Burjuvazinin Politik Krizi Ve Görevler

Türk burjuvazisi yönetememe gerçekliğinde ifade bulan bir rejim krizi yaşamaktadır. Bunu koşullayan, vareden temel unsurlarından biri Kürt ulusal özgürlük mücadelesidir. Sömürgeciliği, iktisadi, mali, askeri ve politik açıdan değişik düzeylerde çıkmaza sokan, bunaltan PKK önderliğindeki Kürt ulusal başkaldırısı, burjuvaziyi çözüm arayışları ve önerileri çerçevesinde bölmektedir. Keza aynı şey yığınların demokratik haklar ve politik özgürlük mücadelesi karşısında da ortaya çıkmaktadır.

Sömürgecilik, Kuzey Kürdistan'ı eskisi gibi yönetme şansını yitirmiş bulunuyor. Bu salt, inkar ve asimilasyon politikalarının iflası bakımından değil, fakat ulusal özgürlük isteminin yaygınlığı ve derinliği yönüyle de böyledir. PKK'nin güç ve eyleminde ifade bulan bu gerçek, son genel seçimlerde açık biçimde ortaya çıkmıştır.

Burjuvazi, rejim krizinin bu can alıcı kaynağı konusunda iki ayrı plana sahiptir.

Birinci plan; kamuoyunda "askeri çözüm" olarak bilinmekte, katliam, sürgün, zindan temelinde çözüme ulaşmayı öngörmektedir. Kürt ulusuna verilecek en küçük tavizin dahi bölünmenin yolunu açacağı iddiası ve korkusuna dayanan bu plana göre, "siyasi çözüm", "mozaik" vb. kavramları telaffuz edenler ihanet içindedir. Egemen burjuva sınıf ile ordu ve polis kurumları içinde ağırlık taşıyan görüş budur. Planın sahipleri Kuzey Kürdistan'ı daha fazla kana ve ateşe boğmak için kitle imha silahları peşinde koşmakta, emperyalistlerden bu silahları kullanma izni koparmaya çalışmakta, ordu, özel tim, polis ve korucu kuvvetlerini yeniden örgütlemeye yönelmektedirler.

İkinci plan; Amerikan emperyalizminin tezleriyle buluşmaktadır. Buna göre Kürt ulusal özgürlük mücadelesi artık salt askeri yöntemlerle durdurulabilecek eşiği çoktan aşmıştır. Soykırım ve inkar politikası krizi derinleştirmekten başka bir sonuca yol açmaz. O nedenle PKK'yle mücadele sürdürülmeli fakat "ulusal kültürel özerklik" yönünde bazı tavizler de verilmelidir. Kısacası, reformlar yoluyla politik krizden kurtulma ve devrimi boğma planıdır bu. Sahiplerinin gerekçeleri arasında siyasi olduğu kadar iktisadi-mali nedenler de mevcuttur. Bu, sermaye sınıfının emrinde olması gereken trilyonların sonu gelmez bir savaşa harcanmasından, GAP'ın güvenliğine, Kafkaslardan Akdeniz'e  uzanacak petrol boru hattı gibi projelerin güven içinde gerçekleştirilmesine değin bir dizi örneği kapsıyor. Amerikan emperyalizmi ikinci planın destekçisidir. Güney Kürdistan petrolleri, Ortadoğu ve Önasya'daki egemenlik savaşı Amerika'yı Kürt ulusal sorununda böyle bir yol tutmaya mecbur etmektedir. Burada özel olarak vurgulanması gereken bir gerçek de, ABD'nin sorunu kültürel özerklikten federasyona değin uzanan bir yelpazede ele aldığı ve pratik gelişmelere bağlı olarak önerilerini biçimlendireceğidir. Reformlarla politik krize çare bulma ve Kürt ulusal özgürlük yangınını söndürme planının savunucuları henüz politik olarak ve devlet bürokrasisi içinde etkili değildirler. Basın ve tv'lerdeki sözcülerinin popülerliğine ve etkinliğine karşın gerçek budur.

Kuşku yok ki, odağında durmasına karşın Kürt ulusal özgürlük mücadelesi politik krizin biricik belirleyicisi değildir. İşçi, emekçi memur ve gençlik yığınlarının demokratik haklar talep ve mücadelesi ile genel olarak halkın siyasi özgürlük arayış ve eylemi krizin unsurları arasında sayılmalıdır. Elbette burjuvazinin, bu alanlarda reformlar yolunu tutup, devrim yangınını sınırlayıp-söndürme eylemi, Kürt ulusal özgürlük mücadelesi karşısında bir reformcu planı ve pratiği olmaksızın gerçekleşecek durumda değildir. Yönetememe krizi ele alınırken, toplumdaki bazı çözülmeler ve devletin ideolojik hegemonyasının sarsıldığı da unutulmamalıdır. Gelişen demokratik Alevi hareketi ve Refah Partisi'nin biriktirdiği güç, kazandığı destek bunun somut ifadesidir. Öyle ki artık Sünni mezhebine dayalı sistem ve laiklik ilkesi dikiş tutmaz hale gelmiş bulunuyor.

Dikkat çekici bir unsur, bugün gerek burjuvazi, gerekse de ordu ve polis kurumlarında egemen olan "ez ve çöz" planının temsilcilerinin en iddialı saldırganlık ve provokasyonlarının ters tepmiş olduğu, Batı'da antifaşist mücadeleyi büyütüp politik krizi derinleştirdiğidir. Örnekleyecek olursak, Özgür Gündem gazetesinin bombalanması, 12 Mart 1995 gecesi Gazi'ye yapılan saldırı, Gazi komutanı Hasan Ocak yoldaşın gözaltında kaybedilmesi ve son olarak Ümraniye zindan katliamı bunların ana öğeleridir. Tüm bu ezme sindirme, korkutma, susturma, dağıtma, saldırı ve provokasyonları ters tepmiş yığınların cesaretle ayağa kalkışını, sokak ve alanların zaptını, devrimci parti ve örgütlerin öncü konuma yönelişlerini koşullandırmıştır.

İki ayrı plan ve sürecin ortaya koyduğu politik dersler burjuvazinin iç mücadelesini şiddetlendirmektedir. Kanlı çatışma ve tasfiyeler yaşanmasının tüm koşulları mevcuttur. Ve ne denli zorlu olursa olsun gelişmenin yönü Amerikan emperyalizminin ikinci planda ifade bulan çözümünün uygulanması biçiminde olacaktır. Burada hesaba katılması gereken unsur, sürecin erken sonuçlanacağı yanılgısına düşmemek plan ve taktikleri böyle bir analiz üzerine kurmamaktır. Bilinmelidir ki Amerikan emperyalizmi mevcut hegemonyasını korumakta yeterince hassas davranacak, işbirlikçilerinin şiddetli iç çatışmaları sürecinde durumunun sarsılmasına izin vermeyecektir. Soruna güncel değil, stratejik çıkarları temelinde yaklaştığı için bir kaç yıllık bir gecikmenin Amerika bakımından önemli bir kayıp sayılmayacağı aşikardır.

Rejim krizinin pençesindeki burjuvazi, hükümet krizi gibi durumu ağırlaştıran bir sorunla da yüz yüzedir. Bilindiği gibi, iki büyük parti üzerinde yükselen geleneksel model, faşist 12 Eylül darbesiyle sona ermiş, generallerin 2,5 parti planları ise ölü doğmuştur. İki büyük partinin dört ayrı parti haline gelmesi süreci siyasal parçalanmışlığın yolunu açmış; '91'den itibaren rejimi koalisyonlara mahkum eden ve seçim sistemindeki "düzenlemeler"in de sonuçlarını düzeltmeye yetmediği bu gerçek, hükümet krizlerinin temelini atmıştır. ANAYOL hükümetinin kuruluş sürecinde ve iş başında olduğu dönemde bunun neticeleri görüldü. Siyasal parçalanmışlığın giderilmesi bir yana, bugün neredeyse tüm partiler güçlü "hizip" mücadeleleriyle çalkalanmaktadır. Elbette siyasal parçalanmışlığı bir olgu haline getiren ve kalıcılaştıran ana öge halkın tek tek burjuva partilerin hiçbirine güven duymamasıdır. En güçlü olduğunu iddia eden partinin %20'ler civarında oy aldığı, hükümet ya da ana muhalefet pozisyonundaki partilerin her seçimde şu ya da bu oranda oy kaybına uğradığı, yükseldiği iddia edilen partilerin ciddiye alınabilir bir sıçrama yapamadığı yaşadığımız koşullarda, siyasal parçalanmışlık sürüp gidecektir. Holding patronlarının "sağda ve solda birlik sağlanmalıdır" görüşüyle yoğunlaştırdıkları çabaların nedeni budur. Ancak bu girişimlerin sonuçsuz kaldığı da bir gerçektir. Bu tabloya MHP ve HADEP'in TBMM'de temsil edilememesinin krizi ağırlaştırıcı bir öğe olarak burjuva cephede yarattığı "sıkıntıları" da eklemek gerekiyor

"Sol" Hareketin Durumu

İşbirlikçi kapitalizmin yapısal krizi ve burjuvazinin yönetememe bunalımı koşullarında, Kürt ulusu, özellikle yaşadığı topraklarda sömürgecilikle arasına yüksek bir duvar örmüşken, Türk şehirlerinde işçi sınıfı, emekçi memurlar, öğrenci gençlik ve kent yoksulları binler, onbinler ve yüzbinler olarak sokaklarda, alanlarda demokratik istemlerde bulunur, yer yer dev antifaşist protestolar gerçekleştirirlerken "sol"hareketin gerçekliği nedir?

Günümüzde Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da "sol hareket" öncelikle reformculuk-devrimcilik temelinde bir ayrışma yaşadı, yaşıyor. Tasfiyecilik kendini esasen yasallık ve devrimci şiddete düşmanlık temelinde ortaya koyuyor. Devrime, sosyalizme inancını yitirmiş olmak, devrimci gelişmede iradenin rolünü inkar etmek, işçi sınıfıyla birleşme faaliyeti adına kaba bir sendikalizm ile devrimci ve komünist örgütlere karşı hasmahane ve düşmanca tutumlar almak bugünkü tasfiyeciliğin en dikkat çekici özellikleridir.

MLKP, DHKP-C, TİKB, TKP/ML, TKP(ML) tasfiyecilikle aralarına kalın bir sınır çekmeyi başaran başlıca komünist, devrimci parti ve örgütlerdir. Tasfiyecilik karşısındaki ortak duruşlarına karşın, bu parti ve örgütler içinden geçtiğimiz süreçteki rolleri, hedefleri temelinde ayrışmaktadırlar. Gelişmelere, iktidar hedefli bir bakışa, bunun yön verdiği öncü tavra ve yer yer pratikleşen önderlik konumuna uygun tarzda müdahaleye yönelen MLKP ile kendi çizgisinden aynı nitelemeleri hak eden DHKP-C, pratiklerini ve taktiklerini bu temelde geliştirmeye çalışmaktadırlar. Buna karşın TİKB, TKP/ML ve TKP(ML) ise bugün asıl olarak örgütsel varlıklarını koruma, büyütme çizgisinden hareket ediyorlar. Pratikleri ve eylemleri bu olgu tarafından yönlendiriliyor. Bu örgütler açısından devrimci politik gösterilere ve iktisadi, demokratik taleplerin yön verdiği kitle eylemlerine katılım kendini militan tarzda ifade etme konusunda genel bir başarı söz konusu olsa bile, sınıf mücadelesinin gündemini şu ya da bu düzeyde ve süre için etkileyen politikalar ve pratikler geliştirme yığınların katılımını sağlayan bağımsız politik eylemler örgütleme konusunda aynı şeyleri söylemek olanaksızdır. Kuşkusuz bu tablo mutlak değildir. Ancak sürecin bugünkü gerçeğidir. Madalyonun diğer yüzü ise MLKP, DHKP-C, TİKB, TKP/ML ve TKP(ML)'nin ayrı yürürken düşmana birlikte vurma yolundan kazanabilecekleri çok şeyin olduğudur. Faşist diktatörlüğe karşı savaşı yükseltme ve devrim yangınını büyütme fırsatı önlerindedir. Tarih onları, sürecin bu aşamasında bahsedilen olanağı gerçeğe dönüştürmemekte ne ölçüde kararlı, inatçı ve özverili oldukları noktasından yargılayacaktır.

Bahsedilen parti ve örgütler dışında, üzerinde durulması gereken devrimci antifaşist ve ilerici parti ve örgütlere gelince Ekim, TKP-K, TDP, Direniş Hareketi, TKEP-L ve TKP'yi bu genel çerçeve içinde ele alabiliriz. Ancak komünist ve devrimci örgütlerden farklı olarak bunların her birini ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Bir ortak özelliklerinden söz edilecek olursa bu yasal partiye dönüşmeyi reddetmeleridir. Ekim, söylemi ne olursa olsun, propaganda örgütü olmaktan öteye geçemeyen bir gruptur. "İşçi sınıfıyla birleşme ve halkçılığın tahribatını giderme" tekerlemeleriyle geride bıraktığı 8 yılın sonunda asıl gerçekliğinin "sınıf dışılık" olduğu trajedisiyle yüz yüze gelen Ekim'in sağcı işçiciliği antifaşist mücadeleye yaklaşım tarzı onu bir kaç adım geride durmaya mahkum etmektedir. TKP-K, gerçekle buluşmaya dönük tüm politik analizlerine ve hedeflerine karşın nesnel gerçekliğinde ifade bulan ciddi zayıflıklarla karşı karşıyadır. TDP kendini asıl olarak mücadelenin silahlı biçimlerini kullanmaya kilitlemiş, buna karşın ciddi bir pratik sergileyemeden faşizmin saldırılarıyla çok önemli güç kayıplarına uğramış ve politik faaliyeti daralmış bir gruptur. Geleceğine dair somut belirlemeler yapmak oldukça güçtür. Yaptığına inanması bu TDP'nin en büyük avantajıdır. Direniş Hareketi, ayakta kalmaya, kendini yaşatmaya dönük politikaları öne çıkaran bir hareket olma özelliğini çok fazla aşamayan, ancak gücü oranında politik mücadeleye atılmakta duraksamayan bir konumdadır. Büyüyememe krizi yaşaması ve düşmanın ağır saldırıları nedeniyle aştığı yolları yeniden aşma zorunluluğuyla yüz yüze kalması onun mücadelede oynayabileceği rolü alabildiğine sınırlamakta, geleceğini sisler içinde bırakmaktadır. TKEP-L, sözü ve niyetiyle eylemi ve kuvveti arasında kapanması çok güç bir fark bulunan ve sırtında yumurta küfesi taşımayanlara has bir grup durumundadır. Kendi gerçekliğini görmemek onun geleceğini olumsuz anlamda ipotek altına almaktadır. İlerici bir parti olarak niteleyebileceğimiz TKP ise kendini bitirdikten sonra yeniden ayağa kalkmaya yönelişin tüm zayıflık ve sınırlılıklarını taşımaktadır. Niyeti ne olursa olsun antifaşist mücadelede bugün ciddi bir dinamik değildir ve olamaz. Özellikle Ekim, TKEP-L ve TKP'nin "radikal olma" arayışları ideolojik gerçekliklerinin ve kaynağını bunlardan alan çizgilerinin doğal ürünü olmadığı için güncel etkisizliği bir yana farklı zaman ve koşullarda ters yüz olmaya çok uygundur. Kabul edilmek zorundadır ki TKP-K, Ekim, Direniş Hareketi, TDP, TKEP-L ve TKP sınıf mücadelesi arenasında siyasal gündemi belirleyen ve yığın mücadelesini örgütleyen politik bir ağırlık oluşturamamışlardır. Politika tarzları içe dönüktür, başvurdukları konferans vb. araçlar iç sorunlarını çözmeye endeksli olmanın ötesinde bir işleve sahip olmamıştır. Kendiliğinden kitle hareketinin yükselen dalgası içinde değil, önderlik, kadro ve olanakların gücüne, düzeyine dayalı, statükoculuğu aşma yeteneğinin ürünü olan bir faaliyetin iğneyle kuyu kazan bir sabır ve kararlılıkla yürütülmesini gerektiren günümüz koşullarında hızlı bir gelişme sağlama şansları çok zayıftır. Gerçekleşme düzeyi bir yana, kendi başına "radikal olma"nın bu sorunu çözeceğini ummanın bir yanılgı olduğunu da burada vurgulamak gerekir. Bütün bu gruplar, kurulacak bir antifaşist güç birliği karşısında takınacakları tutumla süreçlerini şu ya da bu yönde ilerletme konusunda önemli bir karar vermiş olacaklardır.

Kürdistan ve PKK'nin durumu ise şu temel olgularla açıklanabilir. '94 sonunda ortaya çıkan ve Türk burjuva ordusu Genel Kurmayı'nın da "stratejik denge" olarak nitelediği denge durumu henüz bozulmuş değil. Sömürgeciler hedef seçtikleri kırları insansızlaştırmayı başardı, yakıp yıkma ve sürgün politikasında belirli bir başarı da kazandılar. Daha önemlisi Kürt şehirlerinde inisiyatif kurdular ve psikolojik üstünlüğü ele geçirdiler. Serhildanların ve kitle hareketinin önünü kestiler. Buna karşın kırları gerilladan arındırmayı başaramadı, gerillaya yönelik büyük ve iddialı imha saldırıları asla amacına ulaşmadı. Güney ve Doğu Kürdistan başta olmak üzere, çeşitli olanaklardan yararlanmayı başaran ulusal hareket, kırlarda tutunmayı ve üstünlüğünü korumayı başardı. O'nun diplomasi alanında gelişmeler sağlamak ve sömürgeci devleti kıskaca almak taktiği birinci bölümüyle kısmen başarılmış olsa bile, "cendereye alma" yönüyle tamamen başarısız oldu. PKK, salt onbinlerce savaşçıdan oluşan askeri güce değil, fakat seçimlerde görüldüğü üzere Kürdistan'da yaygın ve derin bir politik etkiye sahiptir. Ancak vurgulanmalıdır ki, gerek diplomasi alanındaki yönelimi, gerekse de Güney Kürdistan hamlesi, PKK'ye bazı olanaklar ve geleceğe hazırlığın değişik imkanlarını sunmasına karşın yeni bir sıçrama yapmasına olanak tanımamıştır.

* * *

Bazı parti ve örgütler bu bölümde tek tek ele alınmadı. Kimi dolaysız biçimde reformcu bir limana demirleyen, kimisi hızla böyle bir yola giren veya baştan itibaren parlamentarist bir çizgide yürümesine karşın kendini "radikal", "sosyalist" olarak tanımlayan ÖDP, EP, SİP vb. partiler ile pratik anlamda değil, fakat daha çok bir rumuz olarak Dev-Yol zemini üzerinde yaşanan gruplaşmalarda yasalcılıkla arasına mesafe koyarak varolmaya çalışan fakat henüz çevre ilişkilerini aşamamış olan bir girişim ile ulusal çizgideki PSK gibi reformcular ve farklı bir konumda bulunan Kawa, PRK gibi örgütler ayrı bir yazı konusudur.

Sürecin Temel Bir Buyruğu: Devrimci Cephe Yolunda Eylem Ve Güç Birliği

Bugün PKK'nin önderliğinde yürütülen ulusal özgürlük mücadelesi sömürgecilik tarafından bastırılamamakta ve sonuçta rejim krizi önlenememektedir. "Ez ve çöz" politikasıyla rejim krizine çare bulmaya çalışan burjuva kamp başarısızlığa uğradıkça saldırılarını yoğunlaştırmaktadır. Sömürgeci savaşı soykırım ve sürgün çizgisinde sürdüren faşist diktatörlük, Türk şehirlerinde kontrgerillanın önünü tümüyle açmış bulunuyor. İç savaş taktik ve yöntemlerini uyguluyor. Komünist devrimci ve ilerici parti ve örgütlerin, mücadeleyi birlikte ilerletmek, devrim yangınını birlikte büyütmek göreviyle karşı karşıya bulunduğu bir süreçte olduğumuzun ifadesidir bu. Birleşik saldırıya karşı birleşik savaş.

Devrimci savaşımın söz konusu ihtiyacı komünist ve devrimci harekete yeni ilişki biçimleri geliştirme görevini yüklüyor. Bunun temel karakteristiği yerellik, bölgesellik veya kesimsellik değil merkezilik olmalıdır.

Nasıl bir merkezi ilişki biçimi?

Eylem birliği mi, güç birliği mi, cephe mi?

Eylem birliği, merkezi de olsa nihayetinde tek tek eylemler üzerine kurulu bir ilişki tarzıdır ve yığınlarla diktatörlük arasındaki mücadelenin bugünkü ihtiyaçlarını yanıtlayamaz. Kuşkusuz en gelişkin biçimi, eylem ve etkinlikler demeti olarak kampanya sınırına ulaşan (fakat bunu aşamayan), bu yöntem de ciddi bir adım olacaktır. Ne var ki merkezi de olsa eylem birliğinin varoşlardan okullara, fabrikalardan işletmelere, alanlardan zindanlara uzanan bir alt üst oluşun gereksinimlerine yetme şansı çok zayıftır. Mart ayı eylemlilikleri ve sürecin ortaya koyduğu görevler, fırsatlar bu çerçevede bir ilişki tarzının aşıldığını gözler önüne sermiştir.

Cephe, gerek devrimci hareketin birlikte mücadele kültürü, gerekse de güncel plandaki öznel ve nesnel durumları nedeniyle halihazırda gerçekleştirilebilecek bir ilişki tarzı değildir. Yaşamın, "düşünün, hazırlanın, gerçekleştirin" dediği cephe ihtiyacı konusunda en fazla dikkat edilmesi gereken şey, onun "teorik" tartışmalara kurban edilmemesi gereğidir. "Cephe bir sınıflar ittifakıdır" ya da "Cephe içinde proletaryanın hegemonyası sağlanmak zorundadır" tezlerini biricik hareket noktası haline getiren tutumun sahipleri, sorunu koyuş tarzları nedeniyle diyalektik değil mekanik materyalist bir pozisyona sürükleniyorlar. Sorun bir tek şekilde konabilir: Sınıflar mücadelesinin, komünist devrimci ve antifaşistlerin bugünkü ihtiyacı nedir? Buna, "cephe" diye yanıt veriyorsanız, tek tek parti ve örgütlerin temsilcisi olduğunu iddia ettiği sınıfla birleşmesini bekleme tutumu veya proletaryanın temsilciliği savıyla hareket eden grup, bu mevziyi elde edene değin cepheye katılmamalı, üstelik kimse de cephe kurmaya yönelmemelidir, bu teorik bir yanılgıdır vb. iddialar teorinin bozulmasından başka bir anlam taşımaz. Cephe olarak tanımladığınız şey, nihayetinde yapısı ve işleyiş kuralları sizin tarafınızdan belirlenen bir örgüt biçimidir. Kural olarak, o da tüm diğer örgüt biçimleri gibi amaç değil araçtır. Gelişmenin belirli bir aşamasında böyle bir örgüt biçimi ihtiyacı ortaya çıkmışsa, devrimci ve komünist partilerin, örgütlerin o günkü güç ve hazırlık düzeyi, yığınların örgütlülük ve mücadele seviyesi dikkate alınarak bir çerçeve çizilebilir. Bu tamamen iradi ya da pratik bir sorundur. Kiminle ve hangi amaca yönelik olarak böyle bir yapı kurulacağı sorusu ise elbette teorik-siyasi bir yanıtı gerektiriyor. Yaşamın komünist, devrimci ve antifaşistlerden bugünkü isteği bir antifaşist cephe çekirdeği kurmak ve cepheye doğru ilerlemektir. Bu, örgütlerin sınıf tabanlarına oturmuşluk düzeyleri nedeniyle şimdilik klasik örnekleri bilinen güçlü bir Halk Cephesi olmayacaktır, fakat bir devrimci, antifaşist örgütler-partiler cephesi olacaktır. Türkiye ve Kuzey Kürdistan gerçekliği ve mücadelenin güncel ihtiyaçları böyle bir özgün yoldan yürümeyi gerektiriyor. Bu ihtiyacı ve gerçeği anlamak yeteneği göstermek yerine, teorik tartışmalara yönelmek, bahsedilen örgüt biçiminin, önündeki (esasen klasik halk cephelerinin formüle edildiği) teorik engeller nedeniyle gerçekleştirilemez olduğunu söylemek, ne sorunu çözüyor ne de gereksinmeyi ortadan kaldırıyor.

Eğer bugün cephe olarak tanımlanacak düzeyde bir örgüt biçimi yaratma yolundan gidilmeyecekse hangi ilişki tarzıyla ilerlenecektir? Derhal olanaklı olan ve sınıf mücadelesinin güncel ihtiyaçlarına yanıt verebilecek biçim, güç birliğidir. Güç birliği, tek tek eylemlere yönelik perspektif ve örgütlenmeyi aşmaya, sorunu mücadelenin her alanına taşımaya, ani gelişmeler karşısında müdahaleye olanak tanıyabilecek; en kısa tanımıyla eylem birliğini merkezilleştiren, süreklileştiren ve çapını alabildiğince genişleten bir örgütlenme tarzı olduğu için hızla kurulması gereken ilişki biçimidir. Bu konudaki tereddütlerin, yalpalamaların, gecikmelerin kaynağı sınıf mücadelesinin gereksinimlerinde veya düzeyinde değil tek tek parti ve örgütlerin hazırlık düzeyi, örgütsel gerçeklik, içe yönelik planlar vb. kendilerine dönük kaygılarında aranmalıdır. Gerisi laf-ı güzaftır.

Kuşku yok ki bir güç ve eylem birliği kurulması ve bu yoldan faşizme karşı mücadelenin yükseltilmesi, devrim yangınının büyütülmesi tüm komünist, devrimci, antifaşist ve ilerici örgütlerin görevidir. Fakat sorunu kendi güncel gerçekliği içinde ele alırsak, açıkça öylenmelidir ki, bu "yük" bugün asıl olarak MLKP, DHKP-C, TİKB, TKP/ML ve TKP(ML)'nin omuzlarındadır. Bu parti ve örgütlerden her biri konuyla ilgili alacakları tutumla Türkiye ve Kuzey Kürdistan sınıflar mücadelesi karşısında tarihsel bir yükümlülük altına girmiş olacaklardır. "Barış" ve bağlı politikalar nedeniyle PKK'nin, şimdilik böyle bir güç ve eylem birliğine 'sıcak bakmayacağı' söylenebilir. Ne var ki devrimcilerin bu konuda atacakları adımlara ve Türkiye'de nesnel bir gerçek olan, komünist ve devrimci hareket gibi önemli öğelerini bir yana koyarsak, işçi sınıfı, emekçi memur hareketi, öğrenci gençlik ve varoş mücadelelerinde ifade bulan, faşist diktatörlükle değişik çarpışmalara karşın henüz niteliğini iktisadi ve politik reformculuğun belirlediği ikinci cepheye, tutarlı antifaşist, devrimci bir kimlik kazandırılması yönündeki gelişmelere bağlı olarak PKK'nin tutumunu yeniden gözden geçirmesi kaçınılmaz olacaktır. PKK'nin bu konuda zorlanması, reformistlerle ittifakı daha gerçekçi ve üretici gören, komünist ve devrimci örgütlerin gelişme temposunu, proletarya, emekçiler ve gençlik üzerindeki siyasal etkisinin giderek büyüdüğünü anlamamakta 'direnen' tutumuyla sistematik bir mücadele yürütülmesi de ayrı bir görevdir. Güç ve eylem birliğine katılmadığı koşullarda PKK'nin tek tek eylemlere katılım ve desteğinin sağlanması yönündeki çabalar da aralıksız sürdürülmelidir.

Komünistler Hangi Politik Ve Örgütsel Görevlerle Karşı Karşıya

Burjuvazinin politik krizi ve sınıf mücadelesinin gelişim seyri, marksist leninist komünistlere hangi görevleri yüklemektedir?

İşçi sınıfı, emekçi memurlar, öğrenci gençlik iktisadi ve demokratik haklar uğruna mücadeleyi sürdürüyor. Tüm iktisadi, mali, politik veriler bu kavganın daha da şiddetleneceğini gösteriyor. Burjuvazi ve onun faşist diktatörlüğü, ne iktisadi, ne de politik alanda esneme yeteneği gösteremiyor.

'96'nın ilk ayları işçi sınıfı saflarında mücadele arzusunun güçlü olduğunu, fakat gerek mesleki örgütlülük seviyesinin alabildiğine düşüklüğü, gerek sendika burjuvazisinin politikaları, gerekse de tekil kavgaların öne çıktığı bir süreçte olunmasının yarattığı tüm dezavantajları taşıdığını gösterdi. Muazzam bir örgütlenme boşluğu, belirgin bir mücadele arzusu, mesleki örgütlenme ve özelleştirme ekseninde birleşik mücadeleyi örme imkanları marksist leninist komünistlere proletarya hareketi ile devrimci tarzda ve temelde birleşme çalışmasına hız vermeyi, konuyla ilgili örgütlenme düzeyini yükseltmeyi, kullandığı araçları zenginleştirmeyi emrediyor. Aynı çalışmanın ikinci ya da tamamlayıcı yönü ise patronlar karşısında bir işçi iradesini geliştirmeye dönük platformların yaratılabilmesidir. Alt basamağını patronlara, devlete ve sendika burjuvalarına karşı sınıfın hak ve çıkarlarını tutarlılıkla savunanların oluşturacağı işçi iradesinin bu araçları meclis, platform ya da aynı içerikte isimlerle örgütlenebilir. Bu örgütler gündemlerini salt işçi hareketinin sorunlarıyla sınırlı tutmamalı, ezilen sömürülen ve baskı altında tutulan diğer sınıf ve tabakaların ihtiyaçlarını da kendi problemleri olarak kabul etmelidirler. Keza sendikalarda etkinlik meselesinde izlenecek taktikler bakımından sözden eyleme geçirmelidir. Plan, yığınak, "savaş hilesi", şiddet vb. unsurların devreye sokulmasında tek bir gün bile kaybedilmemelidir. Aynı amaca bağlı olarak komünist, devrimci ve ilerici işçilerin sendika burjuvazisine karşı birlikte davranması ihtiyacını yanıtlayacak adımlar atılmalıdır. Böylesi arayışlara genellikle, sendika veya işyeri temsilciliği seçimleri gelip kapıya dayandığında girişilmekte, elbette bu da arzu edilen sonuçları üretememektedir.

Temel önemde bir sorun olarak milyonlarca işçinin demokratik ya da sendikal örgütlülükten yoksunluğu komünistlerin dikkat merkezinde tutulmalıdır. Bu korkunç cendereden çıkış sürecinde fabrika veya işyeri komiteleri biçimindeki örgütlülüklerin önemli (toparlayıcı, ileri sıçratıcı vb.) roller oynayabileceği unutulmamalıdır. Sürecin güçlü bir olasılığı ise, tekil direnişlerin öne çıkmasıdır. Bu, son yıllardaki kararlı eylemlerin en zayıf noktası olarak hatırlanmaktadır. Tekillik, direnişin görece uzun bir süreçte yorgun düşürülmesini, yalnızlaştırılmasını, umutsuzluğa sürüklenmesini ve nihayetinde devlet terörü yoluyla ezilip dağıltılmasını mümkün kılmıştır. Komünistler bugün tekil direnişlere, ilgili fabrika veya işyeri çevrelerinden başlamak üzere tüm işçi emekçilerin desteğinin sunulabilmesi, politik, iktisadi, moral ve askeri dayanışmanın örgütlenmesi görevine çok özel bir önem vermelidir.

Belirgin bir yorgunluğun göze çarptığı emekçi memur hareketinin asıl sorunu, sendikal önderliğin ve KESK yönetiminin niteliğinde düğümlenmektedir. Bu unsurlar, mücadelenin önünü keserek, hak alma çizgisinin gerektirdiği tempoyu düşürerek, daha güçlü yükselişlerin yolunu açacak mücadele biçimlerinden kaçarak, yüzbinlerin omuzlarındaki emekçi memur hareketini protestoculuk sınırlarında tutmuş, bir özgüven kaybına, psikolojik yorgunluğa yol açmışlardır. Ancak, içinden geçtiğimiz süreçte toplumsal muhalefetin etkin bir dinamiği yönünde ilerleyen üniversiteli gençlik mücadelesi emekçi memurları da etkilemektedir. Polisin vahşi saldırısına uğrayan Ankara eylemi sonrası, yeni gösterilere, başlarında veya kollarında sargılarla katılan emekçi memurlar, mücadele arzularını gözler önüne sermişlerdir. Komünist hareket "Grev hakkı için grev", "Barikatları alanlara taşıyalım", "Taleplerimizi kazanmak için greve, barikata" gibi şiarları yükseltmeli, hak alma yolunda kararlı bir kavgaya hazır olan komünist, devrimci, antifaşist ve ilerici memur grupları güç birliği yoluyla gidişe yön vermelidirler. Gerçekte bunun tüm koşulları mevcuttur.

Öğrenci gençlik hareketi kendi taleplerini kararlıca savunmanın ötesinde, önemli bir toplumsal muhalefet kuvveti işlevi görme yönünde gelişmektedir. Üniversiteli gençlik bu kavgada bir adım öne çıkmış bulunuyor. Komünist gençliğin öğrenci gençlik politikaları, mücadele taktikleri ve antifaşist gençliğin birleşik eylemi konusundaki düşünce ve pratiği sürecin ihtiyaçlarına en tam biçimde yanıt vermektedir. Konuyla ilgili olarak burada vurgulanması gereken unsur bazı adımların zamanında atılabilmesi görevidir. Örneğin üniversite derneklerinin ve koşulların olgunlaştığı her yerden liseli öğrenci birliklerinin şehir düzeyindeki merkezi örgütlülüğünün yaratılması konularında yüksek bir irade gösterilmelidir. Öğrenci gençlik saflarında 'ezilenlerin birleşik eylemi' yönünde bilinç ve irade geliştirilmesi sürecin önemli görevlerinden biri olarak kavranmalı, üniversiteli ve liseli gençliğin, işçilerin, emekçi memurların ve varoşların yardımına koşması yönünde etkili adımlar atılabilmesi için özel ve yoğun bir ajitasyon-propaganda çalışması yürütülmelidir. Komünist gençlik girilen yolda sebatla ilerlerken politik etkisini örgütsel alanda da ete kemiğe büründürmelidir. Bu konuda gösterilecek zaaflı tutumlarla en küçük bir uzlaşmaya gidilmemeli, dikkatler bu konuda ne ölçüde yol alınabildiği üzerinde yoğunlaştırılmalıdır.

Varoşlar, sınıf mücadelesinin en sert biçimde sürdüğü alanlar olarak öne çıkıyor. Varoş, işçidir, emekçi memurdur, gençtir, Kürt'tür, Alevi'dir, kadındır, işsizdir, yarı-proleterdir, küçük burjuvadır. Düzen ve rejimle derin çelişkileri olan sınıf ve tabakaların birleşik mücadele alanıdır. Sarsıcı eylemlerin, antifaşist yükselişlerin sırrı burada yatıyor. Bunlara körleşip, sorunu küçük burjuvazinin öfkesi, halkçılığın avantajları vb. şeklinde değerlendirenler, gerçekler dünyasından değil kendi küçük evrenlerinin hayal aleminden konuşmaktadırlar. Varoşlar ve emekçi semtleri, bugün giderek güçlenen bir antifaşist birikime yataklık etmektedirler. Komünist ve devrimci etkinin yayıldığı, derinleştiği bu alanlar, faşist diktatörlüğün korku merkezlerine dönüşme yolunda gelişiyor. Marksist leninist komünistler varoşlara ve emekçi semtlerine yerel ayaklanma odakları perspektifiyle bakmalıdırlar. Yasal, yasadışı, barışçıl, askeri, politik, kültürel, sportif vb. araçların örgüt biçimlerinin kullanılmasında yüksek bir kararlılık gösterilmelidir. Bugün asıl olarak İstanbul'da ağırlığını duyuran antifaşist varoş mücadelesi faşist diktatörlüğü alabildiğine endişelendirmektedir. Devlet çeşitli provokasyon ve saldırılarla, yaygın gözaltı ve işkenceyle, kayıp politikası ve tutuklamalar yoluyla, varoşlarda sarsılan otoritesini tahkim etmeye çalışmaktadır. Komünist ve devrimciler buna izin veremezler. Devrimci kitle şiddeti, grup şiddeti, bireysel şiddet devreye sokulmalı, taşla, sopayla, molotofla, silahla karşı konulmalıdır. Sokaklardan ve mahalle içindeki caddelerden başlayarak polis vb. semtte dolaşamaz, devriye gezemez hale getirilmelidir. İşkenceci katil sürüleri karakollara hapsedilmeli, giderek orada da barınamaz duruma düşürülmelidir. Sivil faşistler, mafyacılar ve ihbarcılar varoşlardan temizlenip atılmalıdır. Tüm bu çalışmalarda milis örgütlülüğünün yaygınlaştırılması, eylem ve güç birliğinin geliştirilmesi dikkat merkezimizde durmalıdır. Bugün henüz en alt düzeyde ve en dar şekliyle sağlanmış olan parti örgütlülükleri binleri kapsayacak ölçüde geliştirilmeli, devrimciler, antifaşistler arasındaki ilişki biçimleri kalıcı platformlara dönüştürülmelidir. Komünist ve devrimci etki, toplumsal yaşamın tüm yönlerine nüfuz etmeli, halkın, sorunlarını bu çerçevede çözme duygu ve pratiğini geliştirmesi, bu konuda güven içinde hareket etmesi sağlanmalıdır.

İşçi sınıfının, emekçi memurların, kent yoksullarının ve öğrenci gençliğin birleşik demokratik, antifaşist ve devrimci eylemini örgütleme, büyütme özel görevinin yanısıra, devrimin stratejik yedeklerine ilişkin çalışmaların daha ciddi ve sıçramaları olanaklı kılacak biçimde geliştirilmesi ihtiyacı bu süreçte yanıtlanmak zorundadır. Demokratik kadın hareketi ve Alevi hareketi bunun iki temel unsurudur. Aynı katagorideki Kürt ulusal sorunu ise özel tarzda yüklenmemiz gereken ya da Kürdistan çalışmamızda somut anlamını-karşılığını bulması zorunlu bir konudur. Devrimin bu zengin güç kaynağının, komünist çizgiyle buluşması için işgal kuvvetlerine karşı mücadele pratiğinde belirgin bir biçimde gelişme sağlamak zorundayız. Yalnızca sosyalizmi arzulayanlar değil, fakat tüm dilekleri, tüm hayalleri Kürt ulusal özgürlüğüyle sınırlı olanlar da, bunun en tam biçimde partinin çizgi ve eylemiyle bir gerçek haline gelebileceğine ikna olmalıdırlar. "Türk solu" demagojileri tümüyle işlevsizleştirilmeli, Kürt ulusal özgürlük sorununun PKK'nin ya da ulusalcı hareketlerin tekelinde olduğu yanılsaması pratikte düzeltilmelidir.

Rejim krizinin odağında duran Kürt ulusal özgürlük mücadelesini durdurma-boğma planları etrafında şiddetlenecek olan burjuvazinin iç mücadelesi; işçi sınıfı, emekçi memurlar, öğrenciler ve kent yoksullarının giderek biriken memnuniyetsizliği, artan öfkesi ve arayışları koşullarında, sürece planlı, statükoculuğu yerle bir eden ve iktidar bilincinin yön verdiği bir müdahalede bulunmakla yükümlü olan marksist leninist komünistler, parti gerçekliklerini de buna göre geliştirmelidirler. Amatörlüğün kökünün kazınması gereken her alanda buna uygun davranmak; yukarıdan aşağıya doğru profesyonelce kurumlaşma ihtiyacını en tam biçimde anlamak ve yanıtlamak; düşmanın özel yönelim ve imkanlarını etkisizleştirecek bir karargah, iletişim, ilişki düzeni kurmak, nitelikli insan gücü, gelişkin teknik olanaklar ve müdahalenin çapına-hedeflerine uygun bir ciddiyet-disiplin sağlamak gerekiyor. Bu ihtiyaçları anlama ve yanıtlama yeteneği gösteremeyen bir öncünün, önderlik mevkisine yükselme şansını çok zayıflatacağından hiçbir kuşku duyulmamalıdır. Elbette tüm bu söylenenler, politik çalışmanın tüm çalışmaların can damarı olduğu gerçeğinin ön kabulü üzerinde yükselmektedir. Aksi halde kendi başlarına böyle bir ağırlık kazanamazlar.

Güvenle vurgulayabiliriz ki, marksist leninist komünistler devrim yangınını büyütme hattından, öncü partiden önder partiye yükselmeyi, politikaları, sloganları, çağrıları ve eylemleriyle geniş kitleleri yöneten bir konuma ulaşmayı başaracaklar; bu amaçla kendilerini her düzeyde ve sürekli biçimde yeniden örgütleyecek ve pratik olarak aşacaklardır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi