Küreselleşme-Sermayenin Uluslararasılaşma Süreci: Burjuvazinin Küreselleşme Anlayışı

Küreselleşme, globalleşmeyle eş anlamda ve burjuvazi tarafından kullanılan bir kav-dır. Bu kavram ile emperyalist burjuvazi, dünya çapında bir iktisadi, siyasi ve kültürel iç içe geçmişlik durumunu ve bu iç içe geçme eğiliminin giderek derinleştiğini kastetmektedir, iktisadi, siyasi ve kültürel alanda görülen bu eğilim, ulusal ve enternasyonal politikayı etkileyecek ve çeşitli değişimlere neden olacak boyutlara varmıştır emperyalist burjuvaziye göre. Bu kavramın merkezi unsuru, ekonomik bağımlılıktır. Bu, oldukça hızlı gelişen ve gelişme süreci içinde ulusal devletin geleneksel, kurumlaşmış yapılarını yıkan ve ulusal ve enternasyonal alanda belli bir uyumluluğu ön plana çıkartan bir anlayışın ifadesidir. Bu kavramla emperyalist burjuvazi, insanların nicel ve nitel yeni olan bir çağda yaşadıklarını ve iktisadi ve sosyal yaşamın giderek büyüyen/artan bir bölümünün global/küresel süreç tarafından belirlendiğini ifade etmektedir.

Ama kavramın içeriği ve kullanımı konusunda görüş birliğinin olduğu söylenemez. Küreselleşme ile ifade edilen gelişmelerin niceliği ve temposu oldukça farklı değerlendirilmektedir. Bazıları küreselleşme ile sadece iktisadi değişim süreçlerini ifade ederlerken, bazıları kavramın merkezine sosyal ve politik dönüşümleri koyuyorlar. Bunlara göre, anlatılan veya beklenen değişimler, nitel bir değişime neden olabilecekleri gibi, zaten var olan değişimlerin enternasyonal alanda bağımlılık sürecinin kapsamlaşmasına ve derinleşmesine neden olan nicel dönüşümler de olabilirler. Bazılarına göre küreselleşme, enternasyonal politikada, ulusal devlet olgusunun önemsizleşmesine paralel olarak küreselleşmiş toplum olgusunun oluşmasına/kurumsallaşmasına doğru gelişen bir sürecin ifadesidir. Bir kısım yazara göre de küreselleşme, zaten var olan entegrasyon ve bağımlılık ilişkilerinin nicel kap-samlaşma eğilimidir.

Görüyoruz ki, küreselleşme/globalleşme kavramı ve içeriği üzerine görüşler oldukça farklı ve sadece belirttiklerimizle sınırlı değildir. Globalleşme kavramıyla uluslararasılaşma ve çok uluslaşma kastedildiği gibi, bu kavramların (globalleşme, uluslararasılaşma ve çok uluslaşma) bir ve aynı içerikte olamayacakları da ifade edilmektedir. Bu kavram ilk defa George Modelski tarafından 1972 yılında kullanılmış. ve o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun diğer devletleri kendine bağımlı kılma temelinde genişlemesi ifade edilmiştir. Ama kavram, özellikle revizyonist blokun dağılmasından bu yana ve "Yeni Dünya Düzeni" çerçevesinde yoğun bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Emperyalist burjuvazi ve ideologları bu kavramı toplumsal yaşamın her alanında; ekonomiden politik bilime, coğrafyadan sosyoloji bilimine kadar bütün bilim sektörlerinde moda kavram konumuna yükseltmişlerdir. Öyle ki, emperyalist burjuvazi bu kavramla dostluğu, barışı, demokrasiyi vb. ifade edecek kadar ileri gitmiştir.

Emperyalist burjuvazinin küreselleşme kavramına sığdırdığı dostluk, barış, demokrasi vb. demagojilerini bir kenara bırakarak, bu kavramla ifade edilen diğer içeriklerin veya kavramın kendisinin hiç de yeni olmadığım görürüz. Burjuva entelektüel tartışmanın kaçınılmaz kıldığı nüansları (farklı yorumları) dikkate almazsak bu kavramın esas içeriğinin kapitalizmin/sermayenin uluslararasılaşma sürecinden başka bir şey olmadığını görürüz. Kapitalizm/sermaye daha fazla ulusla-rarasılaşıyor ve buna paralel olarak da burjuva dünya görüşü, hukuku, felsefesi de daha çok uluslararasılaşıyor. Teknolojik gelişmeye paralel olarak kapitalizm, dünyayı büyük olmaktan çıkartıyor ve "global bir köy"e dönüştürüyor. Yani bütün gelişmelerin bir avuç burjuvazi (emperyalist devlet) ve tekel tarafından kontrol edildiği bir alan haline getiriliyor, işte, yeni olmayan da bu gelişme ve bu gelişmeyi ilk gören ve açıklayanlar da burjuva ideologlar değil marksistlerdi; özellikle de Marks, Engels, Lenin ve Stalin.

Bilimsel sosyalizmin kuramcılarının ve dünya proletaryası önderlerinin bu sorunu ele alışlarını kısaca açıklayalım.

Marksist Teoride Küreselleşme Kavramı

Daha/'Komünist Manifesto"da Marks ve Engels, şu tespiti yapıyorlardı.

"Amerika'nın keşfi, Ümit Burnu'nun dolaşılması yükselen burjuvaziye yepyeni alanlar açtı. Doğu Hindistan ve Çin pazarları, Amerika'nın sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle yapılan ticaret, değişim araçlarının ve genel olarak metaların artması ticarete, denizciliğe ve sanayiye o güne kadar görülmemiş bir itil im sağladı...

Büyük sanayii, Amerika'nın keşfiyle hazırlanan dünya pazarını kurdu. Dünya pazarı, ticarette, denizcilikte ve kara ulaşımında çok büyük gelişmeye yol açtı. Bu gelişme de, yeniden sanayinin yayılmasını sağladı...

Ürünleri için daima daha da genişleyen bir pazar ihtiyacı burjuvaziyi yeryüzünün dört bir bucağına salar. Her yerde yuvalanmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır burjuvazi.

Burjuvazi, dünya pazarını sömürerek, bütün ülkelerdeki üretim ve tüketime kozmopolit bir nitelik kazandırmıştır. Burjuvazi, sanayinin üzerinde durduğu ulusal zemini ayaklarının altından çekip alarak gericileri büyük bir yasa boğmuştur. Nicedir süregelen bütün ulusal sanayiler yıkılmıştır ya da günden güne yıkılmaktadır. Bunların yerini, kurulmaları bütün uluslar için bir ölüm kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler, artık yerli hammaddeleri değil de en uzak yerlerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri sadece içinde değil, aynı zamanda dünyanın dört bir yanında tüketilen sanayiler almaktadır... Eski yerel ve ulusal içe kapanıklığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini çok yönlü ilişkiler ve ulusların evrensel karşılıklı bağımlılığı almaktadır" (Marks-Engels, "Manifesto", C.4, s.463-464).

Burada emperyalist burjuvazinin moda kavramı küreselleşme ile ifade ettiği bütün önemli olguları görüyoruz.

Marks, meta üretimini ve gelişmiş meta dolaşımını kapitalist üretimin tarihi ön koşullan olarak görür. Dünya ticaretini ve dünya pazarını da sermayenin modern yaşamının başlangıcı olarak tanımlar. Yani bu süreçleri/olguları; meta üretimini, dünya ticaretim ve dünya pazarını kapitalist üretimin esas kurucuları, nedenleri olarak görmez. O, bu gelişmeyi şöyle anlatır:

"Şüphesiz ki,...16. ve 17. yüzyıllardaki ticaretteki coğrafİ keşiflerle ilerleyen ve tüccar sermayesinin gelişmesini süratle artıran büyük devrimlerin, feodal üretim biçiminin kapitalist üretim biçimine geçişini teşvikte esas momentlerden birisini oluştururlar. Dünya pazarının ani genişlemesi, dolaşımdaki metal arın pekçoklaşması, AvrupalI uluslarara-sındaki Asya ürünlerini ve Amerikan hazİnelerini ele geçirme yarışı, sömürge sistemi, üretimin feodal sınırlarının parçalanmasına önemli katkıda bulunmuşlardır. Bununla beraber, modern üretim biçimi ilk döneminde, manifaktür döneminde ortaçağ içinde koşulların gelişmesiyle mümkün kıldığı yerlerde gelişmiştir" (Marks, Kapital, C.III, s.345).

O halde; dünya pazarı kapitalist üretim biçiminin bir sonucudur, tersi değil. Dünya pazarını oluşturan, kapitalist üretimdir ve dünya pazarı, kapitalist üretim biçimi açısından bir zorunluluktur.

Bu konuda Stalin de şöyle der:

"Kapitalizmin gelişmesi, daha geçen yüzyılda üretim ve mübadele biçimini uluslarara-sılaştırma, ulusal içe dönüklüğü kaldırma, halkları ekonomik olarak birbirlerine yakınlaştırma ve muazzam (büyüklükteki) toprakları tedricen birbirine bağımlı bir bütünde birleştirme eğilimini gösteriyordu. Kapitalizmin devam eden gelişmesi, dünya pazarının gelişmesi, büyük su yollarının, demir yollarının inşası, sermaye ihracı vs. bu eğilimi, çok çeşitli halkları enternasyonal iş bölümü ve çok yönlü bağımlılıkla birbirlerine bağımlayarak daha da güçlendiriyordu" (Stalin, C.5, s. 159).

Görüyoruz ki, emperyalist burjuvazinin moda kavramı küreselleşme ile açıklanmak istenen hiçbir olgu yeni değildir.

Konumuzun kapsamını aşacağından ve bir yerde de konumuz dışı olduğundan dolayı anlatımını ve kanıtlanmasını bir kenara bırakarak şu tespiti yapıyoruz:

Kapitalist üretim ve ticaretin gelişme derecesini göz önünde tutarsak 19.yüzyılın ilk yansını, genel anlamda 1800-1825 dönemini dünya ticareti ve dünya pazarı oluşumunun başlangıç süreci olarak görebiliriz.

Demek oluyor ki, emperyalist burjuvazinin '80'li, özellikle de '90'h yıllarda kendi dünyasını ifade etmek için ürettiği küreselleşme kavramı, marksist teori/anlayış açısından başlangıcını dünya ticaretinin ve pazarının oluşma sürecinde almaktadır. Yani dünya, dünya ticareti ve dünya pazarı temelinde 1800'lerden bu yana küreselleşmektedir, globalleşmektedir. Bu, küreselleşmenin ilk aşamasıdır.

Küreselleşmenin ikinci ve niteliksel olarak nihai aşaması emperyalist dönemi kapsar. Bu aşamanın diğer adı, dünya ekonomisidir. Kapitalizmin, emperyalizm aşamasına girmesiyle birlikte dünyanın tekeller ve emperyalist devletler tarafından paylaşımı, bütün dünyanın (ülkelerin, ulusların) ekonomik bağlarla birbirine bağlanması esas itibariyle tamamlanmıştı. Emperyalizm, uluslararası iktisadi ilişkilerde yeni oluşumları ifade ediyordu. Şüphesiz ki, kapitalizm değişmemişti. Değişen, uluslararası iktisadi ilişkilerin kapitalizmin gelişmesinden kaynaklanan nedenlerden dolayı daha da derinleşmesi, kap-samlaşması ve yeni biçimler almasıydı.

Kapitalizmin, emperyalist çağda kazandığı görünümlerin en önemlilerinden birisi, sermayenin tekelci ve enternasyonal olmasıydı. "Sermaye, enternasyonal ve tekelci olmuştur." (Lenin)

Lenin, "Emperyalizm..."yapıtında da şöyle der:

"Kapitalizm, dünya pazarını çoktan oluşturdu. Sermaye ihracı arttıkça ve büyük tekelci birliklerin yabancı ülkeler ve sömürgelerle ilişkileri ve 'etki alanları' her bakımdan genişledikçe, işler 'doğal olarak' bu birlikler arasında, uluslararası bir anlaşmaya ve uluslararası kartellerin kurulmasına doğru yöneldi.

Bu, sermaye ve üretimin evrensel konsantrasyonudur, daha öncekileriyle karşılaştırılamayacak kadar yüksek bir konsantrasyon" (Lenin, Emperyalizm...C.22, s.250).

Stalin, bu süreci şöyle anlatır: •

"Sömürge ve bağımlı .ülkelere yoğun sermaye ihracı; bütün yerküreyi kapsayana kadar sömürge ve 'nüfuz alanları'nın sömürülmesi; kapitalizmin, dünya nüfusunun ezici çoğunluğunun bir avuç 'ileri' ülkeler tarafından mali köleciliğin ve sömürgeci baskının bir dünya sistemine dönüşmesi. Bütün bunlar, bir taraftan münferit ulusal ekonomileri ve ulusal toprakları, dünya ekonomisi denen bütünlüklü bir zincirin halkalarına dönüştürdü ve diğer taraftan da dünya nüfusunu iki kampa böldü: Geniş sömürge ve bağımlı ülkeleri sömüren ve ezen bir avuç 'ileri' kapitalist ülkelere ve emperyalist boyunduruktan kurtulmak için mücadeleye zorlanmış olan sömürge ve bağımlı ülkelerden oluşan çoğunluğa". (Stalin, C.6, s.83/84).

Sonuç:

Dünya ticareti, dünya pazarı ve uluslararası iş bölümü doğuyor ve kapitalist üretim, bu süreçler/olgular çerçevesinde dünya hakimiyetini kuruyor. Ama kapitalist üretim o aşamasında kalmıyor, onun gelişmesi devam ediyor. Kapitalizm, dünya ticaretini ve dünya pazarını oluşturduğu serbest rekabetçi aşamasından gelişmesinin nihai aşaması olan emperyalist aşamasına geçiyor. Ve kapitalizm, emperyalizm aşamasında belli bir sistem oluşturuyor. Bu sisteme dünya ekonomisi diyoruz.

Demek oluyor ki;

-    Dünya ticareti ve dünya pazarı kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde oluşuyor. Bu süreç, aynı zamanda küreselleşmenin de başlangıç aşamasıdır.

-    Dünya ticareti, dünya.pazarı ve uluslararası iş bölümü temelinde yükselen dünya ekonomisi kapitalizmin emperyalist aşamasında oluşmuştur. Ve kapitalist sistemde bütün dünya ülkeleri bir bütünselliği ifade eden dünya ekonomisinin, bu zincirin birer halkası olmuşlardır. Bu süreç, küreselleşmiş dünya anlamına gelir.

Görüyoruz ki, emperyalist burjuvazinin ideologlarının ve küçük burjuva dönek avanakların küreselleşme kavramıyla ifade etmeye çalıştıkları gelişmelerde nitel bir değişim yok. Emperyalist burjuvazi, özellikle revizyonist blokun yıkılmasından sonra ve bu blokun çöküşünü sosyalizmin çöküşü olarak lanse ederek, dünyanın değiştiğini ifade etmek için küreselleşme kavramına sarılmıştır. Şüphesiz ki dünya değişmektedir. Ama bu değişmeler, kapitalist üretim biçimi çerçevesindeki gelişmelerdir. Bunlar, sistemi inkar eden, onu karakter bakımından başkalaştıran nitel değişmeler değildir. Tersine sistemi derinleştiren, kapsamlaştıran ve buna paralel olarak da onun çelişkilerini keskinleştiren nicel gelişmelerdir. Küreselleşme kavramı ile ifade- edilen politikanın, ekonominin ve kültürün küreselleşmesi, emperyalizmden ve kapitalizmin genel krizinin derinleşmesinden başka neyi ifade ediyorlar? Küreselleşme rekabeti, sermayenin konsantrasyonu, tekelciliği, sermaye ihracım, kapitalist üretimin uluslararasılaşmasını, ulusal devlet olgusunun önemsizleşmesini, bağımlılığı dışlıyor mu? Hayır, tam tersine kapsıyor, bu ve benzeri süreçlerin ifadesi oluyor. Bu gelişmelerin hemen hemen hepsini Lenin, özellikle "Emperyalizm..." eserinde anlatmıyor mu? Anlatıyor. Demek oluyor ki Lenin, "Kapitalizmin En Son Aşaması Olarak Emperyalizm" çalışmasında küreselleşmeden, sermayenin uluslararasılaşmasından başka bir şey anlatmamıştır. Bir taraftan emperyalist burjuvazi ve ideologları ve diğer taraftan da küçük burjuva, dönek, hain avanaklar özgür, demokratik, barışçıl bir dünyanın fotoğrafını çıkartmaya çalışıyorlar. Böyle bir dünyayı kapitalist sistem ve antikomünizm temelinde kuruyorlar. Yıllardan beri, en azından bir asırdan bu yana marksistlerin bu konudaki tespitlerini dünya işçi sınıfına, emekçilerine ve marksistlere karşı kullanmaya çalışıyorlar. Marksist teorinin bir asırlık tespitini yeniden keşfediyorlar ve çıkarlarına uygun bir şekilde yorumluyorlar. Şimdi aynı olguları bir de biz yorumlayalım ve küreselleşmeyi, onu ifade eden faktörlerini ele alarak açıklayalım.

Küreselleşmenin itici Güçleri

Yukarıda da açıkladığımız gibi küreselleşme, sermayenin uluslararasılaşmasından; dünya çapında genişlemesinden/yaygınlaşmasından başka bir şey değildir. Burada yeni olan bir şey yok ve K. Marks ve F. Engels bundan 151 yıl önce, "Manifesto"da bu süreci göstermişlerdir. Dünya ticaretinin gelişmesi, dünya pazarının doğuşu, nihayet dünya ekonomisinin oluşması ve buna bağlı olarak sermaye ihracının gelişmesi Marks, Engels, Lenin ve Stalin'in bu konudaki tespitlerini tamamen doğrulamıştır.

Küreselleşme konusunda esâs ele alınması gereken soru şudur: Bilinen nicel ve nitel gelişmelerden dolayı küreselleşmenin yeni karakteristik bir aşamasından bahsedebilir miyiz, bahsedemez miyiz? Döneklerle, hainlerle, küçük burjuva avanaklarla birlikte emperyalist ideologlar bu soruya kendi açılarından olumlu bir cevap veriyorlar. Onlara göre dünya değişmiştir ve globalleşme, yeni bir dünyanın ifadesidir. Ama marksistler, özellikle de coğrafyamızda bu soruyu kendilerine sormamışlardır. (Bkz. Proleter Doğrultu, Sayı 14, Ocak-Şubat 1998).

Konumuzun esasına dönelim. Marksist teori açısından sorun şu olmalı: Sermaye, giderek daha ivmeli ve kapsamlı bir şekilde dünya çapında örgütleniyor. Sermaye, dünya çapında faal olan bir üretim ağı örüyor. Sermaye, bütün kendini değerlendirme koşullarında uluslararası oluyor ve giderek uluslararası sermaye olarak biçimleniyor. Yani küreselleşmenin, gelişmenin motoru olan sermaye grupları doğuyorlar. Bu sürecin diğer adı, çok uluslu veya uluslararası tekellerdir. Esasen bu tekeller, küreselleşme sürecinin itici gücünü oluşturuyorlar ve giderek de ulusal sınırlan ve düzenlemeleri yıkarak küresel yönlendirme sistemini kuruyorlar. Yani Lenin'in "Emperyalizm..."eserinde ele aldığı bütün süreçleri burada görüyoruz. Şimdi bunları güncel boyutlarıyla gösterelim.

l- Küreselleşmenin itici gücü olarak uluslararası tekeller - Sermayenin uluslararasılaşma sürecinin gelişmesinde uluslararası veya çok uluslu tekellerin rolü

- Doğrudan Yatırımların Gelişme Seyri

Yabancı doğrudan yatırımlar son yıllarda devasa boyutlarda bir gelişme göstermiştir. Örneğin, bu türden yatırımların yıllık hacmi 1985'te 56 milyar dolardan 1990'da 203 milyar dolara çıkarak % 262,5 oranında, yani

3.6 misli artmıştır. 1991/92-94 dünya ekonomik krizinin etkisiyle bu •yatırımların yıllık hacmi 1991'de 159; 1992'de 173 milyar dolara düşmüş, ama sonraki yıllarda artmış ve 1996'da 349 milyar dolara ulaşmıştır. Bu, 1985'ten 1996'ya % 523 oranında, yani 6.2 misli ve 1990'dan 1996'ya da % 72 oranında, yani 1.7 misli bir artışın ifadesidir. Yabancı yurt dışı yatırımlarının bu denli hızlı gelişmesinde dünya çapındaki liberalleşme sürecinin ilerlemiş olmasının ve yeni yatırım ve iktisadi büyüme merkezlerinin doğmuş olmasının rolü büyük olmuştur.

Yabancı sermaye yatırımlarının toplam hacmi ise 1980'de 518 milyar dolardan 1990'da 1.690 ve 1996'da da 3 bin!78 milyar dolara çıkmıştır. Bu, 1980'den 1990'a %226 oranında, yani 3.2 misli; 1990'dan 1996'ya % 88 oranında, yani 1.9 misli ve 1980'den 1996'ya da % 513 oranında, yani 6. l misli bir artışı ifade etmektedir.

Bu, sermayenin görünüşte büyük bir küreselleşmesidir, yani uluslararasılaşması-dır. Gerçekte ise sermaye, uluslararasılaş-ma süreci içinde bölgeselleşiyor. Bu noktaya aşağıda geleceğiz.

- Uluslararası tekellerin gelişine seyri

Yabancı ülkelere yapılan doğrudan yatırımların artışına paralel olarak çok uluslu tekellerin ve şubelerinin de oluşumu hızlanmıştır. Merkezi 15 sanayi ülkesinde olan çok uluslu tekel sayısı 1969'dan 1993'e % 285 oranında artarak 7. 000'den 27. 000'e çıkmıştır. Yine BM'nin verilerine göre ("World Investment Report 1997") çok uluslu tekellerin sayısı 44 000 ve bunların şube sayısı da 280. 000'dir. Bu 280 bin işletmenin toplam cirosu 1993'teki dünya ihracatından yaklaşık % 30 fazlaydı. Dünya ticaret hacminin üçte birinden fazlası da çok uluslu tekeller arası ticaret akışından oluşuyordu. Salt bu veriler, uluslararası (sınır aşın) meta, hizmet, sermaye, teknoloji transferinde bu tekellerin belirleyici olduklarını gösteriyor. Japon dış ticaretinin % 40'ı Japon tekellerinin merkeziyle şubeleri arasındaki ticaret akışından oluşmaktadır. Dolar ve meta bazında yapılan hesaplamaya göre yurt dışında satılan Amerikan metalarının % 80'i ihracatı değil, tekel merkezleri ile şubeleri arasındaki transaks-yonu (mali muameleleri) oluşturmaktadır.

Sadece çok uluslu tekellerin değil, onların yurt dışındaki şubelerinin yatırımları da göz ö-nünde tutulursa toplam yurt dışı yatırımlarının; uluslararası üretimin hacmi 1996 yılı itibariyle 349 milyar dolardan l ,4 trilyon dolara çıkmaktadır.

En güçlü çok uluslu tekeller, dünya ekonomisini kontrol ediyorlar. Mali ve banka ku-rumları hariç en büyük 100 çok uluslu tekelin 1995'te-ki yurt dışı varlığı 1.7 trilyon dolara varıyordu. Bu, 1993'e göre % 30 oranında bir artış demektir. En büyük 100 uluslararası tekel, bu türden tekellerin ancak % 0,25'ini oluşturmalarına rağmen, bütün bu türden tekellerin 8,4 trilyon dolara varan sermaye stokunun beşte birini kontrol ediyor. Bu en büyük 100 tekelin merkezi, Daewoo Corp. (Güney Kore) ve Petroleos De Venezuela hariç sanayi ülkelerinde. Bunların arasında 33 Amerikan, 16 Japon, 12 Alman ve İngiliz ve 9. Fransız tekeli var.

- Firma birleşmeleri ve sermayenin uluslararasılaşma boyutu

Dünya çapında firma birleşmelerinin ve devralmalarının hacmi 1988'de 112,5 milyar dolardan 1995'te 229,3 milyar dolara çıkıyor, yani % 103,8 oranında artıyor. Aynı dönemde yurt dışı doğrudan yatırımları da 168,1 milyar dolardan 317,8 milyar dolara çıkıyor. Yani % 89 oranında artıyor. Doğrudan yurt dışı yatırımlarında birleşme ve devralmaların payı 1988'de % 66,9'dan 1995'te % 72,2'ye çıkıyor. Herhalükarda doğrudan yurt dışı yatırımlarının üçte ikisi birleşmeler ve devralmalar için kullanılmaktaydı. Sadece dört emperyalist ülkenin (ABD, Japonya, Fransa, Almanya ve İngiltere) toplam yurt dışı yatırımlarındaki payı 1988'de % 67,2 (113 milyar dolar). Bu pay 1995'te % 65,2 oranında gerçekleşiyor (207,4 milyar dolar). Bu dört emperyalist ülke doğrudan yurt dışı yatırımlarının 1988'de % 64,8'ini ve 1995'te de % 66,6'sını firma birleşmeleri ve devralmalar için kullanmışlar.

Sadece 1998 yılında gerçekleşeceği açıklanan ve gerçekleşen en büyük firma birleşmelerinin toplam transaksyon değeri 595,78 milyar dolara varıyordu.

Bu veriler şunu gösteriyor: Dünya çapında sürdürülen rekabette, pazar ve üretim alanlarını nüfuz altına alma mücadelesinde sadece ve sadece çok az sayıda ve üretim ve sektörde hakim konumda olan dev tekeller var olma şansına sahiptirler. Bunlar, dünyanın her tarafında var olan ve örgütlenmiş durumda olan tekellerdir.

2- Küreselleşmenin ifadesi olarak uluslararası üretim ağı - Sermayenin uluslararasılaşmasının doğrudan ifadesi olarak uluslararası üretim

Dünya 'pazarı, kapitalist üretim biçiminin evrensel gelişmesinde çok önemli bir rol oynar. Belirttiğimiz gibi, daha önce de emperyalizm öncesinde de dünya pazarı vardı. O dönemin; kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin dünya pazarı uluslararası iş bölümü formunda ve birbirinden kopuk ulusal ekonomilerin toplamı temelinde yükselen bir pazardı. Emperyalizm, ulusal ekonomilerin birbirlerinden tecrit olma durumunu yıkmıştır. Bunun adı, dünya ekonomisidir. Demek oluyor ki, küreselleşme denince, diğer şeylerin yanısıra, üretimin uluslararasılaşmasının yeni bir süreç olduğunu sananlar fena halde yanılıyorlar. Bu, kapitalizmin emperyalist/tekelci aşamasına geçmesiyle oluşan bir süreçtir ve dolayısıyla hiç de yeni değildir. Yeni olan, bu alandaki üretimin uluslararasılaş-masındaki gelişmelerin büyük boyutlar almasıdır. Öyleyse değişim nitel değil, niceldir. Yeni olan, sermayenin dünya çapında özgür hareketini engelleyen sınırlamaların ortadan kaldırılması, bütün ulusal pazarların enternasyonal sermayeye açılmasıdır. Oldukça hızlı gelişen bu sürecin üç özelliği vardır.

a- Ticaret sermayesi uluslararasılaşıyor ve dünya pazarının oluşmasına taban teşkil ediyor. Bu süreç, 1800-1825'ten bu yana devam etmektedir.

b- Faiz taşıyıcı sermaye, yani kredi; para sermaye uluslararasılaşıyor ve uluslararasılaşma sermaye akışının önündeki engellerin yıkılmasıyla, yurt dışı yatırımlarıyla güçleniyor ve çok uluslu tekellerin transaksyonuyla ve uluslararası kredi sistemiyle pekiştiriliyor. Yine    19. yüzyılda başlayan bu süreç, emperyalist çağda oldukça gelişmiştir.

c- Üretken sermaye uluslararasılaşıyor. Bunda amaç, azami kâr ve masrafların en düşük seviyeye düşürülmesi. Yani uluslararasıla-şan sermaye, hiçbir sınır tanımıyor ve kendisi için en uygun koşullar dünyanın hangi bölgesinde ve ülkesindeyse orada üretime başlıyor.    Bu,    kapitalist üretim biçiminin; üretken sermayenin ulusla-rarasılaşmasıdır. Bu süreç, ilk iki noktaya nazaran; yani dünya ticareti ve dünya pazarının oluşmasına nazaran nispeten geç başlamıştır. Bu süreç, dünya ekonomisinin oluşması döneminde gündeme gelmiştir daha ziyade.

Bugün açısından önemli olan, bu sürecin; üretimin uluslararasılaşmasının varmış olduğu boyutlardır. O halde yeni olan, sürecin kendisi değil, sürecin nicel gelişme boyuttandır. Birkaç veriyle bunu gösterelim.

Siemens tekelinde çalışanların toplam sayısı 1991/92 döneminde 413 bindi. Bunun % 61'i yurt içinde, geriye kalan % 39'u da yurt dışında istihdam edilmişti. 1996/97 döneminde bu tekelde çalışanların sayısı 386 bine düşer. Bunun içinde yurt içinde istihdam edilenlerin payı % 51, yurt dışında istihdam edilenlerin payı da % 49'du. Yine aynı tekelin 1991/92'deki toplam yatırım miktarı 8 bin 574 milyar dolardı. Bu miktarda içinde yurt içi yatırımlarının payı % 68'di. Geriye kalan da (% 32) yurt dışında yatırılmıştı. Tekelin toplam yatırımları 1996/97 döneminde 9 bin 761 milyar marktı. Bunun % 39'u yurt içinde, geriye kalan % 61'i de yurt dışında yatırılmıştı. Yani 6-7 sene içinde durum tamamen yurt dışı lehine değişmiştir. Tabii ki böyle bir gelişme; üretimin uluslararasılaşması sadece Siemens tekelinde görülmüyor. Bütün iddialı tekeller, üretimlerini dünya çapında sürdürüyorlar. Önemli olan, bir ürün/meta nerede en ucuza üretiliyorsa orada üretim ağının kurulmasıdır. Bu nedenden dolayı bir tekelin rekabet gücü, ülke (ulusal) içindeki üretim koşullarına değil, dünya çapındaki üretim koşullarına bağlıdır. Ve dünya çapında üretim ağını kurabilen bir tekel, rekabette var olma/güçlü olma fırsatına sahip olmuş oluyor. Üretimin uluslararasılaşmasının emperyalist ülkeler açısından hangi boyutlara vardığını şu veriler de gösteriyor.

1993 yılı itibariyle Fransa açısından tekel içi ihracatın toplam ihracattaki payı %.34'e varıyordu. Bu oran, aynı yıl bazında Japonya açısından % 25; ABD açısından % 36 ve İsveç açısından da % 38 oranlarına varıyordu.

En büyük 100 uluslararası tekelin yatırım amaçlan da üretimin uluslararasılaşma sürecinin varmış olduğu boyutlan göstermek açısından önem taşırlar.

1990-1995 döneminde Avrupa'nın en büyük 100 tekelinin toplam yatırımlarında yurt dışının payı % 59'du. Bu oranın 1996-2000 döneminde % 63'e çıkacağı hesap ediliyor. Kuzey Amerika'nın en büyük 100 tekelinin toplam yatırımlarıda yurt dışının payı 19901995 döneminde % 42 idi. Bu oranın 19962000 döneminde % 55'e çıkacağı tahmin ediliyor. Japonya'nın en büyük 100 tekelinin toplam yatırımında yurt dışının payı 19901995 döneminde %48 idi. Bu payın 19962000 döneminde % 63 olacağı sanılıyor.

Üretimin, üretken sermayenin uluslarara-sılaşma boyutunu göstermek için yukarıdaki verilerin yeterli oldukları kanısındayız.

3- Küreselleşmenin ifadesi olarak mali pazarların gelişmesi- Spekülasyonun uluslararasılaşma boyutları

Mali sermaye, sanayi ve ticaret sermayesinin yanısıra var olan bir sermaye türüdür. Bu sermayeyi diğerlerinden ayıran, onun sürekli para formunda sermaye olmasıdır. Şüphesiz, sermaye kendini değerlendirmek istiyorsa, mutlaka para formundan geçmek zorundadır. P-M-P: Para-me-ta-daha fazla para. Bankalar, borsalar, sigortalar, değerli kağıtlar vs. para formundaki sermayelerdir. Mali sermaye, sadece geçici olarak para formunu alan değil, kendini değerlendirmek -sermaye olarak var olmak için- sürekli para formunda kalan ve para aşamasında çoğalan sermayedir.

Kapitalizmin yasaları nesneldir ve sermayenin hareketi de.nesnel yasalara göredir. Hiçbir güç nesnel yasaların gelişme seyrini değiştiremez, bu yasaları ortadan kaldıramaz. Ama etkileyebilir. Hal böyle olmasına rağmen burjuvazi, kapitalizmi ehlileştirmek, onun hareketine gem vurmak için teoriler üretmiştir. Keynesciler, sosyal demokratlar, reformistler kapitalizmi, sermayenin hareketini gemlemek için teori üretenlerin başında gelirler. Ama sermaye hareketi, kapitalizmin gelişme seyri bunları çürütmüştür. Ama buna rağmen her kriz döneminde sermaye hareketini kontrol etmek için tedbirlerin alınması hep gündeme getirilmiştir. Asya-Rusya krizinden bu yana bolca, sermaye hareketini gemlemek için tedbirlerden bahsedilmektedir. Yine başarısız kalınmıştır. En azından kapitalizmin tarihi kadar eski olan sermaye hareketi hep kendi yasaları doğrultusunda gelişmiştir. Örneğin hiçbir güç borsa-spekü-lasyon krizlerini engelleyememiştir. Hiçbir ulusal devlet, sermayenin para formunda uluslararası laşmasını engelleyememiştir. Ulusal devletin tedbirleri, sürecin gelişmesini en fazlasıyla geciktirmiştir.

Küreselleşme dendiğinde ilk akla gelen, para formundaki sermayenin dünya çapındaki hareketidir. Bu sermaye ile kastedilen de spekülasyondur, borsa işlemleri, hisse senetleri, vb.dir. Mali işlemler, borsa, spekülasyon en azından kapitalizm kadar eskidir. Bu alanda da yeni olan bir şey yoktur. Ama şüphesiz ki yenilik vardır. Bu da bu türden sermayenin almış olduğu boyutlardır. Spekülatif sermayenin hacmi akıl almaz miktarlara ulaşmaktadır. Örneklersek; dünya döviz pazarlarındaki günlük ortalama ciro hacmi 1989'da 590 milyar dolardan 1998'de 1.490 milyar dolara çıkarak sadece 9 sene içinde % 152 oranında, yani 2,5 misli artmıştır. De-mek.oluyor ki, günümüzde her gün ortalama 1500 milyar dolar tutarında bir sermaye jet hızıyla yerküreyi dolaşıyor ve nerede en fazla kâr elde edeceğine inanıyorsa orada konaklıyor.

Bu türden sermaye hareketinde, bu türden sermayenin uluslararasılaşmasında mutlaka yeni bir şey aranıyorsa, bu yenilik neoliberalizmdir. Emperyalizm geri kalmış ülkelere dayattığı neoliberal politikalarla bu ülkelerde ulusal hiçbir alan bırakmamaktadır. Emperyalizm, sermaye hareketini kısıtlayan, yavaşlatan bütün engelleri yıkmakta ve onun en özgür bir şekilde hareketini sağlamaktadır, işte, yeni olan da sadece ve sadece budur. Sermaye hareketinin önündeki engeller yıkıldığı içindir ki, bu türden sermayenin uluslararasılaşması (globalleşmesi) örneğin bu yüzyılın başındaki hareketiyle karşılaştırılamayacak derecede hızlı gerçekleşmektedir.

Aynı hızlı bir uluslararasılaşmayı banka sermayesinde de görüyoruz. Aynen çok uluslu tekellerde olduğu gibi banka sektöründe de rekabet gücüne sahip olmak için banka birleşmeleri baş döndürücü bir hızla gelişiyor ve bunların sermaye hacmi akıl almaz boyutlara varıyor. Banka sermayesinde konsantrasyon ve mali sermayenin uluslararası-laşma eğilimini Lenin "Emperyalizm..." eserinde ele almış ve açıklamıştı. Lenin'in bu çalışmasında saptadığı gelişme ile bugünkü gelişme arasında nitel bir fark yoktur, ama oldukça büyük bir nicel gelişme farkı vardır.

Benzeri bir gelişmeyi sigorta şirketlerinde de görüyoruz.

Toparlarsak:

Çağımız değişmemiştir ve emperyalist burjuvazinin küreselleşme kavramıyla açıklamaya çalıştığı gelişmeler leninist emperyalizm analizinin doğrulanmasından başka bir anlam taşımaz.

Üretimin konsantrasyonu ve tekellerin oluşması ve kapitalist ekonomide oynadıkları rol yeni değil. Bankalar ve rolleri yeni değil. Mali sermayenin oluşması ve kapitalist ekonomideki rolü yeni değil. Sermaye ihracı yeni değil. Dünyanın tekeller tarafından paylaşılması yeni başlamadı. Dünyanın güçlü devletlerAtarafından paylaşılması da keza yeni bir olgu değil. Bütün bu süreçleri, leninist emperyalizm analizinde görmekteyiz.

Şimdi sermayenin ve üretimin uluslarara-sılaşmasını ve sonuçlarını gösteren gelişmelerin ifadesi olan bazı sonuçlan tez formunda tespit edelim.

- Yüzyılın başına nazaran sonunda, yani 100 sene içinde sermayenin uluslararasılaşması devasa boyutlarda gelişmiş ve kapitalizmin emperyalist aşamasına girişiyle veya bu yeni aşamanın ifadesi olarak oluşan dünya ekonomisi gelişmiş bir sistem olmuştur. Günümüzde uluslararası kapitalizm, yüzyılın başında uçlanmaya başlayan çok uluslu tekellerden oluşan bir kapitalizm olmaktan çıkarak, bütün alanlarında uluslararası olan bir sisteme dönüşmüştür. Bugün araştırma, geliştirme, üretim, satışın örgütlenmesi, haberleşme (komünikasyon), sermaye hareketi uluslararasıdır. Bu sürecin taşıyıcısı da çok uluslu tekellerdir. Bu tekellerin sayısı yüzyılın başında birkaç iken, bugün 40 bine çıkmıştır. Bu tekeller küresel hareket etme yeteneğine sahip olmak için doğmuşlardı, yüzyılın başında. Şimdi ise bu olanaklarını özgürce kullanıyorlar.

-    Yüzyılın başında oluşan dünya ekonomisinin bütün dünyayı etkileme gücü sınırlıydı. Bu sınırlı oluş, gelişmenin diyalektiğinde aranmalıdır. Bunun ötesinde Ekim Devrimi ile dünyanın altıda biri kapitalist sistemden kopmuştu. Yüzyılın sonuna gelindiğinde, ve böylece "pazar ekonomisi" tam anlamıyla "dünya pazar ekonomisi"ne dönüşmüş ve birkaç emperyalist ülkenin nüfuzu altında da olsa sermaye dünyanın en ücra köşelerine girmiştir.

-    Uluslararası tekeller, küresel hareket ediyorlar, küresel düşünüyorlar, üretiyorlar ve dağıtıyorlar. Ama her bir uluslararası tekelin, ne denli çok uluslu olursa olsun, üs, çıkış noktası olarak kullandığı bir ulusal devlet var. Yani sermayenin mülkiyet biçiminde ulusal olgu belirleyici oluyor. Her bir devlet, kendi "ulusal" tekelini siyasi ve sermayesel olarak destekliyor, onun uluslararası rekabet gücünü artırmak için yol açıyor. Aksi takdirde, Amerikan, Alman, Japon vb. çok uluslu tekellerinden bahsedilemez.

-    Sermayenin, üretimin ve pazarın küreselleşmesine; kapitalist üretimin uluslarara-sılaşma-sına paralel olarak bütün kapitalizme özgü çeliş-keler de küresel boyutlar almaktadır.

-    Rekabet, sermaye konsantrasyonu, modern teknoloji sonuç itibariyle kronik kitlesel işsizliğe neden olmuştur. Daha ucuza ve daha fazla üretmek için giderek daha az sayıda işçi çalıştırmak, kapitalizmin genel krizi sürecinde eğilim olmaktan çıkarak yasa olmuştur. Öyle ki -yapılan hesaplamalara göre- 21. yüzyılda çalışabilir nüfusun beşte birinin çalışması tekellerin azami kârı için yeterli olabilecek. Ama kapitalizmin işsizliğin boyutlarını bu denli genişletip genişletemeyeceği siyasi bakımdan soru götürür. Marks, Kapital'de şu tespiti yapıyordu: "Üretici güçlerin, işçilerin sayısını mutlak azaltan bir gelişmesi, yani bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa zamanda üretmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük kısmını işsiz bıraktığı için, devrime neden olabilir" (K. Marks, Kapital, C.III, s.275,).

Uluslararasılaşan kapitalizmin gelişme yönü böyle. Ama o zamana kadar bu sömürü sistemi devrimlerle yıkılmazsa, kapitalizm işçilerin, işsizlikten dolayı devrime yönelmelerini engellemenin yollarını arayacaktır.

- Emperyalist burjuvazi ve ideologları sürekli, globalleşmeden ve bunun sonucu olarak dünyanın bir "global köy"e dönüşmesinden bahsediyorlar. Bu doğrudur. Ama dünya aynı zamanda bölgeselleşmektedir. Dünya çapında sermaye ve ticaret akışına, pazar kapasitesine baktığımızda iki süreç görmekteyiz: Dünya horizantal (genişliğine) olarak globalleşiyor ama vartikal (derinliğine) olarak bölgeselleşiyor. Küreselleşen dünyanın bölgeselleşme, sürecini üç merkez ifade ediyor, a-NAFTA (ABD, Kanada ve Meksika), b-AB ve c- Pasifik alanı (Japonya ve "Asya Kaplanları" denen ülkeler (Yeni Zelanda ve Avustralya). Dünya çapında nüfuz sahibi olan hemen hemen bütün tekellerin merkezi bu üç bölgededir. Dünya üretiminin büyük bir kısmı (beşte dördü) bu bölgelerde sağlanıyor. Dünya ticaretinde de bu bölgelerin payı oldukça yüksek. Yurt dışı yatırımları ve genel olarak sermaye hareketi de bu bölgelere yönelik. Demek oluyor ki, dünya yüzeysel olarak globalleşirken, bu bölgeler vartikal olarak/derinlemesine bölgeselleşmiş oluyor. Aslında bunda yadırganacak bir durum yok. Yadırganması gereken anlayış, sürekli küreselleşmekten bahsedilirken, dünyanın üç bölge bazında bölgeselleşmiş olmasının gö-zardı edilmesidir. Oysa bölgeselleşme, emperyalistler arası rekabette hakimiyet alanının ifadesidir. Bölgeselleşme, dünyanın yeniden paylaşılmasını talep eden güçlerin hakimiyet/çıkış alanıdır. Gelişmenin bu yönü görülmeksizin globalleşmekten bahsetmek, globalleşmeyi burjuva anlamda yorumlamak anlamına gelir. Emperyalist burjuvaziye göre dünya ne denli global olursa, o denli dostluk, barış, refah artar, demokrasi uygulanır! De-mirel de böyle konuşuyor. Ama dünya globalleşmesine rağmen, dostluk, barış sağlanmıyor, "refah" ve "demokrasi" sözkonusu üç bölgede görülüyor. Dünyanın geriye kalan kısmında global sefalet, açlık ve baskı hakim.

Rekabetten dolayı, belli başlı emperyalist güçler arasında bölgeselleşme eğilimi esas eğilimdir. Sadece ABD, Japonya ve Almanya'nın dünya üretimindeki payı % 48.4, dünya nüfusundaki payı da % 8.4 (1991). Buna bölgeselleşme mi, yoksa küreselleşme mi denir?

Yüzde yüz tam globalleşme sermaye hareketinin diyalektiğine aykırıdır. Dünya bir noktaya kadar küresellesin O nokta ise dünyanın yeniden paylaşılması için emperyalistler arası savaşın başladığı noktadır. Ama emperyalist burjuvazi globalleşmeyi böyle anlatmıyor. Emperyalist burjuvaziye göre globalleşme, geneldir, rekabetten bağımsızdır. Doğrudur. Ama genel globalleşme sürecini açtığımızda, bu genelin içinde emperyalist ülkelerin, çok uluslu tekellerin dünya hakimiyeti için acımasız bir rekabetini görürüz. Öyleyse; her bir emperyalist ülke kendisi için geçerli olan bir globalleşmeden yana. Bu da rekabet, savaş ve bölgeselleşme demektir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan önce dünya yeteri kadar globalleştiği için emperyalist savaş çıktı. Aynı dünya H. Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan önce de yeteri kadar globalleşmişti ve yeniden paylaşılması için emperyalist savaş çıktı. Aynı süreç şimdi de işliyor. Buradan çıkartmamız gereken sonuç şudur: Küreselleşme, emperyalist güçler arasında rekabetin şiddetle sürdürülmesi anlamına gelirken, bölgeselleşme, önde gelen emperyalist güçlerin bu küreselleşme süreci içinde hakimiyetlerini sağladıkları alanın ifadesidir.

Neoliberalizm, küreselleşmenin; sermayenin uluslararasılaşmasının bugünkü boyutuna tekabül eden siyasi ifadedir. Neoliberalizm, uluslararası tekellerin çıkarlarım, sermayenin dünya çapında engelsiz dolaşımını, pazarların tamamen açılması önündeki ulusal engellerin yıkılmasını ifade eder. Aynı zamanda neoliberalizm, emperyalizme bağımlı, yeni sömürge ülkelerde işgücünün ve yeraltı kaynaklarının; bütün ulusal zenginliklerin talan edilmesi anlamına gelir. Yeni sömürge sistemi olmaksızın emperyalizm var olamaz. Bundan dolayıdır ki emperyalizm, sermayenin o andaki uluslararasılaşma derecesine tekabül eden politika ve kurumlarla yeni sömürge ve bağımlı ülkeleri talan eder. Bu politikanın adı neoli-beralizmdir ve uygulayıcı kurumlar ise esasen IMF ve Dünya Bankasıdır. Her bir bağımlı ülke, uluslarara-sılaşan sermayenin çıkarlarına göre yeniden yapılanmalıdır. Ancak, yeniden yapılanmayı gerçekleştiren yeni sömürge ülkeler kredi alabilirler. Özellikle bu iki kurum, yeniden yapılanma için her bir yeni sömürge ülkenin koşullarına uygun düşen programlar hazırlarlar. Bu programların esası,. özelleştirmeden, sınıf mücadelesini ezmekten, ücretleri düşük tutmaktan ve bütün ulusal zenginlikleri emperyalist sermayenin hizmetine sunmaktan ibarettir.

Küreselleşme, sermayenin uluslararasılaşması süreci ne denli ilerlemişse, yeni sömürge bağımlı ülkelerde de ulusal pazarlar emperyalist sermayeye o denli açılmıştır. Bu sürecin başlangıcında veya bir kaç on sene öncesine kadar bir çok ülke -bunlardan birisi de Türkiye'dir- birtakım yasal tedbirlerle iç pazarı, ulusal zenginlikleri bir yere kadar koruyabiliyorlardı. Bugün artık bu olanak ortadan kalkmıştır. Hiçbir bağımlı ülke, ulusal pazarı ve zenginlikleri, emperyalist sermaye karşısında yasal tedbirlerle koruyarak var olamaz.

Demek oluyor ki, neoliberalizm aynı zamanda bütün zenginlikler az sayıdaki ülkelerde toplanırken, dünyanın büyük bir kısmının sefalet ve yoksulluğa mahkum edilmesi anlamına geliyor. Küreselleşme ne denli boyutlanırsa refah ve sefalet arasındaki fark da o denli açılıyor.

- Küreselleşme sosyal hakların rafa kaldırılması, ücretlerin düşürülmesi ve dolayısıyla sömürünün yoğunlaştırılması demektir. Rakipleri karşısında güçlü olmak ve pazar paylarını yükseltmek için uluslararası tekeller, sömürüyü yoğunlaştırma sistemleri geliştirmişlerdir. Taylorizm, Fordizm, Tpyatizm derken şimdi sıra esnek üretim sistemindedir. Önemli olan en kaliteli, en ucuz ve en hızlı bir şekilde üretmektir. Bunun için esas olan, ücretleri düşük tutmak, nakil masraflarını ortadan kaldırmak veya azaltmak, sendikaları gemlemek, bu mümkün değilse baskıyla, tehditle yola getirmek. Bütün bunları, rafine bir tarzda emperyalist ülkelerde, kaba bir tarzda da bağımlı ülkelerde yaşıyoruz/görüyoruz.

Küreselleşmenin varmış olduğu boyut, işgücünün talan derecesini gösterir

-    Küreselleşmenin varmış olduğu boyut, uluslararası işbölümü derecesinin ne denli kap-samlaşmış olduğunu da gösterir. Yüzyılın başında veya dünya ticareti ve pazarının oluşmasından bu yana uluslararası iş bölümü belli süreçlerden oluşuyordu: Gelişmiş ülkeler, diğerlerine sanayi ürünlerini satıyorlar ve onlardan hammadde vs. alıyorlardı. Bu süreç bugün de işliyor, ama uluslararası iş bölümünün esasını oluşturmuyor artık. Şimdi bağımlı ülkeler, gelişmiş ülkelere hammadde satmalarının ötesinde ucuz üretim (işgücü) kapasitesi rolünü de üstlendiler. Bunun ötesinde gelişmiş ülkelerin sanayi atıkları, eski teknolojileri için depo oldular.

Küreselleşme, emperyalist ülkelerin geri kalmış ülkelerin sırtından geçinmelerinin kapsamlaşmış olduğunun da ifadesidir.

-    Yazımızın mantığından da anlaşıldığı gibi küreselleşme, yeni bir düzenin, yeni nitel gelişmelerin değil, leninist emperyalizm analizinin tespit ettiği nitel ve nicel gelişmelerin varmış olduğu boyutları ifade ediyor. Ama buna rağmen önemli değişme ve gelişme yok mu diye sorulabilir. Var. 100 yıllık emperyalist çağda kapitalist gelişme çok önemli yeni gelişmelerde göstermiştir. Örneğin II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında gerekli olduğu için bir IMF, bir Dünya Bankası ve başka emperyalist kurumlar doğmuştur. Bunlar, emperyalist sermayenin, mali sermayenin çıkarlarını dünya çapında gözetleyen ve ona göre tedbirler alan kurumlardır. Bunun ötesinde küreselleşme ve rekabet o denli gelişmiştir ki, artık bu kurumlar da gerçek anlamıyla yetersiz kalmışlar ve uluslararası tekeller bir "global ana-yasa"ya ihtiyaç duymuşlardır: MAI ("Multilateral Agreement on Investment").

MAI'ın görevi nedir? Bu şöyle açıklanıyor. MAI, uluslararası yatırımcılar ve yatırımları korumak ve yatırım sistemini liberalleştirmek için hükümetlerin anlaşmasıdır. Bu formülas-yonu Türkçeleştirirsek: MAI, yabancı sermayeye, uluslararası tekellere, bağımlı ülkeleri sömürmek, talan etmek için sınırsız hak tanıyor. MAI, güçlü olanın elinde sınırsız hak, zayıf olan için de sınırsız yükümlülük demektir.

Bu "anayasa" tepkilerden ve emperyalistlerin anlaşamamasından (ABD-Fransa) dolayı şimdilik taslak olarak kaldı ve rafa kaldırıldı. Ama ilk fırsatta yeniden gündeme getirileceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Rafa kaldırılmış olsa da MAI, yeni bir yapılanmadır. Emperyalist ülkeler, çok uluslu tekeller, kendi aralarında şimdiye kadar sayısız anlaşma yapmışlardır. Ama o anlaşmaların hiçbirisi MAI kapsamlı/amaçlı ve karakterli olmamıştır, uluslararası tekeller, dünyayı kendi çıkarlarım ifade eden bir "anayasa" kurallarına göre talan edecek derecede güçlenmişlerdir.

Emperyalist burjuvazi, ideologları ve küçük burjuva avanaklar, hainler ve dönekler küreselleşmenin nimetlerinden, yeni dünya düzeninden, demokrasiden, proletaryanın yok olmasından, sosyalizmin ütopya olmasından bahsedebilirler. Antikomünizm ve burjuva düzeni kutsamak onların görevidir. Bu, iki dünya, iki ideoloji arasındaki mücadelenin gereğidir ve yeni değildir. Marksizm, oluştuğundan beri bu mücadele de vardır. Tarih, hep marksistleri haklı çıkartmıştır. Toplumsal ve ekonomik gelişmeyi doğru analiz edenler ve ona göre politika belirleyip yola koyulanlar hep komünistler olmuştur. Ve bugün, çağımızın değişmediğini, sosyalizmin değil, revizyonizmin yıkıldığını/yok olduğunu, işçi sınıfının var olduğunu ve sınıfsız topluma giden sürecin motoru olduğunu bizim bilmemiz yetmiyor. Bunu yığınlara anlatmak ve kavratmak güncel bir görevdir. Küreselleşme kavramı kullanılırken sorunun bu yönü unutulmamalıdır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi