Bir Geleneğin Eleştirisi: Türk Ordusuna İlişkin Oportünist Değerlendirmelere Bir Bakış

12 Eylül askeri-faşist darbesinin öngününde, 1 Temmuz 1980’de yayımlanan Devrimci Derleniş dergisinin 24. sayısında şunlar yazılıydı:

"Türk Ordusu Devrimci gelenekli bir ordudur. Ve Türkiye'nin tarihindeki bütün devrimlerde hep en ön safta yer almıştır. Üstelik Türk Ordusu, İngiliz Ordusu gibi soylulardan, Fransız Ordusu gibi Burjuva çocuklarından derleşik bir ordu da değildir. Türk Ordusu'nun subayları 'subay oluncaya dek yamasız pabuç giymemiş' halk çocuklarıdır. Böyle bir orduya Devrimcileri nasıl katlettireceğiz? Halkın üzerine nasıl süreceğiz bu orduyu?"

Yazıda, 1965 yılında Demirel hükümetine verilen ünlü 'Dickson Raporu'na göndermede bulunulduktan sonra şöyle deniyordu: "Demek, ABD, Türk Ordusu'na kendi alçakça planını uygulatabilmek için, önce Türk Ordusu içindeki Devrimci, yurtsever subayları ihraç ettirmek istiyor.

"Fakat ABD'nin orduyu kündeye getirebilmesi için tek başına bu operasyon başarılı olamaz. Çünkü Türk subaylarının en az yüzde doksanı vatanını ve milletini korumayı her şeyin üstünde tutar. Bu uğurda gerektiğinde gözünü kırpmadan hayatını seve seve feda eder. Bu yüzden birkaç on, yüz, belki de bin subayı ihraç etmekle, Türk Ordusu satın alınamaz. Emperyalistler bunu da biliyor."

Daha aşağıda ise, David Galula'nın, Tümgeneral Cihat Akyol tarafından Mart 1971'de Silahlı Kuvvetler Dergisi eki olarak yayımlanan Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri - Teori ve Tatbikatı adlı yapıtından söz edildikten ve bu yapıttan bazı alıntılar sunulduktan sonra şunlar söyleniyordu:

"Yukarda David Galula'nın önerdiği iğrenç görüşler ne yazık ki, Türk Silahlı Kuvvetleri içinden, birkaç satılmış tarafından da benimsenmiştir. Ve yukarda anılan cinayet teorisi Türkiye koşullarına uygulanır. Bu satılmış CIA ajanlarından biri Tümgeneral M. Cihat Akyol'dur." Yazı şöyle sürüyordu:

"Yerli-yabancı para babaları, yukarda andığımız aşağılık tuzaklarla Türk Ordusu'nu avlayıp yedeklerine almak ve ona Türkiye halkını ezdirmek istiyorlar. Daha açığı Türk Ordusu'nu, Brezilya, fiili, Arjantin, Endonezya ve daha dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi kendi halkına düşman bir GORİLLER ORDUSU haline getirmek ve onbinlerce, yüzbinlerce masum insanı (yurdunu ve halkını sevmekten başka bir günahı olmayan Devrimcileri, demokratları, ilericileri) imha ettirmek istiyorlar.

"Türk Ordusu bu oyuna gelmemelidir. Bir goriller ordusu olmamalıdır. Unutmayın ki emperyalizmin uşağı olmuş, halkını emperyalistlere satmış gorilleri, tüm dünya insanlığı nefretle anar. Hatta kendi hizmetkârı olan bu gorillere emperyalistlerin kendileri bile saygı duymazlar. Onlara bir uşağa davrandıkları gibi davranırlar...”

Söz konusu makalenin yazarı, Türk ordusunun “kendi” halkına, “kendi” halkından komünist ve devrimci güçlere saldırmayacağından ve herhalde Kürt halkına ve onun bağrından çıkan devrimci güçlere de “aynı sevecenliği” göstereceğinden oldukça emindi. Oysa bu satırların yazıldığı günlerde -ABD ve NATO ile işbirliği ve dirsek teması içindeki Türk Genelkurmayı ve onun komutası altındaki ordu, tüm devrimci ve ilerici güçlere karşı yakın tarihin en kapsamlı operasyonuna ilişkin bütün hazırlıklarını çoktan bitirmiş ve darbeyi indireceği en uygun siyasal an’ı beklemeye koyulmuştu bile. 2 Ocak 1980’de Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bir uyarı mektubu sunan kuvvet komutanları, daha 1978’den başlayarak askeri darbe hazırlıklarına girişmiş bulunuyorlardı. M. Ali Birand, 12 Eylül, Saat 04:00 adlı kitabında şöyle diyordu:

“1978’de kurulan ve iki kişiden oluşturulan ‘özel çalışma grubu’, İkinci Başkan Saltık’ın emrinde uzun süredir BAYRAK PLANI’nı hazırlıyordu. Planın ana hatları tamamdı. Ayrıntıların son aşamasına gelinmişti. Çalışmaların hızlandırılması ve özel grubun 6 kişiye çıkarılması kararlaştırıldı.” (s. 200) 17 Haziran 1980’e gelindiğinde, MGK’nin asker kanadıyla sıkıyönetim komutanlarının ortak toplantısında askeri darbe konusu yeniden tartışıldı. Genelkurmay Başkanı Org. Kenan Evren, bu tartışmaların ışığında güncelleştirilen BAYRAK PLANI’nı ordu komutanlarına dağıttırmaya başladı. Buna göre, ordu 11 Temmuz 1980’de yönetime el koyacaktı. Ancak 2 Temmuz 1980 günü TBMM’de yapılan güven oylamasında Demirel hükümetinin 214’e karşı 227 oyla güvenoyu almasının ardından daha geniş bir kamuoyu desteği sağlanması amacıyla askeri darbe bir süre için ertelenecek ve bilindiği gibi 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilecekti.

Şunu hemen belirtelim ki, Devrimci Derleniş dergisinin, 12 Eylül askeri-faşist darbesinin kapıyı çaldığı günlerde sergilediği aymazlık ve oportünizm, asla tekil ya da arızi bir olay gibi algılanamaz. Uzun bir siyasal kış uykusundan sonra 1960’larda yeniden dirilen Türkiye sol hareketinin önemli bir bölümünü etkisi altına alan bu aymazlık ve oportünizmin hem tarihsel, hem de güncel nedenleri bulunmaktadır. Her şeyden önce bu yaklaşımın, 1920’lerin ikinci yarısına kadar uzanan derin kökleri vardır. Onun temelinde, TKP revizyonizminin küçük burjuva reformist ve alaturka menşevik çizgisinin ürettiği sol Kemalizm, burjuva kuyrukçuluğu, egemen ulus şovenizmi ve ordu devrimciliği yatmaktadır. Ama, daha öncesini bir yana bıraksak bile, 15-16 Haziran 1970’i, 12 Mart 1971’i, 12 Eylül 1980’i, 15 Ağustos 1984’ü ve 3 Kasım 1997’yi yaşamış, her tarafından kan ve irin akan Türk burjuva devlet aygıtının çürümesinin en ileri noktasına ulaşmasına tanık olmuş olmasına karşın, bugün bile bu devletten ve onun ordusundan demokratik reformlar, yenileşme vb. beklentisi içine giren devrimci ve ilerici güçler bulunuyor. Örneğin, Yalçın Küçük’ün -28 Şubat 1997 tarihli ünlü MGK toplantısından sonra- kaleme aldığı ve Mart 1997’de Özgür Politika gazetesinde yayımlanan bir dizi yazıda dile getirdiği düşünceler, TKP-TİPTSİP çizgisinin bu sol kemalist geleneğinin hiç de ölü olmadığını, ilk fırsatta başını kaldırmaya ve Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketini avlamaya hazır olduğunu bir kez daha göstermişti. Askeri kliğin, siyasal İslam’la hesaplaşmaya hazırlandığını duyurduğu o günlerde Küçük, PKK önderliğine, özü askeri klikle ‘bağlaşarak’, daha doğrusu onun kuyruğuna takılarak siyasal İslam’a saldırmak ve böylelikle Kürt ve Türk proletaryası ve halkları için bazı kırıntılar elde etmek olan bir taktiksel planı kabul ettirmek için paçaları sıvamıştı. Çeşitli nedenlerden ötürü yaşam bulamayan bu gerici taktiksel plan, kuşkusuz ancak Türkiye ve Kürdistan devriminin tasfiyesi pahasına gerçekleşebilirdi. Küçük, 10 Mart 1997’de yayımlanan “Ordu” başlıklı yazısında aynen şöyle diyebiliyordu:

“Ordu mu? Artık Eylülist günlere gelirken Türk Ordusu, bir ‘ordu’ olmaktan çıkmış, Amerikancı büyük sermaye ile göbek bağları kuvvetli ve ülkeyi, soldan ve Kürt yükselişinden kurtarmak için, Erbakan karanlığıyla nikâh kıymış, bir generaller kulübüdür. İçindeki bütün halk unsurlarını tasfiye etmiştir; kalanların bir bölümünü de Harp Okulu 1978 yılı çıkışlıları da Eylülist günlerde... büyük işkencelerden geçirdikten sonra tasfiye ederek, kendisini kire gömmüş bir silahlı kuvvettir. Böyle olduğu için, kan emici Amerikan emperyalizminin, açgözlü ve gasp ettiklerini kaybetme korkusuyla kuduran büyük sermayenin kinini benimseyebiliyor ve sünni karanlığını, bir kültür olarak seçebiliyor. Bu, kendisini ordu olmaktan çıkarabiliyor ve tarihinin renkleriyle bağlarını koparıyor.” O, 17 Mart 1997’de yayımlanan “Karanlık” adlı yazısında ise işbirlikçi-tekelci burjuvazinin öncüsü ve Kürdistan ve Türkiye proletaryası ve halklarına karşı uygulanan tüm baskı ve katliamların mimarı ve sorumlusu olan MGK ile bir sorunu olmadığını, bu kurumun varlığına ve yetkilerine karşı çıkmadığını şu sözlerle itiraf ediyordu:

“Milli Güvenlik Kurulu’na gelince, benim sorunum, kurulun kendisinde veya yetkilerinde değildir; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Amerika ile organik bağ içine girmesi, büyük sermaye ile kenetlenmesi ve emekçi bağlarını reddetmesidir. Benim sorunum, bu bağların kırılması, kenetlerin parçalanması ve halkçı bakış açısının yerleştirilmesidir; bu, bizim sorunumuzdur ve başka bir bakış açısını gerektiriyor. Bu çok güçlü bir anti-Amerikan, çok güçlü bir antikapitalist ve çok güçlü bir emekçi aydınlık, akılcı ideolojik hücumu zorunlu yapıyor.” TKP-TİP-TSİP geleneğinin, ordunun egemen sınıflarla ilişkisi konusundaki bu antimarksist ve bilim dışı önyargılarının dünyadaki tüm reformist ve revizyonist akımlar tarafından paylaşıldığı bilinmektedir. Ancak, yazılmasından bir süre sonra, marksist leninist komünist basında mahkum edilen bu aşırı revizyonist görüşlerin, ülkemizde yaşanan siyasal gelişmelerin bilimsel bir analizine dayanmadığı, yazarın ve onun öğütlerine büyük değer verenlerin sübjektif kurgularından öte hiçbir önem taşımadığı Mart 1997’den bu yana geçen bir yıllık süre içinde bütün açıklık ve çıplaklığıyla bir kez daha ortaya çıkmış bulunuyor. Ne yazık ki, bugün Türkiye ve Kürdistan devrimi bakımından son derece önemli bir yere sahip bulunan Kürt ulusal hareketinin önderliği de değişik zamanlarda benzer görüşler dile getirmiş bulunuyor. Örneğin, Abdullah Öcalan aynı günlerde, Yalçın Küçük’ün kendisiyle yaptığı bir röportajda ‘ordu partisi’nin ‘ideolojik ve politik olarak bir reformu yaşayaca’ğını belirttikten sonra şöyle diyordu:

“Hızlı bir solculuk gösterebilirler. Kürt sorununu herkesten daha çarpıcı ortaya koyabilirler, hatta elinizdeki delilleri bile alabilirler. Bu tür gelişmeleri de beklemek mümkün, ama bu bizi şaşırtmamalıdır. Orduyu bir yerde ne çok olumlu, ne de çok olumsuz değerlendirmek gerekiyor.” (Serxwebun, Şubat 1997, Sayı: 182, s. 7) Böylesi değerlendirmeleri yalnızca, hatta esas olarak yukarıda değindiğimiz olumsuz tarihsel geleneğin varlığıyla açıklayamayız. Ne var ki devrimciliğin ve ilericiliğin yüz karası olarak nitelenmeyi hak eden böylesi değerlendirmeler, kuşkusuz psikopatalojik bir olay -bir çeşit toplumsal mazoşizm- gibi ele alınamayacakları gibi, elverişsiz objektif ve subjektif koşulların zorlamasıyla gündeme gelen bir aşırı taktiksel esneklik olayı olarak da ele alınamazlar; bunların kökeninde söz konusu değerlendirmeleri yapan parti, grup ve kişilerin sınıfsal konumlarından kaynaklanan ideolojik bakış açıları ve bu zemin üzerinde oluşturulan siyasal stratejileri ve taktiksel çizgileri yatmaktadır. Bu, ideolojik bakış açısı, kendisi de mülk sahibi bir sınıf olması nedeniyle, çağdaş toplumda sınıf savaşımının gelişip keskinleşmesinden ve bu gelişmenin mantıksal sonucu olan proleter devrimi ve proleter diktatörlüğüne varmasından öcü gibi korkan küçük burjuvazinin sınıf çıkarlarını yansıtmaktadır. Sınıf savaşımını frenlemek, onu belirli sınırlar içinde tutmak, idealize ettiği burjuva demokrasisinde konaklamak ve bu amaçla sonu gelmez ulusal ve toplumsal uzlaşma projeleri üretmek. İşte, en devrimci küçük burjuvazinin bile, asıl hedefi kapitalizmi, sömürüyü, her türlü sınıf egemenliğini ve sınıf egemenliğinin aracı olan devleti ortadan kaldırmak ve bunun için geçici bir aygıt, bir proleter diktatörlüğü kurmak olan proleter devrimciliğinden ayrıldığı ve ayrılmaya devam edeceği nokta.

***

Ezen ve sömüren sınıflarla ezilen ve sömürülen sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişmenin ürünü olan devletin en kısa yoldan tanımı, anlatımını Engels’in ‘özel silahlı adam müfrezeleri’ deyişinde bulur. Lenin bir yerde şöyle diyordu:

“Sürekli ordu ve polis, devlet iktidarının başlıca güç aletleridir...” (Devlet ve İhtilal, s. 21) Ne kadar doğru! ‘En demokratik’ çağdaş burjuva devleti de içinde olmak üzere gelmiş geçmiş tüm devletler, mahkemeler, meclisler, hükümetler, hatta bir süre için istikrarlı bir bürokrasi olmaksızın da yapabilirler; ancak bir çeşit ordu ve/ya da polis aygıtı olmaksızın asla yapamazlar. Antik çağın köle sahiplerinden çağdaş tekelci burjuvaziye değin tüm egemen sınıflar, ezilen ve sömürülen sınıfların yarattığı artık-ürüne el koyabilmek için özü ‘zor’ olan devlet aygıtına gereksinim duyarlar. Sınıflar ve sınıf çelişmeleri ve bundan kaynaklanan sınıf savaşımları olduğu sürece devlet aygıtı da var olmayı sürdürecektir. Ama yalnızca üretim araçlarını ve zor tekelini ellerinde bulundurmakla yetinmeyen, aynı zamanda ‘entelektüel üretim araçlarını” (Marks) denetimleri altında tutan egemen sınıflar, tarih boyunca devleti ve onun asıl çekirdeği olan orduyu allayıp pullamaya ve idealize etmeye, onu tüm toplumun temsi”lcisi, ‘baba’sı, koruyucusu ve maddi ve tinsel dayanağı olan sınıflarüstü bir kurum gibi göstermeye ve bu amaçla yığınların zihninde orduya ve devlete ilişkin yanılsamalar yaratmaya her zaman özen göstermişlerdir. İşte bu yüzdendir ki, Lenin Ekim Devrimi’nin öngününde yazdığı ve devrimin patlak vermesi üzerine sevinerek yarım bıraktığı(1) ünlü broşüründe şöyle diyordu:

“Devlet’e ilişkin oportünist önyargılara karşı bir savaşım yürütmeksizin, emekçi yığınların genel olarak burjuvazinin ve özel olarak emperyalist burjuvazinin etkisinden kurtuluşu olanaksızdır.” (Devlet ve Devrim’in 1. baskısına Önsöz’den, Selected Works, Cilt 2, s. 238) ANASOL-D hükümetinin Başbakan Yardımcısı koltuğunda oturan Bülent Ecevit’in, Susurluk Raporu’na göndermede bulunurken,

“Ancak rapordan, ordunun bu işlere bulaşmadığı anlaşılıyor. Eğer ordu da bu işlere bulaşmış olsaydı, işimiz çok zor olurdu. Ancak bir yönüyle orduya, bir yönüyle İçişleri’ne bağlı olan Jandarmada biraz da bu konumundan dolayı sorunlar olduğu anlaşılıyor.” (Milliyet, 16 Ocak 1998) derken Lenin’in bu saptamasını bütünüyle doğruladığını söyleyebiliriz.

Burjuvazinin ve egemen sınıfların devletine ve onların siyasal iktidarlarının temel direği ve üretim araçları üzerindeki denetiminin baş muhafızı olan orduya karşı alınan tutum, her zaman devrimcilik ile reformizm arasındaki ayrım çizgisinin belirleyici ölçütlerinden biri, belki de birincisi olmuştur. Bu bakımdan, geçmişten bu yana komünist ve devrimci, demokratik parti ve örgütlerin sağa, reformizme ve tasfiyeciliğe kaymalarının, burjuva ordusu ve devletine ilişkin oportünist ve reformist hayallerin yayılması ve derinleşmesiyle el ele gitmesinde şaşırtıcı bir yan görmemek gerekiyor. Yukarıda, bu eğilimin Türkiye devrimci hareketinde derin köklere sahip olduğuna değindik. Gerçekten de, 1920’lerin ortalarından 1960’ların başına kadar geçen süre içinde bu hareketin hemen hemen tek temsilcisi olan, ancak 1961-’71 dönemi başta gelmek üzere, daha sonraki yıllar ve onyıllarda da bu hareket üzerindeki etkisi azalarak da olsa süren TKP revizyonizminin ve onun varyantlarının en büyük ve en başta gelen günahlarından biri de işte ordu ve devlete ilişkin bu oportünist ve reformist anlayışlarıydı. İstisnasız bütün devletler, bir sınıfın bir başka sınıf ya da sınıflar üzerindeki egemenlik araçlarıdır. O halde, mülk sahibi sınıfların devletine ve ordusuna karşı takınılan tutum, kaçınılmaz alarak bu sınıfların kendilerine karşı takınılan tutumun bir türevi olmak zorundadır. Burjuvazi ve egemen sınıflar karşısında devrimci bir tutum alamayan bir sözde devrimci hareketin, bu sınıfların ekonomik ve siyasal çıkarlarının muhafızlığını yapan burjuva ordusuna karşı da devrimci bir tutum alamayacağı ve bunun tersinin de geçerli olduğu açıktır. O halde şimdi, bu doğruların ışığında TKP revizyonizminin bu alanda bıraktığı olumsuz teorik ve siyasal mirasın en genel çizgileriyle ve bazı tipik temsilcilerinin ağzından gözden geçirilmesine başlayabiliriz.

Bu partinin çizgisine damgasını vuran Şefik Hüsnü’nün ekonomist-menşevik mantığı Mayıs 1923’te kaleme aldığı ‘Seçim-Yoksul ve Orta Halli Sınıflar’ adlı makaledeki şu satırlarda kendini net bir biçimde göstermektedir:

“Zaten bu ülkede bundan sonra üç türlü siyasal akım düşünülebilir: 1) Bugünkü devrimi yapan ve yaşatmaya uğraşanların temsil ettiği siyasal akım. 2) Derebeylik kalıntısı olan geleneklere ve Osmanlı Hanedanı’na bağlı olanları çevresinde toplayan karşıdevrimci akım. 3) Fakir işçi ve köylü kitleleri ve orta halli sınıflar lehine devrimimizi derinleştirmek, geliştirmek ve onu ortak mülkiyete dayalı bir toplumsal devrimle sonuçlandırmak amacını güden sosyalist akım. Kazanılmış hakları eylem ve uygulama alanına aktarmak için birinci ve üçüncü siyaset uzun süre el ele yürüyebilecek ve herhangi bir fırsattan yararlanarak karşıdevrimin gözdağı veren bir hal aldığı zamanlarda, siyasal ve toplumsal devrim yanlıları, ulusun büyük çoğunluğu ile birlikte, bir tek vücut gibi kara güçlerin karşısına çıkacaklardır.” (Türkiye’de Sınıflar, s. 156) Gene o, Ekim 1923’te kaleme aldığı ‘Devrim İlkelerinin Değiştirilmesi’ adlı makalede burjuva diktatörlüğünün şefine olan güvenini şöyle dile getiriyordu:

“Karşıdevrime yaslanmaksızın ve bir zümrenin çıkarına pek hayati haklardan bazıları milletten gasp edilmeksizin, bu ilkelerden küçük bir sapmayı bile mümkün görmüyoruz. Hem Millet Meclisi bile böyle bir girişimde bulunmak hakkına sahip değildir. Ve biz inanıyoruz ki, devletin en yüksek yerinde bulunan ve devrimimizin kahramanı olan kişi böyle bir sapmaya bizzat engel olacak ve sahip olduğu büyük nüfuz ve yetkileri, devrimi almış olduğu yönde derinleştirmek ve pekiştirmek uğrunda kullanacaktır.” (age., s. 201-202) Şefik Hüsnü oportünizminin bu çizgisi Haziran 1924’te Komünist Enternasyonalin Moskova’da yapılan Beşinci Kongresi’nde Manuilski tarafından şöyle eleştirilecekti:

“Örneğin, TİİKP’nin yayın organı olan Aydınlık’ta, Komünist Partisi’ni yabancı kapitalizme karşı ulusal kapitalizmin gelişmesini desteklemeye çağıran bazı makaleler çıktı. Bu noktada, Türk yoldaşlarımız arasında, bir zamanlar Rusya’da Bay Struve’nin savunduğu (işçi sınıfı Rusya’da kapitalizmin gelişmesini desteklemeli, diyen) ‘yasal marksizm’ görüşünde açık anlatımını bulan bir eğilim görüyoruz.” (Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908-1925) Belgeler, s. 559)

Şeyh Sait ayaklanmasını ele alan Orak Çekiç’in 26 Şubat 1925 tarihli 6. sayısının manşetindeyse, “İrticanın başında Şeyh Sait değil, derebeylik duruyor, irticaya karşı mücadelesinde halk hükümetledir.” sözleri yer alacak ve ilk sayfadaki ‘Kahrolsun İrtica’ başlıklı yazıda, ‘Ankara Büyük Meclisi’nde müfrit sol burjuvazinin tırnakları, kafasına kurun-u vustayı dolamış yobazların gırtlağına yapıştı.”(Mete Tuncay, age., s. 195) denecekti. TKP’nin yayım organının 5 Mart 1925 tarihli 7. ve son sayısıysa “Yobazların Sarıkları Yobaz Zümresine Kefen Olmalı! Yobazlarıyla, Ağalarıyla, Şeyhleriyle, Halifeleriyle, Sultanlarıyla Birlikte Kahrolsun Derebeylik! İrtica ve Derebeyliğe Karşı Mücadele İçin: Köylüler (Köy Meclisleri), Ameleler (Sendikalar) Etrafında Teşkilatlanmalıdırlar” (age., s. 199) manşetiyle çıkmıştı. Yani bu parti, ordunun ve hükümetin Şeyh Sait ayaklanmasına karşı giriştiği bastırma hareketini kayıtsız koşulsuz destekledi. Ancak bu kuyrukçu tutum, hükümetin Şeyh Sait ayaklanmasını bahane ederek tüm muhalefet gruplarına karşı giriştiği saldırıdan TKP’nin de nasibini almasına ve bundan bir hafta sonra, yani 12 Mart 1925’te Orak Çekiç’i kapatmasına hiç de engel olmayacaktı. TKP, 1937 yaz aylarında başlayan Dersim ayaklanması sırasında da, bu kez zorunlu ya da daha doğrusu kerhen illegal bir konumda bulunmasına karşın, ordudan ve hükümetten yana tutum almakta duraksamadı. Ayaklanma sırasında TKP adına R. Davaz imzasıyla yayımlanan yazıda şunlar söyleniyordu:

“Feodal unsurlar, kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Bu bölgeye, geçtiğimiz yıl, Tunceli adı verilmişti. Dersim’in hakim tabakaları, yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasadışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir...İsyanın arifesinde tapu kadastro idaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet tedbirlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu tedbir, isyana yol açan neden olmuştur.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6, s. 449) Görüldüğü gibi TKP, burjuva devletinin ve onun ordusunun ulusal ve toplumsal boyunduruk altında tuttuğu Kürt halkına karşı giriştiği katliamları, adeta devrimci, demokratik bir burjuvazinin feodalizme ve dinsel gericiliğe karşı ilerici ve demokratik bir savaşımı gibi göstermeye ve kendisini de bu sözde demokratik savaşımı ‘eleştirel ve bağımsız’ bir konumdan desteklediği izlenimini vermeye çalışmıştır. Ama ne yazık ki, durum hiç de öyle değildi. TKP’nin kemalist burjuvazinin güçsüz ve daha da kötüsü istenmeyen ve itilip kakılan bir eklentisi olmasının temelinde onun, demokratik devrimde proletaryanın hegemonyasını yadsıması ve demokratik devrimin görevlerinin iktidardaki burjuvazi tarafından gerçekleştirileceği anlayışı yatıyordu. Bu anlayıştan, kaçınılmaz olarak burjuvaziyle proletarya arasında sınıfsal işbirliği ve burjuva devletinden işçi sınıfı için ekonomik haklar ve tüm halk için demokratik reformlar dilenme pratiği türüyordu. Oysa TKP’nin Komünist Enternasyonalin yardımıyla hazırlanan 1926 Programı, onun önderliğinin sergilediği bu tutum ve yaklaşımla taban tabana karşıtlık içindeydi. Bu programın 1. maddesinde şöyle deniyordu:

“1. TKP, Komünist Enternasyonal’in bir şubesi sıfatıyla, mücadelelerini Türkiye’nin hususi şartları içinde emperyalizme karşı ve milli burjuvazinin, büyük emlak ve arazi sahiplerinin hakimiyetine karşı yöneltir. Sovyetler Birliği, cihan proletarya inkılabı ve komünizm lehinde bulunur. Mevcut burjuva diktatörlüğü yerine, amele ve köylünün hakimiyetine dayanan bir Sovyet idaresi kurmak gayesini güder. Türkiye’nin emperyalizm tarafından tekrar esir edilmesinin önüne geçebilecek biricik etkili kaleyi teşkil eden komünist partisi, bu tehlikeye karşı ameleleri, gündelikçileri, şehirlerin ve köylerin yarı-proleterlerini sistemli bir tarzda teşkilatlandırır...” (Sahte TKP’nin Revizyonist Programının Eleştirisi, s. 45-46) Aynı programın 12. maddesinde ise TKP’nin ‘ordu’ sorununa yaklaşımı şöyle konuluyordu:

“12. Türkiye Komünist Partisi, milli istiklali ve inkılabın kazançlarını korumanın en emin vasıtası olarak amele ve köylülerin silahlandırılmasını, burjuva muhafızlığını meslek edinmiş orduların kaldırılmasını ve onların yerine amele ve köylü milisinin konmasını ve erlere subaylarını seçme hakkının verilmesini talep eder.” (Aynı yerde, s. 51) Ne var ki, kemalist rejime karşı zaman zaman söylem düzeyinde daha sert bir muhalefet konumuna girmişse de, Şefik Hüsnü TKP’si hiçbir dönemde bu programın özüne uygun bir rotaya oturmamış ve onun ruhuna uygun bir siyasal çalışma yürütmemiştir. Bunda, objektif ve subjektif koşulların, yani işçi sınıfının sayısal küçüklüğünün, onun kitlesel savaşımının 1920’lerin sonundan başlayarak bastırılmış, sendikal örgütlerinin denetim altına alınmış ve giderek dağıtılmış bulunmasının, Türk köylü yığınlarının göreli uyuşukluğunun ve Kürt ulusal hareketinin gerici ya da feodal önderliklerin peşinde gidiyor olmasının da belirli, ancak kesinlikle ikincil bir rolü olmuş olduğu belirtilmelidir.

Burjuva-toprak ağası diktatörlüğünün koyu antikomünizmi bile TKP önderliğinin ve daha sonraları onun yolundan gidenlerin gözlerini açmaya ve onların kemalist yanılsamalarını ortadan kaldırmaya yetmeyecekti.(2) Oysa sınıfının gerçek bir temsilcisi sıfatıyla sergilediği ikircimsiz pratik tutum bir yana ‘ulu önder’, özellikle Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinden sonra rejime karşı genelde son derece ılımlı bir muhalefet sergileyen TKP’nin etkisiz siyasal çalışmasından bile büyük bir rahatsızlık duyduğunu 1929’da Eskişehir’de verdiği bir demeçte şöyle açıklamıştı:

“Türk milleti, kendisinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen müfsit, sefil, vatansız ve milliyetsiz sebükmağızların(hafif beyinlilerin) hezeyanlarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara müsamaha gösterecek bir heyet değildir... Bu memleketteki komünistler, yalnız bizim tevkif ve hapsettiklerimizden ibaret değildir. Bu işlerle bizzat yakından alakadar olacağım.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6, s. 1891) Öte yandan, sahte “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh!” sloganının ardına gizlenen kemalist burjuva diktatörlüğünün kâh İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle (İkinci Dünya Savaşı öncesinde), kâh Nazi Almanyası’yla (İkinci Dünya Savaşı sırasında) ve kâh ABD emperyalistleriyle (İkinci Dünya Savaşı sonrasında) sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve bölge halklarına karşı askeri paktların ve saldırı planlarının içinde olmaya son derece hevesli olmuş olması da onların gözlerini açmaya yetmemişti. Türkiye, daha 1937’de İngiliz emperyalizminin gözetimi altında İran, Irak ve Afganistan’la birlikte -daha sonra CENTO adını alacak olan Sadabad Paktı’na katılacak, 1939’da -o zamanlar Fransa’nın mandası altında bulunan Suriye’nin Hatay ilini, halkının iradesini süngü zoruyla çiğneyerek ilhak edecek ve gene aynı dönemde İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle birlikte Sovyetler Birliği’ne saldırma hazırlıklarına girişecekti. Yalçın Küçük, bu konuda şunları söylüyordu:

“Fakat savaş sırasında da bazı gizli belgeler ortaya çıkarılıyor. Bu kez Almanya bu işi yapıyor. Türkiye ile yakınlaşmadan önce Fransız Genelkurmayı’ndan elde ettiği bazı çok gizli belgeleri dünya kamuoyuna açıklıyor. Bu belgeler Türkiye, Fransa ve İngiltere Genelkurmaylarının Kafkasya’daki Sovyet petrol tesislerinin bulunduğu bölgede üçlü askeri harekât planladıklarını gösteriyor. Türkiye savaş öncesinde de, savaş sırasında da sürekli olarak Sovyetler Birliği’ne karşı askeri harekât düşünüyor...” (Türkiye Üzerine Tezler II, s. 271) Küçük daha sonra R. S. Korhmazyan adlı bir Sovyet yazarının Sovyetler Birliği’ne karşı bir Türk-Alman askeri harekâtı tasarısıyla ilgili şu değerlendirmesini aktarıyor:

“1942 kışında Türk hükümeti, Almanya’nın o sırada beklenen Kafkasya harekâtına dolaylı destek sağlamak üzere Almanların Türk-Sovyet sınırına kuvvet yığma önerisine mutabakatını bildirdi. Mamafih SSCB ile Türk sınırına kuvvet yığma yalnızca Almanlara yardım anlamına gelmiyor; aynı zamanda Türk yönetici çevrelerinin, Alman kuvvetlerinden önce Sovyet Kafkasyası’nı ilhak etmek gibi kendi amaçlarına da cevap veriyordu.” (age., s. 271) Bütün bunlara, başında İsmet İnönü’nün bulunduğu tek partili burjuva-toprak ağası diktatörlüğünün Nazi Almanyası’na yaklaştığı dönemde, yani 1942’de gayrimüslim azınlıklara karşı uygulamaya koyduğu Varlık Vergisi’ni, savaş sırasında işçi ve köylü kitlelerinin yoksulluğunun alabildiğine arttığı koşullarda egemen sınıfların yaptığı görülmemiş savaş vurgunlarını, 7 Eylül 1946’da Türkiye’nin IMF’nin gözetiminde ilk devalüasyonunu yapmasını, 1946’da geçici olarak ortaya çıkan yasal olanaklardan yararlanılarak kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi ile Türkiye Sosyalist Partisi’nin ve onlara bağlı olarak oluşturulan sendikaların altı ay içinde kapatılmasını ve yöneticilerinin askeri cezaevlerine atılmasını, ‘Sovyet tehdidi ve tehlikesi’ yaygaralarının ardından Türkiye’nin Truman Doktrini uyarınca Temmuz 1947’de dünyanın yeni efendisi ABD emperyalistlerinden askeri ‘yardım’ almaya başlamasını vb. ekleyebiliriz. Demek ki, bu dönemin Türkiye’si, Şefik Hüsnü’nün göstermeye çalıştığının tersine asla, emperyalizme ve faşizme karşı bir konuma çekilebilecek bir CHP tarafından yönetilmiyordu. Öte yandan, bütün bu veriler 1950’de DP’nin iktidara gelmesini ‘antikemalist karşıdevrim’ olarak gösteren Mihri Belli’nin ima ettiğinin tersine, tek partili diktatörlük yıllarının, yani Atatürk-İnönü döneminin asla “devrimin üstte güreştiği” yıllar olmadığını da göstermektedir. Bu anlayışların ne denli yanlış ve gerici, dahası aptalca olduğunu gösteren bir not ekleyelim. 1950 seçimlerinden sonra, yeni Cumhurbaşkanı Celal Bayar’la, kendisini tebrik etmeye gelen İsmet İnönü arasında şöyle bir konuşma geçer. Bayar’ın ağzından dinliyoruz:

“...Ve mesela dedim:

-NATO’ya niçin girmediniz?

Bu sorumdan alınmış göründü.

-Onlar istediler de biz mi girmedik, Celal Bey?

Samimi maksadımı izah ettim, gerçek durumu, NATO’ya girip girmemek hususundaki esas fikrini öğrenmek istediğimi söyledim. Zaten verdiği cevaptan anlaşılıyordu ki, mukadderatımızı NATO’ya bağlamaktan zarar değil, fayda görmektedir. Bunu sarahatle ifade etti. Esasen benim görüş ve kanaatim de bu yolda idi. Fikir birliği içinde bulunuşumuzdan huzur duydum.” (Başvekilim Menderes, Hürriyet, 21.7.1969) Evet, 1930’ların ikinci yarısında ve 1940’larda neredeyse var olup olmadığı belirsiz hale gelen TKP, marksizm-leninizmin temel ilkeleriyle, kendi resmi programıyla ve yaşanan gerçeklerle taban tabana karşıt bir yolda yürümekte işte böyle diretmişti. O böylelikle kendini tam bir etkisizliğe ve yok oluşa sürüklemekle kalmamış, ama aynı zamanda ve daha da önemlisi, daha sonraki devrimci kuşaklara, aşmaları için yoğun bir iç ideolojik kavga yürütmelerini ve ağır bedeller ödemelerini gerektirecek alaturka menşevik bir miras bırakmıştı.

Okuyucu, Şefik Hüsnü’nün ve onun başında bulunduğu TKP’nin kemalist burjuvaziye, onun devletine ve ordusuna ilişkin yaklaşımı üzerinde bu denli durulmasını anlayışla karşılamalıdır. Bütün bunlar gereklidir; çünkü Şefik Hüsnü’nün ve onun TKP’sinin bu yaklaşımı, daha sonraki sürdürücülerinin, egemen sınıfların devletine ve ordusuna karşı tutumlarını karakterize etmeye devam etmekle kalmamıştır. Bu tutum ve onun serpintileri, 1960’larda yeniden yükselişe geçen Türkiye sol hareketinin devrimci kadrolarını ve daha az ve giderek azalan ölçüde olmakla birlikte 1970’lerin ve daha sonrasının devrimci kadrolarının tutumlarını da etkilemiştir. Özellikle 1960’lı yıllarda bu partinin resmen ya da edimsel olarak var olmamasına karşılık, TKP’nin eski kadrolarından Hikmet Kıvılcımlı ve özellikle de Mihri Belli, gelişmekte olan devrimci hareketin ideolojik biçimlenmesinde, daha doğrusu ideolojik deformasyonunda önemli bir rol oynadılar. Lenin, henüz yeni oluşmakta olan bir devrimci parti ya da akım söz konusu olduğunda “onu doğru yolundan saptırma tehdidinde bulunan devrimci düşüncenin öteki eğilimleriyle” hesaplaşmanın ne denli önemli olduğunu belirtiyor ve şöyle diyordu:

“Bu koşullar altında, ilk bakışta ‘önemsiz’ gibi görünen bir yanılgı en kötü sonuçlara yol açabilir.” (Ne Yapmalı?, s. 35) Evet, ne yazık ki, Türkiye devrimci hareketinin önemli bir bölümünün bu kötü öğretmenlerin sol kemalist, sosyal-şoven ve menşevik anlayışlarının etkisinden kurtulması için 12 Mart ve 12 Eylül askeri-faşist darbenin tezgahından geçmeleri ve “hareketi doğru yolundan saptıran” bu revizyonist mirasla hesaplaşmaları gerekti. Yalçın Küçük örneğinin gösterdiği gibi hala da gerekiyor. Şimdi bu iki önemli ismin devlet ve ordu sorununa ilişkin yaklaşımlarına daha yakından göz atalım.

***

Türkiye devrimci hareketinin kıdemli militanlarından olan ve Kürt ulusal sorunu da içinde olmak üzere bazı noktalarda geleneksel TKP çizgisinin daha ilerisinde duran Hikmet Kıvılcımlı, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ertesi günü, yani 28 Mayıs’ta darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’ne çektiği telgrafta şunları söylüyordu:

"Milli Birlik Komitesi Başkanı ve TC Devlet ve Hükümet Başkanı

ANKARA

Sayın Orgeneral Cemal Gürsel;

Tarihimizde daima kuvvetle çarpan kalbimizin, yiğit ordumuzun kötülüğe baş eğdirişini huşuyla selamlarım. İkinci Kuvayı Milliye gazamız kutlu olsun. Gerçek demokraside Allah yanıltmasın.

Vatan Partisi Genel Başkanı

Dr. Hikmet Kıvılcımlı”

Aynı günlerde Org. Cemal Gürsel’e başarı dileklerini ileten bir kişi daha vardı: ABD Başkanı Eisenhower. O bu mesajda, “...başarılan inkılabın, Türkiye demokrasisinin gelişmesinde yeni bir merhale teşkil edeceğini candan ümit ediyor ve yeni hükümetin NATO ile CENTO’da kalma kararından memnuniyetini açıklıyordu.” (Milliyet, 2 Temmuz 1960). Eisenhower’ın bu mesajının sıradan bir diplomatik metin olduğu düşünülmemelidir.12 Eylül darbesinden sonra Barış Derneği davasında yargılanacak olan eski Büyükelçi M. Dikerdem’in anılarında bu konuda şöyle deniliyordu:

“Türkiye’deki 27 Mayıs Devrimi’nin üzerinden iki aya yakın bir zaman geçmiş, Milli Birlik Hükümeti’nin NATO ve CENTO’ya bağlılığı dünyaya ilan edilmiş, eski dostlukların -ve eski düşmanlıkların- olduğu gibi süreceği, Amerikan hükümetinin tam güvenini kazanmış bir diplomat olan Selim Sarper’in Dışişleri Bakanlığı’na getirilmesiyle açıkça belli olmuştu. Sanırım ki, İran Şahı, (1950-60 döneminin başbakanı ve dışişleri bakanı -PD) Menderes ile Zorlu’nun Moskova’ya yakınlaşma siyasetine yöneldikleri kanısına varınca DP iktidarının askeri bir darbe ile düşürülmesinden rahatlık da duymuştu.” (Bir Büyükelçinin Anıları, s. 30-31) Allah’ın birilerini yanılttığı anlaşılıyor; ama bu herhalde ABD emperyalistleri değildi.

Egemen sınıf bloku içinde bir çatlamanın ürünü olan ve bu çatlağı bir süre için genişletmeye devam edecek olan 27 Mayıs askeri darbesini izleyen dönemde işçi sınıfı ve gençlik hareketinin gelişmesi için bazı kanalların açıldığı doğrudur. Ancak bu, iktidardaki egemen sınıf fraksiyonunun 27 Mayıs darbesinin üzerinden fazla zaman geçmeden devrimci harekete ve halk hareketine karşı bir dizi önlem almasına hiç de engel olmamıştı. Darbeden hemen sonra NATO’ya ve CENTO’ya, yani Batı emperyalist blokuna bağlılığını yüksek sesle açıklayacak olan Milli Birlik Komitesi’nin lideri, daha sonra da Cumhurbaşkanı olan Org. Cemal Gürsel bir ara, 1963’te kurulan ve sayıları 1968’de 141’e ulaşan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin onursal başkanlığını üstlenmekte sakınca görmemiş, 1960-61 ders yılında 4.548 öğrenciye sahip bulunan İmam Hatip Okullarında okuyan öğrencilerin sayısı 1971’de 49.308’e çıkmıştı. Kapitalist toplumlarda orduyu ve devlet aygıtını oluşturan personelin burjuvaziye, koparılması neredeyse olanaksız binlerce bağla bağlı olduğunu unutan Kıvılcımlı ise, daha sonra kaleme aldığı 27 Mayıs, Yön’ün Yönü, Devletçiliğimiz adlı kitabında, 27 Mayıs askeri darbesinin “başarısızlığının nedenini kendince şöyle açıklayacaktı:

“Ezilen, soyulan Türk ulusunun önüne, sömürmenin her biçimini kökünden ve kesince gidermeye hazır bulunan işçi sınıfı tutulup geçirilebilseydi, o zaman ulu görevlilerin (27 Mayısçılar kastediliyor PD) tereddüt ve telaşına yer kalmazdı. 'Kendi gelecek stratejilerine', yani can kaygısına düşmezlerdi. 'Sosyal sınıflar stratejisine' bel bağlarlardı. Böyle hallerde kurmay nitelikleri en iyi strateji olmalarını sağlayabilirdi.” (s. 115)

"Devrimci kendisine sırça saraylar kurup, çevresini yedi kat polis ve silahlı adamlarla sararak da sağ kalır, çarıksızlarla bir arada yaşayarak, halk sevgisinden örülmüş zırhlar içinde de...Ancak kendi ülküsüne en elverişli sosyal sınıfı seçmek, Hasan Sabbah'ın Kan Kalesi içinde nefsini güvence altına almaktan çok daha garantilidir. Kişi için garantili olmasa bile, dava için garantilidir.

"27 Mayıs, bu noktada yanılmıştır...

"27 Mayıs devrimcileri, sabah namazından sonra kimseyi sokağa çıkartmayacaklarına, halka güvenebilir, çarıklı köylünün yanına gitmenin bütün yollarım açabilirlerdi.

"Hırpani işçinin örgütlerini Amerika'dan, milyon sağlayan sendika gangsterlerinden kurtarabilirlerdi. Ekonomik kurtuluş savaşının manivelasını kullanabilirlerdi. Rızkını zor çıkaran küçük memuru, aydını, sermayeye haraç vermek üzere tasarruf bonosu ile yaralamayabilirlerdi." (s. 119-20)

"27 Mayıs, şu Türkiye'de gizli bir tek gerçek ya da isterseniz 'felsefe' bırakmamıştı.

"Bütün sorun, o gerçekleri ve felsefeleri 'çağdaş uygarlık' toplumu içinde dayandıracak bir sosyal sınıf manivelası bulmaktaydı. Bu manivela Türkiye işçi sınıfıydı. Yoksa her şey, fatalman kökü dışarda finans-kapital ağlarının kucağına düşmekten yakayı kurtaramazdı." (s. 122) Kıvılcımlı bu kitabın bir yerinde, 27 Mayıs askeri darbesinin dördüncü gününde kendisinin Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı ‘Siyasi Gerçeklerimiz’ başlıklı 1. Açık Mektup’undan aşağıdaki satırları alıntılıyor. Aynen aktarıyoruz:

“150 yıl gericilik üstte, devrim altta güreşti. Meşrutiyetten sonra boğuşma bitmedi. Yalnız bu yolda 50 yıldır devrim üstte, gericilik altta güreşiyor... Gericiliğin zaafı: Milletten kopmuş bir avuç azınlık oluşudur.” (s. 134) Gericiliğin ‘milletten kopmuş bir azınlık’ olduğu biçimindeki tartışmalı ve yanlış önermeyi bir yana bırakarak, Kıvılcımlı’nın, Meşrutiyet’in ilan edildiği 1878’den, kemalist rejimin pekiştiği 1928’e kadar olan dönemde “devrimin üstte güreştiği” yolundaki tezinin gerçekleri yansıtıp yansıtmadığına göz atalım. Bu 50 yıllık döneme neler sığdı? Hemen aklımıza gelenleri sayalım: Sultan İkinci Abdülhamit’in ülkemizdeki bütün gerici çevrelerce öteden beri yüceltile gelen yönetimi, 1880’lerden 1920’lerin sonlarına kadar gerçekleşen irili ufaklı bir dizi Kürt ayaklanmasının kanla ve ihanetle bastırılması, ünlü Hamidiye Alayları ve Ermeni halkına karşı 1915-16’da doruk noktasına ulaşarak bir soykırıma dönüşen katliamlar, Alman emperyalizminin bir çeşit sömürgesi -Enverland- haline gelen Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle parçalanmaya yüz tuttuğu bu dönemde Arap ve Balkan halklarına karşı bir dizi katliam gerçekleştirmesi, can çekişmekte olan “Avrupa’nın Hasta Adamı”nın bir oldubittiyle Birinci Dünya Savaşı’na sokulması, bu savaş sırasında Yemen’den Kafkasya’ya, Çanakkale’den Galiçya’ya kadar uzanan uçsuz bucaksız bir cephede yüzbinlerce genç Türk ve Kürt köylü ve işçisinin Hohenzollern’lerin ve Habsburg’ların çıkarları için kurban edilmesi, kurtuluş savaşı sırasında Rum halkına karşı girişilen katliamlar, Mustafa Suphi TKP’sinin ve Çerkez Ethem önderliğinde gelişen çekirdek halindeki köylü gerilla hareketinin tasfiyesi, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Şeyh Sait ayaklanması gerekçe gösterilerek Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılması, İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması ve tüm muhalefetin yok edilmesine girişilmesi, işçi sınıfına karşı kanlı ve sert saldırılar ve onun sendikal örgütlenme çabalarının zorla bastırılması. Bu sonuncusu konusunda Türkiye İşçi Sınıfı ve Mücadeleleri Tarihi adlı kitaptan birkaç örnek verelim:

18 Ağustos 1908: “Ücretlerine zam isteğiyle greve başlayan Aydın Demiryolu işçileri bir istasyondaki depoları yaktılar, tutuklanan işçilerin serbest bırakılması için gösteriler düzenlediler, bir treni raydan çıkardılar. Jandarmayla çıkan çatışmalarda bazı işçiler yaralandı. Grev, Mecidiye zırhlısının İzmir’e asker çıkartması ile kanlı bir biçimde bastırıldı.” (s. 53)

5 Eylül 1908: “Şark Demiryollarında çalışan işçiler greve başladı. Grev sırasında askerler bütün istasyon ve telgrafhaneleri kuşattılar. Bir dizi çatışmadan sonra grev 10 Eylül’de bastırıldı.” (s. 53)

14 Eylül 1908: “Ereğli Kömür Havzası’nda çalışan işçilerin başlattıkları grev Zonguldak’a asker çıkartılarak bastırıldı.” (s. 53)

1 Temmuz 1924: “İstanbul’da tramvay şirketinde çalışan işçiler bir kondüktörün işten atılmasını protesto ettiler. İşçiler üzerine jandarma kuvvetleri gönderildi. Birçok işçi yaralandı; birçoğu tutuklandı.” (s. 76)

Ocak 1927: “3.000 kayıkçı, liman işletmesinin kendilerine borcu olan 25.000 lirayı ödememesi üzerine direnişe başladılar. Nakliyat şirketi polise başvurarak işçilerin zorla çalıştırılmalarını istedi. Asker ve polisle çıkan çatışmaya şehirden başka işçiler de grevcileri desteklemek üzere katıldı. 10 işçi öldürüldü, 50 işçi ve polis yaralandı, 370 kişi tutuklandı. Direniş bastırıldı.” (s. 78)

Ağustos 1927: “Adana-Nusaybin demiryolu hattında çalışan 850 yapı işçisi isteklerini 31 maddelik bir liste halinde şirkete sundular... Şirket 1.5 ay sonra bu dilekçeyi reddetti. İşçiler bayram öncesi istedikleri avansın da ödenmemesi üzerine direnişe başladılar. Direniş 20 gün sürdü. Fransız şirketinin grev kırıcılara yardım olarak gönderdiği trenin önüne yüzlerce işçi karıları ve çocukları ile yatarak trenin geçmesini önlediler. Bunun üzerine hükümet, buraya askeri birlikler göndererek silahsız işçilerin üzerine ateş açtırttı. Birçok kişi öldü. 22 elebaşı tutuklandı. Grev, yabancı kapitalistler ve hükümet tarafından ezildi.” (s. 78) Herhalde bu kadarı yeter. Diğer kapitalist toplumlarda olduğu gibi, Türkiye’de de devlet aygıtının ve onun çekirdeğini oluşturan ordunun işçi sınıfına, diğer ezilen ve sömürülen sınıflara ve ulusal boyunduruk altında tutulan Kürt halkına karşı kesintisiz bir savaşım sürdürmesi, nesnelerin doğası gereğiydi. “Türkiye tarihinin maddesi”ni incelediğini ve kavradığını ileri süren Kıvılcımlı, en azından İttihat ve Terakki döneminden bu yana ülkemizde -tıpkı sanayileşme yoluna görece geç giren diğer ülkelerde olduğu gibi- ordunun ve devletin yalnızca burjuvazinin ve toprak ağalarının çıkarlarını savunmakla kalmadığını, burjuvazinin oluşum sürecinin güdücü gücü ve organik bir parçası haline geldiğini anlamamış, ya da unutmuş gözüküyor. Ayşe Buğra adlı bir burjuva araştırmacı, Türkiye’de kapitalizmin gelişiminde devletin oynadığı rolü incelediği yapıtının bir yerinde İttihat ve Terakki Fırkası’nın lider kadrosunun özellikle savaş yılları boyunca toprak ağaları ve tüccarlarla birlikte birçok bankanın ve anonim ortaklığın kuruluşuna katıldıklarını ve onların yönetim kurullarında yer aldıklarını belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Cumhuriyet’in kurulmasını takiben, devlet, ülkenin iş hayatında önemli bir rol oynamaya devam etmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında girişimcilik faaliyetleri ve kamu görevleri hala birlikte sürdürülebilmekteydi. Birçok devlet adamı iş dünyasında faaliyet gösteriyordu ve bunlardan hiç olmazsa bir kısmı yatırımlarını ülkeye hizmet vermenin bir ilave yolu olduğuna samimiyetle inanmaktaydı. Zaten Mustafa Kemal Atatürk ve hükümetteki yakın çalışma arkadaşları da, diğer politikacılar ve işadamlarıyla birlikte İş Bankası’nın kurucuları arasında değil miydi? Politik bağların özel sermaye birikiminde önemli bir etken olduğu tartışmasız bir gerçekti.” (Devlet ve İşadamları, s. 74) Dolayısıyla, Türk burjuva devlet aygıtının burjuvazi ve toprak ağalarıyla iç içe olan, kendi sınıfsal çıkarlarının tam olarak bilincine ermiş bulunan yöneticileri, devrime önderlik edebilecek biricik güç olan işçi sınıfının yalnızca kitlesel direnişlerine değil, bağımsız sınıf örgütlerine karşı da her zaman acımasız bir ideolojik ve siyasal saldırı konumunda oldular. Örneğin, Başbakan Recep Peker, 1936 yılında faşist İtalya’dan ödünç alınan ve işçi sınıfının sendikal örgütlenmesini bile suç sayan ve yasaklayan 3008 sayılı İş Yasası’nın amacını anlattığı Meclis konuşmasında şöyle diyordu:

“...İş Kanunu Türkiye’de ulusal devlet tipindeki ahenkli, muvazeneli bir hayatın tanzimine yarayacak bir esas olacaktır. Bu kanun ile yurttaşların sınıflaşarak parçalara ayrılmasına karşı bir kale duvarı örüyorsak, Türkiye’de müstehlik ve müstahsil unsurlar mücadelesinin ruhunu da ortadan kaldırmış oluyoruz. Yeni Kanun, sınıfçılık şuurunun doğmasına veya yaşamasına imkân veren hava bulutlarını silip süpürecektir.” (Dr. İhsan Keser, Türkiye’de Siyaset ve Devletçilik, s. 121) Kuşkusuz, sınıf bilincinin doğmasına ve yaşamasına engel olmak, esas itibariyle sömürücü sınıfların istek ve iradesine bağlı değildir ve olamaz da. Ancak yukarıdaki pasajda dile getirilen düşünceler, işçi sınıfına, diğer ezilen ve sömürülen yığınlara ve Kürt halkına duyduğu sınırsız kinle yoğrulmuş Türk gerici egemen sınıflarının amaç ve yönelimlerini ve onlara ilişkin olarak kurulan hayallerin boşluğunu göstermesi bakımından söz götürmez bir değer taşırlar.

Kuşkusuz biz, sivil toplumcuların ve Kürt ulusal hareketinin çok geniş kesimlerinin yaptığı gibi, İttihat ve Terakki dönemini ve kemalist burjuva cumhuriyetini Osmanlı sultanlığının basit bir devamı olarak görmüyor ve bu dönemi tümüyle olumsuzlamıyoruz. Bu dönemde, kitlelerin homurdanması ve eylemliliğine bağlı olarak gelişen 1908 Jön Türk burjuva devrimi, Türkiye’yi işgal eden emperyalist devletlere ve Yunan işgalcilerine karşı ikircimli de olsa bir bağımsızlık savaşının verilmesi, padişahlığın ve hilafetin tasfiyesi, 1930’ların başlarına değin emperyalist devletlerce dıştalanan kemalist rejimin Sovyet devletiyle bir çeşit bağlaşma ya da iyi komşuluk ilişkileri içinde olması gibi ‘olumlu’ ögelerin de olduğunu yadsımıyoruz. Ancak, 1878-1928 yıllarının, “devrimin üstte güreştiği” bir dönem olarak sunulmasının, egemen kemalist burjuva ideolojisinden ve onun yarattığı yanılsamalardan kopamamanın su götürmez bir kanıtı olduğunun da altının çizilmesi gerekiyor. Bazen egemen sınıfın önde gelen temsilcilerinin yılların “devrimcilerinden daha doğru ve daha objektif saptamalar yaptığına tanık olunur. Burada sözü İsmet İnönü’ye bırakacağız. İsmet İnönü, Ulus gazetesinde yayımlanan Hatıralar’ında, İkinci İnönü Savaşı sırasında Bursa’dan geriye doğru göçen ve içinde subay ve ailelerinin de bulunduğu bir kafileye rastladığında onlara şöyle dediğini anlatır:

“Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım: İçinde bulunduğumuz vaziyeti bilesiniz. Bundan başka subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanımızdır. Yedi düvel düşmanımızdır.

-Bana bakın, dedim. Kimse işitmesin, millet düşmanınızdır.” (Ulus, 17 Mayıs 1968)

Hem başında ordunun orta ve kısmen de alt kademelerindeki subayların bulunması ve hiyerarşi dışı bir eylem olması ve daha da önemlisi hem de 1950’lerin sonu Türkiyesi’nde sınıf çelişmelerinin göreli olarak az gelişmiş olması nedeniyle öncelikle ve ilk planda işçi sınıfını, emekçi yığınları ve Kürt ulusunu hedef almayan 27 Mayıs darbesinin, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden farklı olduğu, onun daha sonraları egemen sınıf partilerinin ve Mart ve Eylül darbelerinin topa tutacağı ve göreli ileri hükümler içeren bir anayasa bırakmış olduğu yadsınamaz. Ama, ancak iflah olmaz revizyonistler, bu olgudan hareketle objektif olarak esas içeriği ve yönelimi, 1950’ler boyunca güçlenmekte olan büyük sanayi burjuvazisinin çıkarlarını kollamak olan ve daha sonraki yıllarda da bu burjuvazinin ve onun arkasında duran emperyalizmin gereksinimleri uyarınca iç pazarı genişletmek için bir dizi ekonomik ve siyasal önlem alan 27 Mayıs hareketini yüceltebilir ve ona olmadık misyonlar biçebilirlerdi. İşte Kıvılcımlı, aynı kitabın son sayfasında tarihin birkaç yıl sonra -12 Mart 1971’de- çürüttüğü ve yeniden ve yeniden çürüteceği şu antimarksist saptamayı yaparken tam da bu hataya düşüyordu:

“Finans-kapital, antika ‘moskof’, modern ‘gomoniz’ korkuluğunu var gücüyle sömürerek Türk ordusunu NATO vb.’ne katarken ‘hanım’laştıracağını umdu. Ekonomik ve sosyal olarak bunun olanağı yoktu. Ne Türkiye genlikli bir modern kalkınmış ekonomi temeline sahipti, ne finans-kapital oturaklı ve tutarlı bir kapitalist sınıfın bütünlüğünü ve kendince haklılığını, meşruluğunu temsil ediyordu. O yüzden Türk ordusu gerek maddesi, gerek ruhuyla, finans-kapitalin ne ayrıcalıklı metropol kastı, ne sömürge aylıklı askeri olamadı.

“27 Mayıs, bu ekonomik ve sosyal kritik durumu gidermek yerine büsbütün açığa vurdu. Menderes DP’si, Türk subayını lojman vb. yem borularıyla ‘evcilleştireceğini’ umdu. Aldığı karşılık umut verici olmadı. Demirel AP’si Orko (Ordu Yardımlaşma Kurumu, OYAK -PD) vb. yem borularıyla DP’nin CIA’dan öğrendiklerini yeniden uygulamaya çalışıyor. Bu, hacıağa çocuklarını meclislerde ‘transfer’ etmek, ya da halk oylarını kasaba tezgâhında pazarlamak kadar kolay olacağa hiç benzemiyor.

“O zaman Türk ordusuna tek yol kalıyor. Halk ordusu olmak. 27 Mayıs ve sonrası, o çabanın bir denemesidir. Bilince çıkamadığı için kör dövüşüne dönüşmüştür.” (age., s. 238) Kıvılcımlı, 12 Mart 1971 darbesinden hemen önce yayımladığı Halk Savaşının Planları adlı kitabında bu görüşünü bir kez daha yineledi. O şöyle diyordu:

“Türkiye tarihinde hemen her devrim, ordu tarafından yapılmıştır...

“Ordu: Hep düzenlice ileri devrimci aksiyon vurucu gücü olmuştur ve olmaktadır.

“Ortada, geri ülkelerin ekonomik ve sosyal gidişinde çıkmaza girmiş, sınıf ilişki-çelişkilerini çıkmazdan kurtarıp zembereğinden boşandıran bir gerçek vurucu güç vardır.

“Bu vurucu güç, Türkiye’nin yakın tarihinde, olumlu modern gelişim yönünde etkin oldu ve oluyor. Bir avuç finans-kapital kodamanı, Antika tefeci bezirgân sınıfı ile el ele verip memleketi korkunç bir sömürü ile satmaya kalkıştı mıydı, vurucu güçlerimiz halktan yana çıkarak o gidişi göğüslemekten geri kalmıyor. O zaman, Finans Kapital+Tefeci Bezirgan ittifakı tezine karşı gelenekçi ileri vurucu güçlerin halkla ittifakı gerçekleşiyor.” (age., s. 187) Oysa, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin ordusunun kural olarak, burjuvazinin ve toprak ağalarının sömürüsünün muhafızlığını yaptığı, bu sömürücü sınıflarla etle tırnak gibi olduğu, yalnızca “kendi” halklarının kanını birçok kez akıtmakla kalmayıp bölge halklarına karşı değişik emperyalist devletlerle ortak harekat planları içinde de yer almış olduğu, tartışma götürmez bir gerçekliktir. Yani o, hem yerli ‘finans kapital’in, hem de emperyalizmin hizmetindeydi. Tek parti diktatörlüğünden çok partili burjuva-toprak ağası diktatörlüğüne geçiş bu alanda herhangi bir şeyi değiştirmedi: Türkiye, Temmuz 1950’de ABD emperyalistlerinin Kore halkına karşı BM bayrağı altında yürüttükleri savaşa 4.500 kişilik bir askeri birlikle katılmakla kalmadı; o 1952’de NATO’ya üye oldu ve ABD ve NATO’nun Ortadoğu halklarına çevrilmiş bir silahı haline geldi. Kıvılcımlı, bu gelişmelerden olduğu gibi, burjuva diktatörlüğünün bekçisi olan ordunun 11 Mart 1965’de Zonguldak’ta işçilere ateş açmasından ve 2 işçiyi öldürüp 10 işçiyi yaralayarak onların grevini bastırmasından(3), 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişini bastırmak için seferber olmasından ve bu eylemin ardından İstanbul ve Kocaeli’nde ilan edilen sıkıyönetim sırasında yüzlerce işçi ve sendikacıyı işkenceden geçirmesinden, 1960’ların sonlarında Kuzey Kürdistan’da terör estirmesinden ve daha 12 Mart darbesinden önce devrimci gençlik hareketine karşı, kontrgerilla yöntemleriyle savaşmaya başlamasından da bir şey öğrenmemişti. Kıvılcımlı, 1960’lı yıllar boyunca övmeye devam ettiği ordunun 12 Mart 1971’de verdiği muhtırayı selamladı ve o sıralar yayımladığı Sosyalist adlı gazetesinde ‘Ordu Kılıcını Attı!’ manşetiyle çıkan yazısında,

“Meclislerimizden kendi kendini düzeltmesi mi beklenir? Besbelli ki ordu onu ummuyor. Onun için süratle idareyi ele alacaktır. Muhtıradan başka anlam çıkmıyor. Haydi hayırlısı...” (D. Perinçek, Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu ve Devlet Teorisinin Eleştirisi, s. 12) diyebildi.

***

Şimdi de sözü Milin Belli’ye bırakalım. O, ‘asker-sivil aydın zümre’ olarak adlandırdığı ve küçük burjuva kategorisine koyduğu subay katmanına devrim stratejisinde son derece önemli, hatta belirleyici bir rol biçmektedir. Türk ordusunun subay kademesinin demokratik devrimden yana olduğunu, hatta sosyalist devrime karşı olmadığını(!) savunacak kadar ileri gidebilen Mihri Belli, 5 Ağustos 1966’da Yön dergisinde yayımlanan ve okuyucudan özür dileyerek geniş bir bölümünü aktaracağımız bir yazısında şöyle diyordu:

"Türk toplumunda pek önemli bir yeri olan, çoğunluğu küçük burjuva kökten gelme asker-sivil bürokrat aydın zümre de... küçük burjuvazi içinde ele alınmalıdır... Bizce bu zümrenin durumu özel olarak ele alınmalıdır ve bunun sosyalist teoriye aykırı bir yanı yoktur... Bugün Türkiye’de asker-sivil memurlar yarım milyona yakındır. Marks’ın önemle üzerinde durduğu sayının hemen hemen on misli. Bu zümre Tanzimat’tan bu yana Türkiye’nin yönetimini çok kez tekelinde tutmuş, hiç değilse bu yönetimde önemli rol oynamıştır. Yüzyıldan uzun bir süredir Türk tarihindeki gelişmeler bu zümrenin damgasını taşır.

Pek yakın bir geçmişe kadar Türk toplumunda son söz bu zümrenindi. Ağa, eşraf, işadamı toplumda ikinci durumdaydı...

“Bu konunun hiç de küçümsenmemesi gereken bir de manevi yanı var: Yüzyıldan uzun bir süredir Türkiye’nin kaderine hükmetmiş olan asker-sivil bürokrat zümre, bir geçmişin, bir geleneğin temsilcisidir. Bu geçmişte örneğin bir Çanakkale var, bir Kurtuluş Savaşı var… İşte söz konusu zümre böyle bir geleneğin mirasçısıdır, ve bu miras elbette ki zümrenin politik bilinci üzerinde etkili olmaktadır. Onun için bu zümre ile komprador-ağa ittifakı arasında uzun süreli bir uzlaşma yalnızca maddi değil, manevi bakımdan da, gelenek ve tarih bakımından da imkânsız görünmektedir... Hangi yönden bakarsak bakalım bu zümre ile komprador-ağa arasındaki derin sınıf çelişkisi ayan beyan ortadadır.

“Bu çelişkinin ideolojik alanda tezahürüne değinmeden geçmeyelim: Asker-sivil aydın zümrenin ideolojisinin günümüzün şartlarına uydurulmuş bir Kemalizm olduğu söylenebilir. Kemalizmin milliyetçi, antiemperyalist ilkelerinin Türkiye’de sosyal adaletin gerçekleştirilmesiyle sıkı sıkı bağlı olduğu ve köklü altyapı dönüşümlerinin gerçekleştirilmesinin bugünün Kemalist politikasının gereği bulunduğu bilinci bu aydın çevrelerde yaygındır. Denebilir ki, asker-sivil aydın zümre, gerek kök bakımından, gerek genel durum bakımından içinde sayılması gerektiği Türk küçük burjuvazisinin en bilinçli kolunu, bu sınıfın öncü müfrezesini teşkil etmektedir. Son yıllarda sosyalist akım, bu zümrenin geniş çevrelerini etkilemektedir. Ve Türk sosyalistleri ne sekterizme ve ne de oportünizme sapmadan gerçekten sosyalist bir politik çizgiyi izleyebildikleri ölçüde, yani gerçek sosyalistler olabildikleri ölçüde, demokratik devrim aşamasında pek önemli bir rol oynaması mukadder olan bu zümrenin önemini doğru değerlendirmek zorundadırlar. İçinde bulunduğumuz aşamada tarihsel inisiyatife sahip bulunan asker-sivil aydın zümre kesin olarak demokratik devrimden yanadır. Sosyalist devrime karşı olması için de sınıf açısından bir neden yoktur." (M. Anadol, Türkiye’de Antiemperyalist Savaşın Stratejisi, s. 29-32) Türk ordusunu bu denli yücelten bir çizginin, onun subay kademesine egemen olan şovenist ve militarist bakış açısını da benimsemesinden daha doğal bir şey olamazdı. Nitekim 1967 yılının sonlarına doğru Kıbrıs’ta siyasal havanın gerginleşmesi ve hatta bir Türk-Yunan savaşı olasılığının gündeme gelmesi, bunun üzerine ABD Başkanı Johnson’ın, özel temsilcisi Vance’ı Türkiye’ye göndererek, Kıbrıs’a yapılacak bir müdahalede Türk ordusunun ABD silahlarını kullanmasının ikili anlaşmalara aykırı olduğunu küstahça anımsatması, şovenist çizgisine yurtseverlik ve antiemperyalizm görüntüsü vermeye özen gösteren Mihri Belli’nin karakteristik bir tepkisine yol açmıştı. O, bu ortamda 1967’de kaleme aldığı “Tarihi Fırsat” başlıklı bir yazıda şunları söyleyebiliyordu:

"Türkiye'nin Amerikan 'arabulucularıyla' müzakerelerde kaybedecek zamanı yoktur. Harekete geçme zamanı gelmiş, çatmıştır. Türk halkı millet olarak vakar ve haysiyetimizle bağdaşmayan ürkek davranışlara tahammülü olmadığını, şahlanışı ile, 'Ordu Kıbrıs'a!' haykırışlarıyla kesin olarak ifade etmiştir...

"Tıpkı Atatürk zamanında olduğu gibi, Türkiye bir kez daha bütün ileri insanlığın saygısını kazanacak, emperyalizme karşı savaşan Doğu ve Güney uluslarının öncüsü durumuna yükselecektir. Mustafa Kemal Türkiyesi bir kez daha gerçek olacaktır. Bundan sonra her gerçek Türk yurtseverinin özlediği tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye'nin gerçekleşmesi tarihi olayların akışının doğal bir sonucu olacaktır. Ve böylece emperyalizm dünyanın bu bölgesinden tasını tarağını toplayıp çekilmek zorunda kalacaktır... Bütün gücümüzü seferber etmek ve yenmek tarihi görevimizdir. Şehitlerine ağlayan, hakaretlerin en ağırına uğramış 32 milyonluk Türk ulusu bu tarihi görevin bilincindedir. Tüm ileri insanlık bu görevimizi başarmamızı bizden beklemektedir. Tarihin bize yüklediği bu kutsal göreve layık olalım!" ( PDA Seçmeler 1, s. 294-95) NATO’ya ve ABD emperyalizmine bağımlı ve gerici Türk egemen sınıflarının çıkarlarının bekçisi olan Türk ordusunun Kıbrıs ve Yunan halklarının kanını dökmesi için savaş tamtamları çalan bu bay, ordu devrimciliğini ve Kemalizm kuyrukçuluğunu, Türkiyeli devrimcilerin militarizme karşı olmamaları gerektiği noktasına kadar geliştirmişti. O şöyle diyordu:

"Batı'da sosyalizm ile antimilitarizm hep birlikte gitmiştir. Ama Batı'da tarihi gelişmenin bir sonucu olan sosyalizm-antimilitarizm bağdaşması, Türkiye'nin gerçeklerine hiç uymayan bir şeydir. Öteki ülkelerin tarihinde sık sık görülen asker tarafından bastırılan halkçı ilerici hareketler bizim tarihimizde yoktur. Ve bu gerçek bizim ilerici olarak Türk ordusuna karşı tutumumuzun Batı antimilitaristlerinin tutumunun tam karşıtı olmasını gerektirir." (Türk Solu, 4 Şubat 1969) Oysa en azından 1920’lerden bu yana Türk ordusu bir dizi Kürt ulusal ayaklanmasını bastırmış, işçi grevleri ve direnişlerine saldırmıştı. Ve bu makalelerin kaleme alındığı yıllarda, 1952’de NATO’yla işbirliği halinde kurulmuş bulunan ve doğrudan doğruya Türk Genelkurmayıyla içiçe olan Özel Harp Dairesi’nin (ya diğer adıyla Seferberlik Tetkik Kurulu’nun) yönetimi altında MHP’li komandolar devrimci harekete ve yığın hareketine karşı örgütlenmekte ve saldırmakta, Kuzey Kürdistan’da köyler basılmakta, Kıbrıs’ta Kontrgerilla örgütlenmesi yaratılmış bulunmakta, bizzat ordunun içindeki demokrat, yurtsever ve liberal öğelerin tasfiyesi için planlar oluşturulmakta ve olası bir gerilla savaşının ya da devrimci kitle ayaklanmasının ezilmesi için karşı hazırlıklar yapılmaktaydı. CIA ajanı David Galula’nın Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri adlı kitabı 1965 yılında Genelkurmay tarafından bastırılmış ve orduya dağıtılmıştı. Amerikan ordusunda kullanılan FM 31-15 nolu kitabının çevirisi olan ST 31-15 Kara Kuvvetleri Komutanlığı Sahra Talimnamesi, Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekât adlı kitap ta gene 1965 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından bastırılıp çeşitli askeri birliklere dağıtılmıştı. Mihri Belli, az çok tutarlı bir burjuva demokratının bile rahatlıkla görebileceği bütün bu olguları görmezden gelmekle kalmayacak, yakın tarihimizin en büyük işçi eylemi olan 15-16 Haziran 1970 direnişinin, Türk ordusuna ilişkin yanılsama duvarında açtığı büyük gediği de elinden geldiğince onarmaya çalışacaktı. Kendisine ‘proleter devrimci’ adını uygun gören, ama özünde ordu içinden çıkacak bir ‘sol’ cuntayı dört gözle bekleyen Mihri Belli, 1970 yılının sonlarına doğru, 15-16 Haziran eylemini değerlendirmek için kaleme aldığı bir yazısında gerçekleri açıkça çarpıtarak,

“‘İşçi-Ordu Elele, Milli Cephede’ sloganı direniş yürüyüşlerinin en etkili sloganı oldu. Türk Ordusu tarihi geleneğine bağlı kaldı ve Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi bir iktidarın emrinde kendi emekçi halkına karşı koymadı.” (Aydınlık Sosyalist Dergi, Sayı: 21, s. 197) diyordu. O, adı geçen derginin bir sonraki sayısında ise şunları yazabiliyordu:

“Büyük direniş günleri Amerikan danışmanlarının telkiniyle Demirel iktidarının uygulamaya çalıştığı Türk Ordusunun milli güçlere karşı bir baskı kuvveti olarak kullanmak planı genellikle uygulanamadı. O günler ‘İşçi-Ordu Elele, Milli Cephede’ sloganı etkili bir slogan oldu... Türk ordusunun montaj ve ambalaj sanayii işverenlerinin elinde işçiye karşı bir baskı aracı rolünü oynatmak kolay bir iş değildir... Türkiye’de millici ve devrimci bir geleneğe sahip Atatürkçü Türk ordusunun varlığı faşizmi özleyenlerin önüne dikilen büyük bir engeldir... Halkımız kendi ordusu saydığı Türk ordusuna karşı güven ve sevgi beslemektedir...” (Age., Sayı: 22, s. 266-267)

‘Balyoz operasyonu’, sıradan demokrat ve ilerici insanlara ve aydınlara varana değin tüm solu hedef alması, koyu antikomünizmi, THKO, THKP-C ve TKP(ML)’nin kişiliğinde radikal devrimci güçlere karşı uyguladığı terör, yaygın işkence uygulaması, Kontrgerilla’sı, daha sonra açığa çıkan CIA bağlantısı vb. ile 12 Mart askeri-faşist darbesi, Türk ordusu konusunda 1960’lı yıllarda devrimci hareket saflarında yaygın olan gerici hayalleri yerle bir etmede yüzlerce konferans ve tartışmadan daha olumlu bir işlev gördü. Ve deyim yerindeyse bir musibetin bin nasihatten daha etkili olduğunu gösterdi. Ama Türk ordusunun ‘devrimci nitelik ve gelenekleri’nden söz etmenin artık yürek gerektirdiği bu dönemde adeta, görmek istemeyenden daha körü olmadığı sözünü doğrulamak isteyenler yok değildi. Bunlardan birisi de 12 Mart darbesinden sonra bir sözde özeleştiri yapan Mihri Belli’ydi. O, yaşanan pratikten de hiç, ama hiç bir şey öğrenmediğini kanıtlayan ‘Özeleştiri’sinin bir yerinde şöyle diyordu:

“Biz, THKO’cu gençler tarafından ‘Ordu’ sözcüğünün kullanılmasının Türkiye’nin özel şartları bakımından yanlış olduğu görüşündeyiz. Böyle bir adlandırma, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde yer alan yurtsever unsurlarla Amerikan emperyalizmini velinimet sayan işbirlikçi unsurlar arasındaki mücadelenin işbirlikçilerin kesin zaferi ile sonuçlandığı ve devrimci güçlerin Ordu’nun teşkil ettiği mücadele alanından, bir daha dönmemek üzere, yenik olarak ayrıldıkları ve orduyu tümüyle Amerikan emperyalizmine ve onun emrindeki bazı generallere terk ettikleri şeklinde yorumlanabilir. Son zamanlarda Tağmaç tayfası ve onun arkasında duran emperyalizm türlü tedbirlere başvurarak Türk Ordusunu emperyalizmin emrinde kendi halkına karşı bir baskı kuvveti durumuna düşürme yolunda önemli başarılar sağlamışlardır ama, bu başarılar kesin değildir. Tarihin kaydettiği zaferle sonuçlanan ilk Milli Kurtuluş Savaşından doğan Türk Ordusu içinde gerçek Atatürkçü yurtsever unsurlarla emperyalizmin işbirlikçilerinin mücadelesi sürmektedir. Ve sürecektir. Ve biz bu mücadelede yurtsever askerlerin işini kolaylaştırmakla, işbirlikçilerin ekmeğine yağ sürecek davranışlardan kaçınmakla yükümlüyüz. Bu bir devrimci görevdir.” (Rasih Nuri İleri, Mihri Belli Olayı III, s. 954-955)

Dipnotlar

1- Lenin, Devlet ve İhtilal’in 1. basısına sonsözünde şöyle diyordu:

“Bu broşür 1917 Ağustos ve Eylülünde yazılmıştır. Son bölümün, ‘1905 ve 1917 Devrimleri deneyimi’ başlığını taşıyan VII. bölümün planlarını daha önce kararlaştırmıştım. Ama, başlık dışında, 1917 Ekim Devriminin öngününü belirleyen siyasal bunalım tarafından ‘engellenmiş’ olarak, bu bölümün bir tek satırını bile yazacak vaktim olmadı. Ama bu broşürün (‘1905 ve 1917 Rus Devrimleri Deneyimi’ne ayrılmış) ikinci fasikülü, kuşkusuz çok daha sonraya bırakılacak; bir ‘devrim deneyi’ yapmak, o konuda yazmaktan daha güzel ve daha yararlıdır.”

2- Kuşkusuz bütün bu eleştirilerin yapılması, genellikle yığın hareketinin son derece zayıf olduğu ve yasal ve demokratik olanakların hemen hemen hiç bulunmadığı tek parti diktatörlüğü ortamında, yani son derece zor koşullarda TKP saflarında savaşım vermiş militan ve sempatizanların özveri ve kavgalarının taşıdığı büyük tinsel değer ve önemin yadsınması anlamına gelmiyor. Günümüzün Türkiye komünist hareketi, TKP revizyonizmini ve onun, kendisinin gelişimini frenleyen olumsuz mirasını ret ve mahkûm ederken, bu Partinin saflarında kavga vermiş, proleter devrimi bayrağını yüksekte tutmaya çalışmış komünist işçi ve aydınların yarattığı devrimci değerleri unutmamak ve onların anısını bugün yürüttüğü devrim ve sosyalizm savaşımında yaşatmakla yükümlüdür.

3- “Zonguldak Kömür İşletmeleri Karadon Kömür Ocaklarında çalışan 5,000 işçi, patronu ve patronla işbirliği içindeki sendika yöneticilerini ve liyakat zammının dağıtım biçimini protesto etmek amacıyla direnişe başladı. Direnişin ilk gününde iki mühendis yaralandı. Bölgeye polis ve jandarma gönderildi. 10 Mart’ta 49 işçi gözaltına alındı. 11 Mart’ta Kozlu bölgesinde çıkan çatışma sonucu 2 işçi öldü, 10 işçi ve 12 jandarma eri yaralandı. İşçiler yaralılarını ve rehin aldıkları bir mühendisi vermemekte direnince bölgeye askeri jetler gönderildi. Olayların sonunda 14 işçi tutuklandı.” (Türkiye İşçi Sınıfı ve Mücadeleleri Tarihi, s. 157)

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi