Ortadoğu Ve Emperyalistler Arası Keskinleşen Çelişkiler

Amerikan emperyalizmi haftalardan beri Irak’ı silahlı çatışmayla tehdit ediyor. Bunun için gerekli hazırlıkları aleni olarak yaptı. Savaş narasını sıklaştıran ABD Başkanı Clinton, BM’yi de Irak’a karşı “sert ve belirgin” eyleme geçmeye davet etti. Aslında bu, davetten ziyade açık bir talepti. ABD’nin savı açıktı: “gizli zehirli gaz depolarını açığa çıkartmak üzereyken, Irak, BM Teftiş Heyeti’nin belli alanlara girmesini yasakladı”!

Amerikan emperyalizmi, zehirli gaz savı ile dünya halklarının desteğini kazanmayı ve onun eylemine karşılık olan devletleri de teşhir etmeyi amaçlıyordu. Ama unutturulmak istenen ve dünya kamuoyunun unutmadığı gerçekler var: Halepçe katliamının sorumlusu Saddam Hüseyin. Peki, binlerce Kürt’ün öldürüldüğü bu katliamda kullanılan zehirli gazı kim üretti ve Irak’a sattı? Nükleer, biyolojik ve kimyasal silahların en önemli üreticisi ve bir numaralı silah tüccarı ABD değil mi?

Körfez’deki somutta da ABD-Irak arasındaki şimdilik söz düellosuyla, diplomatik manevralarla devam eden gelişmenin esas nedeni, Irak’ın hala kimyasal silaha veya bu türden silah üretecek olanağa sahip olup olmadığı değil. Hayır. Clinton, yeni kimyasal silah depoları keşfedildiği için BM’yi Irak’a karşı silaha sarılmaya çağırıyor. Bunun esas nedeni emperyalistler arası keskinleşen çelişkilerin bugünkü aşamadaki sonuçlarıdır. Çok uluslu veya uluslararası tekellerin stratejik hammadde olan petrol üzerine çelişkileri/rekabetleri keskinleşmiştir. Burada söz konusu olan, Ortadoğu petrolleri üzerinde daha fazla pay kapma mücadelesinden ve aynı zamanda emperyalist ülkelerin, stratejik önemi olan Ortadoğu’da nüfuz sahibi olma mücadelesidir. Bunun ötesinde, son dönemlerde doların değer kazanması da (1 Dolar=1,89 Mark) Amerikan ihracatında hızlı bir gerilemeye neden olmuş, dünya pazarında rekabet keskinleşmiş ve ABD, bir savaşla lehine dönüştürmeyi amaçlamıştır. Böylelikle, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra “kurulan barışçıl dünya düzeni”nde tek süper güç olan Amerikan emperyalizminin önder konumu yeniden güçlendirilmiş olacaktı. Ama “evdeki hesap çarşıya uymadı” ve ABD yedi sene önceki Körfez Savaşı’nda bulduğu desteği bulamadı. İngiltere dışında hiçbir AB ülkesi, öncelikle de Ortadoğu’da hegemonya peşinde koşan Almanya ve Fransa silaha sarılmaya yanaşmadı. ABD’nin niyetine Çin ve Rusya da karşı çıktı. Bölge ülkeleri de buna yanaşmadılar ve ABD yalnız kaldı.

Halkların ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin bastırılması, kana boğulması söz konusu olduğunda bu emperyalist güçler hemen anlaşabiliyor ve ortaklaşa harekete geçebiliyorlar. Ama sorun nüfuz sahası ve hegemonya olunca kendi aralarındaki çelişkiler belirleyici oluyor. Şimdiki durum bunu açıkça gösteriyor. Dünyayı yeniden paylaşmayı talep etmek ve bunu fütursuzca dile getirmek açısından “yeni” olan Alman emperyalizmi yeni bir “çöl fırtınası”nı reddetti. Ne de olsa, Amerikan ekonomisinin zayıf durumundan yararlanarak ihracatını 1996’nın Haziran ayına göre %23 oranında artırmıştı. Alman tekelleri şimdilik yeni sömürgeciliğin silahlı mücadele metodundan ziyade, “barışçıl”, iktisadi metodunu kullanarak sızmayı ve kendine bağımlılığı geliştirmeyi doğru buluyor. Ama aynı Alman emperyalizmi, silahlı müdahale söz konusu olursa, seyirci kalmayacağını ve Alman ordusunun buna katılacağını da vurguluyor. O, silah gücüne dayanan paylaşım sofrasından dışlanmaya hiç niyetli değil.

Rusya’nın müdahalesi ve bu müdahalenin sonucu bir taraftan Ortadoğu’da söz sahibi olmak isteyen haydutların sayısını artırırken, diğer taraftan ABD’nin bölgedeki sarsılmaz gözüken konumunu sarstı. Eski dönemi, revizyonist blokun dağılmasından önceki dönemi anımsatan bir durum ortaya çıktı veya gelişme bu yönde.

Revizyonist blokun dağılması tarihsel sürecin güncel miladı, MÖ veya MS kavramı, günümüzde tarihsel gelişmeleri açıklayabilmek için revizyonist blokun dağılmasından önceki ve sonraki dönemi ifade ediyor. Soruna bu milat açısından bakalım:

Tarih, her dönemdeki Ortadoğu krizinin, birbiriyle iç içe geçmiş çok sayıda unsurunun olduğunu göstermiştir. Tarihsel, siyasi, ekonomik, askeri, kültürel, sosyal vs. Bütün bu sorunlar, içinden çıkılamayacak gibi karmaşıktır. Bu sorunların hepsi çözülebilir sorunlardır. Bunun için dış müdahalenin olmaması, bölge halklarının kardeşliğe, karşılıklı güvene dayanan ilişkilerinin gelişmesi ve egemenliği gerekir. Ama her iki koşul da bölgede yok. Yerli hakim sınıfların şovenist politikaları, Arap, Türk, Kürt, Yahudi vb. ulusların ve toplumların birbirini anlamalarının önünde en büyük engel durumundadırlar. Bunun ötesinde en önemli sorun dış müdahaledir. Bölge, stratejik konumundan ve sahip olduğu hammaddeden (petrol) dolayı, sürekli emperyalist ülkeler arasında sürdürülen rekabetin hegemonya alanı olmuştur. Emperyalist devletler, bölge halklarının ve ülkelerinin içişlerine müdahale etmişler, devletleri birbirine karşı kışkırtmışlar, bölgede karşılıklı çıkarlara saygı temelinde devletler arası ilişkilerin ve bölge halktan arasında da dost, kardeş ilişkilerin gelişmesini engellemişlerdir. Bütün bunları kendi emperyalist çıkarlarını geçerli kılmak için, kendi aralarındaki talan ve nüfuz mücadelesinde daha iyi konumda olmak için yapmışlardır.

Emperyalist güçler arasında o dönemde yayılmacı ve hegemonyacı politikanın önde gelen temsilcileri iki süper güçtü. Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal-emperyalizmi. İngiltere, Almanya, Fransa gibi diğer emperyalist güçler (ve Çin gibi sosyal emperyalist ülke) iki süper gücün gölgesinde kalıyorlardı. Ama bu, bu emperyalist ülkelerin hegemonyacı olmadıkları, nüfuz alanı peşinde koşmadıkları anlamına gelmez.

Ortadoğu halklarının ve de devletlerinin yaşadıkları trajedilerinin nedenini esas itibariyle dış güçlerin emperyalist çıkarlarında aramak gerekir. Ortadoğu sorununda esas neden, örneğin devlet olarak ne İsrail'dir, ne de Irak'tır. Şüphesiz yerel devletler de sorunun şu veya bu yönde gelişmesinde önemli, hatta belirleyici rol oynamışlardır. (Örneğin Körfez Savaşı'nın nedeni, Irak'ın bölgesel güç olma dürtüsü ve bu dürtüyü gerçekleştirmek için zamanın olgunlaştığından hareketle Kuveyt'i işgal etmesi ve buna başta ABD olmak üzere bütün emperyalist ülkelerin karşı çıkmalarıydı.) Bölge devletleri, her bir veya bölgede nüfuz sahibi, önde gelen emperyalist güçlerin birer aktif araçları olmuşlardır. Dar anlamda Ortadoğu'da İsrail, her dönem Amerikan emperyalizminin çıkarlarını ifade eden bir devlet olmuştur. Suudi Arabistan da aynı konumdaydı/konumda. İsrail'in takip ettiği ve gerçekleştirdiği politika, Amerikan emperyalizminin bölgedeki stratejik çıkarlarına tekabül eder. Bu politika, diğer emperyalist güçlerin çıkarlarına da genel olarak tekabül etmektedir. İsrail ile birçok Arap ülkesi arasındaki dönem dönem silahlı çatışma boyutlarına varan çelişkiler bölgeyi istikrarsızlaştırıyordu. İstikrarsızlaşan bölge, dışarıdan yardım bekler konuma geliyordu. Emperyalist güçler "yardım" elini uzatmakta geç kalmadılar. AET başta İsrail olmak üzere bazı Arap ülkeleriyle anlaşmalar imzalarken, sosyal emperyalist Sovyetler Birliği, kargaşadan, istikrarsızlıktan en çok yararlanan emperyalist güç oldu. Her halükarda, Ortadoğu krizlerinin esas nedeni başta iki süper güç olmak üzere emperyalist devletler ve onların çıkar çatışmalarıydı. Bu güçler, hakimiyetlerini devam ettirmek veya nüfuz alanlarını birbirlerinin aleyhine değiştirmek, bölgedeki siyasi, ekonomik ve askeri üstünlüklerini sürekli kılmak için hem bölge ülkelerini öne sürerek birbirine karşı mücadele ettiler ve hem de bölgedeki antiemperyalist, ulusal kurtuluş mücadelelerini bastırdılar. Şüphesiz ki, bu ne Amerikan emperyalizminin ne de Sovyet sosyal emperyalizminin Ortadoğu için özel politikalarıydı. Bu politika, özgün şekillenmesi nasıl olursa olsun, emperyalizme özgü bir politikaydı/politikadır: talan ve tahakküm ve başka ülke ve halkları köleleştirmek. Emperyalistler arası çelişkilerin her dönem Ortadoğu’da keskin olması, bölgenin ekonomik, askeri ve siyasi açıdan stratejik öneminden kaynaklanmaktadır: Ortadoğu’da emperyalistler arası rekabette belirleyici neden, petrol ve bölgenin stratejik-askeri konumudur. Bölge, petrolden ve askeri stratejik konumundan dolayı dünyanın her paylaşımından veya yeniden paylaşım için talebin her yükseltilişinde emperyalistlerin göz diktikleri ilk alan olmuştur. Emperyalist ekonomi ve savaş makinası, petrol olmaksızın uzun ömürlü olamaz. Bölge karadan, denizden ve havadan işgal altında tutulmaksızın; yani bölge sıçrama tahtası olarak kullanılmaksızın Asya’ya, Afrika’ya, sıcak denizlere uzanmak pek kolay değildir. Hal böyle olunca bölgeyi önemli kılan ekonomik ve askeri-stratejik olguya biraz yakından bakalım.

Ortadoğu’nun toplam ihracatında petrol ve bir kısım yan ürünlerin payı 1980’de %95’ti. Bu oran 1985’te %85’e, 1990’da %77’ye ve 1994’te %69’a düşer. Yani bölgenin toplam ihracatında belirleyici bir rol oynar. Ama ihracatta petrolün payının düşmesi başka ülkelerde de petrol üretildiğinin ve pazarlandığının ifadesidir. Petrol piyasasında rekabetin keskinleşmesi, petrol üreten Ortadoğu ülkelerinin efendi tespitinde seçim olanağını daraltan bir neden olarak görülmelidir. Petrolün önemini üretici ülkeler bazında belirtirsek: Suudi Arabistan’ın ihracatında petrolün payı, 1982’de %96’dan 1993’te %80’e düşer. Birleşik Arap Emirlikleri ihracatında petrolün payı 1978’de yaklaşık %99’dan 1993’de %98’e düşerek gerçekleşir. Suriye’nin ihracatında maden sektörünün payı, 1982’de %52’den 1992’de %61’e çıkar. Kuveyt’in ihracatında petrolün payı, 1977’de %76 ve 1984’te de %55 olarak gerçekleşir. Irak’ın ihracatı tamamen petrolden oluşmaktaydı. Aynı durum İran için de geçerlidir.

Petrolün alıcıları da bellidir. Bunlar daha ziyade emperyalist ülkelerdir. Örneğin Fransa’nın ithalatında petrolün payı 1989’da %8.7 ve 1995’te %6.7 oranlarında gerçekleşir. Aynı yıllarda bu pay Almanya’nın ithalatında %7.5 ve %6.3 oranlarında, Japonya’nın ithalatında %20.6 ve %16 oranlarında, ABD’nin ithalatında %11.3 ve %8.1 oranlarında, Türkiye’nin ithalatında da %20.3 ve %12.8 oranlarında gerçekleşiyordu.

Bölge ülkelerindeki hakim sınıflar halkın, emekçilerin düşmanı, emperyalizme göbekten bağımlıdırlar. Bunu dış ticaret ilişkilerinde de görüyoruz. Örneğin İran’ın ithalatında Sovyetler Birliği hariç Avrupa’nın payı 1985’te %51.4, 1990’da %52.7 idi. İhracatında Sovyetler Birliği hariç Avrupa’nın payı 1988’de %52 ve 1989’da da %46.6 idi. İsrail’in ihracatında ABD’nin payı 1985’te %20.5, 1991’de 18; ABD’nin payı aynı yıllarda %44 ve %51’di. İhracatında ise ABD’nin payı keza aynı yıllarda %34 ve %31, AB’nin payı %31 ve %28 idi. Ürdün’ün ithalatında AB’nin payı 1986’da %34 ve 1994’de %33’ü, ihracatında da Sovyetler Birliği hariç Asya ülkelerinin payı 1986’da %70 ve 1994’de de %59’du. Suudi Arabistan’ın ithalatında AB’nin 1985 ve 1993’teki payı %34, SB hariç Asya ülkelerinin payı 1985’te %33 ve 1993’te de %31 idi. Kuzey Amerika’nın payı ise aynı yıllarda %17.5 ve %22.2 idi. Bu ülkenin ihracatında AB’nin payı 1986’de %32 ve 1994’te %23; K. Amerika’nın ki %17 ve %19; Sovyetler Birliği hariç Asya ülkelerindeki de %24 ve %51 oranlarındaydı. Suriye’nin ithalatında AB’nin payı 1985’te %30’dan 1994’te %37’ye çıkar. Sovyetler Birliği hariç Avrupa’nın payı da 1985’te %47’ye 1994’te de %45 olarak gerçekleşir. Bu ülkenin ihracatında AB’nin payı aynı yıllarda %43’ten %56’ya; Sovyetler Birliği hariç Asya ülkelerinin payı %7’den %27’ye çıkarken, SB hariç Avrupa’nın payı %74’ten %58’e düşer. Birleşik Arap Emirlikleri’nin 1984-1993 arası ithalatında AB, Sovyetler Birliği hariç Avrupa’nın payı %30 civarındaydı.

Bu veriler bölge ülkelerinin emperyalist güçler tarafından ne denli bir kıskaç altına alınmış olduklarını gösteriyor.

Revizyonist blokun dağılması, Orta Asya ülkelerinin ve başka ülkelerin önemli petrol yataklarına sahip olmaları, Ortadoğu’nun önemli petrol kaynağı olmaktan çıktığı anlamına asla gelmez. Daha çok ülkenin petrol üreticisi olarak dünya pazarına açılması, bu alandaki rekabeti keskinleştirir. Orta Asya, Azerbaycan petrolleri üzerine oynanan oyun, bu alanda sürdürülen rekabet bunu göstermiyor mu? Gösteriyor.

Emperyalist güçler; ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Rusya, Japonya ve Çin daha fazla petrol alanına sahip olmak için uluslararası planda her türlü aracı kullanarak kıyasıya mücadele ediyorlar. Bu mücadele, gerektiğinde bölgesel savaşlarla da sürdürülüyor. Körfez Savaşı bunun en son, en çıplak örneğidir.

Belirttiğimiz gibi, Ortadoğu, stratejik-askeri açıdan da büyük bir öneme sahiptir. Ortadoğu’nun önemi petrol bazında görece olabilir, ama stratejik-askeri açıdan bu, mutlak bir önemdedir. Asya’yı, Afrika’yı ve okyanusları birbirine bağlayan Karadeniz ve havayolları bölgede buluşuyorlar/ kesişiyorlar. Akdeniz’i Hint Okyanusu ve Avrupa’yı Asya ile bağlayan Süveyş Kanalı da bölgededir. Emperyalist güçler, bu stratejik-askeri bölgeye sürekli sahip olmak istemişlerdir. Bölgeye yerleşerek, askeri üsler kurarak, talan ve tahakküm politikalarını gerçekleştirmek, ilerici, devrimci halk hareketlerini bastırmak istemişlerdir ve bunu her dönem çeşitli emperyalist güçler gerçekleştirmişlerdir. Bölgenin askeri haritası bu gerçeği tam olarak yansıtmaktadır. Bölgenin her tarafı kara, deniz ve hava üsleriyle doludur: Revizyonist blok dağılmadan önce bölge, ABD ve Sovyetler Birliği tarafından adeta ikiye bölünmüş ve bu emperyalist ülkelerin orduları karşı karşıya duruyorlardı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra BM şemsiyesi altında Amerikan ordusu esas emperyalist askeri güç olarak bölgeye yerleşti.

Amerikan emperyalizminin Ortadoğu politikası bölge halklarını baskı altında tut tutmayı, yerli işbirlikçilerinin iktidarını ebedi kılmayı, diğer emperyalist güçlerin etkisini kırmayı esas almaktadır. Amerika'nın Ortadoğu politikası, bölge halklarını ekonomik, toplumsal,

siyasal ve kültürel geriliğe mahkum etmeye, bölgenin yarı/yeni sömürge konumunu devam ettirmeye hizmet etmektedir. Talan ve tahakküm politikalarını gerçekleştirmek için ABD, emperyalist zora başvurmaktan, askeri güç kullanmaktan, yani savaşmaktan çekinmeyeceklerini defalarca kanıtlamışlardır. Örneğin 1958'de Lübnan'a müdahaleden Körfez Savaşı'na ve son krize kadar olan bölge tarihi, ABD'nin, çıkarlarını korumak için savaşacağını yeteri kadar göstermektedir. ABD emperyalizmi, bölgede kendi aleyhine herhangi bir gelişmeyi anında bastırmak için, uygun askeri tedbirler de almıştır. Körfez Savaşı sonrasında Türkiye'ye yerleştirilen çok uluslu "Çekiç Güç"ün tarihi eskidir. ABD, çok önceleri, Basra Körfezi'nde kendi aleyhine bir gelişmeye hemen müdahale etmek için "Çevik Güç"ünü kurmuştu. ABD, daha '80'lı yılların başında bölgeyi "ulusal çıkarlarının bölgesi" olarak ilan etmişti. Amerikan emperyalizmi bölgeyi Pakistan'dan Türkiye'ye, İsrail'e, oradan Suudi Arabistan'a ve Afrika'ya uzanan bir askeri üs ve filo çemberi altına almıştı. Bu kontrol bugün üs sayısı çoğaltılarak daha yoğun olarak sürdürülmektedir. Revizyonist blokun dağılmasından önce diğer süper güç olan Sovyet sosyal emperyalizmi de aynen Amerikan emperyalizmi gibi hareket ederek bölgede kendi "ulusal çıkarlarının alanı"nı oluşturmaya çalışmıştı. '80'li yıllarda Sovyet modern revizyonistleri bölgeye 30 milyar dolar tutarında silah satarak (bunların arasında 2300 savaş uçağı ve 19 bin roket de vardı) ve 12 bin kadar askeri personel göndererek "ulusal çıkarlar"ını ifade ediyorlardı.

Revizyonist blok ve hemen onun arkasından da Sovyetler Birliği dağıldı. Ama Ortadoğu açısından değişen önemli bir şey olmadı. Sadece, geçici olarak Rusya geri çekilmiş oldu ve meydan tamamen ABD emperyalizmine kaldı. Ama tek süper güç olan ABD'nin kurmak istediği "yeni dünya düzeni" anlayışı da uzun sürmedi. O zamana kadar maddi temelleri var olan "bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı", bütün ülkelerin emperyalistlerini genel olarak ABD'nin şemsiyesi altında revizyonist bloka karşı birleştiren koşullar ortadan kalktı ve merkez kaç eğilimi bütün ülkelerin emperyalistlerini karşı karşıya getiren eğilim hakim oldu. Bu eğilimin hakim olması eşit olmayan gelişmenin ve emperyalistler arası rekabetin çok keskinleştiği anlamına gelir.

Bölgede emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi ve rekabetin güncel gelişme eğilimi:

Revizyonist blokun çökmesi ve dünyanın revizyonist dünya kapitalist dünya olarak ikiye bölünmüşlüğünün, bu temelde ittifak oluşumlarının ortadan kalkması ve bütün emperyalist ülkeler arasında "it dalaşı"nın bütün çıplaklığıyla ortaya çıkması, Lenin'in bir tespitini bir kere daha doğrulamıştır.

14 Mayıs 1918'de Lenin "Dış Potitika Üzerine Rapor"unda şöyle diyordu:

“... iki eğilim var: Bunlardan birisi bütün emperyalistlerin ittifaklarını kaçınılmaz yapıyor. Diğeri ise bir emperyalisti diğerinin karşısına dikiyor. Hiçbirisi sağlam temele dayanmayan iki eğilim.” (“Bericht Über Die Aussenpolitik”, C. 27, s. 363)

Bu eğilimlerden ilki, revizyonist blokun var olduğu dönemde bu bloka karşı, klasik kapitalist dünyada emperyalistlerin ABD şemsiyesi altında ittifaka gitmeleri anlamına geliyordu.

“Bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı, ekonomik kapitalist ittifaka dayanan bu ittifak, dünya tarihinin birçok büyük, gözde kesitlerinin kanıtladığı gibi, anavatan tanımayan, sermayenin savunulması için doğal ve kaçınılmaz olan ittifak, emekçilere karşı ittifakın korunmasını, bütün ülkelerin kapitalistlerinin birliğinin korunmasını, anavatanın çıkarlarını halkın çıkarlarından üstün tutan ittifak.” (Lenin. agk. s. 359)

İkinci eğilim ise, revizyonist blokun dağılmasından sonra gelişmeye başladı.

“Kapitalizmin bu temel eğiliminin (ilk eğilim kastediliyor -PD) bir istisnası ... emperyalist savaşın, şimdi bütün dünyayı kendi aralarında paylaşmış olan emperyalist güçleri ... birbirine düşman gruplara, düşman koalisyonlara bölmüş olmasıdır. Bu düşmanlık, bu mücadele, bu ölüm-kalım dalaşı, belli koşullarda bütün ülkelerin emperyalistlerinin ittifakını olanaksız kılıyor” ve “bütün ülkelerin emperyalistlerinin genel ittifakı ... politikanın itici gücü ...” olmuyor. (Lenin, agk., s. 359-360, 363)

Bu ikinci eğilimin, revizyonist blokun dağılmasından sonra ne denli gelişmiş olduğunu emperyalistler arası rekabetin keskinleşme boyutları yeteri kadar göstermektedir. Ortadoğu’da sürdürülen emperyalistler arası rekabet, hegemonya mücadelesi bunun en güncel ve tipik örneğidir.

“... Kapitalizm koşullarında sömürgelerin, çıkar ve nüfuz alanlarının vs. paylaşımı için katılanların gücünden, genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir şey düşünülemez. Ama katılanların gücü, dengesiz değişir. Çünkü kapitalizm koşullarında tek tek işletmelerin tröstlerin sanayi dallarının ve ülkelerin eşit bir gelişmesi olamaz.” (Lenin, Emperyalizm..., C. 33, s. 300, Alm.)

Emperyalist ülkelerin Ortadoğu üzerindeki rekabetlerinin gelişme durumunu ve rekabet eden ülkelerin konumlarını dış ticaret ilişkilerinde de görüyoruz.

Bölge ülkelerin dış ticareti, özellikle de ihracatı oldukça dengesiz gelişiyor. İthal eden ülkelerin bölge ülkeleri ihracatındaki paylarının olağanüstü değişmesi bunu gösteriyor. Bizi ilgilendiren ihracat verilerinden ziyade ithalat verileridir. Yani söz konusu bu emperyalist ülkelerin, bölge ülkeleri ithalatındaki payları. Bu veriler, başta ABD, Almanya ve bunları takip eden Japonya, Fransa, İngiltere ve İtalya arasında bölge üzerindeki rekabetin ne denli keskinleşmiş olduğunu gösteriyorlar. Ülkeden ülkeye farklılık gösterse de ABD’nin payında genel bir gerileme ve Almanya’nın payında genel bir artma var. Bu iki emperyalist ülkenin, bazen de Japonya’nın payları birbirine daha ziyade yakınken, diğer emperyalist ülkelerin paylan da daha düşük oranlarda birbirine yakın. Burada emperyalist ülkelerin bölge üzerinde sürdürdükleri rekabetin iki boyutunu görüyoruz: Rekabet daha ziyade ABD-Almanya arasında ön planda keskinleşiyor. Diğer emperyalist ülkelerin bölge üzerindeki rekabetleri ise daha ziyade yeni planda devam ediyor. Bundan dolayıdır ki, ABD ve Almanya’nın tavrı/politikaları belirleyici alınırken, diğer emperyalist ülkelerinki etkileyici oluyor.

Lenin, yukarda belirtiğimiz yazısında şöyle diyor:

“Müttefik halklar ile savaş tehdidi ve Almanya ile uzlaşma ültimatomun formunda var. Ama bu, birkaç gün içinde değişebilir. Bu, her an değişebilir, çünkü bugün Japonya’ya karşı düşmancıl olan Amerikan burjuvazisi, yarın Alman burjuvazisi ile uzlaşabilir. Onların temel çıkarları yerkürenin paylaşım çıkarlarıdır, toprak beylerinin, sermayenin çıkarlarıdır. İfade ettikleri gibi, ulusal onurlarını ve ulusal çıkarlarının teminatıdır.” (s. 363)

Günümüzdeki emperyalistler arası ilişkiler böyle bir gelişmeyi gösteriyorlar. Revizyonist blok varken, dünyayı paylaşma çıkarları, Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı emperyalist ülkeleri bir araya getiriyordu. Bu blok yıkıldı ve bu emperyalist ülkelerin de uzlaşma zorunluluğu ortadan kalktı. Daha sonra ABD ve Rusya belli bir taktiksel yaklaşım içinde oldular. Bu yaklaşım, Rusya’nın zayıflamış gücünden ve ABD’nin AB’ye karşı rekabetinden kaynaklanıyordu. ABD’nin Orta Asya petrollerine göz dikmesi ve Rusya’nın çıkarlarını doğrudan tehdit etmesi, Amerikan-Rus taktiksel yaklaşımının da sona ermesi anlamına geliyordu. Son ABD-Irak krizinde Rusya ortaya koyduğu tavırla, yeniden ve güçlü olarak dünya politikasında söz sahibi olduğunu açıklamış oluyordu. En son olarak Alman Başbakan Kohl ile Yeltsin’in görüşmesi ve Rusya-Almanya ve Fransa arasındaki bir üçlü zirvenin örgütlenmesinin gündeme getirilmesi Amerikan emperyalizmine karşı alınan açık bir tavrın ifadesi oldu. Bu zirvenin fikir babası ve bu üç emperyalist gücün taktiksel yaklaşımının örgütleyicisi Alman emperyalizmidir. Tek başına Almanya, ne Ortadoğu’da ve ne de dünyanın başka bir yerinde ABD karşısında tutunacak güce henüz sahip değil ve bunun ötesinde tek başına adım atmaya da niyeti yok. Fransa’yı ve başka emperyalist, gelişmiş kapitalist ülkeleri yedeklemek için bunu yapmak zorunda. Ama Rusya ve Fransa’yı yedekleyen bir Almanya ABD karşısında güçlüdür ve dünyanın yeniden paylaşımında belirleyici adımlar atabilir. Tabi, Lenin’in dediği gibi, bu taktiksel yaklaşımlar her an değişebilir. Bugünün “dostları” yarın düşman, bugünün birbirine düşman olanlar yarının “dostları” olabilirler. Son yedi senelik emperyalistler arası ilişkilerin seyri bunu gösteriyor.

Rusya son çıkışıyla Ortadoğu’da gözünün olduğunu, bölgeye özgü Çarlık ve modern revizyonist dönemlerden kalma emperyalist yayılmacı politikasında hiçbir şeyin değişmediğini göstermiş oldu.

Ortadoğu üzerinde emperyalistler arası rekabette, SB’nin dağılmasından önce olduğu gibi, bir bloklaşmanın, ABD ve Rusya’nın önderlik ettiği bir bloklaşmanın oluşması pek olası değildir. Bu en azından bugünün sorunu değildir. Ama ABD dışında her emperyalist ülke, Ortadoğu’da tek başına amaçladığı yayılmacılığı gerçekleştiremeyeceğini bildiği için çıkış yolunu ABD’ye ortak tavırla arıyor. Yani ABD’ye karşı bölgemizde, taktiksel bir ittifakın unsurları Almanya, Fransa ve Rusya’dır. Çin ve Japonya bölge üzerinde rekabetlerini şimdilik tek başlarına götürüyorlar. Çin ile Rusya arasındaki taktiksel yaklaşım veya “sıcak” komşuluk ilişkileri de sona erdi. Çünkü Çin’de Rusya’nın “arka bahçem” dediği Orta Asya petrollerinde söz sahibi oldu.

Almanya ve Fransa, AB var olduğu ve Avrupa’nın AB bazında birliği söz konusu olduğu müddetçe, dünyanın yeniden paylaşımı konusunda birbirini dışlayan adımları atmaları pek olanaklı değildir. En fazlasıyla, anlaşamama durumunda birisinin diğerine tabi olması, AB çerçevesinde birinin diğerini sürüklemesi söz konusu olur ki, bu durumda sürükleyici olan Almanya’dır.

O halde, en azından bugünkü koşullarda dünyayı yeniden paylaşım dalaşında Almanya ve Fransa’nın aynı tarafta yer alacaklarından hareket etmek gerekir. Her iki emperyalist ülkenin çıkarları, bugünkü süreçte onları karşı karşıya getirmiyor, ortak hareket etmelerine neden oluyor.

Almanya-Fransa ve Rusya’nın olası yakınlaşması karşısında ABD ve Çin’in olası bir yakınlaşması söz konusu olabilir. Bu durumda Rusya çember altına alınmış olacaktır. Her halükarda Ortadoğu ülkelerinin çeşitli emperyalist güçlerin yanında saflaşma süreci hızlanacaktır. Bir tarafta ABD-İngiltere, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan diğer tarafta Rusya-Almanya-Fransa, Suriye, Lübnan, Irak. En azından Suriye ve Irak, Rusya’nın bölge üzerinde söz sahibi olduğunu göstermesinden sonra daha cüretkâr bir şekilde anti-Amerikancı olacaklardır. Tabi bu durumda, böyle bir saflaşma olduğunda ABD’nin İran politikasında da önemli değişmeler olacaktır. Her iki taraf İran’ı kendi yanına çekme mücadelesini verecektir.

Her halükarda hem ABD ve hem de Rusya-Almanya her aracı, her olanağı kullanarak Ortadoğu’da ABD nüfuzunu kırmaya, kendi hegemonyalarını gerçekleştirmeye çalışacaklardır.

Tabi bu arada olan, bölge halklarına, Kürt ulusal mücadelesine olacaktır. Birbiriyle rekabet içinde olan emperyalist ülkeler, tutarlı antiemperyalist, devrimci mücadeleyi, ulusal kurtuluş hareketini kanla boğmakta tereddüt göstermeyeceklerdir.

Ortadoğu’da tarih, adeta tekerrür ediyor.

(Önümüzdeki sayıda, Ortadoğu’daki son siyasal gelişmeleri inceleyerek yazıyı sürdüreceğiz.)

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi