Türkiye'de Cezaevleri Gerçeği Ve Direniş

21. yüzyılın başındayız. 20. yüzyıl, acılarla dolu sayısız çatışmalar, sınıf savaşlarının en acımasız ve en sert biçimlerine tanıklık etti. En rafinesi Hitler Almanya’sı ile anılan faşist iktidarlar ve faşizme karşı dünya çapında yürütülen mücadelelerle dopdolu bir yüzyıl. Hasımlarını alt etmek için başvurduğu katliam, sınırsız işkence, gözyaşı ve acılarla örülü barbar iktidarlar karşısında dünya proletaryası büyük başarılar kazandı. Özgürlük ve sosyalizm kavgasında yürüyenlerin payına da, çoğu kez zindanlar, sürgünler, hücreler; en gaddar biçimleriyle katliam ve şiddet düştü. Vietnam’da Saygon zindanları, Arjantin’de on binlerce kayıp ve okyanuslara atılan insanlar, Almanya’da Hitler kampları, Kürdistan’da diri diri yakılan insanlar 20. yüzyıl vahşetinin kimi örneklerini oluşturmaktadır. Ve dünya çapında büyük zaferler kazanan sosyalizmin yenilgisiyle sonuçlanan geride bıraktığımız yüzyıl, sorunlarla yüklü ağır bir miras aktardı 21. yüzyıla.

Zindanlar ise sınıflar mücadelesi tarihi boyunca bu kavgada değişik biçimlerde hep özel bir yer tuttu. 2. Dünya Savaşı sonrasın da daha organize, Pentagon merkezli politikalarla müdahale planları geliştirildi, ona uygun mekanlar inşa edildi. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de zindanlar bir dizi aşamalardan geçerek dünyada eşine az rastlanır vahşetin, katliam ve devlet şiddetinin en karanlık ve kirli uygulama alanlarından biri oldu. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle birlikte, omuzları kalabalık generallerin ülkeyi yarı açık cezaevine çevirdiği koşullarda çok daha özel bir yere oturdu. 12 Eylül, cezaevleri politikasında sistemli, düşünülmüş ve her defasında yeni biçimlerle geliştirilmiş bir dönemin başlangıcını ifade eder. Tutsaklar bu süreçlerden onurlu, kahramanca ve destansı direnişler yaratarak, bugünlere geldiler. Şimdi ise yaşanan tüm yıkıntılar arasında kendilerine dayatılan hiçleştirme saldırısına yanıt vererek kendi tarihlerini yapma savaşı veriyorlar. Kapitalist kuşatılmışlığın ideolojik, siyasal bombardımanı ve fiili saldırıları karşısında sosyalizm idealine bağlılık, devrimci inanç ve kararlılıkla yürüyorlar...

12 Eylül Zindan Gerçeği

12 Eylül askeri faşist darbesiyle iktidarı ele geçiren generaller çetesi, bütün toplumda terör estirdi. Spor salonlarında, askeri kışlalarda, okullarda, köy meydanlarında yapılan işkenceler ve estirilen devlet terörüyle toplumsal dinamikler ezildi, toplum sindirildi. Gözdağı verilmiş, korkutulmuş, bütün örgütlü bağlarından koparılmış, hakları gasp edilmiş, örgütlülükleri dağıtılmış, doğal devrimci liderleri zindanlara doldurulmuş çıplak faşist terör yolundan, kitleler üzerinde tam bir denetim kurulmuştur. Generallerin otoritesine boyun eğerek onları alkışlama bütün topluma dayatıldı. Aksi her durum cezaevlerini boylamak demekti. İki kişiden fazla bir araya gelmek, hak aramak, konuşmak yasaktı. Askeri darbenin amacı; devrimci güçleri tümden teslim almak, yok etmekti. Bu amaçla çok geniş çaplı tutuklamalara girişildi. Devrimci, ilerici kesimler aylar süren işkenceli sorgulardan geçirildi. Darağaçları kuruldu vb...

Generaller, darbe hazırlığı yaparken, onun önemli bir ayağı olan cezaevlerine dair planlarını da yapmış, stratejilerini çizmişlerdi. Beşli çetenin bileşenlerinden olan General Necdet Üruğ tarafından 1979 Aralık ayında MGK’ya sunulan raporun, tedbirler kısmında söyle deniliyordu:

“Devletin düzeni ve milletin birliğine yönelik çeşitli gençlik kesimlerinin eylemlerine karşı kuşakları bir araya getirici, en azından nötr kitleyi koruyucu ve uç grupları caydırıcı her türlü siyasal ve ideolojik etkiden uzak, milli bir psikolojik savaş stratejisinin tespit edilmesi, bunun yöntemlerinin saptanıp, süratle devlet çapında uygulamaya geçilmesi sağlanmalıdır. Belirli yazarlar bir konsept etrafından toplanılmalıdırlar.

“Anarşi ve terör olaylarında suçlu kişilerin çoğunun askerlik yapmamış kişiler olduğu dikkate alınarak, ... askeri kamplarda eğitime tabi tutulmalarını, böylece isyankâr ve katı düşünceli gençlerin otoriteye hürmetkâr olmaları için uygun bir telkin imkanı sağlanmalıdır.” (12 Eylül’e Doğru Koşar Adım, Cüneyt Arcayürek)

Üruğ’un buyruğu darbeden sonra yasa oldu. Hiçbir hukuksal dayanağı olmayan 12 Eylül askeri faşist darbesinin yasaları, generaller çetesinin iki dudağı arasında çıkan her şeydi. Generallerin buyrukları, orman kanunlarının geçerli olduğu 12 Eylül Türkiye’sinin koşullarında yaptırım ve barbarlığın hukuku oldu.

Dışarıda teslim alınan toplum gerçeği ile, içeride devrimci tutsaklara dayatılan teslimiyet buluşturulmak isteniyordu. Generaller, otoritesine ‘hürmetkâr’ olmayan tüm kesimlerin hizaya sokulmasında kararlıydılar. İdeolojik-siyasi, psikolojik ve fiziki boyutlarıyla dayatılan bu proje, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Pentagon’lu stratejistler, psikolog, sosyolog vb. vahşet uzmanlarının çalışmalarından sonra şekillenmiş insan kasabı Dr. Schein’in 24 maddelik programı eksen alınarak hazırlanmıştı. İsrail’in esir aldığı Filistinliler’e, ABD, Vietnam, Arjantin, birçok Latin Amerika ülkesi ve Albaylar cuntası döneminde Yunanistan’da uygulandı. Anayasa ve yasalarını faşist İtalyan yasalarından alan, emperyalist gericiliğin sadık izleyicisi Türkiye Cumhuriyeti devleti, bu alanda bağlı kaldığı hattan yürüdü.

Sınırsız bir kin, intikam hırsı ve öfke duygusuyla saldırı hamleleri geliştiren generaller, “otoriteye” teslim olmayan direniş merkezleri durumundaki cezaevlerinde kısa sürede sonuç almak istiyorlardı. Yasaklar, saldırılar, “beyin yıkama” yöntemleri düşürülmüş teslim alınmış kişilikler yaratmak amacıyla peş peşe geldi. Cezaevleri poliste yapılan işkencelerin daha uzun sürece yayılmış teslim alma saldırılarıyla tamamlandığı özel askeri kamplara dönüştürüldü ve aynı hedefle askeri eğitimi uygulama merkezleri haline getirilmek istendi. Buralarda, tutsakların politik kimliği, devrimci ruhu ve insan onurunu çiğnemek, ayağa düşürmek için askeri faşist “otoriteye hürmetkâr olmaları” mutlak olarak dayatıldı.

“Toplam eğitim ve iyileştirme”nin bir parçası olarak askeri üniformalılar karşısında “hazır ol”a geçme, bayrağa saygı duruşunda bulunma, İstiklal Marşı söyletme, Nutuk’u ezberletme, ırza geçme, foseptik çukuruna sokma, günlerce aç-susuz bırakma, yemek duası söyletme, dışkı yedirme ve her gün birkaç posta dayak dönemin karakteristik yanıydı.

Gelir dağılımındaki adaletsizliğin yanı sıra, işkence ve vahşet uygulamalarında da hep başa oynayan TC devleti, sömürgeciliğe başkaldıran Kürt ulusal devrimcilerinin toplandığı Diyarbakır Cezaevi’nde, ABD alçaklığının Vietnam’daki uygulamalarını geride bırakan insanlık dramı tablosu yarattı.

İki Önemli Merkez: Diyarbakır Ve Mamak

Uygulanan politikalar, ideolojik ve fiili saldırılar bütün cezaevlerinde dayatılırken, konumları, tutsak bileşenleri bakımından Diyarbakır, Mamak ve İstanbul Davutpaşa zindanları özel bir yere sahipti. Buralardan geliştirilecek çizgi, Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinin sadece cezaevleri yönüyle değil, geleceği bakımından da önemli ve hatta kimi devrimci örgüt ve partiler bakımından belirleyici bir yere sahipti. Birçok siyasal yapının nabzı bu cezaevlerinde atıyordu.

12 Eylül askeri faşist iktidarın on binlerce politik tutsağı doldurduğu toplama kamplarında, sistemleştirilmiş ağır işkencelerle birlikte TKP, TİP, TSİP gibi partiler daha baştan teslim oldular. Eylemleriyle ünlenmiş “radikal” solda gözüken “Eylem Birliği” örgütü de beyaz bayrağı kaldırdı. Sonraki yıllarda ise Türkiye devrim tarihinde ciddiye alınır bir iz bırakmadan silinip gitti.

Dönemin ağırlığı ortada. Her gün, her saat göğüs göğüse, düşmanla çıplak bir savaşta özgürlük tutsaklarının, teslim olmamak ve bu zorlu savaşı ayakta kalarak sürdürebilmek için ağır bedelleri göze alacak direnme azmi, işçi sınıfı ve ezilen emekçi kitlelerin davasına bağlılıktan başka silahları yoktu.

Yaklaşık iki yıl süren bir ayrışma dönemi ve sonrasında da devam eden çatışmanın özü, teslim olup olmamaktı. Sonuç, Türkiye devrimci hareketinin geleceğinde de rol oynayacaktı. Dışarıdaki mevziler dağıtılmış, devrimci, komünist parti ve örgütler, örgütsel ve politik yenilgi almış ve tutsak düşmüş kadrolara ideolojik yenilgi ve teslimiyet dayatılıyordu. Dev-Yol önderleri ideolojik yenilgiyi Ankara Mamak’ta kabullendi ve bunu dava duruşmalarına taşıyarak bir bakıma ilan etti.

Dişe diş süren çatışmada, generaller otoritesinin mutlak hakimiyetinin sağlandığı iki cezaevi; Diyarbakır ve Mamak oldu. Yurtsever devrimcilerin ana gövdesini oluşturduğu Diyarbakır zindanı Dörtler’in ateşiyle yeniden tutuştu, ayağa kalkmayı başardı ve özgürleşme yolunda ilerledi. Mamak ise, çürümenin ve teslimiyetin çemberini kıramadı. Üruğ’un çerçevesini çizdiği strateji ekseninde generallerin dayattıkları “Milli Psikolojik Karşı Savaş Stratejisi” Mamak’ta sonuç verdi. “Karıştır-barıştır” politikası ve “Toplum Eğitim ve İyileştirme” uygulaması ne yazık ki, karşı devrimin elinde psikolojik bir üstünlüğe ulaşmış olarak diğer cezaevlerinde daha pervasız saldırılar örgütlemelerinin vesilesi oldu.

Devrimci Yol, Kurtuluş ve TDKP davalarından tutsakların ağırlıklı kitlesini oluşturdukları bu cezaevinde yaşanan tablo, devrimci hareket bakımından içler acısıdır. Özellikle Dev-Yol önderlerinin geliştirdiği çizgiyle Mamak’ta başlayan hat, tartışma süreçlerine giden yönelimin temellerini oluşturdu. Örgütsel ve politik yenilgi, ideolojik yenilgiyle buluşarak devrimci çizginin terkedilmesi ve bütünüyle tasfiyeyi içeren CHP’de örgütlenme fikirlerinin gelişmesine kadar uzandı.

Yeni Bir Uygulama: Özel Tip Cezaevleri

Yaptırımların çok yoğun, her bakımdan saldırı ve işkencelerle birleştirildiği ilk dönem bir eleme süreciydi de. Bu dönemde sonuç aldıkları yerlerde ayrışmalara gidildi, farklı koğuşlar şekillenmeye başladı. Pişmanlığı kabul edenlerin kaldığı yerler; faşistlerle karışık kalınan, yenilmiş ama karşı tarafa iltihak etmeyenlerin tutulduğu koğuşlar ve tamamen politik tutsakların ayrı kaldıkları koğuşlar gibi...

Devletin her türlü imkanlarıyla yaptığı, azgın ve pervasız saldırılar karşısında devrimci kişiliğini, siyasal inancını koruyan ve militanca direnme çizgisini sürdüren tutsaklar için yeni mekanlar hazırlandı. 12 Eylül zindanlarında acılı, zor; ama bir o kadar da onurlu mücadelelere sahne olacak bu alanlar, “iflah olmazlar”ın toplandığı yerler olarak, Pentagon deneyimlerinden de yola çıkılarak hazırlanmış “Özel tip cezaevleri”ydi. Bu cezaevlerini özelleştiren, onların mimari yapısı değil, uygulanan politikalar, ideolojik ve fiili saldırılarla şekillenen yaptırımlar, özcesi dayatılan teslimiyet statüsüydü.

Generaller iktidarı, sistemlerini, teslim alınamayanların toplandığı bu cezaevlerinde, “ıslah etme”yi, “otoriteye boyun eğme”yi kısa sürede başarmaya dönük kurmuşlardı. Buna kesin kararlıydılar. Sosyolog, psikolog, sosyal hizmet uzmanı, öğretmenleri ve işkencecileriyle tam tekmil teslimiyeti; işçi sınıfı ve ezilen milyonların davasına ihaneti dayatıyorlardı. Peşpeşe özel tip cezaevlerini açarak uygulamaya geçtiler.

Hedeflerini ilgili tüzük maddesinde şöyle açıkladılar:

“Kamu düzenini sarsmak, hür demokratik rejimi ve devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünü bozmak amacıyla ve ideolojik nedenlerle gasp, banka soygunu, patlayıcı madde bulundurma, adam öldürme, yasadışı örgütlenme gibi anarşi ve terör suçlarından hükümlü olanlar kendilerine özel iyileştirme ve eğitim çalışmalarının uygulanacağı, pekiştirilmiş güvenlik önlemleri alınmış toplu iyileştirme ve eğitim uygulanan özel kapalı cezaevlerinde toplanır.”

Tüzük ve yönetmelikler, askeri faşist beyinlerin yönlendirdiği savaş koşullarını andıran militarist kafalarca hazırlanmış ve yürürlüğe konmuş belgeler niteliğindedir. Özel tip cezaevleri uygulaması da, Türkiye coğrafyasının bu tarihi koşullarında şekillenmiştir. Tutsaklara bütün yollar kapatılmış, her şeylerine el konulmuştur. Ama emir komuta zincirinin bir türlü anlayamadığı ve el koymayı başaramadığı yürekler ve beyinler vardı. Bütün barikatlardan, siperlerden yoksun ve iktidar güçlerinin her tür teknik üstünlüğü koşullarında savaşan ve düşmana onlarca defa diz çöktüren yürekler ve beyinlerdi bunlar. Bu çatışmada da egemen sınıflar nihai başarıyı sağlayamadı. Özellikle İstanbul cezaevleri birer direniş kalesi olmayı sürdürdü. “Islah” olmayanlar için hücreler devreye girdi. Kimi nakiller yapıldı. “Islaha yönelmeyenler” ve “ıslah olmayacakları anlaşılan”lar, “bireysel iyileştirme” ve “eğitime” tabi olacak; tecrit koşullarında en acımasız işkence ve yaptırımlarla ezilmeye, yok edilmeye çalışılacaklardı. Bunun için de sayılarının olabildiğince azaltılması gerekiyordu. Ama istedikleri halkayı yakalayamadı, direnen tutsak kitlesini bekledikleri düzeye çekmeyi başaramadılar.

Direnenler Yeniden Kazandı

Her kısa erimli dönemeçte sil baştan saldırılar örgütleyen ve filmi yeniden başa alan generaller cuntası, özel tip cezaevleri uygulamasının da çözümsüzlüğünü, beklentilerinin umutsuzluğunu yaşadılar. Davutpaşa, Sultanahmet, Metris daha sonra açılan Sağmalcılar cezaevleri kitlesel direniş merkezleri oldu. O dönem idamların infaz edilmesiyle, işkence ve idamlara karşı tutum alındı, haykırılan sloganlar cezaevleri duvarlarında yankılanarak gökyüzüne yükselen bir direniş meşalesi gibi aydınlık geleceğin ışınlarını saçtı. Bu, generalleri çıldırtan, çileden çıkaran bir durumdu. Baskının, şiddetin, işkencenin kâr etmediği; bilincin, onurun ve davaya bağlılığın bilediği çelik irade vardı çünkü.

Bu savaş, sömürücü iktidarın barbarlık, kan ve vahşetle sofralarını süsleyen bezirganların saltanatına karşı, işçi sınıfı ve emekçi milyonların kurtuluş davasında kendini feda etmeyi göze alanların savaşıydı. Her türlü silahı, askeri donanım ve zor araçlarını ellerinde bulunduran ve kullananların yenemeyeceği irade, devrim ve sosyalizm inancının soylu direnişleri, aynı zamanda ’71 devrimci hareketinin teslim olmama, direnme geleneğini geleceğe taşıma savaşıydı.

Tek Tip Elbise Dayatması

Askeri faşist iktidarın devrimci tutsaklara yönelik önemli saldırı araçlarından birini ünlü kısaltılmış haliyle TTE (tek tip elbise) dayatması oluşturdu. Bütün cezaevlerini “Mamaklaştırma” politikası tutmayınca bir çok ceza- evlerindeki yaptırımlar, işkence ve baskılar devam etti, kazanılmış haklar gaspedildi ama her mevzi için dişe diş direnildi, bedeller ödenildi. TTE dayatması her durumda yeni bir genelge ile birlikte bir çok yaptırımın beraberinde uygulanmasını da getiriyordu.

Kuşkusuz ki, TTE dayatması bir devlet politikası, siyasal baskıların bir parçası olarak gündeme geldi. Bir çok gerekçe sıralanabilir, ama en önemli yanı, tutsaklar üzerinde suçluluk psikolojisi yaratmaktı. Nitekim kimi yerlerde TTE ile birlikte yakalara suçlu etiketi de taktırılıyordu. Ama burada daha da önemli olan TTE dayatmasının direnen tutsaklar cephesinde bir ayrışmayı da getirmesiydi.

TTE giyenler ve giymeyenler ayrışması kimi devrimci örgütler şahsında yaptırımlara uyma yönüyle kapı aralarken, diğerleri bakımından bu yorum gerçekçi olmayacaktır. Ayrışma, devrimci kalma ve teslim olma ayrışması değildi. Tabi ki, direniş hattını geliştirme ruhu ve perspektifine sahip olmayanlar TTE’yi zaten giyecekti ve devamındaki yaptırımlara da uymuş olacaklardı. Ama bazı devrimci yapılar bakımından sorunu böyle yorumlamak yanlıştı. Nitekim, TTE’yi “mavi kefen” olarak değerlendirip, bunu ilke düzeyine çıkaranlar, direniş hattını büyütme, yeri geldiğinde geri çekilerek daha geniş kesimleri bu hatta tutma politikasını geliştirmede problem yaşadılar.

TTE bir çok devrimci örgüt bakımından politik yaklaşım farklılığını ifade ediyordu. Ve esasında soruna yaklaşımın en önemli ayraç noktası da, ilkesel olanla ilkesel olmayan arasındaki ayırım ve düşmanla girilen çatışmanın hangi basamaklarında esnemeye gidilebileceği sorunlarıydı.

Gündeme getirilen TTE dayatması her bir dönemde farklı olmuştur. Ve dolayısıyla bu dayatmanın içeriği, oynayacağı rol her bir dönemin kendisi içerisinde de farklılıkları taşıyacaktır. Bu tamamen sorunun yaşandığı koşullarda, güçler dengesinin durumu, dış koşullar ile direniş mevzisindeki tutsakların kendi bulundukları pozisyondan yaşanan bir dizi gelişme ile birlikte ele alınabilir, alınmalıdır.

Tek tip elbise dayatması ilk gündeme geldiği koşullarda zaten bir dizi yasak, baskı ve yaptırımın üzerine otururken sonraki yıllarda kazanılmış hakların gaspıyla birlikte gündeme gelmiştir. Bir yanı “tutuklu statüsü” yaratmaksa, diğer yanı, beraberinde getirilen bir çok saldırıyla birlikte düşünüldüğünde, tutsakların siyasal kimliği, devrimci onuru ve kişiliğini yok etmenin bir parçası olarak gündemleştirilmesiydi. Bu yaptırım da tutsakların kararlılığı ve yıllar süren direnişleriyle paçavraya çevrildi, püskürtüldü. Bütün sivil giysilerin operasyonlar düzenlenerek toplatılması, kışın dondurucu soğuğunda beton duvarlar arasında bir kaç yıl sürecek “don atlet” ile tutma saldırısı da tutsakların direncine çarparak parçalandı. Disiplin cezalarının verilmesi, yıllar süren görüş ve havalandırma yasakları, dava duruşmalarının tutsakların gıyabında yapılması, infaz yakmalar vb. bir dizi ardı sıra gelen saldırılar sökmedi. Ve devlet sonu gelmez saldırılarından TTE özelinde de bir kez daha yenilgi aldı.

Pişmanlık Yasası

Ünlü bir deyim vardır; “Osmanlı’da oyun bitmez” diye. Osmanlının torunları, burjuva devletin bilimum kirli ve karanlık iktidarlarında da oyunlar bitmemiş, her türlü kanlı hileler örgütlenmiş ve sayısız ihanet çemberleri kurulmuştur. Ermeni katliamında, Kürt isyanlarında, işçi kitle eylemleri, 1 Mayıslar ve daha nice çelişki ve çatışmalarda kalleşçe yöntemler denenmiştir. Devrimci örgütler her zaman kirli oyunların, komploların ilk hedefleri arasında yer almıştır.

Generaller çetesinin komutasındaki 12 Eylül zindanlarında süren ağır işkencelerin yanı sıra, devrimci cephede çözülme yaratmak, ihaneti geliştirmek için “itirafçılaştırma” dayatılmıştır. Cezaevlerinde “iyi yaşam” koşullarının sunulması, havalandırmaya rahatça çıkabilme, sportif ve sanatsal faaliyetlerde bulunma, kütüphanelerden yararlanma, aile görüşleri yapma vb. olanaklardan yararlandırılarak dönekleştirme politikası geliştirilmeye çalışıldı. İlk birkaç yıl fiilen sürdürülen dönekleştirme çalışmasına ANAP hükümeti döneminde 1984’te “Pişmanlık Yasası” ile yeni bir boyut kazandırıldı. Döneklik, burjuva devletin kirli yasalarında resmen yer aldı.

Aydınlatılması ve sorumlularının tarih karşısında hesap vermeleri gereken bu karanlık döneminde faşist diktatörlük delilsiz, savunmasız yargılamaları, idamları, onlarca yıl sürecek ağır hapis cezalarıyla zindanlarda çürütmeyi tutsakların ensesinde “Demokles’in kılıcı” olarak sallandırmıştır. Bundandır ki, -ihanet yasası- en başta ceza indirimini öngörmüştür. Özal hükümeti çıkardığı yasa ile, cezanın 3/4’ünü düşürme, salıverme durumunda ise, yeni bir kimlik çıkarma, dış ülkelere gönderme gibi olanaklar sundu. Bu önemli bir saldırı aracıydı. 12 Eylül öncesinin yükselen devrimci rüzgarıyla politik mücadeleye katılmış, ama devrimci çalışma içerisinde bilimsel bir inanca kavuşamamış, zayıf ve sallantılı unsurların düşürülmesinde başvurdukları temel saldırı araçlarından biri olarak geliştirildi. Bununla birleşen işkencelerle pekiştirilmiş uzun süreli cezaevi yaşamı tutsakların direncini kırmaya dönük etkileyici önemli faktörlerden biri oldu. Ama on binlerce politik tutsaktan sadece iki yüze yakın bir kesim ihanet belgesini imzaladı. Bunlardan bir kısmı ise sonradan, yaptıklarından utanç duyduklarını söyledi, uğradıkları aşağılanmaları, düşkünlüğü açıklayarak ihanetten vazgeçtiler.

İhanete kitlesel bir boyut kazandırma amacında fiili imtiyazlı konumdan, yasal düzenlemeye geçerek de bekledikleri sonucu alamadılar. İhanet yasası, yeniden kapsamlı bir saldırıyla gündeme gelmişti. Etkili olması da buradan sağlanacaktı. Yasa belli bir dönem için geçerliydi. Ama tekrar tekrar uzattı ve yeniden denediler. 1988 yılında Özal hükümeti tarafından bir kez daha iki yıllığına yürürlüğe konuldu. Yasanın hükmü bu defa daha da zayıf kaldı. Tutsak yakınlarının, demokratik kurumların, işçi sınıfı ve gençlik mücadelesinin yükselmeye yüz tuttuğu bu dönemde ihanet yasasının etkili olma olasılığı haliyle zayıftı ve nitekim öyle oldu.

Devletin ideolojik çözülmeyi bu en pespaye, en aşağılık, ve en kepaze biçimiyle dayattığı ihanet karşılık bulmadı. Her sepette çıkabilecek kadar çürük elmanın ayıklanmasıyla, egemen sınıflarda yeniden hayal kırıklığı yarattı. Cezaevleri direniş mevzisinde düşenler, yenilenler dahi bu en kötü biçimiyle düşürülmüşlüğü kabul etmediler. Sınıflar mücadelesinin bu zor, faşist iktidarın bütün askeri ve teknik üstünlüğüne, davayı satma karşılığında sunulan imtiyazlara karşın devrimci savaşçılar siyasal kimliklerini, davaya bağlılığı ve onurlarını korumayı bildiler. İnanç ve ideallerinin gücüyle bedenlerini savaş mevzilerine sürmeye devam ettiler. Devlet, dönekliği ödüllendirerek tutsak direnişçilerin iradesini kırmayı başaramadı, direnenler karşısında yenilgiye uğramanın hüzünlü sonunu yaşadı.

Eylem Biçimleri Olarak, Açlık Grevleri Ve Ölüm Oruçları

Dizginlerinden boşalmış faşist devlet terörünün, cezaevlerinde giriştiği sınırsız baskı, işkence, yasak, ideolojik teslim alma saldırıları ve katliamlar karşısında tutsaklar kendi verili koşullarında sayısız defa açlık grevlerine gitti, fiili direnişlere geçtiler. Sloganlar haykırma, sayım vermeme, kapı dövme vb. direnişler artık tutsakların günlük yaşamlarının bir parçasını oluşturuyordu. Hak gaspları ve saldırılar karşısında açlık grevlerinin sayısını tutmak ise imkansızlaştı.

12 Eylül’den bu yana hep tartışma konusu olmakla birlikte, ölüm orucu eylemine ise bugüne kadar bir çok defa başvuruldu. İlki 1982’de Diyarbakır’da gerçekleştirildi. Ceza- evlerindeki teslimiyet çemberinin kırılması ve saldırıların son bulması amacıyla başlayan ölüm orucu eyleminde Kemal Pir 7 Eylül, Hayri Durmuş 12 eylül, Akif Yılmaz 15 eylül ve Ali Çiçek 17 eylül günü yaşamlarını yitirdiler. Yine Diyarbakır’da, 1984 başında 54 gün süren açlık grevinde ise Orhan Keskin ve Cemal Azat şehit düştüler. Diyarbakır’da teslimiyetten dirilişe geçilen hattın örülmesinde bu direnişlerin payı büyüktür.

İkincisi ise, 1984 ortalarında İstanbul Sağmacılar Cezaevi’nde yaşandı ve 75 gün sürdü. Dev-Sol ve TİKB bu eyleme özetle, TTE dayatmasına karşı ölüm orucunun tek ve zorunlu eylem biçimi ve 1984’te koşulların ölüm orucu için uygun hale geldiğini belirterek başvurdular. TTE dayatmasının kalkmadığı; ama “istenilen siyasi sonucu yarattığı” vurgulanarak bitirilen eylemde Abdullah Meral, Fatih Öktülmüş, Haydar Başbağ ve Hasan Telci yaşamlarını feda ederek ölümsüzleştiler.

’82-’84 ölüm oruçları askeri faşist diktatörlüğün saldırılarını göğüslemenin yanı sıra, özgün rolleri itibarıyla esasen zindanlarda gelişen teslimiyete yönelmiş direnişlerdir.

Üçüncü ölüm orucu direnişi ise 1996 yılında örgütlendi. 1996 genel zindan direnişi, ideolojik boyutu olmakla birlikte esasen faşist diktatörlüğe karşı siyasal bir çarpışmaydı. Topyekün savaşın yeni saldırı dalgasını püskürtmeyi hedefliyordu. Talepler şöyledi; 1) Tabutluk genelgesi iptal edilsin. İtirafçılaştırma dayatmalarına ve sürgünlere son verilsin. Başta Eskişehir olmak üzere bütün tabutluklar kapatılsın. 2) Tutsak yakınlarına yönelik saldırılara son verilsin. 3) Savunma hakkı ve tutsakların tedavileri önündeki engeller kaldırılsın. 4) Kayıplara, infazlara, katliamlara, işkencelere son verilsin. Başta Kürt halkı olmak üzere tüm emekçilere yönelik devlet terörüne son verilsin.

İlk kez bu düzeyde geniş birlikteliğin sağlanabildiği 1996 direnişi başarıyla sonuçlandı. Eylemin talepleri, koşullar ve örgütlenmesi, başarılı olmasında önemli bir yer tuttu. Aygün Uğur, Altan Berdan, İlginç Özkeskin, Ali Ayata, Müjdat Yanat, Hüseyin Demircioğlu, Tahsin Yılmaz, Ayçe İdil Erkmen, Yemliha Kaya, Hicabi Küçük, Osman Akgün ve Hayati Can 69 gün süren ölüm orucu ve SAG direnişinde bayraklaşan isimler oldu.

Burada eylem biçimleri olarak açlık grevleri ve ölüm oruçları üzerinde kısaca durmakta yarar var. Bu eylemlere dün başvuruldu, bugün yüzlerce devrimci, komünist ölüm orucu direnişini sürdürüyor ve yarın yeniden aynı eylem biçimlerinin kullanılması gerekecek. Kuşkusuz ki yapılan ve yapılacak tartışmaların hiçbirinde devrimcilerin haksızlığından söz edilemez ve yapılan yanlışlar kanlı iktidarların uygulamalarını meşru sayamaz. Yapılanlar karşısında hakemlik rolüne soyunup hatalar sıralayanların, seyirci konumlarıyla nesnel olarak ezenler tarafına destek verdikleri gerçektir ve bu yönlü eleştirilerden azad tutulamazlar. Ama şayet bütün bunlardan, sınıf mücadelesinin mantıki sonuçlarına vardırmak için dersler çıkaracaksak, siyasetin, verili koşullar içerisinde, güç dengelerini dikkate alan mantık ve sabır işi olduğunu bilmemiz gerekmektedir.

Ölüm orucu eylemine ideolojik yaptırımlar karşısında nihai olarak başvurulabileceği gibi, siyasal bazı kazanımlar uğruna da başvurulabilir. Diğer mücadele biçimleri için olduğu gibi, ölüm orucu için de herhangi bir şablon oluşturulamaz. Bu bir savunma aracıdır ve koşullar gerektirdiğinde başvurulur. Ama bu tutsaklar için düzeyi en yüksek ve genel olarak başvurulabilecek en son eylem biçimi olduğundan her boyutuyla bir mühendis titizliğiyle ele alınmak zorundadır. Geriye dönüşü kolay olmayan, manevra olanağı oldukça sınırlı ölüm orucu silahı, sıkı sıkıya ve iyice hesaplanmadan kullanılamaz. Bu araca sık sık başvurulamayacağı doğası gereği açıktır. O, kendisiyle oynanacak ve her olası durumda gündeme getirilecek bir mücadele silahı da değildir. Her mücadele silahı zamanında kullanılmalıdır. Çok özel bir mücadele aracı olarak ölüm orucu, ancak tam zamanında başvurulursa etkili olabilir, rolünü oynayabilir.

Çünkü ölüm orucu, zindandaki direnişçinin devletle çatışmada başvurabileceği, genellikle en son ve en yüksek eylem biçimidir. Eğer doğru ve yerinde kullanılmazsa, etki gücünü yitirir, hatta kimi durumlarda sizi vuran bir araca dönüşebilir.

Devlet devrimcileri moral olarak yıpratmak ve fiziki olarak tüketmek için sık sık açlık grevlerine sürükleyebilecek teknikler, dayatma ve yaptırımlar geliştiriyor. Nitekim 12 Eylül darbesi koşullarında ve daha sonraki yıllarda olduğu gibi günümüzde de, tutsakları sürekli rahatsız etmiş, kazanılmış hakları kısa sürelerle gasp etmiş, aşılmış sorunları tekrar tekrar gündeme getiren taktikler geliştirmiştir. Her defasında tutsakları sınamış, bunaltma yöntemiyle iradesini zayıflatarak çözülme yaratmaya çalışmıştır.

Bütün bu gerçekler düşmanın yoğun ablukası altında sınırlı mücadele araçlarıyla yürütülecek kavgada daha hassas ve titiz siyaset yapmanın zorunluluğunu gösterir.

Bir mücadele biçimi olarak açlık grevi, ‘80’lerin sonu ve özellikle ‘90’lı yıllarda oldukça sıklıkla kullanılmıştır. Açlık grevi aracının sıklıkla, adeta yerli yersiz kullanılması her şeyden önce bu aracın kendisini zayıflatmış ve giderek adeta işe yaramaz hale getirmiştir. Etki gücünün azalması ile açlık grevlerinin daha uzun süreli olması kaçınılmaz hale gelmiş, sonuçta açlık grevi silahı adeta tükenmiştir. Burada DHKP-C’nin taşıdığı özel rol ve sorumluluğunu vurgulamalıyız. Diğer yandan, en çarpıcı örneği ‘96’da ve daha sonra Abdullah Öcalan’ın emperyalist dünya gericiliği tarafından faşist diktatörlüğe teslim edildiği dönemde, PKK tutsakları ölüm orucu silahıyla oynayarak yıpratmışlardır. Ölüm orucu silahına uygun olmayan zamanda başvurulmasının ayrıca tartışılabilecek bir örneği daha herkesçe bilinmektedir.

F Tipi Saldırı Hazırlığı Ve Ön Çatışmalar

MGK diktatörlüğünün yıllar önce projelendirdiği F tipi, devleti yeniden yapılandırma stratejisinin bir boyutudur. MGK iktidarının Pentagonlu efendilerince Vietnam, Kore, latin Amerika ülkeleri ve daha bir dizi işbirlikçi iktidarları tarafından vahşet ve insanlık suçunun en aşağılık biçimleriyle işlendiği sistemlerin bir parçası olarak geliştirilen F tipi tecrit saldırısı, bu yönelimin bir parçasıdır. Yasa, hukuk buna göre düzenlenmiş, cezaevlerinin mimari yapısı ile birlikte ele alınmış ve hazırlanmıştır.

Cezaevlerinde F tipi boyutuyla ilk çatışma 1996’da yaşanmıştır. Eskişehir Cezaevi üzerinden bu politika parça parça uygulanmak istendi. ‘96 ölüm orucu direnişi başarılı oldu ve Eskişehir’in askıya alınmasını sağlayarak bir dönem geriye attı. Kolayca sonuca gidemeyeceğini anlayan faşist iktidar, hiçbir zaman F tipi hedefinden vazgeçmedi. Ulucanlar katliamı ile Burdur ve Bergama operasyonları birer provaydı. Tutsakların direncini açığa çıkarma, kamuoyunun tepkilerini, duyarlılığını ölçme ve bir bütün olarak F tipi operasyonunun bilançosunu anlamaya dönüktü.

Faşist rejim, bir yandan bu cezaevlerinin mimari özelliklerini kiralık medya aracılığıyla kamuoyuna beş yıldızlı oteller olarak sunarken, diğer yandan “laçka tipi cezaevleri” kampanyasıyla mevcut cezaevlerinde otorite oluşturamayacaklarını propaganda ediyordu. F tipini meşrulaştırma kampanyasında başvurduğu yöntemler alışılagelmiş komplocu, ikiyüzlü, kirli ve provokatif yöntemlerdi.

Cezaevlerinde özel besiye alınmış çeteler bu kirli oyunu oynamada kısa sürede sahne aldılar. Kürt ulusal hareketine karşı sürdürülen haçlı seferberliğinde, kimini doğrudan devletin örgütlediği, kimi de sivil faşist çeteler olarak örgütlenme olanağı bulan ve devletin de teşvik ettiği onlarca savaş ünitesinden en çapsızları F tipi dönemde de rollerini oynamayı sürdürdüler. MİT, JİTEM ve polis örgütleriyle ya da doğrudan sermayenin çeşitli kesimleriyle ilişki içerisinde olan Alaattin Çakıcı’dan Ergin kardeşlere uzanan kiralık çeteler Eskişehir Özel Tip, Kartal ve Uşak gibi cezaevlerinde silah, uyuşturucu, cep telefonu ve elde ettikleri diğer olanaklarla kamuoyuna sunuluyor, devletin, mimari yapısıyla bu cezaevlerinde hakimiyet kuramayacağına vurgu yapılıyordu. Sanki çetelere sunulan olanaklar, devletin kimi kurum ve bürokratlarınca sağlanmıyormuş gibi... Uşak Cezaevi’nde yıllardır yakınlarıyla bile zor görüşen, yasal yayın ve kitapları alınmayan politik tutsaklara karşın, Ergin kardeşler çetesi bir kaç ay içerisinde her türlü silah ve diğer olanaklara nasıl ulaşabiliyordu? Son derece açık. Bu çete artığı Sabancı’nın öldürülmesinde yer almış Mustafa Duyar’ın ortadan kaldırılması gibi bir çok kirli işte kullanılmıştı ve kullanılmaya devam edilecekti. Çeteler üzerinde cezaevleri provokasyonlarını örgütleyen özel eğitimli Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun, Ergin kardeşleri kullandı ve F tipi provokasyonun bir parçası olarak beş adli tutukluyu kurşun yağmuruna tutmanın koşullarını hazırladı.

Devrimci ve komünistlerin şu ya da bu biçimde geliştirecekleri taktik manevradan bağımsız olarak, F tipi saldırısının geleceği, politik duyarlılığı olan ve küçük bir mantık muhasebesi yapabilen herkesçe bilinen bir gerçekti. Devrimci taktik, manevra ve geliştirilecek kamuoyu desteği bu saldırıyı bir dönem erteleyebilir, saldırının dozajını hafifletebilir ve tecrit terörünün uygulanmasında kimi değişiklikler yaratabilirdi. Koşullar, olanaklar ve yapılabilecekler dikkate alındığında komünist ve devrimciler yaşanan konjonktürde hesaplarını bunun üzerine kurabilir/kurmalıydılar.

Ulucanlar katliamından başlayan çalışmalar, yürütülen mücadele, 1980 darbesinden bu yana cezaevi eksenli, toplumsal ilerici dinamiklerin öncü kesimini birleştirmede başarılabilen en ileri düzeyi yakaladı. İşçi sınıfının duyarlı kesimlerinden aydın ve sanatçılara uzanan öncü bölükler, F tipi hücre saldırısına karşı tavır aldı ve bu saldırıyı geriletme kampanyasında yer aldılar. Bir süre duyarsız kalan, süreci kenardan izleyen ilerici, demokrat ve kimi devrimci parti ve örgütlerin önemli bir kesimi F tipi saldırıya karşı yürütülen mücadeleye katıldı ve bunu daha geniş kitlelere mal ederek desteği büyütme çalışmasına girdi.

Marksist-leninist komünistler, bu çalışmaların başlatılması ve büyüyen bir kampanyaya dönüştürülmesinde doğru bir politik hat geliştirdiler. Kuvvetlerini bu yönde yoğunlaştırdılar. F tipi ile mücadeleyi dışarıdaki politik güçlerin, ilerici öncü kesimlerin gündemine taşıdılar. Ve cezaevleri sorununda 1980’den bu yana ilk kez bu düzeyde politik duyarlılık yarattılar. Mücadeleyi büyütmenin öznesi yaptılar. Cezaevi merkezli en üst düzeyde bir irade çarpışmasını erkene alacak bütün öneri ve girişimlerle mücadele ettiler. (Çünkü daha sonraki gelişmelerin de gösterdiği gibi, bu araca zamanından önce başvurma yanlış eğilimi öteden beri vardı.) Devrimci hareketin birliğini sağlayarak kitle desteğini genişletme yolunda yürüdüler. Faşist rejimin manevralarını bozmak için, ilerici, demokrat, duyarlı aydın kişi ve kurumları kapsayacak en geniş kesimleri hücre karşıtı direniş mevzilerine çekme pratiğinde yoğunlaştılar.

Yapılan çalışmalarla birlikte F tipine karşı mücadelede bir kuvvet oluştu. Kamuoyunun gündemine girdi. Hükümetin iradesini az çok etkiledi. Ama aynı zamanda hükümet, çatışmanın gelişim seyrini dikkate alarak hazırlıklarını yoğunlaştırdı.

Aydınların Tutumu Ve Kararsızlıklar

Politik tutsakları tecrit etme ve hücrelerde teslimiyeti dayatma politikasının mimari altyapısı olan F tipi saldırısında devlet, başlangıçta aldığı desteği kaybetmiş; tabutluk zindanları toplumsal dinamiklerin ileri kesimleri nez- dinde meşruluğunu yitirmişti. Devlet, saldırıdan savunmaya geçti. F tipi hücre saldırısından vazgeçmemeksiniz, her gün her saat bu cezaevlerinin AB standartlarına uygun olduğu, tecritin uygulanmayacağı vb. üzerinden açıklamalar yaptı, tepkileri düşürmeye çalıştı. Ama aynı zamanda ardı ardına kararlılık mesajları veren hükümet yetkilileri, en son 5 Aralık tarihli Bakanlar Kurulu toplantı çıkışında bizzat Başbakan Ecevit’in ağzından F tipi cezaevlerinden vazgeçmeyeceklerini açıkladı. Ölüm orucundakilere müdahalede bulunacaklarını ilan ettiler. Bakanlar Kurulu, yanı sıra aydın ve sanatçılardan avukatlara, sağlık emekçilerine, çeşitli demokratik kurum ve meslek kuruluşlarına hizaya girmeleri çağrısında bulunuyordu.

Devletin F tipi üzerinden dayattığı çatışma sıradan bir olay değildir. Dolayısıyla bu çatışmada tutsaklara destek veren aydınlar, aynı zamanda saldırılara hedef olmayı göze almak zorundaydılar. Devletin politikasına yedeklen- meyi reddeden, onurlarını koruyan kimi duyarlı aydınlar daha ileri tutum almada ikircikli duruma düştü, kararsızlık gösterdiler. Devlet buradan yüklendi. F tipi saldırısına karşı mücadelenin destek cephesinde çatlak yaratma çabası kâh tehditlerle, kâh yaptığı manevra ve demagojiyle hep sürdü. F tiplerinin bir dönem erteleneceği, kimi kurumların görüşlerini alarak toplumsal mutabakat temelinde, mimarinin de tartışma konusu yapılacağını ifade etti.

  1. madde kaldırılsın, tecrit projesine son verilsin, F tipleri kapatılsın ana eksenli taleplerle yürütülen kampanya, TMMOB, TTB, Barolar vb. kurumlar bakımından yeni biçim almaya başladı. Bu kurumların bazı nüanslarına karşın yaklaşımları, TTB Başkanı Eralp Özgen’in ağzından şöyle özetlenebilir: "F tipi cezaevi fiziki yapı olarak çağdaş ve Batı standartlarına uygundur. Önemli olan bu cezaevlerinde tecritin ortadan kaldırılması, sosyal müşterek yaşamın sağlanmasıdır. Bilemiyorum uygulama nasıl olacak? Eğer uygulama tecrit şeklinde olacaksa biz buna karşıyız.”

Devletin yaptığı bütün açıklama ve manevralar, F tipi tecrit zindanlarının meşrulaştırması üzerinedir. F tiplerinin mimari yapısı, iç dizaynı ise zaten tecrite göre yapılmış ve tecrit uygulamasının en önemli basamaklarından birini oluşturmaktadır. Ortak yaşama alanları bir biçimiyle herkese açılsa bile, tecritin bir bütün olarak kalkmayacağı ve tretman politikasından devletin vazgeçmeyeceği açıktı. 19 Aralık katliamı da başka hiçbir gerekçeyle izah edilemez. Aydınların buradan kararsızlığa düşmeleri, onun tarihsel kaderinin bir parçası ve doğrudan ezilenlerin saflarında taraf olma konum ve görüş açısından tutarlı bir çizgi izleyememesindendir. Devrimci hareketin politik yaklaşımlarının, sekter tarzının etkileyici bir faktör olduğunu da belirtmeliyiz. Ve bu tutum F tipi mücadelede geriye çekici bir rol oynadı, kamuoyu nezdinde olumsuz bir etki yarattı, mücadele cephesini daralttı, çözdü.

19 Aralık Katliamı Ve F Tipinde Yeni Durum

Aralık 2000’de F tipi mücadelesi en ileri, devlet ise en geri noktaya düştü. Egemen sınıflar dengeyi bozmak ve yeniden inisiyatifi ele almak, planlarını yaşama geçirmek için hazırlıklarını sürdürdüler. 19 Aralık vahşeti tarihte az görülmüş, Türk burjuva devletinin en kapsamlı cezaevi katliamıdır. Politika, geleneksel “ez ve yok et” politikasıdır. ABD ve AB emperyalistlerinin desteğini alan MGK iktidarı, bütün dünyayı susturarak canlı yayında ve el birliğiyle, skorsky helikopterleri, iş makineleri, yangın ve gaz bombalarıyla katliamı gerçekleştirdi.

Faşist diktatörlük 19 Aralık katliamıyla 2000’e yakın politik tutsağı F tipi zindanlara tıkmayı başardı. Verili kuvvet ilişkileri koşullarında bunu başarması onun gücünü değil, kanlı ve katil kimliğini sergiler. Ancak 19 Aralık katliamı ve Aralık ortasından itibaren toplumsal muhalefete; ama özellikle de F tipi saldırısına karşı direnen güçlere yönelik terör kampanyasının etki ve sonuçları komünist ve devrimci tutsakların F tipi zindanlara “nakilleri” toplam olarak yeni bir durum meydana getirdi.

19 Aralık katliamı ve komünist ve devrimci tutsakların F tipi zindanlara “nakli”yle devlet bazı hedeflerini gerçekleştirdiyse de direnişi kırma amacına ulaşamadı. Açlık grevi ve ölüm orucu direnişi F tipi zindanlarda genişleyerek sürdü. İdeolojik ve moral bakımından devlet yenildi. Çünkü direnişi kıramadığı gibi bütün yalanları da paramparça oldu. Keza devlet açıkladığı vaat ve taahhütlerinde durmayarak da sözüne güvenilmezliğini, demokratik kamuoyu ile oynadığını sergiledi.

19 Aralık katliamıyla F tipi mücadelesinde birinci evre kapandı. Devlet, 12 Eylül askeri faşist darbesini aratmayacak düzeyde işkence, yasak, tecrit terörüyle rehabilitasyonu dayatıyor. Tutsaklar, aylar boyu ölüm oruçları eşliğinde günde birkaç defa dayaktan geçiriyor. Faşist zorbalık, 12 Eylül karanlığında bütün gücüyle yüklenerek teslim alamadığı tutsaklar üzerinde yeniden gücünü deniyor.

Kuşkusuz ki, direnme çizgisi ve zafere kilitlenme ruhuyla bu saldırı da püskürtülecek, zulmün ve zorbalığın dayatmaları, yasa ve yönetmelikleri paçavraya çevrilecektir. Tutsak bedenlerde nakış nakış işleyen, her bir hücresi faşizmin en koyu duvarlarını parçalayan geleceğin aydınlık filizleri olacaktır. Tıpkı 12 Eylül’de ve hem de dışarıda bir tek yaprak dahi kımıldamazken, zindan duvarları arasında teslim olmayanların, savaşı yeniden ve ilmek ilmek örmesi gibi, bugün sürdürülen direniş, suskunlaştırılmış ve korku denizinde etkisiz hale getirilmiş milyonlarca emekçiye yol gösterecek, ışık tutacaktır. Bu kararlılık vardır, ve tutsaklar devletin saldırı politikasının arkasındaki stratejik planın bilincindedir. Bundandır ki, F tipi saldırısının tarihsel önemi nedeniyle devrimci hareket tereddüt göstermeyecek, kararlılıkla direnişi sürdürecektir. Tecritin kırılmasında bedel ödemekten çekinmeyecektir. Bugüne dek sergilediği çizgi bunu kanıtlamıştır.

Bugün asıl sorun, dışarıda etkisizleştirilmiş, ölüm orucunu kanıksamış, F tipinde katledilen yaşam karşısında duyarsızlaştırılmış ilerici antifaşist kesimlerin suskunluğunu bozmasıdır. Daha bir kaç gün önce Aydın’da polisin katlettiği bir Kürt emekçisi üzerine halkın sokağa taşan öfkesi ortadadır. Yol gösterildiğinde, doğru biçimlerde ve doğru zamanda müdahale edildiğinde bu halkın yapacağı çok şey vardır. Barışçıl kitle eylemlerinden basın açıklamalarına, semt yoksullarının tepkilerini örgütlemekten gençlik, emekçi kadın cephesine kadar çok yaygın ve çok çeşitli eylem biçimleri bulmak ve örgütlemek mümkün. İnsanlığın geleceği karşısında sınav verenlerin ve en başta da devrimci hareketin basiretinin tutulduğu, inisiyatif ve organize etmede başarısız kaldığı görülmeli ve bu “çaresizlik” aşılmalıdır.

Reformistlerin F Tipi Sefaleti

Türkiye devrimci hareketinin küçük de olsa, başarılarının tarihinde hiçbir belirgin rol oynamayan reformist “solcular”, çatışmanın sertleştiği her durumda devrimcilerin kimi hatalarını da vesile yaparak; ama daha çok da bulundukları yerden demagojik tarzda saldırı oklarını devlete değil, devrimcilere yöneltiyorlar. Bu yönüyle zaman zaman karşıdevrimci İP’le buluşuyor aynı dili konuşuyorlar.

Reformizmin sefaleti F tipi çatışmasında da su yüzüne çıktı. İki tutsak anasının bürolarında korunmasına yürekleri yetmeyenler, kirişi bir bir kez daha kırdılar. Mürekkeplerini, “siyasetsizliğin tasfiyesi”, “emekçi sınıfların mücadelesine bağlanmayanların “acı dersi” üzerine tükettiler. Yaşanmış onca vahşetin karşısında, akıl hocalığına soyundular; adeta “siz de bizim gibi uslu dursaydınız, devlet de size dokunmazdı” nasihatlarında bulundular.

EMEP öteden beri bu tür sorunlardan kaçışın yolunu, “sınıfın gündemi”nin arkasına sığınarak yapmaktadır. Onlar en pespaye biçimde sendikalizme yaslanmakta, kitle dalkavukluğu yaparak sorunu savuşturmaktadır. Onlara göre boğazlanan Kürt ulusal hareketi, kaybedilen HADEP’liler, cezaevi katliamları sınıfın gündemi değil. Sınıf, üç-beş kuruşluk ücret artışlarıyla, sendikal sorunlarla, özelleştirme vb. durumlarla ilgili basın açıklamaları yapar ve bununla yetinir. Daha ileri çıkışlar tehlikelidir ve toplumun diğer sorunlarında tutum almak, etkili bir belirleyeni olmak sınıfın işi değil, kendini bilmez “solcuların işidir!

Sahi, “emekçi sınıfların mücadelesine bağlanmayan, ona bağlanmak yerine kendi kuyruğuna bağlanmak isteyen” diyerek devrimci, komünist parti ve örgütleri suçlayan EMEP reformistleri hangi devrimci kitle eylemine önderlik ettiler. Bazı sendika yönetimlerinde “inisiyatif” sahibi olmalarına karşın, sermayenin yedeklediği sendikalist platformlardan farklı olarak hangi çıkışı yapmayı başarabildiler. EMEP’in artık bütünüyle omurgalaşmış büyüklük efelenmesi ve kitle dalkavukluğundan başka tutar yanı olarak ne var? Sahiden, EMEP ne yapıyor? Kürt ulusuna uluslararası emperyalist komplolar düzenlenir, HADEP binalarından insanlar çıkarılıp boğazlanırken hangi proleter sınıf tavrını geliştirdi? Sınıfı hangi destek zemininde harekete geçirdi ya da toplumsal ilerici bir gelişmenin öncüsü yaptı? Gazi ve Ümraniye katliamları karşısında, komünist ve devrimci örgütleri, “gürültü grupları” ilan ederek teşhir tahtasına oturtmaktan başka ne yaptı? Ardı ardına gelen cezaevi katliamları karşısında, o çok bağlandığı partisiyle işçi sınıfını hangi sınıfın tavrından doğru kendi adına müdahale etme tutumunu geliştirdi vb. vb...?

EMEP, “politik öncü güç” olma argümanlarına sıkı sıkı sarıldığı ve “sınıf partisi” olmanın lafzi dayanakları üzerinde yaşamaya çalıştığı için, kendisi bakımından tehlikeli olan ve gerçekliğini deşifre edecek güçlere en fazla düşman olma tutumuyla komünist, devrimci harekete savaş açmış durumda.

ÖDP önderliği ise kendi sessizliği yetmiyormuş gibi, faşizme karşı mücadelenin en kararlı bölüğünü oluşturan devrimci tutsaklarla dayanışma içerisine giren kendi üyelerinin kafasına disiplin sopasını indirdi. Egemen sınıflara yaranma, AB borozanlığı zemininde icazetçi politika yapan ÖDP önderliği, F tipi saldırısına karşı mücadelesiyle destek veren kimi üyelerini partiden attı, kapılarını tutsak yakınlarına açan kimi ilçe yöneticilerini de görevden uzaklaştırdı. ÖDP, isminde yer alan “özgürlük” ve “ dayanışma” kavramlarına ters orantılı bir hat izledi, bizzat başkanı Ufuk Uras, ağzından tutsak direnişlerini kırmaya dönük görüş ve açıklamalar yaptı.

Yasal çerçeveye çekilmemiş, düzen içileşmemiş komünist ve devrimci hareketi devletin öncelikle tecrit ve tasfiye etme çabasına destek olunmuştur. Bulunduğu her alanda, sendikalarda, kitle örgütlerinde bu örgütleri meşru görmeme, tehlikeli göstererek teşhir etme çizgisi reformizmin devletle buluşan kirli rengini göstermektedir. F tipi saldırısı zemini üzerinde de, toplumsal devrimci muhalefet güçleriyle bağlaşma, destek ve dayanışma yönelimini temsil eden kesimlerin tasfiye edilmesi, partinin gericileşme çizgisini güçlendirme operasyonudur. F tipi bu çatışmayı gündemleştirdi, hızlandırdı...

Bol sosyalist söylemli SİP de, EMEP’ten çok farklı bir yerde durmamaktadır. Onlar daha çok, biraz da bağlaşma içerisinde oldukları “aydın” kesimle birlikte “en önemli” gündemlerle meşguller. F tipi zindan çatışmasında sesi soluğu çıkmayan SİP medyatik, bol kameralı Nazım Hikmet’in mezarının nereye taşınacağı kampanyası gündeme oturtulamadı diye hayli hayıflanmış olmalı. Bundandır ki, Aydemir Güler de bilinen kervana hızla katıldı: “Bu yolda ısrar edenlerin tasfiyesi kaçınılmazdı”. Ne büyük kehanet! Ama bunlar, iki tutsak anasını partilerine konuk etmeye çekinen, bu kadarcık yürek gücü, enerji ve kararlılığı olmayan ve bir de bu haliyle devrimlere önderlik (!) etmeye soyunanların beş kuruşluk değeri olmayan uğursuz öngörüleridir.

Sonuç Olarak

Cezaevleri sorunu, sınıf mücadelesinin bir alanı olarak var olmaya devam edecektir. Devletle savaş halinde, iktidara muhalif güçlerin gündeminden düşmeyecektir. İşçi, emekçi sınıfların öncü kesimleri, aydınlar, komünist ve devrimciler için politik varlıklarını yok etmenin, işkence ve katliamların çarkı olmayı sürdürecektir. Cezaevleri sorunu bu nedenle sadece güncel değil, aynı zamanda stratejik bir sorundur. Bugün ise duyarsızlığın, “çaresizlik” hastalığının beyinleri kemirdiğini, yürekleri aşındırdığını görüyoruz. Yanı sıra, bazı küçük hesaplar için çırpınarak özgürlük davasının demokratik cephesinde yer almayı, aynı eksenli taleplerde güçlerin ortaklaşmasını sağlayan ve cepheyi buradan büyüten siyaset tarzının Türkiye ilerici, devrimci kesimlerinde bir türlü yaşam bulamamış olması en büyük handikabı oluşturmaktadır. Keza, kitlelerle ilişkilenme biçimi de sekter ve yalıtılmaya açıktır. Muazzam bir demagojiyle kendilerini sosyalizmin, demokrasinin savunucusu, işçi sınıfının öncüsü olduğunu iddia edenlerin F-tipi hücre dayatması karşısındaki kayıtsızlıkları ve hatta daha da ileri giderek bu mücadelenin destek dinamiklerini geriye çeken, dağıtan burjuvazinin ve faşist diktatörlüğünün dolaylı yedeği rolünü oynayan bu güçlere karşı enerjik ideolojik mücadele, antifaşist yığınlar arasında geliştirilmek zorundadır. Reformizmi etkisizleştirmek bakımından, onun faşizme yedeklenen ideolojik ve politik duruşunu antifaşist kitleler nezdinde deşifre etmek, belirleyici bir öneme sahiptir ve antifaşist yığınların enerjisi ancak böyle bir mücadele ile ateşlenebilir. Bu çemberi yarmak, çürüyen ve bataklığa dönüşen suyun akış yönünü açmak, yalnızlaştırılmış devrimci tutsakların direnişini dışarıdan yeniden sarmalamak, sorumluluk sahibi hiç kimsenin kaçamayacağı güncel bir görevdir.

Keza cezaevleri sorunları kitlelerin, en azından toplumsal öncü bölüklerin gündemine sokulamaz, buradan toplumsal bir gündeme dönüştürülemez ve sahiplenme duyarlılığı geliştirilemezse, her zaman tecrit ve kendisiyle sınırlandırılmış bir sorun olmaya devam eder. Bu da devletin saldırılarında daha pervasız olmasına vesile olur. Düzeyi yüksek ve doğrudan politik bir sorun olması ve bugünkü konjonktürü dikkate aldığımızda kitlesel desteğin sağlanması zor olmasına karşın imkansız değildir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi