilme gücüne sahip tek tarih anlayışıdır.

İşçi hareketi, tarihsel varlık koşulları nedeniyle, homojen bir hareket değildir. Burjuva ve küçük burjuva ideolojik hegemonya ve müdahalenin sınıf hareketi üzerindeki etkisi, işçi sınıfının davranışına doğrudan yansır. Ama nesnel olarak da katmanlar ve statü farklılıklarıyla bölünmüştür işçi sınıfı. Kapitalizm rekabet anarşisini işçi sınıfı içinde de üretmiştir. Marks ve Engels, bir yandan işçi sınıfının bu parçalı bütünlüğünü objektif olarak kapitalizme karşı olan hareketini siyasal bakımdan hararetli bir coşkuyla destekler, kışkırtır ve örgütlerken, aynı zamanda hareketin ideolojik ve örgütsel birliğini engelleyen, bozan akımlara karşı da amansız bir mücadele yürütmüşlerdir.

Ütopyacı sosyalistlerin “komünizm idealleri” için yürüttükleri kavgacılığı saygıyla överken, onların kendi zamanlarındaki çağdaş uzantılarının günü geçmiş fikirlerini işçi sınıfı arasında yaymalarına karşı mücadele yürütmüşlerdir. İşçi sınıfı kitlelerin devrimci yürüyüşleri boyunca onlara kendileri dışında da önderlik eden Blanqi, Proudhon, Bakunin, Laselle vb. bilimsel sosyalizmden uzak pek çok işçi sınıfı liderini, bütün kritik dönemlerde sınıfın çıkarları doğrultusunda özel olarak uyarmış, yardımcı olmaya çalışmışlardır. Ama aynı zamanda işçi kitlelerinin ideolojik, siyasal ve örgütsel eğitimi için yine bu liderlerin temsil ettiği düşüncelere karşı kesintisiz bir eleştiri ve teşhir faaliyeti yürütmüşlerdir.

Ancak yine de marksist eleştirinin esası fikirlerin ve liderlerin incelenmesi üzerine oturmaz. Eleştirinin bağlı olduğu hareket, fikirlerin hareketi değil, proletaryanın toplumsal eyleminin hareketidir. Fikirler ve kişiler bu hareketi etkiledikleri oranda marksist eleştirinin doğrudan konusu olurlar. Bu eleştirinin, işçi sınıfının devrimci hareketinin önünü açma görevine sıkı sıkıya bağlı pratik bir ilkesidir. Marksizm işçi sınıfının kurtuluş hareketinin teorisidir. Kapitalizme karşı gelişen her toplumsal hareket/eylem nesnel olarak devrimci bir olanak yaratır. Marksist eleştirinin kaynağını aldığı toplumsal zemin budur. İşçi sınıfı bakımından onun gelişen hareketinin bizzat kendisi kapitalizmin eleştirisidir. Marksizm işçi sınıfının bu pratik eleştirisinin teorisidir. Markizmin eleştirel teorisi, sınıfın bu eylemli eleştirisinin, yolundan sapmadan ya da büyük hatalara düşmeden ilerlemesine yardımcı olmaktan ibarettir. Marksist teorinin eleştirisini doğuran toplumsal eylemin eleşirisidir, tersi değil. Eğer böyle olmasaydı teori eylemden beslenemez, eylem teoriyle önünü aydınlatamaz; marksizm, marksizm olmazdı. Marks bu nedenle, Engels’le birlikte kurdukları tarih teorilerini kavramayan ve onu eksik, yanlış kavradıkları biçimde kullanarak işçi sınıfının tarihsel gelişimine ilişkin program, taktik vs. üreten “teorisyen”lerle bol bol karşılaştığı için “ben marksist değilim” diyerek “marksizm” adına yazılan çizilenlerle kendi teorisi arasına kalın bir sınır çizgisi çekmeye özen göstermiştir. Özen göstermiştir çünkü bu Marks’tan daha “marksist” düşünce eğilimleri, marksizmi revize etmenin, sınıf hareketi içine oportünizmi yerleştirmenin, işçi sınıfının devrimciliğini reformizmle törpülemenin ve toplamında da işçi sınıfı içinde burjuvaziyi yaşatmanın temsilcileri olarak tarihsel bir rol oynamaktadırlar. Lenin, devraldığı bu “sınır çekme” mirasını kendi döneminin devrimci hareketi içinde sıkı sıkıya uygulamayı başarabilmiştir. Ekim sosyalist devriminin önünün açılmasına doğru ilerleyen tarihsel gelişim süreci, Lenin’in marksizmin temel görüşlerini ve ilkelerini sulandıran, bozan ve çarpıtan düşüncelere karşı yürüttüğü kesintisiz ve uzlaşmaz mücadele olmadan asla anlaşılamaz.

Bu özellik, proletaryanın tarih yaratan toplumsal eylemiyle, marksistlerin ve mark sizmin tarihinin nasıl kopmaz bir bağ içinde birbirine bağlı ilerlediklerinin anlaşılması bakımından yaşamsaldır.

Evet, her zaman birbirine bağlı, ama hep birbirine paralel değil. Marks’ın Komün’e yaklaşım ve ilişkilenme yönteminin incelenmesi bu anlamda oldukça aydınlatıcı olacaktır. Çünkü orada, teorinin tarihe karşı sorumluluğu; olayların içindeyken eleştirel olabilme yeteneği, proletarya hareketini cesurca uyarma kararlılığı, kendi görüşlerini gözden geçirme tutarlılığı ve proletarya hareketinin geleceği için sonuçlar çıkarma amacı birarada bulunmaktadır.

Sonuncudan başlarsak; 1871 Paris Komünü, Marks’ın tanımıyla bu ilk “işçi devleti” her devrimin temel sorunu olan iktidar sorununa yeni bir somut nitelik kazandırmıştır. Her ne kadar daha 1848’de Komünist Manifesto’da sorunun temelleri ve genel ilkeleri ortaya konulmuş olsa da, Marks ve Engels “Komün, ‘işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını basitçe ele geçirip, onu kendi amaçları için harekete geçiremeyeceğini’ kanıtlamıştır” diyerek, teorilerini “düzeltme”den kaçınmamışlardır. Bu düzeltmeyi, 1872 tarihli Almanca yeni baskısının önsözünde açıklayarak, Komünist Manifesto’ya eklemişlerdir.

Aslında Marks daha Komün sırasında (Nisan 1871) Kugelmann’a yazdığı mektupta, “bürokratik-askeri mekanizmayı paramparça etmeyi” ve bunun “bu kıtadaki her gerçek halk devriminin önkoşulu” olarak düşündüğünü ifade etmiştir. Marks’ın bu teorik öngörüsü, doğrudan işçi sınıfı hareketinin son yirmi beş yıllık deneyimlerine, özellikle de 1848-49 devrimlerinde oynadığı rol ve bunun iktidara yansıma (yansımama) sorunlarına dayanıyordu. Marks ve Engels’in 1848-’49 devrim yıllarının deneyimlerinden çıkardığı teorik dersler, Parisli işçiler tarafından pratik olarak ilerletiliyordu. Düzeltme, bu yeni toplumsal gelişmenin pratik eleştirisinin, teorik olarak yerine getirilmesinden başka hiçbir şey değildir. Deneyimden öngörüye, öngörüden deneyime; pratiğin ve teorinin tarihin gösteri sahnesindeki diyalektik dansı. Marksist politikada tarihin estetiği işte böyle yaratılıyor.

Demek ki eleştiri, marksizm bakımından her şey “olup bittikten” sonra devreye giren bir etkinlik değil. Bu anlamda teorik eleştiri, Marks ve Engels’in pratiğinde de görülebileceği gibi sürecin her aşamasında aktiftir. Eleştirinin işlevi bakımından böyle olması bir zorunluluktur. Çünkü hayat devam eder; gelişme sonsuzdur. Marks sahip olduğu eleştirel yöntem aracılığıyla Paris Komün’üne ulaşan toplumsal gelişme sürecinin genel yönünü çok önceden görmüş, gelişimin her aşamasında ortaya çıkan sorunları teorik olarak da ele almış ve çözümlemiştir. İşçi hareketinin toplumsal eylemiyle, marksist teori arasındaki eleştirinin sürekliliğinden, sürekliliğin eleştirisine doğru geliştirilen bu diyalektik, Komün gelip kapıya dayandığında da tabii ki işleyecekti. Bu nedenle Marks, daha Komün’ün ilan edilmesinden beş-altı ay önce burjuvaziyi yıkmaya dönük bir işçi ayaklanmasının “umutsuzca girişilen bir çılgınlık” olacağını açıkça dile getirebildiğinde, işte bu diyalektik konuşmuş oluyordu. Bu uyarı, Paris işçi sınıfının eyleminin devrimci eleştirisinden çıkan bir sonuçtan başka nedir ki! Marks devrimin koşullarının henüz proletaryanın iktidarı alacak kadar olgunlaşmamış olduğunu görüyordu. Ve tabii onu bekleyen tehlikeleri de. Uyarısındaki keskinliğin kaynağı buydu.

Ne var ki Paris işçisi, bütün büyük toplumsal hareketler ve özellikle de devrimlerde olduğu gibi teoriden daha ileri gitmiştir. Marks’ın o her şeyden çok değer verdiği, “kitlelerin tarihsel inisiyatifi” harekete geçmiş ve Paris işçileri “göğü fethe” çıkmışlardı. Marks ve Engels’te zaten her gerçek militan materyalistin yapması gereken şeyi yapmışlar, Komüncülerin kahramanlığı önünde saygıyla selam durmuşlardır. İlelebet değil tabii! Çünkü hayat devam ediyordu. Ve şimdi görev, başlamış olan devrimi sonuna kadar savunmak, onun doğuş koşullarından kaynaklanan ya da önderlerinin hata ve yetmezliklerini gidermeye yardımcı olmaktı. Ama hepsinden önemlisi işçi sınıfının devrimci gelişiminde yeni bir dönemi açan bu tarihsel inisiyatifin, geleceğe en zengin deneyimleri bırakabilmesi için oynayacağı rolün en son sınırına kadar ilerlemesini sağlamaktı. Onlar da öyle yaptılar.

Lenin “ödlek” olarak tanımladığı Pleha- nov ile yürüttüğü polemiklerde, Marks’ın Komün’le ilişkilenişini parlak bir biçimde resmeder. Polemik 1905 Rus devriminin yenilgisi üzerinedir ve Plehanov, Marks’ın Komün’den altı ay önce yaptığı uyarıya atıfta bulunarak, Rus işçisinin “silaha sarılması”nı “eleştiri” topuna tutmaktadır. Ama gerçekte Marks’la Plehanov arasında “uçurum” vardır. Lenin, Ple- hanov’un tavrının “bürokratik dersler” vermek olduğunu belirttikten sonra, Marks’ın bunun tam tersi biçimde “savaşımın içinde onlarla birlikte yürümek, onlarla birlikte öğrenmek istediği”ni vurgular.

Gerçek tam da böyledir; Marks (Londra’da olmasına rağmen komünün içinde gibidir), artık başlamış ve sürmekte olan ayaklanmanın, “teknik” sorunlarıyla ilgili ve “bilgiççe” değil, cesurca tartışmalar yürütür. Daha Nisan’da, komüncülerin “savunmacı”lığını eleştirerek, saldırılmak, “hemen Versailles üzerine yürünmeliydi” diye yazarak bunu gösterir. Bunu, komün yöneticilerinin (Proudhon ve Blanqui) siyasal bilinç eksikliğine bağlı örgütlenme sorunları biçiminde çözümler. Saldırıcı davranmamak, Marks’ın Komün pratiğine “sıcağı sıcağına” yaptığı eleştirisi olmuştur. Aynı zaaftan hareketle hemen tespit ettiği ve uyardığı ikinci hatayı, “Merkez Komite (Komün ordusu komutanlığı) görevlerini çok çabuk bıraktı” biçiminde tespit eder.

Yanılmazlık, eğer varsa, ölülere ve aptallara mahsus olabileceğine göre (birinciler iradeleri olmadığı için tarih dışıdırlar, ikincilerin iradesi tarih için ihmal edilebilir olduğundan) Komün’ü yaratan tarihsel inisiyatifin yanılgıları Marks gibi devrimci dehaları korkutmuyordu. O, “Eğer savaşıma ancak son derece elverişli şartlarda girilmesi gerekseydi, tarihi yapmak çok kolay olurdu” diyerek Komün’ün ruhunu herkesten daha derin kavradığını göstermiştir.

Komün iki ay iktidarda kaldı. Toplumsal tarihin zaman ölçütleri bakımından ihmal edilebilir bir süre gibi görülebilir. Ama bu fena bir yanılgı olur. Çünkü Komüncüler, Marks’ın tespit ettiği gibi “toplumsal tarihin en radikal dönüşümlerini başlatmak zorunda kalmışlardır”. Devrimin iç yoğunluğu çok güçlüdür. Çünkü, Parisli işçiler, “işçilerle burjuvalar arasındaki kapitalist farklılaşmayı (ayrıcalıkları) ortadan kaldırmak” istemektedirler. Bu toplumsal bakımdan o kadar açık bir istektir ki Marks bunu, işçilerin bunun için komünden önce “devrimci geçmişlerinin düzenli bir incelemesini yapıyorlar” şeklinde tespit etmiştir. Paris işçisi ne istediğini iyi biliyordu. Avrupa’nın en güçlü iki ordusuna (Fransa ve Almanya) karşı Komün’ü, pek çoğunun ölümüyle sonuçlanan kahramanca savunmaları bunu kanıtlamaya yeter de artar bile.

Marks ve Engels’in kuruculuğunu yaptıkları I. Enternasyonal Komün’e başından itibaren destek vermiş ve sahiplenmiştir. Ancak Komün’ün tabanında marksistlerin etkisi çok sınırlıdır. Komünün önderliği ise hemen tümüyle Proudhon ve Blanqi taraftarlarına aittir. Bu iki akım Marks’ın I. Enternasyonal içinde mücadele yürüttüğü anarşist eğilimlerdir. Böyle olmasına rağmen Marks ve Engels Komün’ün girişimlerine büyük önem vermişler, atılan adımları paha biçilmez değerde dersler olarak ele almışlardır. Çünkü Parisli işçiler kendi öz devrim deneylerinin bilinciyle hareket ediyorlardı. Bu gerçek hareket, Proudhon ve Blanqui örneğinde olduğu gibi “doktriner”lerin “iktidara geldikten sonra öğretilerinin tam tersini yapmaları”nı zorluyordu. Bu Komün’ün geleceğe miras bıraktığı çok değerli bir deneyim olmuştur. Blanqui gibi, “dar ve kararlı bir grubun” yıkıcı darbeleriyle iktidarın alınabileceğini öngören ve Proudhon gibi her türlü otoriteye karşı durarak iktidarın korunabileceğini hesap eden liderlerin önemli etkisi altındaki Komün’ün diktatörlükle, anarşi arasında salınıp durması kaçınılmazdı. Bu nedenle Marks’ın Komün’ün uygulamalarına ilişkin eleştirisinin özü burjuvaziye karşı diktatörce davranmada gösterdiği zayıflık olmuştur. Zaten Komün’ün yenilgiye uğratılmasındaki temel zaafı da bu olmuştur.

Ekim Sosyalist Devrimi (1917) Paris proletaryasının bıraktığı bu tarihsel deneyimin teorik mirasına sahip olmasaydı proletarya diktatörlüğünü uygulayamaz, iktidarını koruyamazdı. Lenin bu gerçeğin altını özellikle çizmiştir.

Komün’ün tarihsel derslerinden biri de parçalanan devlet mekanizmasının yerine ne konacağı sorusuna, teorinin bu soyut sorusuna, kendi pratiğiyle verdiği somut yanıttır. Burada Marks’ın “Fransa’da İç Savaş” adlı eserinden konuyla ilgili yaptığı bütünlüklü değerlendirmeyi aktarmanın tam sırası: “O zamana dek hükümetin aleti olan polis, tüm politik niteliklerinden arındırıldı ve Komün’ün sorumlu ve her an görevinden alınabilir aletine dönüştürüldü. Bütün diğer yönetim dallarının memurlun da öyle. Komün üyelerinden başlayarak aşağıya doğru kamu hizmeti işçi ücretiyle yapılmak zorundaydı. Devletin yüksek makam sahiplerinin kazanılmış haklan ve temsil ödenekleri bu makam sahiplerinin kendileriyle birlikte ortadan kalktı... Eski hükümetin maddi gücünün araçları daimi ordu ve polis ortadan kaldırıldıktan sonra, Komün derhal manevi baskı aracını papazların gücünü kırmaya koyuldu... Adalet görevlileri o sahte bağımsızlığını yitirdiler... bundan böyle seçilecekler, sorumlu olacaklar ve görevden alınabileceklerdi.”

Marks’ın “kitlelerin tarihsel inisiyatifine” neden her şeyden daha fazla değer verdiğini anlamak bakımından aktardığımız alıntının içeriği mükemmel bir malzeme yığını sunmuyor mu? Kapitalist devletin özü, yani düzenli ordu ve bürokrasi ancak böyle bir inisiyatifle alaşağı edilebilirdi. Paris Komünü’nün proletarya demokrasisi adına ortaya koyduğu bu uygulamaların komünist partilerinin programlarında teorik, sosyalizm deneyimlerinde de pratik standartlar olarak içselleştirilmiş olması onların tarihi değerini yeterince açıklamaktadır.

Komün deneyiminin bu boyutu, özellikle 20. yüzyıl sosyalizm deneyimlerine devrimci eleştirel yaklaşım sorununda belirleyici kıstaslar olarak iş görmeye devam etmektedir. Çünkü son tahlilde sovyet sisteminin toplumsal çözülüşünde, bürokrasinin gelişmesi sorunu, sovyet insanının tarihsel inisiyatifinin gerilemesi sorunuyla ters paralellik taşımaktadır. Proleter demokrasi ilkesel olarak bürokrasiyle uyumlulaşamaz kuşkusuz, ama toplumsal gerçekliğin somut durumu bürokrasiyi üreten ayrıcalıkları tarihsel olarak üretmeye devam edebilir. Çünkü devletin “sönümlenmesi” ne bir hamlede halledilebilecek bir mesele, ne de salt kararların ve yasaların güvencesine terkedilebilecek bir görevdir. Sovyet deneyimi açık biçimde göstermiştir ki Komün’ün standartları uygulanabildiği ve geliştirebildiği ölçüde sosyalizmin toplumsal kültürü yaygınlaşıp ilerleyebilmiş, standartlar zayıfladığı ve gerilediği oranda bu kültür dejenerasyona uğramaya başlamıştır. Unutmamak gerekiyor ki, bu standartların güvencesi Komün’de, Marks’ın o her şeyin üzerinde tuttuğu kitlelerin tarihsel inisiyatifiydi. Pratik ilke budur ve bundan sonra da bu olmaya devam edecektir.

Dönemin siyasal gerçeklerini ve bunların yarattığı zorluk ve zorunlulukları gözardı etmek gerekmiyor. Ancak siyasal olan toplumsal olanı aşarsa/aşıyorsa, orada amaç ve aracın çelişkisi gelişiyor demektir. Ya da biz buna siyasal olanın toplumsal olandan kopuşa götüren aşırı özerkleşmesi; aracın amacı aşması diyebiliriz. Sosyalizmde egemen olarak örgütlü olan toplumsal-sınıfsal amaç siyasal olarak edilginleşirse, egemen olmayan, ama bireysel olarak ayrıcalıklı siyasal amaç zaman içinde örgütlenir ve toplumsallaşır. Bürokrasinin toplumsal karşılığı sosyalizmde de vardır. Ayrıcalık ayrıcalıktır. Kaynağının sınıfsal olacağı dışında; hangi tarihsel-toplumsal koşullar altında ve hangi biçimlerde ortaya çıkacağı ve gelişeceği tamamen somut duruma bağlı olarak değerlendirilebilir.

Lenin hayalci değildi; sovyet sosyalizminin, kapitalizmin tarihsel olarak geliştirdiği ekonomik, toplumsal ve kültürel birikimi üzerine oturduğunu biliyordu. Proletaryanın sınıf egemenliği altında bile toplumsal eşitliğin, bu aşamada, esasen burjuva hukukunun ruhuna ve ölçütlerine göre dağıtıldığına ve bunun tarihsel bir zorunluluğa dayandığına teorik olarak hakimdi. Ama burjuva hukuksal eşitlik, biçimsel olmasının yanında, ayrıcalığın hukukundan başka nedir ki? Ve eğer bu tarihsel olarak aşılacaksa, sosyalizm, ayrıcalığın ekonomik, toplumsal ve kültürel bütün kaynaklarına karşı bütünlüklü ve kesintisiz bir yıkıcı mücadele yürütmeden ilerleyemez. Kendi döneminin toplumsal, siyasal koşulları altında (Rusya’nın ağırlıklı kırsal ekonomisi ve olağanüstü eğitimsiz ve örgütsüz toplumsal yapısı) Lenin, proletarya diktatörlüğünü ekonomik ve toplumsal ilerlemeye doğru geliştirmeye yöneltmesi bu nedenledir. Bu burjuvanın sınıfsal olarak varlık nedenini tasfiye etmeye dönük gerçek bir harekettir. Ancak özellikle Rusya’da, otokrasiden miras kalan devsel yapısıyla devlet aygıtı ve onu işleten milyonlarca uzantısıyla kamu görevlileri, ayrıcalığın objektif maddi üreticisi ve soğurucusu olarak var olmaya devam etmektedir. Bu nedenle Lenin bürokrasinin temel kaynağı olan bu işleve karşı da gerçek bir hareket yaratmayı başlatmakta tereddüt göstermemiştir. Kitlelerin devletin yönetimine sürekli katılımı ve bunun mekanizmalarının basitleştirilmesi için siyasal kampanyalar örgütlemiştir. Her Sovyet insanının bir süre için “bürokrasi”yi öğrenmesi ve uygulaması; hedef budur. Paradoks gibi algılanabilir ama Lenin, herkes “bürokrat” olursa, hiç kimse bürokrasiden ayrıcalık elde edemez; herkesin “bürokrat” olursa, bürokrasi ortadan kalkar yaklaşımıyla hareket ediyordu. Sovyet insanının toplumsal inisiyatifini bu yönde teşvik etmeye ve örgütlemeye çalışıyordu.

Stalin önderliğinde ilerleyen Sovyet deneyimi bu konudaki çabaların yoğunlaştığı oldukça uzun tarihsel bir dönemdir. Stalin’in sorunu ele alan, çözümlemeye çalışan ve somut önlemler alma doğrultusunda yönlendirici çabalarının olduğu biliniyor. Sorunu Parti kongrelerine taşıması ve ideolojik mücadelenin konusu haline getirmesi kişisel duyarlılığının örnekleri kabul edilmelidir. Ölümünden önceki son parti kongresinde bürokrasiyi sosyalizmin geleceği bakımından en somut tehlikelerden biri olarak rapor etmesi dikkat çekicidir.

Ne var ki bütün bunlar, başta parti olmak üzere Sovyet ikidarının, toplumsal ayrıcalıklarını bürokraside tuttukları önemli mevkilerin gücüyle geliştiren ve pekiştiren burjuvalaşmış karşıdevrimci toplumsal güçler tarafından ele geçirilmesini engelleyememiştir.

Komün “umutsuzca bir çılgınlık” olarak ama kitlelerin tarihsel inisiyatifiyle doğdu ve yaşadı. Kapitalist karşıdevrimin kuşatması, top güllerinin, kurşununun ve kılıcın gücüyle yıkıldı. Bıraktığı miras Rus proletaryası için umut dolu bir geleceğin gerçekleşmesinin tarihsel teorik inisiyatifini yarattı. Sovyetler, Parisli işçi kardeşlerinden daha az “çılgın” olmadıklarını, sosyalizmi inşa ederek ve yaşatarak onlara ve tarihe layık olduklarını kanıtladılar ve daha ileri gittiler. Yenildikleri, karşıdevrimin “top ateşi” değildi sadece; onlar esasen kendilerine, tarihsel rehavetlerine teslim oldular. Bıraktıkları miras, insanlığın komünizme yürüyüşünün ufkunu yeniden aşacak kadar zengin ve umut doludur. Çünkü hayat devam ediyor.

Günümüzde 20. yüzyılın sosyalizm mücadelesi ve pratik deneyimleri üzerinde yoğun bir tartışma var. Bir yönüyle bu tartışma çok da yeni sayılmaz, ancak 1989-90 olaylarından sonra hem yoğunluğu hem de bütünlüğü bakımından öne çıkmış bulunuyor ve denilebilir ki, bu tartışmada teorik inisiyatif esasen, marksizm dışı (ya da marksizmden etkilenmiş) düşünce dünyasının elinde bulunuyor şimdilik. Bu durum, her şeyden önce, Sovyetler’in dağılışıyla birlikte doruk noktasına ulaşan tarihsel ve toplumsal dönüşümlerin marksizmin iç krizine kaynaklık etmiş olmasından çıkan bir sonuçtur. Ön tarihsel koşulların gelişim dinamiklerinin analizi bir yana, marksizmin temel görüşleri ve ilkelerinin kararlıca savunulması, marksizmin krizine devrimci yanıt vermenin bugün hemen acil olan görevidir. Bunu kararlıca sürdürmeyen hiçbir inisiyatifin krize teorik/ideolojik bir çözüm gücü olma şansı bulunmuyor. Marksizmin temel düşünce ve ilkelerinin ideolojik piranha sürüleri tarafından arsızca kemirilmesinin moda olduğu günümüz koşulları altında, marksizm adına böyle bir teorik/ideolojik savunu “çılgınca” bir inisiyatif olacaktır. Temel değeri tartışma götürmez olmakla birlikte bu yine de, ne teorik bakımdan her şeydir, ne bir başlangıç olma dışında tarihsel bir rolü vardır.

Marksist leninist komünistlerin bu başlangıç adımını atma ve kararlılıkla sürdürme onuruna sahip oldukları tarihin kaydına epeydir geçmiş bulunuyor. Geride kalan yüzyılın sosyalizm mücadelesi ve deneyimlerini sahiplenmeyi, militan materyalizmin görüş açısının tutarlılığı gereği bir görev olarak görmek ve bunu ideolojik bir ilke olarak kabul etmek, marksist leninist komünistlerin krize çözüm gücü olma iddialarının pratik hareket noktasıdır.

Sahiplenmek aynı zamanda ve doğrudan eleştirel olmak demektir. Eleştirel olmak eleştiriye konu olanı tartışmak temektir. Marks ve Engels’in Komün’e yaklaşımlarında bu zinciri somut olarak gördük. Eleştirel olacağız ve tartışacağız, çünkü bugün uğruna mücadele ettiğimiz şey için sonuçlar çıkarmak zorundayız. Eleştireceğiz ve tartışacağız, çünkü 20. yüzyılın sosyalizme ait sorunları, devrimci eylemle gündeme gelmiş sorunlardır; onun, bir geçmişi, anı ve geleceği, yani tarihi vardır. Tarih, dönüp kendi gözlerinin içine bakmaksa, onu yapacağız. Marks’ın ve Lenin’in öğrettiği budur.

Marksizmin bilim yöntemi bize, tarihin, geçmişin günümüzde incelenmesi olduğunu ve bundan dolayı, diyalektiğin, aynı zamanda geleceğin kılavuzu olabileceğini söylüyor. O halde bugünü eleştirel biçimde incelemek ve çözümlemek, geçmişi elinde tutabilmenin tek bilimsel çözümüdür. Teorik olarak bugünü çözümleme gücü, geçmişin teorisine ulaşmanın anahtarıdır. Geçmiş ve gelecek arasındaki tarih kapısının kilidini açmanın güvenli yolu budur. Geçmişi anlamak adına “olmuş olan”, hakkında “içerde ne olduğu”na ilişkin spekülasyonlar üretmek teori üretmek olmadığı gibi, “olmuş olanın” kapısına “girilmez-çıkılmaz” yazmak da “ilkeleri savunmakla” eş anlamlı değildir. İncelenmesi gereken, tarihin kapısından geçenin, yani toplumsal gelişmenin ve bizim açımızdan hareketine kendimizi bilinçli olarak bağladığımız proletaryanın gelişiminin evrimidir. O evrim kendi geçmişini bugüne taşıyarak ilerlemeye devam ediyor. Toplumsal gelişimin bütünlüğü içinde ve o bütünlükle ilişkisinin diyalektik bağı içerisinde onun gelişimini inceleyeceğiz. Geleceğin kılavuzu ancak o olabilir çünkü.

Tarihi anlamak için onu yapmak gerekir; ve tarih ancak eylemle yapılabilir. Dünya proletaryasının tarih yaratan ayak sesleri elbet gümbür gümbür duyulacaktır. Marksist leninist komünistler, tarihin 21. yüzyılın kapısından o büyük kitle inisiyatifinin gücüyle geçeceklerdir; teorileri önde, kendileri içinde.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi