İmralı Savunmaları Tekelci Kapitalistlerin Egemen Düşüncelerinin Dağıtımına Aktif Bir Katılımdır

Bütün bir çağdaş tarih boyunca yaşanmış devrimlerin sendelenmiş, bastırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve/ya da yenilgi almış olanların, ortaya çıkardığı sonuçlar, bu devrimlerde aktif rol almış ve onlara önderlik etmiş olanları iki temel kampa ayırmıştır. Bu ayrışmada, temel olanlarla belli nüanslarda ayrılık gösteren ara tonların olduğunun da, tablonun bütününü yansıtmak için vurgulanması gerekiyor. Sorun, çatışan taraflardan kendi yakın ve uzak amaçları açısından olumsuz bir durumla karşı karşıya olanı ilgilendirdiğinden; söz konusu ayrışmada birinciler, bütün geçmiş devrimci pratiği reddetmekle kalmıyorlar. Gerilere doğru, tarihe uzun ve çileli bir gezintiye de çıkarlar. Tarihin, bir kez daha görülmesini istemediği ve kendinde saklı tuttuğu ölü şeyler bulmakta da fazla bir güçlükle karşılaşmazlar. Bunlarla, canlı ve devrimci teorinin de genel bir “düzeltilmesi”ne, “gerekli değişiklik”ine giderler. Çünkü bunun için önemli bir “fırsat” doğmuştur. Bu tarihsel ayrışmada ikinciler, geçmiş pratiği birinciler gibi, genel bir liberalleşmeyle bütün güncel ihtiyaçlarını karşılamak için değil, bir devrimci eleştiriyle, yeni devrimci hamle ya da atılımların öncekinden daha dayanıklı ve güvenilir başlangıç noktası yaparlar. Bu dönemlerin tartışmaları doğaları gereği sert ve acımasız geçmiştir.

Öncekileri bir yana bırakırsak, Paris proletaryasının o büyük tarihsel eylemi, Paris Komünü’nün yenilgisinden hemen sonra Marks ve Engels’in önderliğindeki Komünist Enternasyonal içindeki tartışmaları, Rusya’da 1905 Aralık ayaklanmasının bastırılmasından, yani 1905 Rus devriminin yenilgisinden sonra Lenin’in önderliğindeki Bolşeviklerle Plehanov ve Menşevikler arasındaki tartışmaları ve devamla felsefi idealizm temsilcileri Rus Machcıları; Bazarov, Bogdanov, Lunaçarskiler ve diğerleriyle yapılan tartışmaları, dünya devrimci hareketin tarihi ile yakından ilgili olan her devrimcinin bildiği tartışmalardır. Özellikle 1989’da Sovyetler Birliği’nde emperyalist kapitalizmin açıktan zaferinin ilan edilmesinden sonra, kapitalizmin bugüne kadar yetiştirdiği ne kadar “bilgin” varsa hepsini “birlik” içinde harekete geçirdi. Sosyalizm maskeli olanlar da dahil, hep bir ağızdan sosyalizmin sonunu ilan ettiler. “Tarihin varacağı en son nokta kapitalizmdir” diyerek tarihin sonunu ilan ettiler. Emperyalist kapitalizmi proletarya-burjuvazi, emek- sermaye çelişkisinden “arındırarak” kutsadılar. Kısaca toplumların iç hareketini dondurarak, onu ölü hale getirdiler. Bütün bunların pratik karşılığı, bütün dünya ölçeğinde burjuvazinin hegemonyasının sağlanması oldu. Tek tek ülkelerde burjuvazinin hegemonyası, işçi ve emekçi milyonlarının bütün gündelik hayat biçimlerine yansıdı. Sosyalizm geçici olarak prestij yitimine uğramıştı. Ama yine işçi ve emekçi milyonların ailesine, ekmeğine ve giyim kuşamına kadar uzanan burjuvazinin hegemonyası; zorunlu olarak işçi sınıfının, ezilen ve sömürülen emekçi milyonların buna karşı mücadelesini de geliştirmeden edemez. Ancak sosyalizmin bu yenilgisinden sonra, onun teori sini de genel bir revizyondan geçirmekle uğraşanlar, sorunun bu yanını gizlemek için olmadık düzenbazlıklar yaparak, emperyalist kapitalizm içinde bir tırnak tutturma ve kendilerine orada bir yer açmak için uğraşacaklardır. Dünya ölçeğinde bu rüzgar hâlâ geri çevrilebilmiş değil.

Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sonrasında, yani devrimci hareketin yenilgi alması, karanlık karşıdevrim yıllarının yarattığı sonuçlar üzerindeki tartışmalar daha belleklerde taze olarak yerlerini koruyor. Bu iki yenilgi döneminde de kendine güveni ve devrime inançlarını yitiren bütün devrim dönekleri, faşist rejimden aman dileyerek bütün devrimci geçmişi reddetmekle kalmadılar, devrimci teoriyi de kapitalist sistemde yaşamalarını olanaklı hale getirmek için genel bir revizyondan geçirmeye koyuldular. 12 Mart darbesinden sonra, başını Yusuf Küpeli ve Münür Ramazan Aktolga gibilerinin çektiği hainler kümesi, sıkıyönetim mahkemelerinde, geride kalan çatışmalı ortamdan kimin sorumlu olduğuna, kimlerin haklı, kimlerin haksız olduğu konusunda durumun tartışmalı olduğunu söyleyerek, geçmiş devrimci pratiğine gölge düşürdüler ve ardından bütün devrimciler ve gelecek kuşaklara İsa’yı ve İncil’i incelemelerini salık verdiler. Onların en başta saldırdıkları şey, 1971 devrimci hareketinin önderlerinin faşizm ve sermaye düzenine karşı cepheden ilan ettikleri düşmanlıkları ve silaha sarılmaları oldu. Ama onların devrimden kaçış ve buna gerekçe yaptıkları safsatalar, devrimci hareketin ayakları üzerine kısa bir zaman zarfında dikilmiş olmasından ötürü yaygın bir çürütücü etki yaratmadan buharlaştılar. Bundan ötürü ‘70’lerin ortalarından 1980’e kadar devrim fikri, şiddete dayalı devrim fikri en parlak yıllarını yaşadı. 1980 12 Eylül askeri faşist darbesiyle Türkiye ve Kuzey Kürdistan devrimci hareketi bir kez daha tırpanlandı. Bu defa gerçekten burjuvazinin hegemonyası ideolojik, politik, kültürel ve felsefi olarak işçi sınıfımız ve bütün ezilenlerin ve onların gençliğinin her günkü hayatlarının bütün ayrıntılarında etkisini gösterdi. Bundan en fazla etkilenen kaypak küçük-burjuva aydın ve yarı- aydınlar oldu. Bu burjuva ablukanın yaydığı pis ve çürük kokuları, 1987’lerden başlayarak toplumun bütün ezilen ve sömürülen sınıf ve kategorilerine yaydılar. Karşıdevrim yıllarında devrimci kalmayı başarmış ögeleri özel bir biçimde etki alanlarına almayı temel hedefleri yaptılar. Bütün bir “Kuruçeşme tartışmaları” süreci ve sonrasında, proletaryanın “tarihsel devrimci rolü” nasıl geçersiz hale geldiğini, şiddete dayalı devrim düşüncesinin nasıl eskidiğini, tek ülkede proletaryanın iktidara gelmesinin ve sosyalizmi inşa etmesinin nasıl olanaksız olduğunu ve en sonunda “komünizm öldü” burjuva ideolojik saldırıyı kanıtlamak için olmadık alçaklıklar yaptılar. Bunlar kısa zaman sonra bazı yasal parti çatıları altında toplandılar. Sömürgeci rejimin kendilerine “yasal olarak” açtığı alanları dahi kullanma kudreti gösteremediler. Çünkü pratikte işler başka türlü gidiyordu. Bazı küçük gerginlikleri göze almadan sokak’a çıkmak öyle kolay değildi. Mücadele ile kazanılan bazı mevziler ve/ ya da demokrasi kırıntıları sokak’ta hazmedilmiyordu. Faşist rejimin bu çerçevedeki yasaları sadece göstermelikti. Yıllarca devrim düşüncesine düşmanlıkla kendi özsel eğitimini tamamlamış yasal parlamentarizm, faşist militarizme karşı göğsünü açması beklenemezdi. Geride kalan yığınla pratik deney hasadına rağmen bunlar geniş bir koro halinde geçmiş pratiğin devrimci olanına saldırmaya ve “barış ve demokrasi” mücadelesi (!) üzerinde geviş getirmeye devam ediyorlar. Emperyalist kapitalizm ve uluslararası burjuvazinin 20. yüzyılda kendisine başkaldıran ulusal ve sınıfsal devrimci hareketleri bitirerek girme stratejik saldırısının güncelleşmesi ve bugün de bazı mevzilerin yitirilmiş olması, şiddete dayalı devrim fikrine ve geçmiş süreçteki devrimci pratiğe saldırıları daha da kapsamlı bir düzeye çıkarmıştır. Bu nedenle, devrim düşüncesinde, devrimci zorun işçi sınıfı ve emekçi milyonla rın sömürücü burjuvaziyi politik iktidardan uzaklaştırmak ve kendi devrimci iktidarını kurmadaki tayin edici rolünü savunmakta ısrar eden, konjonktürel siyasal dizilişte azınlıkta olan devrimci ve komünistler dışında A. Öcalan’ın “demokratik barış” stratejisini destekliyorlar. Ama yine de temkinlidirler. Süreçten nelerin çıkacağını tam kestiremedikleri için ihtiyatlı adımlar atıyorlar. A. Öcalan’ın İmralı’da yaptığı “savunma” ve bu “savunma”da ve daha sonraki tamamlayıcı açıklamalarda ileri sürdükleriyle, tarihteki bütün devrim yenilgilerinden sonra geçmiş pratiğinin devrimci yanını inkar etmek için yapılan bütün çıkarsamalar özde ve/ ayrıntılarda tam bir özdeşlik gösteriyor. A. Öcalan’ın söylediklerinin hiçbiri yeni değildir. Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra ahkam kesen küçük-burjuva şarlatanlar yılgınlık içinde “önceden görmek kolaydı... silaha sarılmamak gerekirdi” diye bağırıyorlardı. Proletaryanın büyük öğretmeni Karl Marks ise, “işçi Paris Komünü ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının soylu yüreğinde yaşayacaktır. Cellatlarıysa tarih, daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çivilemiştir. ” (Fransa’da İç Savaş) diyecektir. A. Öcalan’ın “İmralı Savunması” stratejisi, “Kürt sorunu”yla ilgili olarak ortaya koyduğu “yeni teorik ve politik temeller”den önce dünkü pratiğinin devrimci yönlerini lanetlemekle işe başlıyor. “ikiyüz yıldır yaşanan başkaldırı ve isyan ve buna karşı bastırma ve inkar” gibi bir betimlemenin Marks’ın Paris Komünü yenilgisinden sonra sergilediği tavırla değil, “silaha sarılmamak gerekirdi” diyen geleceğe dair iyimserlik umutlarını bütünüyle yitiren kampın yaklaşımıyla tam da üst üste geliyor. O, önce kimin haklı kimin haksız sorununu, bütün kendi öncelleri gibi anlaşılmaz ve seçilemez hale getiriyor. Aslında bu, “iki yüzyıl”lık inkar ve imha politikalarını ve sömürgeci ilhakı aklamaktır. İlerde ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz gibi, “İmralı Savunması”nda ve sonrasındaki bütün “yeni açılımlar” ve “demokratik çözüm tarzı” Kürdistan devriminin yenilgisinin ilan edilmesinin ardından onun geçmiş pratiğinin devrimci yanlarının reddedilmesi üzerinde inşa edilmiştir. Yapılan bir dizi laf kalabalığı da bunu gizlemek içindir. Demokratik devrimimizi yaptık, sıra toplumsal devrimde ve “demokrasinin eşsiz çözümleyiciliğindedir” demek, devrim düşüncesini toprağa gömmenin demagojik bir örtüsüdür.

Abdullah Öcalan bıkmadan, usanmadan sömürgeci burjuva egemen sınıflara ve onların devletine, devletin temel kurumları olan bürokrasi ve ordusuna demokratik davranırlarsa, cumhuriyetlerini ne kadar demokratikleştirirlerse, o kadar çok geleceği kazanmış olacaklarını anlatıyor. Yüzyıllardır devam eden politik zoru kaldırırlarsa bütün sorunları çözülür, ortadan kalkar tarzı demokrasi dersi (!) vermeye devam ediyor. A. Öcalan, sanki Türk egemen sınıfları bir gün sabah uykudan uyandıklarında, kendilerini, Türkiye işçi sınıfı ve emekçi milyonlarının başında, devlet iktidarında yine hemen elinin altında sömürge kocaman bir Kürdistan bulmuşlar gibi bütün tarihteki dünya reformcuları gibi sorunu ele alıyor. Sömürgeciliğe “çıplak politik zor”u kaldırırsan kardeş gibi yaşarız diyor. Böyle olunca da “zor”un her çeşidi, kimin ona başvurduğuna bakmaksızın lanetleniyor. Bu tartışmada bir ölçüde gerilere gitmekte, Engels ile Eugen Dühring arasındaki tartışmayı anımsatmakta yarar var. Zorun “tarihsel olarak temel unsur” olduğu “ekonomik bağımlılık kerteleri yalnızca sonuçlardır ya da özel durumlardır” tezi Eugen Dühring’in temel tezidir. Engels, Marks’a da dayanarak bu idealist ve politik olarak reformist saçmalığı çürütüyor. Engels, “Demek ki bugünkü haliyle mülkiyeti, zora dayalı mülkiyet diye adlandırmakta ve onu kökünde yalnızca öbür insanların doğal geçim araçlarının kullanımından dıştalanması değil, ama daha da önemlisi, kölece iş yaptırmak üzere, insana boyun eğdirilmesi yatan egemenlik biçimi olarak nitelendirmekle, bay Dühring tüm ilişkiyi tepetaklak etmektedir. Kölece iş yaptırmak üzere insana boyun eğdirilmesi, bütün biçimlerinde, boyun eğdiren kimsenin, onlar olmadıkça bağımlı hale konulan kişiyi çalıştıramayacağı iş emek aletlerine sahip olmasını ve kölelikte ise, buna ek olarak kölesini hayatta tutmasını mümkün kılan geçim araçlarına sahip olmasını şart koşar. Bu yüzden de her durumda, ortalamanın üstünde belli bir miktar mülk sahipliğini şart koşar... ” (Tarihte Zorun Rolü, sf 25, 26) Engels, kendi teorisini 1850’lerden sonraki Almanya’ya uyarlıyor. Bütün çatışmaların nedenlerini betimliyor. Ayrıca tarihte yaşanmış bütün savaşların, dünyanın zenginliklerini mülk edinmek ve tüm politik ilişki biçimlerinin de bunları korumak için düzenlendiğini kanıtlıyor. Bunun tartıştığımız sorunla doğrudan ilişkisi; A. Öcalan’ın Türk egemen sınıflarının bugünkü sömürgeci inkar ve imha politikalarının neyin korunması için ısrarla devrede tutulmak istendiğinin üstünden atlayarak, ona bir açıklık getirmeden gizleyerek sömürgeciliğe, “inkar politikası çıkmazı derinleşmektir” demesindedir. Türk egemen sınıfları bir gün sabah uyandıklarında Kürdistan’ı kendi sömürgeci egemenlikleri altında bulmadılar. Kürdistan’ın ekonomik ve siyasal olarak sömürgecileştirilmesinin uzun bir tarihi geçmişi vardır. Bugünün işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisi, Türkiye ve Kürdistan’da nüfusun ezici bir çoğunluğunu üretim araçlarından dıştalamış, üretim araçlarını özel mülkiyetine almış durumdadır. Bunun bir tarihsel ve toplumsal gelişme seyri içinde oluştuğunu kimse inkar edemez. Ülkenin madenleri, toprakları, fabrikaları bir avuç sömürücünün elinde toplanmıştır. Bunları baldırı çıplak işçi ve emekçi milyonlarının “gadrinden” korumak için, bir zor aygıtı olan devlete gereksinim, bir zorunluluk olmuştur. Bu noktadan sonra, “politik eylemlerin, devletin şaşaalı icraatının tarihte belirleyici olduğu ” (Engels) düşüncesine kadar ilerleyebilirsiniz. O nedenle, belli bir tarihsel süreç içinde ekonomik olarak sömürgeleştirilmiş ve çıplak zorla elde tutulan Kürdistan ve halkı üzerindeki politik zorun kaldırılması demek, zorun koruduğu şeylerin de kaybedilmesi demektir. Dolayısıyla Kürdistan-Türk egemen sınıfları ilişkisini, onların hangi politikayı isteyip istememelerinin çok ötesinde bu tarihsel ve toplumsal gerçeklikte aramak çok önemlidir. Şu ya da bu politikayı izlemek, devlet içindeki kliklerin niyetleriyle ilgili bir şey değildir. Sorunun bu keyfi konuluşu, isyanları da bunları bastıranları da birbiriyle ilişkilerini onların niyetleriyle açıklar ve ikisine de günahları paylaştırıyor. Her iki tarafın uyguladığı şiddet de, görüngüsü olduğu temelden koparılır ve lanetlenir. Bundan sonra ona bulaşılmaması istenir.

Marksist- Leninist kuram ve onun diyalektik yöntemi karşısında A. Öcalan nasıl bir yaklaşım sergiliyor sorunu, bu tartışmanın dışındadır. A. Öcalan’ın bilimsel sosyalizm ve onun sınıflar savaşı öğretisini kendisinden çok uzakta tuttuğunu, sosyalizm diye bir iddiasının olmadığını biliyoruz. Marksist Leninist argümanlarla konuşmak ona göre çağın gereklerinin dışında tartışmak, zaman tünelinde kalmaktır. Devrim düşüncesinde ısrar etmekse ona göre “30’lu-40’lı yılların kavramlarıyla konuşmak”mış. Onun için “Devrimcilikte çakılıp kalmak, karşıdevrim kadar her tür tutucu bürokratizme saplanıp kalmaktır da ” (savunma) diyecek kadar açıktan “devrimcilik” karşısında konumlanabiliyor. O nedenle Marksizmin sorunlara yaklaşımıyla tartışmak, yani işçi sınıfının yerinde durarak konuşmak A. Öcalan’ın geliştirdiği “demokratik çözüm projesi”nde sömürgeci sistemle mücadele arayanların, burada devrimcilik var diyenlerle tartışmak içindir. Hâlâ devrim ve sosyalizm diyebilenlere, burada koyu ve çıplak bir sınıfsal işbirliği olduğunu anlatmak ve ispatlamak için sosyalizmin bilimsel öğretisi ve devrim fikri, temel referans noktamızdır. O nedenle kimse A. Öcalan ve PKK komünist midir ki, bilimsel diyalektik yöntem temel alınarak tartışılıyor demeye kalkmamalıdır. Örneğin, “politik ilişkilerin biçimlenmesi tarihsel olarak temel şeydir ” diyen Eugen Dühring zor eylemini “mutlak kötülüktür” ve bu yöntem bütünüyle kirlidir, ona başvuran herkes kirlenecektir, “bütün doğal ve toplumsal yasaların bu şeytani güç, zor tarafından boğulması ”dır (Engels) dediğinden Engels, zora ilişkin olarak şunları tekrarlamak durumunda kalmıştır. “Oysa bu zor, tarihte başka bir rol, devrimci bir rol de oynamış; Marks’ın sözleriyle, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir; toplumsal hareketin, sayesinde kendine yol açtığı ve ölmüş, fosilleşmiş politik biçimleri darmadağın ettiği aletmiş- bütün bunlardan bay Dühring’te tek söz bile yok. Bay Dühring, ekonomik sömürü sisteminin devrilmesi için zorun belki de -ne yazık ki -gerekli olacağını, ancak, ah vah ederek kabul eder- çünkü her zor kullanımı, inan olsun onu kullananın ahlakını bozar. Ve bu her utkun devrimin getirdiği büyük ahlaki ve manevi gelişmeye karşın söylenmektedir. Ve bu -aslında ahlaka belki de zorla kabul ettirilecek- sert bir çatışmanın, hiç olmazsa otuz yıl savaşlarının utancının bir sonucu olarak, ulusal bilince işlemiş olan kölelik ruhunun kökünün kazınması yararını sağlayacağı Almanya ’da söylenmektedir. Ve bu -cansız, yavaş ve aciz- vaiz zihniyeti, kendini tarihin gördüğü en devrimci partiye zorla kabul ettirme sevdasında! ” (Tarihte Zorun Rolü, sf. 52, Sol Yay.) Evet A. Öcalan’ın partisi tarihin gördüğü “en devrimci parti” değil kuşkusuz. Ama o şiddete dayalı devrim fikrinin kirlendiğini partisinin devrimci yurtsever tabanına, bütün Kürt halkına ve Türkiye devrimcilerine empoze etme sevdasındadır. O, bütün bir tarih boyunca, devrimci zorun ya da şiddete dayalı muzaffer devrimlerin yaptığı büyük “ahlaki ve zihinsel atılım”ları gölgelemek, Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimcilerin gözünde düşürmek için sistemle tam bir uyum içinde tezler ve politikalar geliştiriyor. Görüyoruz ki Engels, bir idealist olan ve hiçbir zaman devrimci diyalektik yöntemi kavramamış, onu uygulama yeteneği gösterememiş Eugen Dühring’i Marksist öğretinin ve onun diyalektik yöntemi silahıyla vuruyor, red ve mahküm ediyor.

Gerek uluslararası ölçekte ve gerekse de Türkiye ve Kürdistan’ın ilerici-devrimci kesimlerinde olsun, sağ ve sol liberal cenahta olsun, üzerinde tartışılan şeyler, A. Öcalan’ın söylediklerinin yenilikleri değil. Her kesim kendi politik erekleri açısından söylenenlerle ilgileniyor. Türkiye ve Kürdistan’ın bütün dünya reformcusu kişi ve politik odakları, ha gayret diye avuçlarını ovarak PKK’nin ne zaman tam tekmil ve bütün maddi ve manevi devrimci silahlarıyla gelip sömürgeci faşist TC’ye teslim olacaklarının heyecanını yaşıyorlar. O nedenle soruna çok yakından ilgilidirler. Türk egemen sınıflarının bütün klikleri, bu gidişi hızlandırmak için soruna değişik düzeyde ilgi gösteriyor ve gündemde tutmak için büyük gayretler gösteriyorlar. Devrimciler ve komünistler birleşik devrimimizin bir ileri siperi düştüğü/ düşürüldüğü için bunun kendisine getireceği zorlukları gerçeğe yakın olarak tanımlamaya ve değişik boyutlarda ortaya çıkan sonuçlardan dersler çıkarmak görevleri açısından söylenen ve ileri sürülenlerle herkesten çok daha ilgilidirler. En sonun da, günümüz koşullarında bölgede emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı onbeş yıl savaşmış bir devrim düzeyini yakalamış bir ulusal kurtuluş hareketi sömürgeciliğin raylarına oturtuluyor ve yine buna da “devrimimizi yaptık” deniyor. Herkesin sorundan çok bahsetmesi ve ilgilenmesi için fazlasıyla neden vardır.

Abdullah Öcalan’ın “İmralı Savunması” yirminci yüzyılda burjuva demokrasinin zaferini, günümüz “Sosyalist Enternasyonal”i içinde yer alan kapitalist emperyalist ülkelerde iktidarda olan tekelci burjuvazinin parti temsilcilerinden daha büyük bir cesaretle ilan ediyor. Sınıfsal özünden koparılmış, soyut ve ne olduğu belirsiz hale getirilmiş, ama son tahlilde burjuvazi için sömürü özgürlüğü olduğu açık olan bir “demokrasi” tanımı yapıyor. “Demokrasi yüzyılın sonunda tam zaferini ilan etmesi, tekniğin, üretimin bu en muazzam çağında nedensiz olmayıp demokratik sistemin mekanizmalarıyla yakından bağlantılıdır. Toplumları, dolayısıyla bireyleri, hiçbir sistem kendi doğallığında bu kadar açığa çıkarmamış ve yaratıcı kılamamıştır. Gücünü özgürleştirmeden alır. Basit ve zor gelişir. Ama sonuçlarının en hızlı ve güçlü görünen rejimden daha güçlü olduğu günümüzde tamamen kanıtlanmıştır. ” (Savunma) Görüldüğü gibi göklere çıkarılan demokrasi, 1917 büyük Ekim Devrimi’yle SSCB kurulan proletaryanın devrimci iktidarı altındaki toplumun büyük çoğunluğu için geçerli olan sosyalist demokrasi değil. Bir dizi Doğu Avrupa ülkesinde kurulan halk cumhuriyetleri de değil. Zaten A. Öcalan bunların hepsini, “...faşist totaliter diktatörlükler”, “reel-sosyalist totaliter” rejimler olarak tam tamına özdeşleştiriyor ve mahkûm ediyor. Burjuva demokrasisi altında, devrimci ve sosyalist iktidarlar altındakinden çok daha yaygın olarak “toplumlar”ın ve “bireylerin gelişme olanakları” gelişkinmiş. Sömürü, imtiyaz ve sınıfsal ayrıcalıklar üzerine kurulu bulunan kapitalist toplumlardaki bir avuç sömürücü burjuva kapitalist sınıf için geniş demokrasi olan, ezilen ve sömürülen çoğunluk için egemenlik aracı olan sistemler “gücünü özgürleştirmeden alır” diyebiliyor. Bu burjuva sistemler kimi özgürleştiriyor? İşçi sınıfının fertlerinin iş güçlerini özgür bir şekilde istedikleri kapitaliste satmasına mı “özgürleştirme” deniyor? Bir ülkede, üretim araçlarının mülk edinme biçimi özelse, yani üretim araçları bir avuç burjuva sömürücü sınıfın özel mülkiyetinde toplanmışsa, bütün toplum fertleri nasıl olur da bu durum karşısında eşit olabilirler. Bu, tam bir saçmalık ve safsatadır. Devletin, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin “özel bir baskı erki” olduğu herkes çe kabul edildiğine göre, demokrasi de devletin politik biçiminden başka bir şey değildir. Daha 1870’lerde Alman Sosyal Demokratları “Özgür Halk Devleti” formülasyonunu programlarına koydular. Lenin, buna “Demokrasi kavramının küçük-burjuva tumturaklı bir biçimde yeniden yazılması dışında bu şiarın herhangi bir politik içeriği yoktur” diyerek alay ediyordu. Bu demokrasi tanımlama sının, “burjuva demokrasini şirin göstermekle kalmadığını”, “aksine her türlü devletin sosyalist eleştirisinin tanınmamasını da ifade ediyor” diye ekliyordu. A. Öcalan’ın “zaferini ilan etmiş” “demokrasi”si, Alman Sosyal Demokratları’nın “Özgür Halk Devleti”ne de benzemiyor. O, İngiltere Başbakanı Tony Blair, Fransa Başbakanı ve Sosyalist Parti lideri Jospin, İtalya Başbakanı Massimo D’Ale- ma, Portekiz Başbakanı Antonio Guterres, Arjantin’in yeni devlet başkanı Fernando De La Rua’ların demokrasilerinin aynısıdır. Bütün bu ülkelerdeki yoğun bir sınıfsal sömürü, her geçen zaman artan yoksulluk, her gün artan oranlarda büyüyen işsizlik, bu demokrasilerin, bu devletlerin en büyük erdemleridir. A. Öcalan, “demokratikleşmeyi beceren devrimler ise, en kalıcı yaratıcı gelişmeyi ortaya çıkarabilmişlerdir” (Savunma) demektedir. Bu söylenenler, Kürdistan devriminin sömürgeci TC’ye dahil olması için söylenmiyorsa (burada daha çok Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin şiddete dayalı devrim düşüncesinden arınması gerektiği işleniyor) şimdi sözde sosyalist ya da (D’Alema gibi) komünist partilerin hükümet olduğu Fransa, İngiltere, İtalya, Portekiz, Yunanistan, Almanya gibi kapitalist, emperyalist ülkelerde devrimler olmuş(!). Onlar, sonradan “demokratikleşmeyi becerdikleri” için, büyük işçi-emekçi yığınları için “kalıcı, yaratıcı gelişme”ler kaydetmişler! Kapitalist emperyalizmin, sömürü ve bütün sınıfsal ayrıcalıkların en iyi ve en rafine kutsanması buna denir.

Serbest rekabetçi dönemde hâlâ feodalizme ve feodal aristokrasi karşısında kapitalizmin tarihsel olarak ilerici boyutunu bütünüyle tüketmediği koşullarda Marks ve Engels’in devlet sorunundaki yaklaşımlarını yorumlayan Lenin; “Biz kapitalizm koşulları altında proletarya için en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız, ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile, ücretli köleliğin halkın kaderi olduğunu unutmamalıyız. Devamla. Her devlet ezilen sınıfa karşı ‘özel bir baskı erkidir. ’ Bu yüzden her devlet ne özgürdür ne de halk devletidir. ” (Devlet ve Devrim, İnter Yay., sf. 28) A. Öcalan’ın bahsettiği “zafer kazanmış demokrasi”, burjuvazinin ilan edilmiş ve sarsılması olanaklı görülmeyen ve Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez işçi ve emekçileri için ücretli kölelik, sömürü ve politik baskı değil de nedir? Günümüz kapitalist emperyalist burjuvazisi tarafından adı “küreselleşme” olarak değiştirilen emperyalizmin, “demokrasiden siyasi gericiliğe değişim” olduğunu, kapitalizmin ve genel olarak toplumların gelişme yasalarını öğrenmiş yeni öğrenciler dahi biliyorlar. O halde şu ne anlama geliyor: “Günümüz demokrasileri, ...faşizmin total amansız diktatörlüğüyle, zıt yöndeki reel-sosyalizmin, totaliter rejimlerine karşı direnerek, yüzyılın sonunda kesin zaferini ilan etmiştir. ” (Savunma) Görüyoruz ki, A. Öcalan demokrasisi, işçi sınıfı ve ezilen sömürülen emekçi milyonların bir avuç sömürücünün elinde tuttuğu üretim araçlarına zor yoluyla el koymasına ve onların mülksüzleştirilmesine ve eski konumlarını elde etme girişimlerini aynı “zor” yöntemiyle bastırmasına ve kendi devrimci iktidarını güvencelemesine çok rahatsız. Ezilen sınıfların kendisi için geniş demokrasi, ezen ve sömüren küçük bir azınlığın özel mülkiyet ve sömürü hakkından mahrum etmesine de “zıt yöndeki totaliter rejim” diyor.

Lenin ve Bolşeviklerin önderliğinde gerçekle şen devrim ve ardından proletarya iktidarı altında kesinti siz bir biçimde sürdürülen toplumsal inşa ve sosyalizmin, (A. Öcalan, bu dönemle bütün sonrası dönem arasında hiçbir ayrım yapmıyor. Her iki dönemi de, totaliter faşizmle benzeştiriyor ve hepsine sosyalist- sistem diyor) Kruşçev’le başlayarak adım adım kapitalizme dönüştürülmesine “demokrasinin büyük zaferi” (Savunma) demektedir. Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeleri takip eden, ortalama tarih bilgisine sahip olan her devrimci, Brejnev’in başında bulunduğu sosyalizm maskeli Sovyetler Birliği ile ayyaş Boris Yeltsin’in Rusya’sı arasında burjuva demokrasi açısından niteliksel bir fark olmadığını bilir. Ayrıca her iki dönemde de toplumun işçi ve emekçi kesimleri için gözle görülür bir demokrasinin de uygulanmadığı sır değildir.

Abdullah Öcalan, İmralı savunmalarında, sınıflar üstü bir demokrasi tanımı geliştirdi. 20. yüzyılın sonunda, geliştirdiği ve hangi sınıf ve tabakalara hizmet edeceği (özünde burjuvazinin sömürü özgürlüğü olan) belli olmayan demokrasinin zaferini ilan etti. Hem genel ve tarihsel ve hem de güncel siyasal sorunlara bu bakış açısıyla “çözüm” önerileri geliştirdi. Bunları yaparken, vermeye çalıştığı görüntü, söylediklerini bugüne değin hiç kimsenin söylemediği, dünya ölçeğinde yeni söylendiği düşünceler ve açılımlar oluyor. O da, hemen kendi bütün öncelleri gibi 1990’lı yıllarda modern revizyonist sistemin çözülüşüne ve bütünüyle çöküşüne uzanıyor. Revizyonist kapitalist Sovyetler Birliği toplumunun 1989 yılında Gorbaçov önderliğinde bütün yapısal özellikleriyle ortaya dökülmesi, üzerindeki bütün gizleyici örtü ve söylemi kaldırıp atmasından, emperyalist kapitalizmin üstünlüğü ve yengisini açık olarak ilan etmesini kendi bütün teorilerinin çıkış noktası yapıyor. Buradan işe başlayarak; “90’lı yıllardan itibaren, sosyalist sistemin çözülüş ve demokrasiye dönüşümüyle, demokrasinin büyük zaferi aslında daha başlangıcındadır... ” (Savunma) dedikten sonra, bu demokratikleşme sürecinin ağır ve sancılı yürümesinde “...Bir yerde de diğer sistemlerin güçlü kalıntıları”nın sürekli olumsuz etkilerde bulunduğunu ekleyerek, demokrasinin hızla gelişmesini sosyalizmin, sosyalist sistemin (A. Öcalan SB ve D. Avrupa ülkelerini 1989 öncesini sosyalizm olarak değerlendiriyor) engellediğini iddia ediyor. Bu salt bir iddia değil, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki kutuplaşmada ve çatışmada bir taraf olmayı da ilan ediyor. Açıkça kapitalizm tarafında olduğunu söyleyerek hem ideolojik-politik safını belirliyor hem de başta ABD olmak üzere emperyalist burjuvaziye, işte “tarihsel rolümü” oynuyorum diyerek sevindirici ve rahatlatıcı mesajlar veriyor. O, ABD Başkanına “sosyalist sistemin çözülüşüne ne kadar sevindiğini, bu durumu nasıl açıkça alkışladığını ve övdüğünü” göstererek, kendisine biçilen işlevi yerine getiriyor.

Abdullah Öcalan’ın, 17. ve 18. yüzyılda gelişmeye başlayan ve 19. yüzyılda hız kazanan ve 20. “yüzyılın sonunda kesin zaferini ilan eden” “demokrasi”si, günümüzde nasıl bir devlet yapısına tekabul ediyor? Kimin ve kimler için demokrasidir sorularının özü bütünüyle karartılıyor. Demokrasi aynı zamanda bir devlet değil midir? Bu, Marksist-Leninist devlet teorisinin abc’sidir. Sınıflar üstü bir devlet olmadığına göre, olmayacağına göre ne menem şey olduğu belli olmayan sınıflar üstü bir demokrasi de olamaz. A. Öcalan’ın içeriğini boşaltarak revize ettiği ve öve öve yere göğe sığdıramadığı “demokrasi” üzerine geçmişte yapılan tartışmalara bakmakta yarar vardır. Zira bugün yerküreye hegemonya kuran, hegemonya kurmak için birbirileriyle boğazlaşan ve sonunda yaşamı işçi sınıfı ve ezilen halklara çekilmez hale getirenlerin hepsi tam bir demokrasi havarisidirler. Lenin, devlet ve demokrasi üzerine yapılan tartışmalara ilişkin olarak 1917’de Marks-Engels’i yorumlarken “... Engels, ‘toplum adına üretim araçlarına (devlet tarafından) el konması’ndan sonraki, yani sosyalist devrimden sonraki dönemle ilgili olarak, çok açık ve kesin bir biçimde ‘sönüp gitmekten’ ve -hatta daha renkli ve canlı biçimde- ‘uykuya dalmak’tan söz eder. Bu dönemde ‘devlet’in politik biçiminin en tam demokrasi olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat Marksizmi utanmazca tahrif eden oportünistlerin hiçbirinin aklına, Engels’in burada demokrasinin ‘uykuya dalması’ ya da ‘sönüp gitmesinden söz ettiği gelmiyor. Bu ilk bakışta çok tuhaf görünüyor. Fakat bu sadece, demokrasinin de bir devlet olduğunu ve böylece devlet ortadan yok olunca demokrasinin de ortadan yok olacağını düşünmemiş olanlar için ‘anlaşılmaz’dır. Burjuva devleti ancak devrim ‘ortadan kaldırabilir’. Genel olarak devlet, yani en tam demokrasi, sadece ‘sönüp gidebilir.” (Devlet ve Devrim, sf. 27. İnter yay) dediğinde Lenin, çok parlak ve açık bir biçimde demokrasinin de devlet gibi sınıfsal özüne işaret ediyor. Ama A. Öcalan, Türkiye ve Kürdistan’daki “cahil”leri kandırmak için bunu egemenler için gizliyor.

İmralı savunmaları, 17. yüzyılda gelişmeye başlayan demokrasinin hiçbir yerde oyalamadan hep geliştiğini iddia ederken yalnızca kapitalizmi ve sömürüyü savunmakla kalmıyor. Artan sınıfsal farklılaşmayı, kapitalizmin tekelleşmesini ve kapitalist sömürünün katmerleşmesini de kutsamış oluyor. 17. yüzyıldan günümüze kadarki savaşları ve bu savaşlarda insanlık ailesinin verdiği büyük kayıpların hangi nedenlere dayandığını da gizliyor. Bir toplumun hayat koşullu olan uzlaşmaz sınıf karşıtlığını reddediyor. Dolayısıyla, tekelci kapitalizmin, emperyalizmin üst yapısının “demokrasiden siyasi gericiliğe” doğru mutlak bir “değişim” olduğunu, başaşağı ederek demokrasinin gelişimi olarak Kürt işçi ve emekçi milyonlarına sunuyor. Bahsedilen bütün bu tarihsel ve toplumsal süreçlerde ki “toplumsal üretim sistemleri”ndeki bütün toplum bireylerinin, üretimde işgal ettikleri yer hep birbirinin aynı mı olmuştur? Bu toplum bireylerinin üretim araçları karşısındaki konumları, üretimin toplumsal örgütlenmesi içindeki rolleri eşit mi olmuştur? Bütün toplum bireylerinin, toplumsal zenginlikten aldıkları pay eşit ve adil mi olmuştur? 17. yüzyıldan başlayarak her gün daha çok geliştiğini ve 20. yüzyılın sonunda “kesin zaferini ilan etmiştir” demokrasi dediğinde A. Öcalan bütün bu sorulara da olumlu yanıt vermiş oluyor. Dolayısıyla “yüzyılın sonunda”, dünya ölçeğinde ezilenle ezen, sömürülen ve sömüren diye ayrılan “geniş insan grupları” da ortadan kalkmıştır. Devrimler olmadan sömürücü sınıfların iktidar erki, devlet devrimle parçalanmadan toplumların bütün fertleri kardeş kar deş birlikte üretir ve eşit şekilde bölüşür olmuşlardır! Eğer böyle değilse üretim araçlarının mülkiyetini kendi tekelinde toplayan, toplumsal üretimdeki payını her geçen gün artıran ve bunu toplumun diğer fertlerinin her geçen gün yoksullaşması, açlık ve sefaletin eşiğine dayanmaları pahasına gerçekleştiren kapitalist ve emperyalist tekelci burjuvazinin toplumun ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakalarına kendilerine karşı örgütlenme ve mücadele etmelerine gerçekten “özgürlük” adımı olarak tanıdığını ve sonuçta burjuvazinin sömürüye doyduğunu söylemesi açık olarak söylemesi gerekiyor. Bugün 6 milyar dünya nüfusu içinde 200’e yakın çok uluslu tekel, bütün dünya ekonomisini elinde tutuyor. Dünyanın egemenliğini elinde tutan bir avuç tekelci sermayedar üretimi uluslararasılaştırırken dünyanın pek çok bölgesindeki sanayi dallarını yıkıyor. Artık kitlesel işsizlik bir kural haline gelmiştir. Yalnız Avrupa’da işsiz sayısı 50 milyondur. Dünyada işsiz sayısı 800 milyon olduğu tahmin ediliyor. 200 bin çocuk vahşi kapitalizmin sömürüsü altında can çekişiyor. Her yıl dünya çapında 30 milyon insan açlıktan ölüyor. FAO’nun verilerine göre 800 milyon insan açlık sınırlarında yaşıyor.

1960’da dünya nüfusunun en zengin 20’sinin geliri, en fakir % 20’sinin gelirinin % 20 katıyken, bugün bu fark 82 misli artmıştır. Bu, sınıfsal farklılaşmadaki büyük artışı, zenginleşmeyle yoksullaşmanın hızlı yükselişinin göstergeleridir. 6 milyar dünya nüfusu içinde 500 milyon insan refah seviyesinde yaşarken, 5,5 milyar insan yoksulluk ve sefalet içinde yaşıyor. Bugün dünya nüfusu içinde 248 kişinin yıllık geliri 2,6 milyar kişinin yıllık gelirini aşıyor. Bunun anlamı dünya nüfusunun % 45’inin yıllık toplam geliri 358 kişinin yıllık gelirinin altında demektir. Son yüzyıl boyunca emperyalist burjuvazi çılgınca bir silahlanma yarışındaydı. Silah üretimi ve ticareti devasa boyutlara ulaştı. İnsanlık ailesi iki emperyalist dünya savaşına, onlarca bölgesel savaşa tanıklık etti. Önceki yüzyılları bir yana bırakın 20. yüzyıldaki emperyalist hegemonya savaşlarında milyonlarca insan yaşamını yitirdi. İnsansal yabancılaşma inanılmaz boyutlara ulaştı. Dünya fuhuş pazarında 2 milyon çocuk var. Kısaca kapitalizm toplumu çürütüyor. Bugün Türkiye’de 8 milyon insan açlık sınırında yaşıyor. Nüfusun % 20’sinin milli gelirden aldığı pay % 55’ken, en yoksul % 20’sinin aldığı pay sadece % 5’tir. Bu uçurum her geçen gün artıyor. Bugün dünyada hangi ülkenin durumuna bakarsak bakalım benzer manzaralarla karşılaşacağız.

Bugün gerek dünya genelinde gerek tek tek ülkeler bazında sınıfsal sömürü ve yoksulluk her gün bu denli artarken, her ülkede nüfusun yarısına yakını yoksulluk içindeyken, nasıl oluyor da toplumsal üretimdeki zenginlikten bir ülke nüfusunun % 20’si, % 55 pay alacak, ama demokrasi denilen şey de, dünya ve ülke nüfusu içinde eşit paylaşılacak. Demokrasinin kimler için “zaferini ilan ettiği” burada çok açık değil mi? Eğer “demokrasi zaferini ilan” etmişse, bu, ancak dünyadaki toplumsal üretimdeki zenginliğini % 50’si- ne yakınına zorla el koyan 358 dolar milyarderi için ilan etmiştir. Eğer demokrasi bu 358 uluslararası emperyalist tekelci için demokrasi ve bunların yıllık servetinin kendilerinkiyle karşılık düştüğü 2,6 milyar kişi için tam bir diktatörlük olmasaydı, bu 2,6 milyar insan nasıl kendi sefaletlerini kendi kaderleri olarak kabul eder ve bu eşitsizliğe boyun eğerdi. Her ülkede artan oranda büyüyen sömürü, yoksulluk ve sınıfsal farklılaşma, koyu ve gerici faşist siyasal bir baskıyı da birlikte koşulladığı zaman devam edebilir. Ekonomik sömürü ve sınıfsal farklılaşmanın kaçınılmaz yansıması olan politik “zor aygıtı”, devletten başka bir şey değildir. Bu devlet, üretim araçlarını özel mülkiyetinde tutan toplumun toplam nüfusu içindeki bir avuç azınlığın devletidir. Dolayısıyla bu bir avuç için demokrasi, çoğunluk üzerinde de koyu bir siyasal gericiliktir, diktatörlüktür. Demokrasi kavramını “emek ve sermaye” antitezi dışında kurgulamak, bütün bu sınıfsal sömürü ve farklılaşmaları gizlemek, bütün bu adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ve politik vahşeti onaylamaktır. Emperyalist kapitalizme, uluslararası burjuvaziye ve tek tek ülkelerdeki işbirlikçilerine bundan daha büyük bir destek olamaz. Dünyanın zenginliklerini elinde toplayan ve 5,5 milyar insanı açlığa iten çok uluslu tekeller, bu propaganda ve propagandacılarının sundukları büyük hizmetler sayesinde dünya üzerindeki saltanatlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Lenin, 20. yüzyılın başında, “bu yeni ekonominin tekelci kapitalizmin (emperyalizm, tekelci kapitalizm) üst yapısı demokrasiden siyasi gericiliğe değişimdir” dediği zaman, sermayenin yoğunlaşması ve genelleşmesi (uluslararasılaşması) ulusal ekonomileri dağıtma ve çökertme düzeyi, yukarıdaki tablo düzeyinde değildi. Bu tablo, Marksist- Leninist analizin açık bir doğrulanmasıdır. Demokrasinin sömüren- sömürülen, ezen- ezilen bütün sınıf ve tabakalar için “zaferini ilan” ettiğini söylemek tekelci kapitalizmin, emperyalizmin gelişme yasalarını çarpıtmak, onun sömürgeci, soyguncu yağmacı ve baskıcı özünü gizlemektir. Her devlet, egemen olan sınıfın devleti, her demokrasi de egemen sınıf ya da sınıflar için geniş ve yoğun bir demokrasi, egemenlik altında yaşayan sınıf ve kategoriler için bir siyasal gericiliktir, baskıdır.

Mülksüzlük ve mülkiyet ilişkilerine bölünmüş toplumlarda, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel niteliği koşullarında ege menlik aygıtı olarak devlet, ya da böyle bir ekonomik toplumsal düzenin üst yapı şekillenmesi olarak demokrasi, bir avuç sömürücü ve imtiyazlı için yaygın ve yoğun özgürlük, ezilen ve sınıfsal baskı ve sömürü altında yaşayanlar için ücretli kölelik demektir. Marks Engels, Alman İdeoloji’sinde; “toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen manevi güçtür de, maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildirler, egemen düşünceler fikirler biçiminde kavranan maddi egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler, başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler... " (A. İde., Sol Yay, sf 79-80) biçimimdeki özlü düşünce ve bilimsel çözümlemeleri, tartıştığımız sorunla ilgisi iki açıda önemlidir. Birincisi, bütün kavram ve kategoriler gibi demokrasi kavramının da sınıflar üstü ya da toplumun egemen maddi gücü olan sınıf ve sınıflarla egemenlik altında olan sınıf ve sınıflar arasındaki uyumu elde eden bir şey olmadığını açık ve net kanıtlıyor. İkinci ve daha önemli olan “20. yüzyılın sonunda demokrasi kesin zaferini ilan etmiştir” (A. Öcalan, Savunma) propagandası, dünya ölçeğinde egemen maddi güç olan, bütün üretim araçlarını, (zihinsel üretim araçları da içinde olmak üzere) özel mülkiyeti altında tu tan egemen sınıfların “egemenliğinin fikirleridirler”. Egemen sınıf olarak burjuvazi, kendi sömürücü ve sınıfsal ayrıcalıklarına dayanan kapitalist toplumun, egemenliği altında tuttuğu geniş işçi ve emekçi yığınlara ebedi olduğunu anlatmak için zihinsel üretim yapan “bilginler”e ihtiyaç duymakta ve yetiştirmektedir. Burjuvazinin fikir üreticileri “kendi çağlarının düşüncelerinin üretimini ve dağıtımını yaparlar”. Bu çağın ya da 20. yüzyılın en başta gelen egemen fikirlerinden en temel olanlardan biri de demokrasi kavramını “yeni den tanımlamak” aldatmacası ve bunun sonucu olan demokrasinin üstün erdemlerinin burjuva propagandasıdır. Yani demokrasi, tekelci burjuvazi ve onun “bilgin”leri tarafından tam bir “sonsuz yasa” olarak ilan edilmiştir. Burjuvazinin yoğun sömürü yapma özgürlüğü olan bu demokrasi tanımlaması bugün egemen düşüncedir. Marksist kuramı, günlük dünyayı anlamanın ve değiştirmenin silahı, aracı olarak kullanamayanlar bu egemen düşünce zemininde durmaktadırlar.

Bakın A. Öcalan bu egemen düşüncelerin, dünya işçi sınıfı ve ezilen sömürülen ve politik baskı altında kıvranan emekçi sınıf ve tabakaların üstüne “üretilmesine ve dağıtımına”(daha çok da dağıtımına) nasıl en aktif bir şekilde katılıyor. O, “Günümüz demokrasileri, basit ve karmaşık yönleriyle önce fikri boyutta, 17. ve 18. yüzyılda gelişirken kuramsal yönetimsel gelişme, 19’uncu yüzyılın ortalarından itibaren hız kazanmış, 20’inci yüzyılda ise, faşizmin total amansız diktatörlüğüyle, zıt yöndeki reel-sosyalizmin totaliter rejimlerine karşı direnerek yüzyılın sonunda kesin zaferini ilan etmiştir, iki totaliter sistem de, çok güçlü bir gelişmeyi yaşamalarına rağmen ayakta kalmayışları esasta özgür yaratıcı yeteneği, toplumda ve bireyde aşırı baskı altında olmalarından kaynaklanır... " (Savunma) diyerek “demokrasi”nin sınıfsal niteliğini egemenler için gizliyor. Dünyadaki 6 milyarlık insan toplumunun bütün fertlerine aynı ve eşit oranda hizmet eden, bireyleri ve toplumları özgür kılan, gelişmelerine sonsuz derecede olanak tanıyan bir şey gibi sunuyor. Egemen düşüncelere “tabi” olarak demokrasiyi bir “sonsuz yasa” olarak ilan ediyor. A. Öcalan’ın demokrasi kavramına getirdiği tanımlama, emperyalizmin kendisi için yetiştirdiği düşünce üreticileri ve dağıtıcıları olan ekonomi ve politika uzmanları ve askeri stratejistlerinin dağıttığı fikirlere aktif katılmadan başka hiçbir anlam taşımıyor. Bilimsel sosyalizm öğretisine ideolojik saldırıda, dünya egemenlerine kendisini inandırıcı kılmak için bir adım daha öne çıkarak, büyük Ekim Devrimi’yle, dünya işçi sınıfı ve emekçileri için sömürüden ve insanal yabancılaşmadan kurtuluşun pratik ve maddi bir umudu haline gelen sosyalizmi, ezilen insanlık ailesinin soykırımı olan Hitler, Mussolini ve Franko faşizmiyle aynılaştırıyor. Aynı özdeki rejimler olduğunu, demokrasi, (hangi sınıfların damgasını taşıdığı demagojik şekilde karartılarak) aynı özdeki “iki totaliter sistem”e direnerek zafer kazanmış! İddia budur. Daha da önemlisi, Lenin ve Bolşevik Partisi önderliğinde 1917 Ekim’inde başlayarak bir avuç azınlığın elinden bütün üretim araçlarını modern işçi sınıfı ve kurtuluşu onunla olan emekçilerin toplumsal mülkiyetine geçirerek inşa edilen sosyalizm ve gerçek demokrasi, gözden düşürülmeye çalışılıyor. O dönem, bir avuç aristokrat ve feodal-emperyalist için diktatörlük, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine, ortakça yaşama katılan milyonlar için en geniş ve gerçek demokrasi, başka bir ifadeyle “tam demokrasi” olan sistem ve rejim, ‘50’li yılların ikinci yarısından sonraki yeni Çarların sömürü ve ayrıcalıklara dayanan düzenleri arasındaki temel niteliksel farklılık gizleniyor, karartılıyor ve sonuçta ezilen ve sömürülen sınıf ve kategorilerin kapitalizme, kapitalist sömürü ve ayrıcalıklara mahkûm edilmesi çalışmasına tabi oluyor. Bu burjuva propagandası, önceleri bir kenara bırakacak olursak 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla zincirlerinden boşalarak günümüze kadar devam ediyor. Hep bilinçli olarak öne çıkarılan şey, ‘50’li yılların ikinci yarısından başlayarak 1989’a kadar tam bir domuzlar ahırına dönen modern revizyonist sistemdeki insan ilişkileri dünya proletaryası ve emekçilerine dayatılıyor. Dünya ölçeğindeki egemen sınıfların egemen düşüncelerinin üretimi ve dağıtımını yapmakla tarihsel misyon alanlar, ezilen sınıf ve tabakaların düşüncelerini ve kültürünü bu ideolojik saldırı bombardımanı altında biçimlendirmeyi amaçlıyorlar. Egemen düşüncelerin üreticileri dışarıda bir istisna kalmadan, tam bir ideolojik birlik içinde 1917’de büyük sosyalist Ekim Devrimi’yle başlayan ve sosyal emperyalist SB’nin dağılmasına kadar bütün bir tarihsel dilimdeki toplumsal sistemi ve siyasal rejimleri, devlet ve toplumun temel karakteristik özelliklerini bir ve aynı gösteriyorlar. Bütün döneme ortaklaşarak yaptıkları tanımlama; “Reel- sosyalizm”dir. 1917-’55 arasındaki gerçek devrimci gelişme, toplumsal refah, geniş işçi ve emekçi yığınlar için demokrasi olan sistem ‘50’li yılların ikinci yarısından sonra tam bir toplumsal çürüme, yabancılaşma ve kapitalist yozlaşma içinde olan modern revizyonist sistemle karış tırılsın ki, onun itibarı çeşitli ülkelerin işçi sınıfı ve emekçi milyonları nezdinde düşürülebilinsin, sosyalizm umut ve gerçek kurtuluş olmaktan çıkarılabilsin. İşte egemen düşünce bunu yapıyor bugün. Sömürgeciliğe karşı mücadele yoluna girmiş emekçi Kürt yoksulları, emperyalizm ve dünya gericiliğine karşı savaşıyor. Dünyadaki en mücadeleci halklardan biri olarak Kürt halkı ile sosyalizm pratiği arasındaki ilişki mutlaka koparılmalıydı. İmralı savunmalarıyla yapılan bir yanıyla da budur.

Abdullah Öcalan büyük bir politik analist ve deha olduğunu ileri sürerek; aklınca demokrasi uygulamayan, demokratik olmayan “köleci imparatorluklardan kapitalist faşist diktatörlüklere, hatta reel sosyalist totaliterliğe kadar, hepsi aynı akıbeti paylaşmışlardır” demektedir. Bunların hepsi hangi akıbeti paylaşmışlar? İşçi sınıfı ve halkların mücadelesinin sonucunda yıkılmışlar mıdır? Ve/ ya da dünyayı paylaşmakta, sömürü ve yağma yapmakta mı zorlanmışlar? Sermaye hareketinin hızlanmasında, sermayenin genelleşmesinde, yoğunlaşmasında ve aşırı kâr yapmasında mı ortak zorluklar yaşanmış? Bütün bu soruların yanıtı ya yoktur ya da karanlıktadır. Olan, uluslararası burjuvazi ve tek tek ülkelerdeki işbirlikçi tekelci burjuvazinin rejimlerine karşı proletarya ve halkların yürüttüğü çetin mücadeleler neticesinde koparttığı bazı haklardır. Ekonomik iyileşme, politik baskıların koşullara göre sınırlanmasıdır. Ya da birtakım demokratik hak ve mevzilerin kazanılmasıdır. Bunlar dışında, “kapitalist faşist sistem”lere paralel olarak, apayrı bir sahada ne idüğü belirsiz bir demokrasi mi boy vererek filizlenmiş ve “zaferini ilan” etmiş? Bu tam bir safsata ve burjuvazinin tumturaklı propagandasıdır. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin önderi Lenin ise çok daha farklı şeyler söylüyordu toplumların gelişme aşamalarına dair. “Feodalizmin devrilmesinden bu yana Avrupa’nın çok sayıda yaşadığı tüm burjuva devrimleri boyunca bu bürokratik ve askeri aygıtın gelişmesi, yetkinleşmesi, sağlamlaşması sürer. Özelde de köylülerin, küçük zanaatçıların, tüccarların vs. üst tabakalarına, sahiplerine halkın üstüne çıkaran nispeten rahat, sakin ve saygın görevler sağlayan bu aygıt sayesinde tam da küçük-burjuvazi, büyük burjuvazinin safına çekilir ve ona tabi kılınır...'” (Devlet ve Devrim, İnter Yay., sf. 41) Bilimsel sosyalizm öğretisi ve tarihsel olgular, egemen sınıfların, burjuvazinin, kendi ekonomik çıkarlarını ve sömürü düzenlerini korumak ve geliştirmek için kesintisiz bir biçimde “bürokratik ve askeri aygıtı”, yani devleti yetkinleştirdiğini söylüyor ve kanıtlıyor. A. Öcalan ise, burjuvazi tarafından 17’inci yüzyıldan başlayarak geliştirilen ve bugünlerde zaferini ilan eden bir demokrasiden söz ediyor. 20. yüzyıl boyunca tek tek ülkelerin işçi sınıfı ve ezilen sömürülen emekçileri sömürü düzenleri ve gerici faşist, (Lenin’in tanımlamasıyla da “bürokratik ve askeri aygıt”a ) rejimlere karşı devrimci ya da komünist partileri önderliğinde büyük devrimci kavgalar yürüttüler. Pek çok ülkede “bürokratik ve as keri aygıt” paramparça edilerek yerine sosyalist ve devrimci iktidarlar kuruldu. Demokratik mevziler kazanıldı. Tarihsel deneyler yaratıldı. Ama A. Öcalan bütün bu büyük devrimci mücadeleleri red ve mahkûm ediyor. Kendi kendine gelişerek zafer kazanan bir demokrasi etrafında ısrarla dolaşıp duruyor. Bu tam da Lenin’in dediği gibi küçük-burjuvazinin, büyük burjuvazinin safına çekilmesi ve ona tabi olmasından başka bir şey değildir. İşte egemen sınıf ya da burjuvazi, egemenliği altında tuttuğu bütün toplumsal ve zihinsel üretim araçlarından mahrum bıraktığı sınıf ve tabakaları üzerindeki sömürü ve egemenliğine devam etmek için en büyük bir gücünü de bu ve benzer gelişme ve dönüşümlerden alıyor.

İmralı savunmasında A. Öcalan, “demokratikleşmeyi beceren devrimler ise, en kalıcı, en yaratıcı gelişmeyi ortaya çıkarabilmişlerdir. Devrimcilikte çakılıp kalmak karşı devrim kadar her türlü tutucu bürokratizme saplanıp kalmaktır. Demokratikleşmeyi iyi yürüten toplumların, tarihte ve günümüzde en güçlü olmalarının sırrı, böylece iyice açığa kavuşmuş bulunuyor... ” (Savunma, aç SP) derken hangi devrimlerin “demokratikleşmeyi becer”diğine de açıklık getirmiyor. Sosyalizm”in yıkılmış olmasına derin bir oh çekiyor. Feodalizme karşı zafer kazanan tarihteki burjuva devrimleri hangileridir? Büyük Fransız devriminden sonra Fransız burjuvazisinin Fransız işçi sınıfı ve ezilenler için demokratikleşmediği tarihte ciltler dolusu kanıtla sabittir. Burjuva devriminin geliştiği en yüksek nokta, Paris proletaryasının büyük tarihsel eyleminin yarattığı Paris Komünü’ne öngelen günlerdir. Burjuvazi ve proletarya arasındaki acımasız ve uzlaşmaz mücadele Fransa’da İç Savaş adlı eserinde Karl Marks tarafından değişik açılardan irdelenerek devrimci sonuçlar çıkarılıyor. Tarihin her aşamasında egemenlere karşı eyleme kalkışan hiçbir eylem yoktur ki, kan ve barutla bastırılmış olmasın. Tarihte burjuvazinin feodalizme ve feodal aristokrasiye karşı ilerici rol oynadığı bütün Avrupa ülkelerini ele alarak incelediğimizde, burjuvazinin kendisine karşı eyleme kalkışan sınıf ve tabakaları kıyım ve katliamdan geçirdiğini rahatlıkla göreceğiz. Fransız burjuvazisi dünyadaki tüm burjuvaziden en “demokratik”(!) olanı olduğundan dolayı, onun eylemi üzerine tartışıyoruz. Engels, “Fransa’da İç Savaş”a yazdığı ünlü önsözde: “Komünün son savunucuları, ancak sekiz günlük bir savaştan sonradır ki Belleville ile Meilmontant tepeleri üzerinde yenik düştüler ve savunmasız erkek, kadın ve çocukların bütün hafta süren ve durmadan artan yığınsal katliamı, işte o zaman doruğuna vardı. Tüfek artık yeterince çabuk öldürmüyordu; yenikler, yüzlercesi bir arada makineli tüfekle kurşuna dizildiler. Son yığınsal katliamın yapıldığı Pere-Lachaise Mezarlığı ’ndaki Federeler Duvarı, proletarya kendi hakkı için ayaklanmaya cüret eder etmez, yönetici sınıfın gösterebileceği taşkın öfkenin hem dilsiz hem de belagatli tanığı olarak, bugün hâlâ ayaktadır." derken egemen sınıf olarak burjuvazinin egemenliği altına aldığı sınıflara ne denli “demokrasi” ikram ettiği, egemenlik al- tındakilerin kendi egemenliklerine karşı eyleme kalkışmaları karşısında ne kadar “demokrat”(!) olabileceğini hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta gözler önüne seriyor. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki devrimler de A. Öcalan’a göre “Reel- Sosyalizmin” “totaliter rejimleri” olduğuna göre “demokratikleşmeyi beceren” hangi devrimler geriye kalıyor? Sorunun etrafında dolaşmaya zaman harcayacağına daha cesaretli bir biçimde, ABD emperyalizminin yönlendirmesi altındaki Yeni Dünya Düzeni stratejisinin adım adım dünya proletaryasına, ezilen ve sömürge uluslara eşit refah ve demokratik hayat standartlarını oluşturacağını itiraf etmelidir.

Ya da bugün dünya ölçeğinde egemen düşüncelerin “üretimi ve dağıtımında” giderek çoğalan ve tam bir siyasal ordu düzeyinde dizilen ve yine tam bir ideolojik birlik içinde olan ve emperyalist kapitalizmin ya da küreselleşmenin toplumların varacağı son aşama, tekelci burjuvazinin “demokrasi”sini de “sonsuz yasa” ilan eden ve onu dünya işçi sınıfı ve ezilenlerinin beyinlerine her gün devasa boyutlardaki medya ve iletişim imkanlarıyla şırıngalayan burjuva propagandasının Türkiye kolundan Hasan Cemal’in şu düşüncelerine dünyanın demokratikleşmesi desin. Milliyet gazetesindeki köşesinde, 26 Aralık ‘99 (20. yüzyılın son günlerinde) günü şöyle özetliyordu, “Ekonomi ve politikada serbest rekabet düzenine, yani pazar ekonomisiyle demokrasiye alternatif bulunamadı. insanlığın ve uygarlığın bu yüzyıldaki motoru rekabetti. Ama tabii rekabetinde sihirli değneği yoktu. Eşitsizliklerin, adaletsizliklerin törpülenmesi için rekabetin kolunu olduğu gibi serbest bırakmak yerine denetlemekte önemliydi. Küreselleşmenin olumsuzluklarını giderecek uluslar üstü kurumsal yapıların oluşumu da bu bakımdan önemliydi. " Bütün yeni sol liberallerin ortak kesişme noktası bu son cümledir. İmralı savunmalarından sonra, önce A. Öcalan, onun ardından PKK Başkanlık Konseyi yaptıkları açıklamalarla “uluslararası topluluk” Kürt sorununu çözmeye müdahale etmelidir derken tam da bu “ulus devlet” ötesi, üstü kurumların, dünyada ve 20. yüzyılın sonunda “kesin zaferini ilan eden demokrasi”nin motoru olduğunu söylemiş ve benimsemiş oluyorlardı.

Dünya halkları için açlık, yoksulluk, sefalet, bulaşıcı hastalıklardan ölüm, ahlaki ve toplumsal çürüme olan, emperyalist burjuvazi için “dünya köyün”de istediği gibi at koşturma özgürlüğü olan demokrasiyi, ABD emperyalizminin Başkanı ve Balkan ve Ortadoğu halklarının kasabı Bill Clinton’dan dinleyelim. 1 Ocak 2000 tarihinde Amerikan halkına hitaben yaptığı konuşmasında: “Eğer tek bir Amerika inşa edebilir ve farklılıklarımızı en büyük gücümüz yapmayı başarabilirsek, belki o zaman diğer ülkeler de bize bakarak kendi etnik ve dinsel gerilimlerinin üstesinde gelmeye çalışmasının avantajını görebilirler. 21. yüzyıla girerken, bu bakımdan diğer ülkelere yol göstermeye elverişli konumdayız. Ülkemizin bu denli yaygın bir iktisadi başarı, sosyal dayanışma, ulusal özgüven içinde olduğu, içte kriz, dışta da büyük tehditle karşılaşmadığı bir dönem tarihimizde pek enderdir. Toplumumuzun açıklığının ve dinamizminin diğer ülkeler tarafından bu denli örnek alındığı hiç olmamıştı. Bizim değerlerimiz olan özgürlük, demokrasi ve fırsat eşitliği dünyada hiçbir zaman böyle bir yükselişe geçmemişti." (Aktaran Yasemin Çongar, Milliyet, 3 Ocak 2000) Dünyadaki bütün liberal burjuva yazar- çizer takımı bu anonsu duyar duymaz bilgisayarlarının başına oturarak; Bill Clinton’ın dünya işçi sınıfı ve ezilen haklarının gerçek kurtarıcısı ilan edecek işte insanlık ailesinin gelecek yönelimi bu sözlerde saklıdır. Globalizmi veya küreselleşmeyi bu “çözümlemelerin” yol göstereceği “ulus devlet ötesi” kurumlar kontrol edecek, bütün insanlık için “fırsat eşitliği” ve adaleti sağlayacak olan da bu kurumlar olacak diye yazacaklardır. Bütün egemenler ve onların politik sözcüleri ve egemen düşünce üreten ve dağıtanlar kendi ülke işçi sınıfı ve ezilen emekçilerini Bill Clinton’un yaptığı gibi heyecanlı ve demagojik ateşli söylevlerle aldatarak egemenlikleri altında tutmayı başarıyorlar. Dünya halklarının baş celladı ABD emperyalizmi kendi ülkesinde “sükunet”i sağlamaktan alıyor en büyük gücü nü. Bu güçle dünyada hegemonyasını pekiştiriyor. Tekelci kapitalizmin ve uluslararası burjuvazinin propagandasını halklara gerçekmiş gibi sunmaya çalışmak “ona tabi” olmaktır. Bunun başka hiçbir anlamı yoktur. A. Öcalan’ın daha önce söyledikleriyle Bill Clinton’ın yukarıdaki sözleri nasıl da özdeşlik gösteriyor. Dinliyoruz: “2000’li yılların zaferini kesinleştiren demokratik sistem, derinliğine ve tüm toplumlara yaygınlaşmasının önüne geçilemez gibi görünüyor. " Devamla gelenekten kaynaklı zorlukları ve açmazları olsa da, gecikerek de olsa bu yola gireceğinin altını çiziyor. Söylenenlere inanacak olursak önümüzdeki yakın yıllarda Türkiye’de açlık sınırında yaşayan 15 milyonu aşkın insan, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ABD’nin önderliğinde açacağı demokratik açılım ve toplumsal üretimi, fabrikalara, makinalara, toprağa ve bankalara sahip olanlarla birlikte değerlendirmek için, kendilerine sunulan “fırsat eşitliği”nden yararlanarak bu sefaletten kurtulacak! Hem de hiç egemenlere karşı surat asmadan, onlara kızmadan bütün bunları elde edecektir! Bu tam bir aldatmacadır. İşçi sınıfı ve ezilen milyonların sömürgeci faşist diktatörlüğe boyun eğmesi ve kaderine rıza göstermesini salık vermektedir.

Abdullah Öcalan’ın İmralı savunmalarında “Zaferini ilan” ettirdiği demokrasi, son on yıl boyunca bütün neo-liberal “aydınlar”ın ve onların ön sıralarında yer alan, tekelci kapitalizmin akıllı adamı, Amerika’da State Development’de analist olarak uluslararası burjuvaziye hizmet veren Francis Fukuyama’ların “tarihin doruk noktası” olarak ilan ettikleri “modern liberal devlet”ten başka bir şey değildir. A. Öcalan, tarihin toplumlardaki uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları aracılığıyla ilerlediğini Fukuyama gibi inkar ediyor. Çünkü 17. yüzyıldan başlayarak gelişen demokrasi, kapitalizmin doğal evrimidir diyor. Böylece tarihin lokomotifinin sınıflar arasındaki mücadele olduğu gerçeğini reddediyor. Fukuyama modern revizyonizmin çöküşünden sonra kapitalizmi toplumların son aşaması, onun liberal devletini ve “tarihin doruk noktası” olarak teorileştirdi. Onlara göre demek ki, kapitalizme alternatif yoktu. Tarih sınıflar arasındaki çelişmeler aracılığıyla ilerleyemeyeceğine göre “proletaryanın tarih sel rolü” de artık tarihin küflü raflarına kaldırılmalı ve tarih olmalıydı! O gün bugündür bütün neo-liberal “aydınlar”, başka bir ifadeyle emperyalist kapitalizm için, egemenlerin egemen düşüncesinin “üretimi ve dağıtımı”nda görevli olanlar, söz konusu gelişmeye dayanarak, “ideolojiler öldü” diyerek sosyalizme karşı ideolojik saldırıyı yaygınlaştırarak, yoğunlaştırırken kapitalizmi ve “modern liberal (kapitalist) devlet”i de her gün daha çok yüceltiyorlardı. Bill Clinton’ın anlattığı demokrasi, Fukuyama ve bilcümle neo-liberal “aydın”ların “tarihin doruk noktası” ilan ettikleri “liberal kapitalist devlet”tir. A. Öcalan’ın “günümüz demokrasisi” de “liberal kapitalist devletten başka bir şey değildir. O daha yeni Fukuyama’nın teorisine alıştırılmaya çalışıldığı için açıktan, proletarya ve ezilen halkların büyük mücadeleler ve bedeller karşılığında elde ettiği demokrasi mevzilerinin, tarihteki sınıf mücadeleleri sonucu elde edilmemiştir diyemiyor. Sorunu sağa- sola bükmeye çalışıyor. Tabi olduğu teori ve beslendiği ideolojiye uymadığı için de zorlanıyor. Onun için “demokratikleşmeyi beceren devrimler”den söz ediyor. Oysa onun ve öncellerinin teorisi, devrimlere hiç ama hiç olanak vermiyor. O bütün savunmaları boyunca mevcut düzeni yıkmanın mutlak imkansızlığını anlatıyor. Fukuyama, on yıl içindeki gelişmelerin bütünüyle kendisini doğrulamadığından A. Öcalan’dan daha ihtiyatlı davranarak diyor ki; “insan haklarının evrenselliğini kabul eden bir siyasi sistem” hâlâ egemen olmamıştır. Ama “demokrasi ve pazar ekonomisinin yeni teorisyeni olarak A. Öcalan daha ataktır. “Demokrasinin, yüzyılın sonunda tam zaferini ilan etmesi, (Fukuyama hâlâ böyle diyemiyor) tekniğin, üretimin bu en muazzam çağında nedensiz olmayıp, demokratik sistemin mekanizmalarıyla yakından bağlantılıdır. ” (Savunma) diyerek bütün beslenme kaynaklarının bir adım önüne geçerek “tarihin doruk noktası” olan “liberal kapitalist devlet”e geldik diyor. Fukuyama, tarihin lokomotifinin sınıflar mücadelesi olmadığına dair on yıl sonra kuşkuya düştü. Ama A. Öcalan daha cüretli, her türlü “bilimsel kuşkudan uzak” bir konumlanış olarak tarihin lokomotifi “tekniğin ve üretimin muazzam” düzeyidir demektedir. Bunları sağlayan ise “demokrasi”dir.

Fukuyama, Türkçe’ye çevirilen ve Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan yeni makalesinde “tarihin sonu”, “ideolojilerin sonu”, yeni bir toplumsal sistem, yani sosyalist topluma ulaşmanın imkansızlığı sorunlarında yanıldığı bir tek noktayı şöyle açıklıyor: “tarihin belli bir yöne yönelmiş olduğunu ve ta rihin doruk noktasını da modern liberal devlette bulduğunu ispatlamak için kullanmış olduğuna delildir.” (aç.SP) devamla “çağdaş doğa bilimleri bitmedikçe (son noktalarına varmadıkça) tarih de sona ermezdi” diyor. Yazımızın önceki sayfalarında birkaç cümle ile özetlemeye çalıştığımız dünyadaki sınıfsal ayrıcalıklar, farklılaşmalar ve mücadeleler tablosuna bakarak “tarihin sonu”nu ilan etmekten vazgeçiyor burjuvazinin düşünce üreticileri ve dağıtıcıları. Ama (A. Öcalan bunu da yapmıyor) onlar, “doğa bilimleri son noktaya varmadıkça” tarih sona ermez derken, yine toplumun uzlaşmaz düşman sınıf karşıtlığı üzerine kurulmuş her toplumun hayati koşuludur” temel düşüncesini, sınıflar mücadelesini, sınıfsal çelişkiyi reddetmeye devam ediyorlar. Onlar tarihin şimdilik lokomotifi “doğa bilimlerindeki gelişme”dir diyorlar. A. Öcalan’ da son iki yüzyılın deneylerinin devrimlerin geçersizliğini kanıtladığını söyleyerek, sınıflar mücadelesinin sonunu ilan ediyor. Ne olacaksa, kapitalizmin sınırları içinde demokratikleşme yolunda olmalıdır buyuruyor.

Sınıflar üstü ve sınıfsal karakteri, özü küllendirilmek için büyük gayretler gösterilen demokrasi kavramı, bütün tarih boyunca hangi sınıf ya da sınıflar, egemen sınıf olarak devleti elinde bulundurmuşsa onların damgasını taşımıştır. Bütün çağdaş tarih boyunca hiçbir sınıfı sömürmemiş ortakça üretime ve yaşama en yatkın olan modern proletarya herhangi bir ülkede toplumun diğer bütün ezilen emekçi tabakalarının başına kendi öncü müfrezesi komünist partisi öncülüğünde egemen sömürücü sınıfların devletini ve dolayısıyla demokrasisini zor ve şiddete dayalı devrimle parçaladıktan sonra kuracağı devlet ve demokrasi de onun sınıf damgasını taşıyacaktır. Tarihte modern proletarya hiçbir sınıfı ve toplumsal zümreyi sömürmediği gibi, onun daha altında da hiç bir sınıf ve tabaka olmamıştır. O toplumsal olarak ortak yaşamaya kocaman bir tarih boyunca alışkanlık kazanmıştır. Tarihte baskı yapma alışkanlığı kazanmamıştır. Gerçek demokrasi, “tam demokrasi” işçi sınıfının iktidarı altında olanaklıdır. İşçi sınıfı, kendisiyle birlikte bütün diğer ezilen, sömürülen ve politik baskı gören toplumsal tabakaların kurtuluşu ve refahını da tarihsel olarak omuzlarına almıştır. İşçi sınıfı, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel biçimini kaldırarak, ona toplumsal bir karakter kazandıracağından, işçi sınıfının devleti ya da demokrasisi, üretim araçları ellerinden alınmış bütün bankalarına, fabrikalarına, toprak ve madenlerine el konulmuş. Ve hep başka sınıf ve tabakaları sömürerek yaşamış, kendi mülkiyetlerini başka sınıf ve tabakalardan korumak ve onları sömürmek için hep “bürokratik ve askeri aygıtı”, devleti onlar üzerinde baskı ve egemenlik aracı olarak kullanmış bir avuç sömürücü zalim üzerinde baskıdır, diktatörlüktür. Toplumun, bu sınıflar dışında kalan bütün fertleri için ise gerçek anlamda en geniş demokrasidir. Zira devlet son tahlilde bu sınıf ve tabakaların hepsinin devleti, demokrasi onlar için demokrasidir. A. Öcalan ve bütün dünya reformcuları, egemen sınıfların egemen düşüncelerinin dağıtıcılarının iddialarının aksine, ancak toplumsal üretim ve zenginliklerin eşit ve adaletli paylaşıldığı bir toplumsal sistemde demokrasi toplumun bütün fertleri içindir ve “bireylerin ve toplumun” gelişiminde büyük ilerleme ve sıçrama ları, ancak toplumun yüzde beş bir azınlığı dışındaki toplum fertleri için işleyen demokrasi yaratabilir. Üretim araçlarının ve bütün ülke zenginliklerinin küçük bir azınlığın özel mülkiyetinde olduğu sistemlerde, toplumun bütün fertleri için bir demokrasiden söz etmek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bütün toplum bireyleri için bir demokrasiden söz etmek, toplumsal üretimdeki zenginlikten ancak açlıktan ölmeyecek kadar pay alan toplumun büyük çoğunluğunun, birlikte düşünmeleri, bu durumun nedensellik ilişkileri üzerinde birlikte kafa yormaları, en nihayetinde sınıfsal çıkarlar etrafında örgütlenmeleri ve toplumsal üretimdeki pay oranlarını artırmak ve/ ya da bütün toplum fertleri için eşit kılmak için eyleme geçmeleri anlamına gelir. Tam da burada üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde bulun duran küçük azınlığın “bürokratik ve askeri aygıtı”yla karşı karşıya geliyorlar. Buradan sonra bir toplumsal sistemde bütün sınıf ve tabakalar için demokrasiden söz etmek kocaman bir yalandır.

Lenin, bilimsel sosyalist teorisini insanlığın yarattığı bütün bilgi hazinelerini inceleyerek geliştirdi ve oluşturdu. Bunun ışığında kapitalizmi ve kapitalist toplumu tahlil ederek, onun çelişki ve çatışmalarının zorunlu ve kaçınılmaz olarak insanlığı ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülenin olmadığı bir toplumsal sisteme doğru götüreceğini bilimsel olarak tanıtladı. Kapitalizmin yasalarının ise daha bir yoğunlaşmaya ve genelleşmeye doğru geliştiğini ve onun son aşamasının tekelci kapitalizm yani emperyalizm olduğunu, bunun “üst yapısı demokrasiden siyasi gericiliğe değişimdir” dediğinde insanlığın büyük felaketler ve kitlesel kıyımlarla karşı karşıya kala cağı, tekelci kapitalistlerin dünyanın bütün zenginliklerinin rakipsiz sahibi olmak için insanlığın yok olmasını bile göze alabileceklerinin, tarihteki bütün savaşların nedenlerini araştırarak kanıtladı. Bölge sel ve tek tek ülkelerdeki iç savaşları saymasak bile iki büyük dünya savaşı, Lenin ve dünyadaki gerçek komünistlerin bilimsel teorilerini doğruluyor. Yüzyıllık olgular hasadı, kapitalizmin “demokrasi ve pazar ekonomisi”ne, tekelci aşamasının “modern liberal devlet”e doğru değil, koyu bir siyasal gericiliğe tekabül ettiğini kanıtlıyor. Ama A. Öcalan bunun tersini iddia ediyor. Elinde hiçbir tarihsel kanıtı olmamasına rağmen bunu yapıyor. Onun bütün tanıkları, egemen burjuvazinin düşüncelerini üreten ve dağıtan tekelci burjuvazinin “bilginler”i neo-liberal “aydınlar”dır. Öcalan, belki Fukuyama ve daha büyük peygamberleri keşfetmediği için Leslie Lipson’un adına hep yemin ediyor. Oysa bu iş için ondan daha elverişli olan kapitalizm peygamberleri vardır. A. Öcalan’ın demokrasiyi 17. yüzyılda başlatması ve sonraki yüzyıllarda hızlandırması ve 20. yüzyılın sonunda zafer kazandırması, tam tamına kapitalizmin doğuşu ve gelişme aşamalarıyla birebir kesişme noktaları gösteriyor. Onun, gelişiyor, insanlık için çok yararlı ve mucizeler yaratan sonuçlar ortaya çıkarıyor dediği demokrasi, gerçek anlamda kapitalist sömürü ve sonuçta emperyalist rekabet ve hegemonya dalaşı sürecidir.

Buradan sonra, İmralı savunmalarının ideolojik paradigmalarının politik, pratik ve örgütsel yansımalarını, görüngülerini ele alarak devrimci fikirlerle karşılaştırmak, bunların politik devrimci pratik fikirlerle ilgisinin olmadığını ortaya çıkarmak hem zordur ve hem de kolaydır. Bunun zorluğu, düşünce ve tezlerin üzerinde herhangi bir örtünün olmayışı, devrimcilik diye bir iddiasının olmayışıdır. İdeolojik ve politik kanıtları, neo- liberal “aydınlar”, emperyalizm teorisiyenlerinin cephaneliğinden aşırılmış olması, pratik kanıtlarının da, bugün tek tek ülke bazında ve dünya genelinde modern proletarya ve ezilen sömürülen sınıf ve tabakaların kapitalizm ve dünya gericiliğine başkaldırılarının yeri göğü inletecek düzeyde olmaması, kapitalizmin domuzlar ahırına çevirerek kirlettiği dünyadaki havayı dağıtacak büyük sosyalist Ekim Devrimi fırtınasının olmamasıdır. Keza kolaylığı da, bütün “büyük heybeti”ne, “yeni olma” iddialarına karşın burjuvazinin egemen düşüncelerine çok bilinçli ve sınıfsal bir tercih olarak tabi olmuşların dışında, yeni kuşak devrimcilere İmralı savunmalarını devrimin silahlarını ve devrimci düşünceleri toprağa gömen, özünü deşifre etmenin çok zor olmadığıdır. Bu noktadaki zorluk konjonktürel durumdaki dezavantajlardır. Şimdi, Öcalan’ın kapitalizmi, emperyalist tekelci kapitalizmi tarihin sonu ilan ettikten sonra ne yapacağına, yapılması gerektiğine dair söylediklerini devrimci teoriyle karşılaştırmalı olarak ele ala biliriz.

Abdullah Öcalan ve PKK Başkanlık Konseyi, durmaksızın işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisine, Kürdistan ve Kürtleri inkar ve imha politikalarından vazgeçmelerini isteyen açıklamalar yapıyorlar. İmralı savunmalarında bazı tarihsel ve toplumsal olayların sıralanmasının ardında, mutlaka inkar ve bastırmadan vazgeçilmesini istiyor. Sanki politik zor, inkar ve imha pratiklerinin ekonomik ve toplumsal nedenleri yokmuş, Türk burjuvazisi kötü niyetinden ötürü Kürtleri yok sayıyormuş da, bu kötü niyetlerinden bir an vazgeçerse her yan güllük-gülüstanlık olur ve/ ya da her taraf “demokrasi” ile donanır. Bu tartışmanın geçmiş tarihlere kadar uzandığını belirtmiştik. Marks- Engels dönemine kadar uzanıyor. O dönemin “dünya reformcuları” sınıfsal ayrıcalıklardan ve üretim araçlarının mülkiyetinin özel biçimiyle gerçek bir nedensellik ilişkisi içinde kendisini açığa vuran zor ya da “çıplak politik zor”u bütün kötülüklerin kaynağı olarak göstererek, buna son verilmesinin bütün dertleri hal edeceğini ileri sürüyorlardı. O tarihlerde, “marksizm kendine düşman az çok bütünlük taşıyan öğretileri safdışı” etmekle uğraştığı sıralarda bu teorilerle savaşmak Marks- Engels’in önemli bir zamanını almıştı. Friedrich Engels’in Eugen Dühring ve aynı akıl mensuplarının düşüncelerini eleştiren “Tarihte Zorun Rolü” başlıklı makalesi bu konuda iki açıdan çok önemlidir. Birincisi, politik zorun ekonomik çıkarları koruyan bir araç olduğu gerçeğini gözardı eden gerici Dühring ve ekonomik düzenle politik zor arasındaki nedensellik ilişkisini tümüyle ortadan kaldıran, dolayısıyla sömürü ve ayrıcalıkları kutsayan düşüncelerini çürüterek ıskartaya çıkarmasıdır. İkincisi ve devrimcilikle kurulu sistemin özüne dokunmayan reformizmi birbirinden ayıran temel nokta; amacı ekonomik çıkarları, sömürüyü ve ayrıcalıkları korumak olan “dolaysız politik zor”u, “bürokratik ve askeri aygıtı”, yani kendisi silahlı bir örgüt olan devleti; modern işçi sınıfı önderliğindeki ezilen- sömürülen emekçi kitlelerinin örgütlenmiş silahlı zoruna dayanan devrimle parçalanabileceği fikrini reddeden düşüncelerin gerici özünü sergilemiş olmaları açısın dan önemlidir.

Türk egemen sınıflarının, işbirlikçi tekelci Türk burjuvazinin ulusal “inkar ve imha” politikalarını, Kürdistan’ın ekonomik olarak sömürgeleştirilmiş olmasından, sömürgeci talan, yağma ve sömürüden soyutlayarak, “Kürtlerin dil ve kültürel haklarına saygılı olun”, bunları “yasal güvencelere kavuşturun” diye seslenen A. Öcalan’ın, Dühring ve benzerleriyle birebir örtüşen düşüncelerini Engels’ten yapacağımız nispeten uzun ve anlaşılır bir alıntıyla yanıt vermek yeni kuşak devrimcileri açısından daha isabetli olur. Bu, aynı zamanda, sömürgeciliğin neden geleneksel inkar ve imha politikalarında devam edeceklerine de açıklık getirmektir “... gelişmenin belli bir aşamasında metalarm üretimi kapitalist üretime dönüşür ve bu aşamada ‘meta üretimi ’ ve dolaşımına dayanan yasaların, kendine ma- letme ya da özel mülkiyet yasalarının, kendi iç ve kaçınılmaz diyalektikleri ile tam karşıtlarına dönüşecekleri açıklıkla görülür. Eşdeğerlerin değişimi, yani bizim yola çıktığımız ilk işlem, şimdi öylesine tersine dönmüştür ki, ortada yalnızca görüntüde bir değişim söz konusudur. Bunun ilk nedeni, emek işgücü ile değişilen sermayenin kendisinin bir başkasının eşdeğeri verilmesinin el konan emeğinin ürünün bir kısmından başka bir şey olmamıştır; sonra, bu sermaye, onu üreten tarafından yalnız yenilenmekle kalmaz, aynı zamanda, onunla birlikte ek bir fazlanın katılması da zorunludur... Başlangıçta bize mülkiyet hakkı insanın kendi emeğine dayanıyormuş görünmüştü... şimdi ise (Marksist tahlil sonucunda), mülkiyet, kapitalist yönünden, başkalarına ait karşılığı ödenmemiş emek ya da ürüne el koyma hakkı, emekçi yönünden, kendi ürününe sahip çıkma olanaksızlığı olarak ortaya çıkıyor.. Tüm hırsızlık, zor ve hile olanağını dıştalarsak bile, tüm özel mülkiyet başlangıçta mülk sahibinin kendi emeğine dayandığını ve sonraki tüm süreç içinde yalnızca eşit değerlerin eşit değerlerle değişildiğini varsayarsak bile üretimin ve değişimin ileri doğru evrimi gene de bizi zorunlu olarak mevcut kapitalist üretim tarzına, üretim araçlarının ve geçim araçlarının sayıca az bir tek sınıfın elinde tekelleşmesine, büyük çoğunluğu oluşturan öteki sınıfın mülksüz proleterler düzeyine düşmesine, spekülatif üretim patlamalarının ve ticari bunalımların periyodik nöbetleşmesine ve bu günkü üretim anarşisinin bütününe götürür. Tüm süreç salt ekonomik nedenlerle açıklana bilir: Hiçbir noktada hırsızlık, zor, devlet ya da herhangi bir siyasal müdahale gerekli değildir. Burada da ‘zor üzerine kurulmuş mülkiyet’in bir palavracının işlerin gerçek seyrini anlamayışını gizlemek niyetiyle ortaya attığı bir palavradan başka bir şey olmadığı ortaya çıkıyor (aç-SP)... işlerin bu seyri, tarihsel olarak ifade edilirse burjuvazinin evriminin tarihidir. Eğer ‘politik koşullar ekonomik durumun belirleyici nedeni olsalardı ” modern burjuvazi feodalizme karşı savaşım içinde gelişmiş olamaz, onun dünyaya getirdiği en sevgili çocuk olması gerekirdi” (Tarihte Zorun Rolü, sf 27-28, Sol Yay.) sözleriyle Engels’in özetlediği sınıfsal farklılaşmanın ve kapitalizmin iç gelişim diyalektiğini, tarihteki bütün savaşların kaynağını, nedenlerini irdeleyerek, “ekonomik durumu politik koşullara” uydurmaya çalışan Dühring’i mahkûm ediyor. Tarihteki bütün savaşların ve zor aygıtlarının amacının maddi zenginlik olduğunu, ekonomik gelişmeye hizmet ettiğini hiçbir tartışmaya gerek bırakmayacak denli bilimsel çözümlemeyle tanıtlıyor. Bütün tarih boyunca, değişik sanayi dalları, tekeller arasındaki rekabet ve savaşların, devletler arasındaki savaşların hepsinin doğrudan ekonomik nedenlere ve ekonomik güce dayandığını herhangi bir işçinin anlayabileceği açıklıkta ortaya konuluyor. Çok gerilere, tarihe doğru gezinti yapmaya, kanıt aramaya hiç gerek yok. Bugünkü dünyanın parçalanmış ve paylaşılmış haline baktığımızda bütün politik gücün doğrudan ekonomik güç üzerinde yükseldiğini, ekonomik güce dayandığını çok daha rahat görebiliyoruz. Önceki sayfalarda ABD emperyalizminin Başkanı Bill Clinton’dan aktardığımız pasajda, dünya işçi sınıfı ve emekçi halklarının kasabı ABD emperyalizminin dünya üzerindeki hegemonyasını, politik gücünü doğrudan ekonomik gücünden aldığını, Körfez’e ve dünyanın başka bölgelerine dört bir cepheden saldırmasının asıl amacının emperyalist sermayenin sömürü ve talan güvenliğini sağlamak olduğu çok açıktır.

Abdullah Öcalan “Türkiye ’nin çok önemli bir nitel aşamadan geçtiğini, derinliğine görmek gerekir ” (Savunma) diyerek sömürgeci Türk burjuvazisine kendince akıl vermeye çalışıyor. Türkiye egemenlerinin Kürdistan’daki ekonomik sömürgeciliği derinleştirerek, sömürüyü daha da katmerleştirmenin en güvenlikli yolunun birtakım kültürel kırıntılarla Kürdistan’da “sükûnet”in egemen kılınmasından geçtiğini salık veriyor. Israrla bütün isyanların sömürgeci ilhak ve işgale karşı yaşandığını gizliyor. Bütün toplumlardaki, dolayısıyla Kürt toplumundaki çarpıklıkların, “çağ dışı”lıkların ve ilkelliklerin bütün nedenlerinin, bir toplumdaki sınıfsal farklılıklardan kaynaklandığını üretim araçlarının mülkiyetini tekelinde tutan bir azınlığın egemenliği altındaki toplumun büyük çoğunluğunun bütün açılar dan gelişmesinin kanallarının tıkatıldığını gözlerden saklamaya çalışarak, tarihteki bütün isyanların Kürt toplumu ve halkının geriliğinden kaynaklandığını söyleyerek, Türk devletinin soykırımcılığının dayandığı amaçları görülmez hale getiriyor. Hem de Türk devletinin tarihteki katliamcılığına, azınlık halklarının ve ezilen ulusların jenoside tabi tutulmuş olmasına beraat kararı çıkarıyor. İmralı’dan sömürgeci tarihe seslenerek sen haklıydın diyor. Başkaları bir yana, Kürt halkı şu sözleri iyi dinlemelidir: “Daha sonra şunu çok açık gördüm ve söyledim: Kürt gerçeği üçte bir hasta, üçte bir delirmiş, üste bir tutsaktır. Bu özellikler olduğu gibi, örgüt ve eylem yapısına yansımıştır. Ölüm oruçları, kendini yakmalar, binlercesinin bombayı kendinde patlatması intihar eylemleri... ” (Savunma) Evet bu vaazlarla bırakın geçmişte doğru dürüst tutarlı önderliklere sahip olmayan “Kürt isyanları”nı haklı çıkarmayı, son birkaç yıl içindeki bütün direniş biçimlerini de lanetliyor. 12 Eylül faşizminden sonra Diyarbakır zindanındaki tutsaklar şahsında tam bir ihanete ve onursuzluğa sürüklenmek amaçlanan Kürt halkı ve devrimcilere bu ihanet evet demeli, ölüm oruçlarına gitmemeliydiniz, bunu yapmakla haksızdınız, demokrasinin sınırlarını zorlamış ve demokratikleşme sürecinin hızını kesmişsiniz demek istiyor. Bu cümlecikler çok açık ve hiç fazla düşünme gereği bırakmadan, yer yer titrek sesle savunmak zorunda kaldığı, son onbeş yıllık ulusal kurtuluş mücadelesini mahkûm ediyor ve devlete “sen haklıydın” diyor. Bunu pekiştirecek bir şey daha söylüyor A. Öcalan: “Demokratik bir toplumda (yani herhangi bir Avrupa ülkesinde olsaydık sömürüye ve sınıfsal ayrıcalıklara karşı devrimci mücadele yürütmezdik. Çünkü benim böyle bir idealim yok-SP) yetişmiş ve büyümüş olsaydık, hiç böyle bir isyan olur muydu? ” diye soruyor. Ayrıca bir ek olarak; 1989 öncesindeki Sovyetler Birliği’ni “sosyalist”, sovyetlerdeki sistemi sosyalizm olarak görelim ya da görmeyelim fark etmez. Ama A. Öcalan ona sosyalist diyor ve sosyalizm dediği şeyin yıkılmasında bakın nasıl mutluluk duyuyor. “90 ’lı yıllardan itibaren sosyalist sistemin çözülüşü ve demokrasiye dönüşümüyle, demokrasinin büyük zaferi... ” diyerek Gorbaçov’un dünya proletaryası nezdinde klasik kapitalizme dahil olmasını olumluyor. O tekelci kapitalizmi, “sovyet sisteminin 1990 ’larına doğru çözülüşü, en az 200 yıl önceki Fransız ihtilali kadar demokratik dönüşüm üzerinde etkide bulunma potansiyeli taşır” (savunmalar) sözleriyle, kapitalizmin sosyalizmden üstün olduğunu ilan ediyor. Böyle olunca, tarihte sömürü ve zulme karşı verilmiş bütün mücadeleler karşısında aktif yerini almış oluyor. Emperyalist burjuvazinin ideolojik ve politik saldırılarına tabi olmakla kalmıyor; dünya halklarına saldırı pratiklerine de katılıyor. O, zor olgusunun insan toplumuna nasıl musallat olduğunu, bunun ekonomik ve sınıfsal nedenlerini ve amaçlarını daha iyi gizlemek için; “...Her ideolojik, inanç zora başvurmadan da teknik, basın-yayın başta olmak üzere olanaklarıyla, doğruysa kendini uygulayabilir. Yani bu anlamda da zor gereksizleşmiştir Hatta, astarı yüzünde çok pahalı olan bir yöntemdir. ” (Savunma) gibi sözlerini, bir taktik, bir “savaş hilesi” olarak yorumlamak olanaklı mıdır? Ya da egemen burjuvazi sınıflarının egemenlik erki, “bürokratik ve askeri aygıt”, günümüzde daha açık olarak gerici faşist iktidarlara karşı verilmiş bütün mücadeleleri, yukarıda aktardığımız düşün ce sistemi bütünlüğü içinde red ve mahkûm eden bir ideolojik-teorik, politik-pratik ve örgütsel çizginin, dünyada yer yerinden de oynasa, kıyamet de kopsa, ve/ ya da sömürgecilik A. Öcalan’ı darağacında da sallandırsa, bir daha cepheden bir devrimci ve ulusal kurtuluş mücadelesi yoluna girmesi olanaklı mıdır? Bunun olanaklı olabilmesi için bu devrim ve sosyalizm düşmanı düşünce ve propagandanın açıktan mahkûm edilmesi ve aşılması gerekiyor.

Artık tarihsel olarak sınıflar arası mücadelenin aynı anlama gelmek üzere, proletaryaya, ezilen halklara ve uluslara efendilerini ze boyun eğmekten ve kaderinize rıza göstermekten başka hiçbir seçeneğiniz kalmamıştır diyen Öcalan ve bütün kapitalizm savunucularına, Paris Komünü deneyleriyle şöyle yanıt veriyor Lenin; “Burjuvazinin proletaryaya karşı silahlanması modern kapitalist toplumun en önemli, en temel, en özsel olgularında biridir. Ve bu böyle iken devrimci Sosyal-Demokratlara ‘silahsızlanma’ ‘istemek’ öneriyorlar! Bu, sınıf savaşımı görüş açısını tümü ile yadsımak ve tüm devrim düşüncesinden vazgeçmek olur. Bizim sloganımız; burjuvaziyi yenebilmesi, mülksüzleştirebilmesi ve silahsızlandırabilmesi için proletaryanın silahlanması olmalıdır. Tüm kapitalist militarizmin nesnel evriminden sonuçlanan ve bu evrim tarafından buyrulan bir taktik, devrimci bir sınıf için tek olanaklı taktiktir. Proletarya ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonradır ki kendi evrensel tarihsel görevine ihanet etmeksizin, genel olarak bütün silahları hurdaya atabilecek ve ancak o zaman ve daha önce hiçbir biçimde bu işi yapmaktan geri kalmayacaktır. ” (Komün Dersleri, Sos Yay., sf. 63) Bu sözler 1916 yılında söylendi. Ama o günden günümüze uluslararası burjuvazi hep silahlandı. Savaşlar çıkardı. Ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerini kan ve barutla bastırdı. İçerisinde geçtiğimiz günlerde Türk egemen sınıfları üst üste emperyalist efendileriyle modern silahlanma anlaşmaları imzalıyor. “Demokratik dünya” da “sancılı da olsa” giderek “demokratikleşen Türkiye”(!) bu modern silahları kime karşı kullanacak? A. Öcalan ulu sal kurtuluş hareketine silahlarını “hurdalık”a at derken efendilere durmadan silahlanın diyor.

Eğer sorun, hangi yoldan iktidarın alınacağı, alınması gerektiğini tartışmak olsaydı, A. Öcalan’ın İmralı savunmalarıyla yaptığı program ve strateji değişikliğinin kapsam ve içeriği; barışçıl ve parlamenter yoldan devlet iktidarını ele geçirmek, iktidara gelmek biçimindeki bir değişikliğe karşılık düşseydi, bizim işlerimiz de bir nebze kolay olacaktı. Paris Komünü’nün yenilgisinin derslerinden Marks- Engels’in yaptıkları soyutlamaları, sınıflar mücadelesinin her somut tarihsel aşamada aldığı görüngülerle ilgili teorilerine başvururduk. Marks-Engels’in gerçek takipçisi Lenin’in öğretmenlerine dayanarak geliştirdiği ve bütün sonraki sınıf mücadeleleri pratiğinin devrimci “asit”inde sınanarak doğrulanan “devlet ve devrim” teorisine sırtımızı dayayarak reformcu oportünist parlamentarist yolun devrimcilikle bağdaşmayan gerici özünü teşhir ederek gözler önüne serdik. Ama sorun bu kadar kolay değil. Zira A. Öcalan İmralı savunmalarında “geliştirmeye” çalıştığı strateji değişikliğinin özü; bütünüyle ve hangi yoldan olursa olsun iktidara gelme, devlet olarak örgütlenme ya da devlet iktidarını ele geçirme düşüncesinin köklü bir yadsınmasını oluşturuyor. O, mevcut Türkiye Cumhuriyeti’ni tarihin “tepe noktası”, “sonsuz yasa” olarak ilan ediyor ve ona tabi oluyor. Türk egemen sınıflarına, bize cumhuriyetinize, devletinize hizmet etme olanağını verin diye yalvarıyor. Türk burjuvazinin faşist rejimi de; diyor ki, bu fırsatı sana verebilmem için Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin bugüne değin ortaya çıkardığı bütün maddi ve manevi devrimci silah ve değerleri getirip bana teslim etmen gerekiyor. Bundan dolayı, idam kararının infazını uzun denebilecek bir zaman dilimi için askıda tutuyor ki, amaçladığı bu hedeflere daha kolay ve hızlı bir biçimde ulaşabilsin.

Abdullah Öcalan buna, Kürdistan’ın bütün devrimci dinamiklerini ve sonuçta bütün Kürt halkını inandırmak için, durumu ve gelişmeleri çarpıtıyor. Tarihsel gelişmeleri tarif ediyor. Dünya, bölge, Türkiye ve Kürdistan’daki sert sınıfsal ve ulusal çatışmalara bakarak, yeni konumlanışını inandırıcı kılmak için şunları eklemek zorunda kalıyor ve kendi içinde bir eklektizm ve tutarsızlığa düşüyor. “Demokrasinin boy atacağı toplumlar, genelde, çok ağır çelişkilerini bir devrimsel patlamayla açığa çıkarmanın ardından, kalan çelişkileri, temsil ettikleri çıkarları, birey, toplumsal grupları şiddete varmayan mekanizmalarla; partiler, devlet kurumları aracılığıyla çözmeye çalışırlar..." (savunma) diyerek devam ediyor. Ardından PKK Başkanlık Konseyi’nin yaptığı açıklamalarda “demokratik deivrim”mizi yaptık gibi tamamlayıcı unsurlar geldi. Burada en azından kendini ve dünya halklarını kandırma vardır. Son yıllarda dünyanın en ücra köşelerindeki halkların, bu yerküre üzerinde Kürdistan diye bir ülke ve Kürtlerin yaşıyor olmalarını duymuş olması, devrim olmuş anlamına gelmiyor. Kürtlerin kendi kaderlerini kendi özgür iradeleriyle tayin ettikleri anlamına gelmiyor. Her devrimin özü devlet iktidarı sorunuysa son tahlilde böyle bir gerçeklik de yoktur. Buradaki kandırma çırpınışları altında yatan gerçek, A. Öcalan ve Baş kanlık Konseyi, onbeş yıllık ulusalcı silahlı mücadele, Kürtlerin varlığını dünyaya kabul ettirdi. Bizim nihai hedefimiz buydu artık düzene dahil olalım demeleridir. Ama biz burada yarı-yolda duran Paris Komünü deneyinden Marks’ın çıkardığı esaslı bir sonuca işaret etmek istiyoruz. 12 Nisan 1871 tarihinde Londra’dan Kugelmann’a yazdığı mektupta Karl Marks şöyle diyordu. “Eğer benim on-sekiz Brumaire ’in son bölümüne bakarsan Fransız Devrimi’nin gelecek girişimin, önceki gibi artık bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden ötekine devretmek değil, onu parçalamak olduğunu ve bunu kıta üzerindeki her gerçek halk devriminin başta gelen koşulu olduğunu belirttiğimi göreceksin. Bizim kahraman Parisli arkadaşlarımızın kalkıştıkları şey de işte budur. Ne esneklik, ne tarihsel girişim ve ne özveri yeteneğidir bu Parislilerdeki!..." (Seçme Mektuplar, sf 57, Evrensel Yay.) Marks -Engels’e dayanarak devlet öğretisini geliştiren Lenin; Marks’ın sözlerini şöyle yorumluyordu: “Bu sözlerde: “bürokratik-askeri mekanizmayı paramparça etme" sözlerinde, kısaca ifade edilmiş haliyle proletaryanın devrimde devlet karşısındaki görevlerine dair Marksizmin ana dersi içerilidir. Ve tam da bu ders sadece unutulmakla kalmamış, aynı zamanda Marksizmin egemen Kautskycı ‘yorumuyla ’ doğrudan tahrif edilmiştir!" (Devlet ve Devrim, İnter Yay., sf 51)

Abdullah Öcalan’ın, “ağır çelişkilerini bir devrimsel patlamayla açığa çıkarmanın ardından düzene yedeklenme, ona hizmet etme anlayışlarıyla devrimci fikirlerin ne kadar birbirine düşman olduğu bu karşılaştırmada rahatlıkla görülüyor. Kaldı ki, İmralı savunmaları artık “bundan sonrası” için bu kadarına gerek görmüyor, aksine bu tür gelişmelerin “tıkayıcı” olumsuz etkilerinden “astarın yüzünden pahalı” oluşundan dem vurduktan sonra PKK Merkez Komitesi Genişletilmiş Toplantısı da ona dayanarak; “Bu süreç içerisinde Yeni Dünya Düzeni ekseninde yaşanan gelişmeler yer yer devam eden direnç noktalarına karşılık egemen olmaya doğru yol alıyor. Ortaya çıkan bu gerçeklik, ezilen halkların, sınıflar ve güçlerin çıkarlarını temsil etme mücadelesini etkiliyor. Yeni Dünya Düzeni ile çatışma yerine; onun içinde siyasal karakteri ağırlık kazanan mücadelelerle sonuç almayı daha geçerli hale getirmektedir. Buna da çelişkileri ortadan kaldırma durumu değil, çözüm yöntemlerinde stratejik, taktik ve eylemsel değişiklikler söz konusudur. Mücadelede çok yönlülük, diğer bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısı ile cepheden savaşın, silahlı mücadelenin vazgeçilmez tek yöntem olma gereği kalmamıştır. “ (10 Ağustos 1999, Özgür Bakış) Birbiriyle tam bir tezat oluşturan bu cümlelerin hepsi sonuçta artık tarihsel olarak geride kalan ufak-tefek çelişkilerin Yeni Dünya Düzenicilerinin himmetiyle, ve/ya da iyi niyetli çabalarıyla çözüleceğini, kendilerin de bu gelişmelere tabi olarak katkılar sunacaklarını, “Yeni Dünya Düzeni ile çatışma yerine”, “onun içinde” kalarak hizmet etmenin tek gerçek ve geçerli yol olduğu söylenmektedir. PKK Merkez Komitesi bütün bunları aynı zamanda A. Öcalan’ın bir mektubundaki şu sözlerinden sonra söylüyor: “ben yoğun ve gizli bir diplomasiyle pazarlık konusuyum. Bu pazarlık belki bir noktaya ulaştı. içerde politikada kullanılma dönemim başladı". Evet, PKK’nin takip ettiği yol budur. “içerde politikada kullanılma” yolu. Bu yol ve gidişatın zamanla Türkiye ve Kürdistan’da işçi sınıfı ve ezilen sömürülen milyonlarla işbirlikçi tekelci burjuvazi ve onun sömürgeci faşist devleti arasındaki sert çatışmalı süreçlerde birincilerin karşısında ikincilerle hareket edeceği çok açık değil midir? Tarihe karışan ve bir dolu tarihsel olgu tarafından çürütülerek hurdalığa atılan ve Marksizm döneklerinin cephaneliğinden bugün de tekelci kapitalistlerin cephaneliğinden bir beslenme olan “demokrasi içerisinde” sorunları çözme aldatmacasına yine çok eski bir tartışmaya gönderme y parak nokta koyalım. Bilindiği gibi, Marks- Engels 1874 yılında önce İngiltere ve Amerika dışındaki bütün kapitalist Avrupa kıtası için, “bürokratik askeri mekanizma paramparça edilmeden” proletarya ve ezilenlerin iktidara gelmeleri ve devrimi sürdürmelerinin olanaksızlığını düşünürlerken, İngiltere ve Amerika için bu iki ülkede, hâlâ “bürokrasi ve militarizm”in gelişmemiş, kurumlaşmamış olmasından ötürü, devrimci şiddete dayalı olmayan yoldan iktidara gelmeyi işçi sınıfı için olanaklı görüyorlardı. Ama bütün kıta Avrupa’sının yolunun, İngiltere ve Amerika’nın da takip etmiş olmasından bu iki ülkede de devlet makinasının giderek “Bürokratik- askeri” bir biçim almasından, bürokrasi ve militarizmin kurumlaşmasından dolayı burjuvazinin iktidarının, devletinin ancak yığınların örgütlenmiş devrimci şiddetine dayalı devrimle alaşağı edilebileceği sonucuna ulaştılar.

Abdullah Öcalan, İmralı’da “Esas Hakkındaki Mütalâa’ya Cevap”ın, “sorunlara demokratik çözüm Türkiye’nin kazanılmış geleceğidir” bölümünde ileri sürdüğü istemler ve Türk egemen sınıflarından yapmalarını istediği şeyleri okuyunca, insan sanki ABD Başkanı Bill Clinton’ın 21. yüzyılla girerken Amerikan halkına yaptığı konuşmayı dinliyormuş gibi oluyor. İmralı savunması bu bölümde devrimci ya da parlamenterist yoldan iktidara gelme ya da ulusların kendi kaderini tayin etme haklarını savunmamasını bir yana bırakın, doğrudan Türk egemen sınıflarının yayılmacı emperyalist emellerini savunuyor. Bunların nasıl bir gün gerçek olması gerektiği ile ilgili öğütler veriyor. Bu “yararlı çaba”yı kimsenin yalnızca ya da esas olarak A. Öcalan’ın yargılamanın sonuçlarından kurtulma çabası olarak basitleştirmesine olanak yoktur. Birtakım kültürel kırıntılar karşılığında, “Kürtlerin demokratik cumhuriyetle bütünleşmesi geliştikçe bu askeri anlamda da karşı tehditten stratejik bir güç kaynağına dönüşecektir. Çözüm bu büyük fırsatı sunuyor. Geleceğe en büyük stratejik yatırım oluyor. Karşılığında verilen, artık dünyanın her tarafından verilen ve verilmesi kaçınılmaz olan bir taviz olarak da görülmeyecek olan, doğal demokratik ve kültürel haklardır ” (mütalaa’ya cevap). Yanlış okumadınız. Kimle bütünleşecek? Kimin cumhuriyetiyle bütünleşmeye gidilecek? Halihazırdaki Türkiye Cumhuriyeti’yle, diğer bir deyişle sömürgeci faşist rejimin devrimle yıkılmasının olanaksızlığı ve ebediliği ilan edildikten sonra, onun yıkılmasından sonra bir “demokratik cumhuriyet”ten bahsedilmediğini artık her dürüst devrimci ve insanın kabul etmesi gerekiyor. Burada “taviz olarak da” anlaşılmaması gereken kültürel hak kırıntıları karşılığında, hep söyleyegeldiğimiz sömürgeci sisteme ve onun bütün egemenlik araç ve biçimlerine tabi olunacağı tezimizin açık bir doğrulanmasıdır. Burada açık ve dolaysız olarak kırıntılar karşılığında Kürdistan ulusal silahlı güçlerinin ve diğer devrimci imkanlarının sömürgeciliğe “stratejik bir güç kaynağına” dönüşeceğini hiçbir tartışmaya yer vermeyecek açıklıkta ortaya konuyor. Sömürgeci faşist rejim bu, “stratejik güç kaynağı”ndan da alacağı kuvvetle daha çok rahat bir biçimde işçi sınıfı hareketini, devrimci ve komünist hareketi bastırma ve fiziki olarak tasfiye imkanlarını yakalayacaktır. Türk egemen sınıflarının işbirlikçi tekelci burjuvazinin “ekonomik olarak gelişmesinin önünün alabildiğine açılması demektir” (açy) devamla, “Türkiye’nin genel ekonomik yapısı da bölge olanakları kadar oradan da Ortadoğu’ya taşırılmasıyla gerçekten bir hamle sürecine girecektir...” (aç - SP) “Ortak vatan”ın “tek güçlü” devleti içerde “sorunsuz” hale gelince dışarıda da bölge halklarını sömürgeci ilhak ve işgal altına alma fırsatı yakalayacaktır. Türk egemen sınıflarının ekonomik sömürgeciliğini ve inkar ve imhacılığını bu sözlerden daha iyi hiç kimse savunamaz. Kaşarlanmış Türk milliyetçileri bile “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” büyük Türkiye hayalini bu denli cesaretli dillendiremiyorlar. En azından benden önce ABD var diye çekince gösteriyorlar. Ama A. Öcalan, Kürtlerin Türk egemen sınıflarının vereceği stratejik güçle, “...Balkanlar’dan Kafkasya ’ya ve Orta Asya ’ya kadar güçlenmenin yolu açılacaktır. ” (aynı yerden) Bütün bunlardan sonra Clinton’ın özlediği Amerika ile A. Öcalan’ın özlediği Türkiye arasında bir küçük farkın olduğunu söyleyecek varsa bir küçük adım öne çıksın. Ama bütün bunlardan sonra PKK ve bütün Kürt yurtseverlerinin kendi ifadeleriyle “Tük solu”na kemalist ve/ ya da “sosyal- şoven” demesine ne demeli? Öcalan’ın savunucuları Kemalizmi, “sosyal-şovenizmi” falan da geride bırakarak Türk egemenlerinin emperyalist emellerine doğrudan tabi oluyorlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkını reddeden İmralı savunmalarının demokratlığı bile tartışmalı hale gelmiştir. Devrim karşıtı burjuva propagandasına karşı çıkan devrimci itirazlara da en küçük bir “demokratik hoşgörü” gösterilmemesi bundandır.

Sonuç olarak, A. Öcalan’ın İmralı savunmalarında ve değişik zamanlarda yaptığı açıklamalarda, dile getirdiği düşünce ve ileri sürdüğü iddialarda yeni olan hiçbir şeyin olmadığının altı çizilmelidir. Bu düşüncelerin toplamı, tekelci kapitalist sınıf ya da sınıfların düşünce ve fikirlerinin üretimi ve dağıtımını yapan kesiminin ve bunlara değişik tarihsel aşamalarda katılan Marksizm dönekleri tarafından üretilen, savunulan ve dağıtımı yapılan düşüncelerdir. Onlar, barışçı gelişme ve bu yoldan iktidar olma iddiasında bile değillerdir. Bugün tehlikeli olan, büyük bir toplumsal devrimci güç olarak PKK’nin ulusal kurtuluş hareketinin ana gövdesinin hızla bu düşüncelere arkalanmış olmasıdır. Devrimci ulusal kurtuluş hareketi bugüne kadar saf değiştirenlere aldığı tavırı İmralı savunmalarına karşı geliştiremedi. Şemdin Sakık’ın Ekim 1998 başlarında Diyarbakır DGM’de yaptığı bir açıklamayla İmralı savunmalarının özü aynı olduğu halde bu yapılamadı. A. Öcalan 15 Ekim 1998 tarihinde MED TV’deki bir programa telefonla katılarak “uluslararası komplo” olarak tanımladıkları süreci anlatarak şöyle demişti. “... Bu dıştaki MOSSAD, CIA benzeri örgütler de dahil, onların eline bile geçmemesi için, Genelkurmay’a bağlı Özel Kuvvetler Komutanlığı içeri aldı... Dün bir ifade verdi. O ifadeye dikkat çekerek bu komplolar sürecinin geçmişini tamamlamak istiyorum. ‘Ben itirafçı olmayacağım, pişman da olmayacağım, artık gerilla da olmayacağım, fakat barış savaşçısı olacağım ’ diyor. Bu sözler kesinlikle kendisine söyletilmektedir. ” (Yaşamda Alternatif. S.Z, sf.15, A. Ö) diyerek, Şemdin Sakık’ın “barış savaşçısı olacağım demesini ihanet olarak teşhir ediyor. Ama A. Öcalan İmralı’da “barış için yaşayacağım” demenin de çok ötesine geçerek eğer fırsat verilirse “demokratik cumhuriyet” dediği bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmet edeceğini söylüyordu. Ya bütün bunlara ne demeli?

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi