29. Yılında 15-16 Haziran Direnişi Öğretmeye Devam Ediyor

29 yıl önce 15-16 Haziran günlerinde İstanbul ve İzmit proletaryası polis ve jandarmanın barikatlarını, burjuvazinin sınıfa dayattığı yasaları parçaladı. Kan ve can bedeli bir direnişle Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde bir dönüm noktası yarattı. Bu direnişin öğretilerini ısrarla, inatla, tekrarlar pahasına da olsa, bugünün ve geleceğin genç kuşak proletaryasına aktarmakla yükümlüyüz. Bu yükümlülüğü unutmak ve unutturmak suçtur.

1963-70 yılları arasında Türkiye’de ücretlilerin sayısı 2,745,000’den 4.055.000’e çıkmıştı. Ücretlilerin aktif nüfusa oranı ise, bu dönemde yüzde 21.0’den yüzde 29.2’ye yükselmişti.1963-70 yılları arasında geçen sekiz yıllık sürede grevlere katılan işçi sayısı 190,835’i ve grevlerde yitirilen işgünü sayısı 1.870.000’i bulmuştu. 1971 yılı verilerine göre ülkede, 1.750.000’i tarımda, 250.000’i tarım dışında olmak üzere toplam 2.000.000 dolayında işsiz vardı. (Bu veriler resmi kaynaklardan alınmıştır. Dolayısıyla işsizlerin gerçek sayısını olduğundan daha az göstermektedir). İşsizliğin büyümesine paralel olarak ücretler giderek düşüyordu. Çoğu işyerinde asgari işgüvenliği yoktu. Bu yıllarda iş kazalarında yitirilen işgünü sayısı, grevlerde yitirilen işgünü sayısının bir kaç katıydı. Düşük ücretlerle çalışan işçiler hayat pahalılığı karşısında eziliyor, yoksullaşması hissedilir biçimde artıyordu. Bu, emek-sermaye çelişmesini keskinleştiriyor, işçi sınıfının hareketlenmesinin maddi zeminini güçlendiriyordu. 1963 Temmuzu’nda 274 ve 275 sayılı yasaların yürürlüğe girmesiyle Türkiye işçi sınıfı ilk kez sınırlı da olsa grev ve toplu iş sözleşmesi haklarına kavuşmuştu.1963-70 yılları arasında işçi sınıfı sendikal bilinç edinmeye ve grevler ve diğer eylemler içinde eğitilmeye başlandı. O, yavaş yavaş da olsa haklarını mücadele ile alabileceğini kavrıyor ve sendikal bilincinin sınırlarını genişletiyordu. Resmi kaynaklara göre, 1963-70 döneminde toplam 513 grev gerçekleşmişti. İşçi sınıfı, 15-16 Haziran’a üç ayrı aşamadan geçerek ulaştı. 1) 1960-63 yıllarında küçük çaplı grev ve yürüyüşler, pasif eylemler vb. 2) 1963-67 yıllarında daha üst boyutta grev ve direnişler. 3) 1967-70 yılları arasında sınıfın eylemlerinin işyeri işgalleri, polis ve jandarmayla çatışma biçimini alarak daha üst boyutlara ulaşması. İşte 1516 Haziran direnişine katılan 150,000 dolayındaki işçinin önemli bir kesimi, bu dönemde, tek tek fabrika ve işyerlerinde polis ve askerlerle defalarca karşı karşıya gelmiş, bu çatışmalarda deneyim kazanmıştı.1960’lı yılların ikinci yarısına doğru, işçi sınıfının Türk-İş’e tepkisi yaygın bir biçimde gelişiyor, Türk-İş’ten kopmalar artıyordu. Türk-İş, tıpkı bugün yaptığı gibi o gün de bir işçi sendikası gibi değil, devlet aygıtının bir parçası gibi davranıyordu. Sınıfın en doğal talepleri ve haklı eylemleri karşısında takındığı sermaye yanlısı tutum giderek tepki topluyordu. Türk İş, işçi sınıfının önünde bir ayak bağı konumundaydı. İşçi sınıfı bunu yaşayarak öğreniyordu.

DİSK’in 1967’de kurulmasıyla Türkiye işçi sınıfının mücadelesi yeni bir boyut kazandı. Kuruluşunun ilk yıllarında DİSK, Türk-İş’e kıyasla ilerici bir rol oynadı. Türk-İş’ten kopan işçilerin çoğu, bilinçli olarak, yani öncelikle DİSK’i daha ilerici ve devrimci gördükleri için değil, Türk-İş’in işçi-karşıtı siyasetine tepki temelinde bu yeni konfederasyona katılacaktı. Bir çok direniş, işgal ve hak alma eyleminde DİSK, işçilere yer yer ilerici siyasal içerikli taleplerle önderlik etti. İşçi sınıfının uyanışı ve Türkiye’nin toplumsal yaşamında ağırlığını hissettirmesi, DİSK’in bu ilk dönemindeki politikasıyla cepheden çatışmıyordu. Bu koşullarda, egemen sınıflar ve Türk-İş, DİSK’in varlığından ve işçi sınıfının DİSK içinde örgütlü daha militan bölümünün yükselen eyleminden hoşnutsuzluk duymaya başladılar. Ve DİSK’i kapatarak sınıfın eylemini boğma hazırlığına giriştiler.

1967’de resmi rakamlara göre Türk-İş’in 545,000 üyesi vardı. Aynı yıl DİSK’in üye sayısıysa 35-40,000 dolayındaydı. Türk-İş’in tersine, DİSK’i oluşturan sendikalar daha çok özel sektör işyerlerinde örgütlüydüler. Sınıfın en aktif, en duyarlı kesimleri, siyasal düzeyi en ileri bölümleri, devrimci ve ilerici işçiler DİSK’e katılmışlardı.

1970 yılının 15 Haziran günü, hükümette ve muhalefette olan tüm burjuva partileri, Türk-İş’in de desteklediği bazı yasal düzenlemeleri görüşmek için TBMM’de bir araya geldiler. 274 sayılı Sendikalar Kanunu’nda ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nda işçi sınıfı ve DİSK aleyhine kısıtlamalar yapılacak, DİSK’e bağlı sendikaların grev yapması fiilen olanaksız hale getirilecekti.

Aynı gün işçiler, DİSK’in düzenlediği bir mitingle sözkonusu yasalarda yapılmak istenen “değişiklik”leri protesto edeceklerdi. 15 Haziran sabahı, İstanbul ve İzmit ’te büyük fabrikaların tümünde işçiler, Türk-İş’ in ve patronların engellemelerine rağmen üretimi durdurdular. Toplam 115 işyerindeki 70,000 işçi. Bu işçilerin önemli bir kısmı Türk-İş’e bağlıydı. İşçiler, İstanbul’da üç koldan, İzmit’te iki koldan büyük gruplar halinde yürüdüler. Taşıdıkları döviz ve pankartlarda, attıkları sloganlarda sendika, toplu sözleşme ve grev haklarına ilişkin istemlerini dile getiriyorlardı. Bu sloganların yanısıra bazı yürüyüş kollarında “Ordu-İşçi Elele”, “Bağımsız Türkiye” sloganları da atılıyordu. Bazı yürüyüş kollarında ise işçiler Türk bayrakları eşliğinde İstiklal marşı söylüyordu. Bu görünüm, işçi sınıfının bilincinin geriliği ile eyleminin militanlığı arasındaki çelişmeyi sergileyen çarpıcı bir durumdu. Siyasal bilinci geri de olsa militan eylemler geliştirmesi, sınıfın doğasından gelen ve bugün de yaşanan bir özellikti. Harekete geçen sınıfı sosyalist bilinçle donatmak, komünist öncüye düşen bir görevdi ve hala da öyledir. Bu bilinç geriliğine rağmen sınıfın kararlı eylemi, hemen hemen her zaman olduğu gibi diğer emekçileri de etkilemeyi, onların sempatisini toplamayı başardı. Bir çok yerde işçiler ve onlara katılan gençler ve diğer emekçiler caddeleri doldurdu, trafiği felç etti. Evlerinin pencerelerinden ve balkonlarından halk, yürüyen işçilere çiçekler attı, onları alkışladı.

Burjuvazi, işçi sınıfının güçlü ve kararlı yürüyüşünden ürktü. Paniğe kapılan egemen sınıflar yürüyüşü durdurmak ve işçi kitlelerini dağıtmak için polis ve orduyu yardıma çağırdılar. Yürüyüş kollarının birleşme noktalarını polis ve asker barikatlarıyla kuşattılar. Kadıköy bölgesindeki işçiler Ankara yolu ve Otosan üzerinden Kartal’a, Eyüp bölgesindeki işçiler Topkapı’ya, Levent civarındakiler ise Taksim’e doğru polis ve asker barikatlarını taş ve sopalarla yararak ilerledi. Bu arada Eyüp civarından gelip Topkapı’da birleşen işçiler Aksaray’a doğru yürüdüler. İşçiler Şehremini’de kendilerini durdurmak için barikat kuran polisi dağıtarak yollarına devam ettiler. O anda iki arkadaşlarının polis tarafından dövülerek gözaltına alındığını gören işçiler öfkeyle karakola yürüdü ve arkadaşlarını polisin elinden kurtarıp yürüyüşlerine daha bir güven ve kararlılıkla devam etti. Diğer bölgelerde de yer yer polis ve askerle karşı karşıya gelen işçiler, önlerine dikilmek istenen engelleri birlik ruhu ve militanlığıyla aşarak ilerledi. O gün heyecan ve coşku doruktaydı. İşçi sınıfı moral üstünlüğü ele geçirmişti. Binlerce işçinin, eylemlerinin haklılığı ve meşruluğuna tam bir inançla başlattıkları yürüyüş, devletin silahlı güçlerinin saldırısı ve tahrikleri sonucu militan bir direnişe dönüştü. İşçiler o günün akşamı evlerine dağıldıktan sonra hükümet yetkililerinin, bakanların, polis şeflerinin telefonları işlemeye başladı. Gece geç saatlere kadar toplantılarda alınacak önlemler, kararlar yoğun bir biçimde tartışıldı. Türk -İş de, işçileri eylemden vazgeçirmek için bildiriler ve basın açıklamaları yapmaya girişti. DİSK’in ikinci güne ilişkin önceden alınmış bir yürüyüş ya da eylem kararı yoktu. 16 Haziran günü gerçekleşen direniş ve eylem, sınıfın kendi savaşımının ürünüydü.. DİSK yöneticileri ilk günün akşamı radyodan yaptıkları açıklamalarla işçileri eylemi bırakmaya, “şanlı Türk ordusuna karşı gelmemeye” çağırdılar. Ama işçi sınıfı onları dinlemeyecekti.

16 Haziran günü yürüyüş ve eylemlere katılan işçilerin sayısı 150,000’e ulaştı. İstanbul ve İzmit proletaryası bir kez ayağa kalkmıştı; o yolunun üzerindeki tüm engelleri önüne katıp yürümede kararlıydı. Sınıfm moral gücü en üst düzeye ulaşmıştı. Buna karşılık burjuvazi de önlemlerini arttırmış, asker ve polis yığınağını iki katına çıkarmış, ilk günün tersine İstanbul’un tüm merkezi yerlerinde çifte barikatlar kurdurmuştu. Ama bu durum işçilerin kararlılığını azaltmadı. Yürüyüşçüler her barikatı polis ve askerle, daha çok da birincilerle çatışarak aşıyordu. Öğleden sonra en büyük çatışma Kadıköy Yoğurtçu Parkı çevresinde oldu. Bu çatışmada yüzlerce işçi ve çok sayıda polis yaralandı. İşçiler durmayıp Kadıköy iskelesine doğru yürümeye devam etti. İskelede toplanan işçilerin üzerine polis ve asker yeniden saldırdı. Polisin açtığı ateş sonucu Mustafa Baylan, Abdurrahman Bozkurt, Yaşar Yıldırım adlı işçiler şehit düştü. Aynı çatışmada bazı asker ve polisler yaralanırken bir polis ve bir dükkan sahibi de öldü. Ve 200 dolayında işçi yaralanırken, 160 işçi de gözaltına alındı. Akşama doğru saat 17:00 sularında direniş sona ermişti. Ertesi gün daha büyük eylemlerin patlak vereceği korkusuyla AP hükümeti, İstanbul ve İzmit’te sıkıyönetim ilan etti. İki günlük direniş safları belirginleştirmişti. Emek sermaye çatışmasında hatlar, sermayeden yana olanlar ve emekten yana olanlar olarak kesin ve net bir biçimde ortaya çıkmıştı.

Sendika ve grev haklarını korumak için yola çıkan İstanbul ve İzmit proletaryası burjuva yasallığını aştı; burjuvazinin ordusu ve polisiyle çatıştı; Türk-İş’in işçi düşmanı hain tutumunu ve DİSK önderliğinin uzlaşmacı ve teslimiyetçi çizgisini eylemiyle teşhir etti. Burjuvazi sınıfın gücü ve militanlığı karşısında geri adım attı ve bir süre -12 Mart 1971 askeri darbesine kadar söz konusu yasalarda herhangi bir kısıtlama yapmaya cesaret edemedi. Ama sıkıyönetimin uygulamaya konmasıyla birlikte direnişe aktif olarak katılan 5.090 işçi, bir daha işe alınmamak koşuluyla işten atıldı. Gözaltına alınan işçilere uygulanan baskı ve işkenceler, 12 Mart faşist darbesinin ayak seslerinin duyulmaya başladığının göstergesiydi. Burjuvazi kendi hesabına işçi sınıfının direnişinden gereken dersleri çıkarmıştı. Direnişi unutturmak, bu direnişin tüm izlerini Türkiye işçi sınıfının belleğinden silmek ve daha sonraki işçi kuşaklarına taşınmasını engellemek amacıyla özellikle öncü işçileri işten atmaya, tutuklamaya ve ezmeye özen gösterecekti.

15-16 Haziran Direnişi’ni anlamak, burjuvazi -proletarya çelişmesini anlamaktan geçer. 1970’li yıllarda burjuvazi -proletarya çelişmesi keskinleşmeye başlamıştı. Türkiye işçi sınıfının bağrından böylesine görkemli bir direniş doğmasının temelinde bu gerçeklik yatıyor. 29 yıl sonra bugün, burjuvazi proletarya çelişmesinin vardığı boyutları işçi sınıfının niceliksel büyüklüğü ve niteliksel durumu ortaya koyuyor.

DİE ve DPT ‘nın 1985 yılı verilerinden yararlanılarak yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, Türkiye işçi sınıfının 1985 yılı itibariyle sayısal büyüklüğü 19.200.000 olarak saptanmıştı. 1985 nüfus sayımı sonuçlarına göre ülkenin nüfusu 50.664.500 dü. Buna göre aynı yıl, işçi sınıfı toplam nüfusun yaklaşık yüzde 38’ini oluşturuyordu. Ve bu, adı geçen resmi kuruluşların; yedek sanayi ordusunu, kayıt dışı işçileri, çocuk ve kadın işçileri aktif nüfus kategorisinin dışında tutmasına rağmen böyleydi. Burjuvazi ve onun kuyruğunda sürüklenen küçük burjuvazi, işçi sınıfını “çalışanlar” ya da “emekçiler” kategorisi içerisinde eritmek ve onun gücünü olabildiğince küçük ve önemsiz göstermek istiyor. Bunu dikkate aldığımız da, Türkiye işçi sınıfının nüfusa oranının, bu rakamın daha da üstünde olduğu anlaşılır. Kaldı ki biz, Lenin’in, "Herhangi bir kapitalist ülkede, proletaryanın gücü, toplam nüfus içerisinde temsil ettiği orana göre çok daha fazladır ” deyişinin de gösterdiği gibi, işçi sınıfının toplumumuz içindeki potansiyel ağırlığının bu rakamlarla ölçülemeyeceğini biliyoruz.

Meta ekonomisinin genelleşmesi, işgücünün yaygın olarak metalaşması, kırsal ve kentsel küçük üreticilerin sistemli bir biçimde topraktan ve küçük çaplı üretim araçlarından koparak proleterleşmeleri, kırdan kente göçlerle birlikte kent nüfusunun hızla artması, ekonominin tarım dışı sektörünün tarım sektöründen daha hızlı büyümesi, özetle kapitalizmin geliş me yasaları sonucu İstanbul başta gelmek üzere İzmir, Kocaeli, Ankara, Zonguldak, Adana, Bursa gibi kentlerin sanayinin ve işçi sınıfının yoğunlaştığı merkezler olarak gelişmesi, bu büyük merkezlerin yanısıra büyük sanayi işletmelerinin çevresinde Karabük, Kırıkkale, İskenderun, Seydişehir, Çerkezköy, Ereğli, Afşin-Elbistan vb. gibi ikincil sanayi kentlerinin ortaya çıkması, küçük çaplı işletmelerin büyük işletmeler tarafından yutulması sürecinin hızlanması vb... Bu özellikler Türkiye’de kapitalizmin ne ölçüde geliştiğinin ve burjuvazi-proletarya çelişmesinin 29 yıl öncesine kıyasla ne kadar keskinleştiğinin göstergeleridir. İşçi sınıfının siyasal durumuna ilişkin veriler, yarınlarda sınıfın daha görkemli 15 16 Haziranlar’a ve direnişlere gebe olduğunu gösteriyor.

1970’li yıllarda işçilerin genel ortalamasında eğitim derecesi ilkokul mezunuydu. Bugün önemli bir kısmı lise veya dengi okul mezunu bir işçi kuşağı var. 1989-90 öğretim yılında 132 bin meslek lisesi öğrencisi 40 bini aşkın işletmede beceri eğitimi görmüştür ve bunların büyük çoğunluğu mesleki eğitimlerine uygun iş dallarında, özellikle büyük işletmelerde çalışmaktadır. Bunların yaş ortalaması 25-35 arasıdır. (Bkz. Petrol -İş Yıllıkları). Buna, yüksek öğrenim olanaklarından yoksun onbinlerce lise mezunu gencin üretime katılması veya yönelmesi (çoğunlukla hizmet sektöründe) vb. eklenmelidir. İşçi sınıfının toprakla bağı hızla yok oluyor. Bugün, özellikle imalat sanayinde mülksüzleşmiş üçüncü kuşak bir proletarya var. Sadece mevsimlik inşaat ve tarım işçilerinin ve bir bölüm maden işçisinin toprakla bağlarını kısmen muhafaza ettiğini söyleyebiliriz. Sınıfın eğitim düzeyindeki yükselme, yaş ortalamasında düşüş ve bunlara ek olarak mülksüzleşme olguları, işçi sınıfının kendiliğinden bilincinin gelişmesinde ve sınıf olarak gücünün ayırdına varmasında önemli avantajlar sağlıyor. Bugün işçi sınıfının kendiliğinden bilincinde oluşan birikim 29 yıl öncesini çok aştı. Bunu sınıf hareketinin 1970’li yıllardan bu yana yürüttüğü kavgasında izlediği çizgiden görebiliyoruz. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesiyle tüm ekonomik, siyasal hakları gasp edilen işçi sınıfı 1984’ten itibaren yeniden doğrulmaya başladığında, eylemlerde en çok atılan slogan “Açız aç !”tı. 1989 Bahar Atılımıyla “İş, Ekmek, Özgürlük” sloganı öne geçti. Toplu işten atılmaların yaygınlaştığı yıllarda ve özellikle 1995’de “İşimiz namusumuzdur, kaptırmayacağız” sloganı yerleşti. 1997-98-99 yıllarında gerçekleşen grev, direniş ve mitinglerde “Ekmek yoksa barış da yok” sloganı giderek yaygınlaştı. Atılan sloganlarda daha bir derinleşme ve içeriğinde zenginleşme, belli bir siyasallaşmanın olduğu görülüyor. Kendiliğinden bilinç sınırları içindeki bu gelişmeye başka açılardan bakalım. Gerçekleştirilen eylem ve direnişlerde işçiler, sloganlarını kendileri üretiyor, eylem biçimlerini kendileri belirliyorlar. Ekonomik ya da siyasal taleplerini kendileri formüle ediyor. Eylemlerinin uzun veya kısa süreli olmasına bağlı olarak propaganda araç ve yöntemlerini kendileri yaratıyor. Eylem sürecinde kamu oyu oluşturma bilinci gelişiyor. Eylemin gereksinimlerini karşılayacak bir dizi komite kuruyorlar. Kağıthane belediye işçileri, 1995 yılında birkaç ay süreli direnişlerinin tüm etkinliklerini, tüm aşamalarını videoya çektiler. Sınıf kardeşlerine kendi mücadele deneyimlerinden yararlanmaları için kalıcı belgeler bıraktılar. Direnişin başındaki işçilerin söylediği şu sözler bu anlamda çok öğreticidir:

"Biz direnişe başladığımızda daha önceki direnişlerden öğrenmek istedik. Değişik türden mücadele biçimlerine ihtiyaç duyduk. Günlük, haftalık, aylık çıkan tüm gazete ve dergilerin bürolarında arşivleri araştırdık. Ne yazık ki, geçmişte yaratılan direnişlerden günümüze aktarılan yazılı veya görsel hiç bir belgeye rastlamadık. Biz bunun acısını çeken işçilerdik. Bu eksikliği, duyarsızlığı sınıf kardeşlerimize taşıyamazdık. Direnişleri belgeleştirme geleneğini biz başlatmalıydık. ” İşçi sınıfının yaşayarak öğrendiğini biliyoruz. Ama, onun azçok sınıf bilinçli öncüleri ve bu arada Kağıthane direnişinin önderleri de, Türkiye işçi sınıfının önemli kavgalarının yazılı deneyimlerinin hemen hemen hiç bulunmadığını söylerken sonuna dek haklıdırlar. Sınıfın kolektif belleğini yaşatacak böylesi çalışmaları yapmak, komünist hareketin en önemli görevlerinden birisi oluyor.

Tüm bu veriler öncü ile sınıf arasındaki kopukluğu aşmada önemli olanakların varolduğunu gösteriyor. Ve sınıfa dönük propaganda ve ajitasyonda yoğunlaşma ve ustalaşmayı zorunlu kılıyor. Geniş işçi kitlelerinin içinde yaşadığı sömürü yü etimizde kemiğimizde hissettiğimiz, kapitalizmin sömürü ve vahşetini hergün, her saat, her dakika somut siyasal durumla ilişkisi içinde sergileyebildiğimiz, kapitalizme karşı sosyalizm için mücadelenin dışında hiç bir kurtuluş yolunun olmadı ğını ortalama işçiye eylem içinde kavratabildiğimiz ve sınıf savaşımında işçi sınıfının yanında olabildiğimiz ölçüde, Tür kiye işçi sınıfı, gerici faşist sendikal zincirlere ve sermayenin saldırısına karşı sadece tek tek işyerlerinde, tekil direnişlerle değil, sınıf olarak karşı duracaktır. Burada, son on yıldan bu yana yaşanan grev ve direnişlerden birkaç tanesini karakteristik özellikleri gereği kısa başlıklarla aktararak okurların belleğini bir kez daha tazeleyeceğiz.

Kitlesellik mi? İşte 1989 Bahar Atılımı, 3 Ocak 1991 Genel eylemi, 1990 ve1991 Zonguldak maden işçilerinin eylemleri ve Ankara yürüyüşü.

Militan direnişler mi? 1992’de Kartal Belediye, İzmir Belediye, Adana Toros Gübre işçilerinin Ankara yürüyüşleri, 1993, 1994,1995 yıllarında başta Tuzla deri işçileri olmak üzere, Aras Kargo, Yurtiçi Kargo, Ekspres Kargo’da, Paşabahçe ve Cem-Taş işyerlerinde, Kağıthane, Şişli, Eminönü, Gebze belediyelerinde işçi sınıfı tarihinin en militan ve en uzun süreli direnişlerini yaşadı. Hem de “Sermayenin uşağı polis” sloganlarıyla.

Sendika ağalarına tepki mi? 5 Eylül 1994’te Ankara Kızılay Meydanı’nda Türk-İş’in düzenlediği mitingde, B. Meral, dönemin başbakanı Çiller’in sözcüsü gibi konuşunca, orada toplanan 70,000 işçi B. Meral’İ dövmek için üzerine yürüdü. Koskoca bir konfederasyonun başı, polis korumasında civardaki ayakkabı mağazasına sığındı; o da yetmedi, işçilerin korkusundan ağaca tırmandı ve bir süre orada “mahsur” kaldı. Bu olay işçi sınıfının sendika ağalarına duyduğu güvensizliğin boyutlarını gösteriyor.

Hak verilmez alınır ilkesi mi? HaziranTemmuz 1996’da Antep’te 20 bin dokuma işçisinin hakların sokakta kazanılacağını kanıtladığı eyleme bakmak yeterli.

Sermayenin uluslararası niteliğini teşhir mi? İşte Ankara, İzmir ve Adana’daki ABD askeri üslerinde çalışan 1800 işçinin 29 Eylül 1998’de başlayan eylemi. Harb-İş üyesi işçiler, aynı ulustan burjuvazi ile proletaryanın değil, farklı uluslardan ABD burjuvazisiyle Türkiye’deki işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarlarının özdeş olduğunu grevde sergilediler.

Özelleştirme saldırısına geri adım attırmak mı? 5 Ekim 1998. İzmit SEKA ‘da çalışan 10,000 işçi dört gün süren direnişle burjuvaziyi dize getirdi ve hükümeti, özelleştirme girişimini resmen durdurmak zorunda bıraktı.

Gerici-faşist sendikal zincirleri parçalamak mı? İşte, 1998 yılı Ekim ayının ilk haftasında Bursa Oyak Renault’da çalışan 3000 Türk Metal sendikası üyesi işçinin aniden patlak veren ve gücü, hızı ve militanlığı sendika bürokratlarını ve burjuvaziyi şaşkına çeviren direnişi.

Demek ki, güçlü bir devrimci önderlikten ve esas olarak sosyalist sınıf bilincinden yoksun olmasına rağmen ayağa kalkan ve savaşan bir işçi sınıfımız var. Önemli olan, komünist öncünün kendi rolünü oynayabilecek ve bu adı hak edecek bir konuma gelebilmesidir. Bu olmadıkça işçi sınıfı, devrimde hegemonyayı eline geçiremeyecek, Kürt ulusunun ve diğer ezilen sınıf ve katmanların kavgasına destek veremeyeceği gibi, kendi mevzilerini de koruyamayacaktır. Diğer emekçi tabakalardan farklı olarak işçi sınıfı, ülke ekonomisi içindeki kilit konumuyla, burjuvazinin mezar kazıcısı rolünü oynayabilecek ve diğer emekçileri peşinden sürükleyebilecek biricik güçtür. Komünist öncü, kendiliğinden tekil eylem ve direnişleri birleştirecek ve onları devrimci ve anti kapitalist siyasal kanallara akıtacak inat ve iradeyi kuşanacaktır. O, Türkiye işçi sınıfını kendisi için sınıf olma bilinciyle, siyasal iktidarı zapt etme bilinciyle, sosyalist bilinçle donatacaktır. Umutluyuz ve inançlıyız. Türkiye işçi sınıfıyla tek ve çözülemez bir bütün olarak bağlanmayı daha fazla öğreneceğiz. Burjuvazi ve uşakları bize proletarya burjuvazi çelişmesinin geçmişte kaldığını vaaz etse de, proleter sınıf savaşımını unutturmaya çalışsa da, biz unutmayacağız. Burjuvazi ile proletarya arasındaki temel çelişmeyi işçi sınıfıyla birlikte, Süleyman’vari bir inatla besleyip büyüteceğiz; emekle sermaye arasındaki kavganın büyümesinden ödü patlayan küçük burjuva demokratlarının üstünü örtmeye çalıştığı bu çelişmenin daha fazla gün ışığına çıkması için çaba harcayacak ve onu sonuna, yani proletarya diktatörlüğüne kadar götüreceğiz.

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi