Arjantin: Faşist Cuntacılara Karşı Mücadelede Bir Örnek

Darbecilerin yargılanması talebi deyince akla gelen önemli örnek Arjantin deneyimi oluyor. Arjantin’de askeri faşist diktatörlüğe karşı gelişen, Plaza de Mayo Anneleri’nde simgeselleşen ve özellikle son yıllarda faşist diktatörlüğün belli başlı generalleri başta gelmek üzere çok sayıda işkenceci cuntacıyı sanık sandalyesine oturtan hareket, birçok boyutuyla Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da da örnek alındı.

Bu deneyimin geçmişi ve bugünüyle incelenmesi, coğrafyamızda da 12 Eylül faşist darbecilerini sanık sandalyesine oturtulması mücadelesine ışık tutacaktır. Tıpkı Plaza de Mayo Anneleri’nin, gözaltında kayıplara karşı mücadelenin yolunu aydınlattığı gibi.

Latin Amerika’da Halkların Yükselen Mücadelesi ve ABD Emperyalizmi

60’lı yılların sonu ve 70’ler, Arjantin’de ve birçok Latin Amerika ülkesinde derin dönüşümlerin yaşandığı yıllardı. Kapitalizmin gelişimine paralel olarak kent ve kır nüfusunda ciddi altüst oluşlar, sınıfsal bileşimin hızlı değişimi, bu dönüşümün nesnel zeminiydi.

ABD'nin yeni sömürgesi durumundaki bu ülkelerde antiemperyalist mücadeleler burjuva iktidarları hedef alan toplumsal mücadelelerle birleşiyor, gerek sol reformist güçler, gerekse silahlı devrimci alternatifler hızlı bir yükseliş gösteriyordu. Birçok ülkede Ailende gibi halkçı, antiemperyalist reformist güçler hükümet olmuştu. Silahlı kent gerillası tipindeki örgütlerin militanları her bir ülkede on binlerle sayılacak hale gelmişti. Kıta çapındaki bu gelişme, Latin Amerika'da başlıca egemen emperyalist güç olan ABD bakımından da ciddi kaygılar yaratıyordu. Emperyalist kapitalist dünya sisteminde de Soğuk Savaş kapsamında oluşturulan dengelerin ciddi bir tıkanma içinde olduğu, emperyalist burjuvazinin neoliberal politikalarla bu tıkanmayı aşmaya çalıştığı bir dönemdi. Toplumsal mücadelelerin ve özellikle de silahlı devrimci seçeneklerin böylesi toplumsal dayanak sahibi olduğu koşullar altında Latin Amerika ülkelerinde ekonomik ve toplumsal sürecin bu dünya koşullarına uygun örgütlenmesi imkansızdı. Tersinden bu tıkanma sürecinin işçi sınıfı ve emekçilerin mevcut sosyal, siyasal ve ekonomik kazanımlarının gasp edileceği sermayeye sınırsız özgürlük politikalarıyla aşılabileceği gerçeği, büyüyen halk hareketlerini de tavizlerle yatıştırma olanaklarını ortadan kaldırıyordu.

Emperyalist kapitalist dünya sisteminin ve kıtada devrim-karşıdevrim arasındaki ilişkilerin bu tablosu çerçevesinde Latin Amerika'da ardı ardına askeri faşist darbeler patlak verdi. 1973'te Şili'deki Pinochet darbesini diğer ülkeler izledi. Faşist askeri darbelerle iktidara gelen cunta hükümetleri, “terörizme karşı” savaşı kıta çapında ve ABD elebaşılığında (veya şefliğinde) ortaklaştıran Operacion Condor (Akbaba Operasyonu) kapsamında istihbari ve askeri destek ve dayanışma içine de girdiler.

Arjantin'de de durum kıta genelinden farklı değildi. Geniş işçi ve emekçi kitleleri derin toplumsal dönüşümler için sokaklardaydı. Grevler ve direnişler birbirini izliyordu. Dahası, devrimci güçler bu mücadeleler içinde kök salmış, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle derin bağlar geliştirmişti ve silahlı kent gerillası biçiminde örgütlenerek sınıf mücadelesinin en ileri biçimlerini etkin biçimde büyüyen ve genişleyen halk hareketinin hizmetine sokuyorlardı. Yapılan en ufak ekonomik ve siyasi reformlar dahi devrimci mücadelenin gelişimine yarıyordu. Ayrıca özellikle PRT-ERP'nin benzer çizgideki örgütlerle içine girdiği Devrimci Koordinasyon Cuntası (JCR) aracılığıyla kıtasal çapta koordinasyon arayışlarında devrimci mücadele ciddi bir stratejik mevzi kazanıyordu. Sol peronist gerilla kuvvetleri gitgide Peron çizgisinden uzaklaşırken, general Peron'un temsil ettiği ana akım da kendi soluyla bağlarını kopararak hızla daha da gericileşiyordu. 1973'te sol Peronistleri hedef alan Ezeiza katliamı bu anlamda bir dönüm noktası olmuştu. Peron ve ekibinin, 40'lı yıllarda olduğu gibi işçi ve emekçileri büyük tavizler ve iyileştirmelerle yönetmesinin maddi koşullan artık yoktu. Hükümetteki Isabel Peron, halk tarafından sevilmiyordu. Hükümeti döneminde bir kontrgerilla örgütlenmesi oluşturarak devlet terörünü yaygınca devreye sokmasına rağmen yükselen devrimci gelişimle başa çıkamamış, diğer taraftan işbirlikçi burjuvazinin değişik klikleri arasındaki çatışmalar da şiddetlenmiş ve hükümetin krizini derinleştirmişti. Arjantin egemen sınıflan, büyüyen halk hareketinin ve devrimci mücadelenin kuşatması altındaydı.

Bu çerçevede Arjantin burjuvazisinin en gerici unsurları, Sovyet yanlısı kesimin hegemonyası altında, 24 Mart 1976'da askeri faşist darbe yoluyla kıtada yaşanan en kanlı faşist cunta süreçlerinden birini başlattılar. Sovyetler Birliğiyle iktisadi-siyasi ilişkiler yürüten kimi generallerin hegemonyasındaydı.

Cunta Yılları

Arjantin'de 24 Mart 1976'da Isabel Peron hükümetini deviren askeri faşist darbe ile başlayan cunta iktidarının resmi adı "Ulusal Yeniden Örgütlenme Süreci” idi. Bu sürecin ilk cuntası general Videla'nın şefliğinde General Orlando Ramon Agosti ve Amiral Emilio Massera'dan oluşuyordu (1976-1981). Bunu faşist generaller Viola, Galtieri ve Bignone'nin yönetimindeki üç farklı cunta hükümeti izledi.

1976 darbesiyle birlikte mevcut anayasanın üzerinde hükme sahip ve anayasal nitelikte dört temel belge yürürlüğe girdi, böylece anayasa fiilen askıya alındı. Bu dört belge, "Yeniden Örgütlenme Süreci'nin amaçları, programı, iç tüzüğü ve cunta başta olmak üzere yasama, yürütme ve yargı organlarının kurumsal işleyişini düzenliyordu.

Tüm siyasi partilere ve sendikalara müdahale edildi. Tüm kilit noktalara askerler atandı. Eski hükümetin kadrolarının önemli bir bölümü (4 bini aşkın kişi) yolsuzluk suçlamasıyla tutuklanarak tasfiye edildi. Cuntanın ilk işlerinden biri Peronizm döneminde işçi sınıfı ve emekçilerin kazandığı her türlü hakkı gasp etmek oldu. Binlerce kitap yakıldı. Gabriel Garcia Marquez ve Neruda'nın kitaplarından, çocuklara sevgi ve paylaşımı aşılayan masal kitaplarına kadar çok sayıda kitap yok edildi.

Cunta yönetimleri faşist devlet terörünü devreye sokarak büyük bir vahşet uyguladı. 19761983 yıllan arasında 4 ayrı cuntanın birbirini izlediği kesintisiz askeri faşist diktatörlük döneminde 30 bin devrimci ve muhalif kaybedildi. 10 bin devrimci ve muhalif katledildi. 500 bin kişi de sürgüne gitti. Katledilen ve kaybedilenlerin ana gövdesini PRT-ERP ve Montoneros gibi silahlı devrimci örgütlerin kadro ve sempatizanları oluştursa da, reformist sendikacılardan, darbeye "eleştirel destek” tutumu alan Komünist Partiye dek tüm ilerici, antifaşist ve burjuva demokratik güçler bu devlet terörünün kurbanları oldu.

Faşist general Jorge Rafael Videla durumu “Arjantin 'de barışı tesis etmek için ölmesi gereken herkes ölecektir” sözleriyle açıklıyordu. Ülkede insan hakları ihlalleri olduğuna dair uluslararası basında sesler yükselmeye başladığında ise, “insan da biziz, hak da biziz” açıklamasıyla ünlüydü General Videla.

Ülkede bugünkü resmi belgelere göre 364, demokratik örgütlenmelerin verilerine göre yaklaşık 600 gizli işkence merkezi kuruldu. Bunların en belli başlıları Campo de Mayo, ESMA (donanma okulu) ve La Perla idi. Her birinde binlerce kişi kaybedilmişti. Kaybedilenlerin önemli bir bölümü, aylar ve kimi durumlarda yıllar süren işkenceli sorgulardan sonra uçaklarla 1520 kişilik gruplar halinde okyanusa atılmıştı. Uyutularak denize atılmalarının Hıristiyan dinince en iyi yöntem olduğunu vaaz eden ise Katolik Kilisesi'nin bizzat kendisiydi. Askeri helikopterler yıllar boyunca sürekli okyanus kıyılarında alçak uçuşlarla cesetlerin kıyıya vurup vurmadığını kontrol ettiler. Hamile kadınlar işkence merkezlerinde doğum yaptıktan sonra kendileri okyanusa atılırken, çocukları çalınarak zengin ailelere ve askerlere evlatlık verildi. Kaybedilenlerin %40'u kadın, bunların %10'u hamileydi.

Faşist Diktatörlüğe Karşı Mücadelede Devrimci Güçlerin Rolü ve Silahlı Direniş

Faşist diktatörlük karşısında devrimci güçler Arjantin halkına silahlı mücadele çağrısı yaparak devrimci savaşımı yükseltmek istediler. Bu temelde gerek gerilla güçlerinin silahlı eylemleriyle, gerekse faşist diktatörlüğe karşı halk örgütlülüğün düzeyini, kitle mücadelesinin gücünü ve devrimci ve antifaşist güçler arasındaki eylem birliğini yükseltme çabalarıyla darbeyi ayakta karşıladılar. Önderleri başta olmak üzere sayısız kadro ve militanlarım kahramanca direnişlerde şehit verdiler. Bu süreçte Arjantin'de başlıca iki silahlı devrimci örgüt vardı. Biri, Devrimci İşçi Partisi ve onun gerilla gücü Devrimci Halk Ordusu (PRT-ERP), diğeri de sol peronist Montoneros örgütü idi. Her biri sendikalardan öğrenci örgütlenmelerine dek kitle hareketi içinde yaygın bir örgütlülüğe ve binlerce kişilik gerilla gücüne sahipti.

Devrimci örgütlerin faşist darbe karşısındaki kararlı ve iradi duruşları, öngördükleri düzeyde bir mücadeleyle diktatörlüğü püskürtmeye yetmedi. Faşist diktatörlük karşısında dövüşerek aldıkları yenilgi, Santucho gibi devrimci önderlerin kuşatmalarda direnerek şehit düşüşü, gerek cunta karşısında gelişen halk direnişine, gerekse sonraki kuşakların mücadelesine güç ve soluk verdi. Ancak askeri diktatörlüğün kıyıcılığı ve vahşeti, karşıdevrimin örgütlülük ve hazırlık düzeyi karşısında tutunamadılar ve cunta döneminin ilk yıllarında tamamen ezilerek dağıtıldılar.

Her şeyden önce, kıta çapında gelişen askeri faşist darbeler karşısında devrimci güçlerin hazırlıkları, ABD güdümündeki cunta örgütlenmelerini hep bir adım geriden izledi ve sonuçta yetersiz kaldı. Örneğin PRT-ERP'nin de içinde bulunduğu, Şili, Uruguay ve Bolivyalı benzer çizgiden devrimci örgütlerce oluşturulan Devrimci Koordinasyon Cuntası (JCR), aslında Akbaba Operasyonu'na öngörülü bir yanıttı, ama eyleme geçemeden ve kendisini gerçek anlamda örgütleyemeden, Şili'deki Pinochet darbesi, oluşumun başlatıcısı olan MIR'i ezdi ve dağıttı. PRT-ERP, silahlı savaşımı yükseltme ve önderliğini ülke dışında konumlandırma kararı aldı, buna uygun çeşitli örgütsel düzenlemelere karar verdi, ancak bunları gerçekleştiremeden, darbeden sadece 4 ay sonra PRT yönetimi, lideri Santucho da dahil, katledildi. Ülke içinde devrimci güçler arasında ittifak girişimleri sürüyordu, belli bir koordinasyon oluşmuştu, ancak tamamlanamamış ve darbenin gelişimi karşısında hepten sona ermişti. Buna, bu örgütlerin Isabel Peron döneminde kurulan kontrgerilla örgütlenmesi Arjantin Antikomünist İttifakı'nın (AAA-Triple A adıyla bilinir) ağır darbeleriyle cunta öncesinde de zayıflatıldığını eklemek gerek. Arjantin'de cuntacıların stratejisi zindanlarda teslim almaya değil kaybetme yoluyla fiziken yok etmeye dayalı olduğundan, zindanlarda da örgütlü bir direniş ya gelişmedi, ya da sesini dışarıya duyuramadı (Arjantin'de işkence merkezlerine ve zindanlara girenlerin ana gövdesi, asla dışarıya çıkmadı. Örneğin Campo de Mayo'ya giren yaklaşık 4000 devrimci ve muhaliften sadece 50'si sağ çıkabilmişti.)

PRT-ERP'nin askeri faşist darbe karşısında yaptığı ilk açıklama, “Arjantinliler, silah başına!” başlığını taşıyordu. Daha önceki askeri darbe deneyimlerinden yola çıkarak 1976 darbesinin geçici bir süreç olduğunu ve darbecilerin kısa süre sonra seçimlere giderek çekileceğini savunan birçok sol çevrenin aksine PRT-ERP bunun kalıcı bir durum olduğunu, askeri diktatörlüğün bir devlet yapılanması olarak kendini kurumsallaştırma niyetinde olduğunu ve ta ki diktatörlük halk mücadele since yenilgiye uğratılana ve devrimci bir hükümet iktidarı alana dek partinin ve halk kitlelerinin içinde mücadele edeceği koşulların bu yeni devlet yapılanması olduğunu belirtiyordu. PRT-ERP, askeri örgütlenme düzeyi ve eylem gücünün yükseltilmesi, işçi sınıfının omurgasını oluşturacağı bu direniş sürecinde fabrikalarda "direniş komitelerinin” oluşturulması, halkın özsavunma örgütlerinin ve güçlerinin geliştirilmesi, diğer antifaşist örgütlenmelerle birlikte "Diktatörlüğe Karşı Demokratik Yurtsever Cephe” oluşturulması gibi perspektifler geliştirdi. İlk birkaç ay boyunca yeni siyasi koşullan kavrayışına uygun olarak polise, askeri hedeflere ve Renault, Ford Motors, Loreal gibi tekellerin bürolarına yönelik çok sayıda bombalama eylemleri gerçekleştirdi. Aynca 3 Haziran'da yapılan bir toplantı ile Mario Roberto Santucho başta olmak üzere örgütün belli başlı önder kadrolarının yurtdışına çıkarılarak güvenliklerinin sağlanması kararını aldı. Bu karardan sadece iki hafta sonra, 19 Temmuz 1976'da bir ev baskınında Santucho, PRT önderliğinden yoldaşları ile birlikte katledildi. Santucho'nun katledilmesinin ardından ERP bir süre eylemlerine devam etti. Şubat 1977'de cunta şefi faşist general Videla, Buenos Aires havaalanından uçakla kalkışa geçtiği esnada ERP gerillalarının bombalı saldırısına uğradı. Videla saldırıdan kılpayı sağ kurtuldu. 1976 ve 1977 yılı boyunca hemen hemen her hafta birden fazla polis, asker ya da büyük kapitalist silahlı saldırıya uğruyordu. Bunlar ERP güçlerinin ya da sol peronist Montoneros'un gerçekleştirdiği eylemlerdi. Ancak PRT önderliğinin katledilmesi, PRTERP güçlerinin diktatörlük karşıtı direnişin geliştirilmesine yönelik öngörülerini hayata geçirmeleri bakımından dönüm noktası oldu. Örgütün aldığı bu ağır darbeden sonra sağ kalan iki önderden Mattini Avrupa'ya geçti. İtalya'da yapılan bir kongre ile ERP'nin dağıtılması kararı alarak silahlı mücadele hattını tasfiye etti. ERP komutanı Gorriaran Merlo ise bir diğer kadro grubuyla birlikte Nikaragua'ya geçerek FSLN saflarında savaştı.

Montoneros örgütü görece daha uzun süre silahlı eylemlerini sürdürdü. Faşist darbe patlak verdiğinde "Üçüncü Ulusal Askeri Kampanya” adını verdikleri silahlı eylem sürecini başlattılar. Temmuz 1976'da Arjantin Federal Polis müdürlüğüne gerçekleştirdikleri bombalı saldırıda 23 kişi öldü. Ağustos 1976'da o sırada dünya kupası hazırlıklarından sorumlu olan faşist general Omar Carlos Actis'i öldürdüler. Eylül ayında bir polis otobüsünü havaya uçurdular, toplam 33 ölü ve yaralı ile sonuçlandı. Diktatör Videla'ya, Ekim 1976'da bir bombalı suikast düzenlediler. Fiat, Mercedes Benz ve Chevrolet gibi faşist darbede payı olan tekellerin büroları da bombalı saldırılardan nasibini aldı. Ekim ve Kasım aylan boyunca polis şeflerine, tekellerin bürolarına, askeri ve polisiye hedeflere yönelik irili ufaklı sayısız bombalama gerçekleştirildi. Aralık 1976'da Savunma Bakanlığı bombalandı, 14 kişi öldü. Nisan 1977'de Hava Kuvvetleri Ofisi bombalandı. 1978'de Dünya Kupası basın merkezine konulan bombanın imha edilmesi sırasında çok sayıda polis öldü. Aynı yıl Haziran ayı boyunca çok sayıda polis hedefine dönük roketatar saldırılan gerçekleştirildi.

Montoneros örgütünün Ulusal Yönetim üyeleri ve belli başlı önder kadroları 1976 yılının ortalarından başlayarak sonlarına doğru Meksika'ya, oradan da 1978 yılı Ocak ayında Küba'ya geçerek buradan yönetimi sürdürmeye çalıştılar. 1979 yılında müfrezeler halinde eğitilmiş Montoneros gruplan (bir kısmı diktatörlük yıllarında Lübnan'da askeri eğitim görmüştü) Brezilya hattından Arjantin'e geçti. 1979-1980 yıllarında 100'den fazla Montoneros gerillası ülkeye yasadışı giriş yaparak silahlı mücadeleyi yükseltmeye çalıştı ancak tamamına yakını katledildi, kaybedildi ya da işkencede çözüldü. Montoneros'un dışarıdan giriş yapan savaşçılarına yönelik saldırılar Akbaba Operasyonu çerçevesinde Uruguay polisi ile işbirliği halinde yürütüldü. Bu da gerillanın eylem gücünü sınırladı. 1980'den itibaren Montoneros liderliği Küba'dan Avrupa'ya geçti. Dışarıdan giriş yapan grupların da fiziki tasfiyeye uğraması ve giderek kitle bağlarının da daralmasıyla Montoneros'un silahlı eylemleri de son buldu.

Faşist Diktatörlüğe Karşı Direnişin Omurgası: İşçi Sınıfı, Grevler, Direnişler ve Devrimci Hareket

İşçi sınıfı askeri faşist darbeye grev ve direnişlerle yanıtladı cevap verdi, onu işçi sınıfı

Gerek Montoneros, gerek PRTERP işçi sınıfını aynı sözcüklerle tanımlamışlardı: "diktatörlüğe karşı mücadelenin omurgası”. Sol peronist Montoneros'a dahi bu yorumu yaptıran kuşkusuz işçi sınıfının geçmişten gelen mücadele deneyleriyle askeri faşist diktatörlük karşısında en diri ve mücadeleci duruşu sergileyen toplumsal güç olmasıydı.

Faşist cunta ülkenin en büyük işçi konfederasyonu CGT (Genel İşçi Konfederasyonu) dahil 62 sendikal örgütlenmeyi yasaklamış, yüzlercesine müdahalede bulunmuştu. Cunta sürecinde binlerce sendikacı ve işçi önderi kaçırıldı ve katledildi ve geri kalanların çoğunluğu sürekli baskı ve takip altında tutuldu.

Faşist cuntanın ekonomi bakanı Martinez de Hoz yönetiminde "Ekonomik-Sosyal Yeniden Örgütlenme” adıyla uygulanan politikalara göre sendikalara politik faaliyet yasaklandı. Sosyal güvenlik, banka vb sektörlerde sendika hakkı tamamen yasaklandı. 21400 sayılı Endüstriyel Güvenlik Yasası ile grev hakkı lağvedildi, katılanlara 6 yıl, örgütleyenlere 10 yıl hapis cezası getirildi. Lokavt yasası düzenlendi ve işyerlerine gerekçesiz lokavt hakkı tanındı. Daha önce İş Sözleşmesi Kanunu'nunca belirlenen tüm haklar ve tüm Toplu İş Sözleşmeleri iptal edildi. İşyeri temelinde sendikal örgütlenme yoluyla sendikal parçalanma teşvik edilirken, merkezi sendikal örgütlenme yasaklar ve baskılarla dağıtıldı. Öyle ki cunta şefleri 1983'te yönetimden çekilirken "1976'da 500 olan sendika sayısını bugün 1500'e çıkardık” sözleriyle övünüyorlardı.

24 Mart darbesinin hemen ardından çeşitli fabrikalarda cılız da olsa grev ve direnişler başlamıştı. Bunların tamamı kanla ve ateşle ezilse de, çok sayıda sendikacı ve işçi önderi kaybetme teröründen nasibini alsa da işçi sınıfı direnişi büyütüyordu. Mücadelelerin merkezinde askeri diktatörlüğün %12'lik sefalet zammına karşı % 50 zam talebi, grev hakkını yasaklayan 21400 sayılı Endüstriyel Güvenlik Yasasına karşı lağvedilen Toplu Sözleşmelerin, sendikal hakların ve emek reformlarının yeniden geçerli kılınması ve 8 saatlik işgünü talepleri duruyordu. 1976 1977 yılları boyunca Cordoba, Buenos Aires ve Rosario eyaletlerinde Luz y Fuerza, General Motors, Mercedes Benz, İKA Renault, Standart Oil, La Cantabrica, Pegueot gibi önemli fabrikalarda grevler, iş yavaşlatma ve sabotaj eylemleri özellikle otomotiv sektöründe parçalı, tekil ve kendiliğinden direnişler biçiminde olmakla birlikte sıklıkla ortaya çıkıyordu.

Devrimci örgütler başlangıçta bu grev ve direnişlerde çeşitli düzeylerde rol oynadılar. İşçi grevlerinin tekellerin bürolarına ve patronlara yönelik fabrika içi milis eylemleriyle, öğrenci eylemlerinin çeşitli fakültelerde kurulu olan polis merkezlerine yönelik silahlı vuruşlarla belirgin bir eşgüdüm içinde gitmesi, merkezilikten yoksun olsa da devrimci örgütlerin sürece belli bir müdahalesinin olduğunu gösteriyordu. Yine Mercedes Benz, General Motors, Luz y Fuerza gibi grevlerin yoğun olduğu fabrikaların yakın geçmişe dek Montoneros ve PRT-ERP'nin ciddi bir örgütlülüğe sahip olduğu işletmeler olduğu gözetilirse bu bağ daha da açık hale geliyordu. İki örgütlenme de o dönemde işçi grevlerinin kendiliğinden ve parçalı niteliğine dikkat çekiyor, bunların sarı sendikalizmin pençelerine düşme tehlikesine vurgu yapıyordu. Buna rağmen başlangıçta kitle direnişi ile devrimci hareket aynı kanaldan akıyordu.

Öte yandan faşist terör dizginsizce ilerliyordu ve daha diktatörlüğün birinci yılında devrimci örgütlerin kadro kaybı binlerce idi. Devrimci kadro ve militanların, taraftarların, sempatizanların fiziki olarak yok edilmesine paralel olarak devrimci güçlerin kitle mücadelesiyle bağları da koptu, önderlik düzeyinde aldıkları darbelerle birleşen bu durum, onları gelişen grevleri merkezi düzeyde koordine etme, yönetme gücünden yoksun bıraktı. Böylece giderek artan biçimde, iki devrimci örgütün seyrekleşen ve güçten düşen silahlı eylemleri ile tabanı genişleyen, eylem gücü büyüyen işçi grevleri ve kitle mücadeleleri ayrı kanallardan akmaya başladı.

7879'da işçi grevleri merkezi eylem çapma ulaşmaya başladığında burada peronizmin, sendikal reformizmin görece diri antifaşist kesimleri artık belirleyici idi.

İşçi grev ve direnişleri bu çerçevede merkezinde ücret zammı ve grev hakkı duran tekil, parçalı, kendiliğinden direnişlerden merkezi örgütlenmelere, genel grev hattına doğru ilerledi. Bu süreçte 25'ler Komisyonu, Emek ve İşyeri Komisyonu, 20'ler Komisyonu gibi çok sayıda sendikal çekirdek oluştu. Bunların ezici çoğunluğu Peronist hareketin çeşitli bölüklerini kapsıyordu. Bu sendikal çekirdekler oluşurken sendikal hareket içinde iki ana çizgi belirginleşiyordu. Biri, diktatörlüğe karşı mücadele hattının geliştirilmesini savunan, diğeri de "diyalogcu kanat” olarak bilinen bu iki çizgi giderek kendi içlerinde ayrı ayrı merkezileşti. Birinci çizgi 25'ler Komisyonu'nda (daha sonra 1980 yılında yasak olan CGT'yi CGT-Brasil adıyla yeniden açacaklardı), ikinci çizgi de Genel İşçi Komisyonu'nda (CNT daha sonra CGT'yi CGT-Azopardo ismiyle yeniden açacaklardı) ifade buluyordu.

Bunların yanı sıra Montoneros örgütü Ağustos 1976'da CGTR (Devrimci Genel İşçi Konfederasyonu) adıyla bir sendikal merkez örgütlemeye çalışmış ancak güçlü kitle bağları oluşturamayan bu merkez Montoneros'un seyrine bağlı olarak dağılmıştı.

Faşist diktatörlüğe karşı gelişen işçi mücadelelerinin ezici çoğunluğuna 25'ler Komisyonu önderlik etti.

Sessizliği Yırtan Çığlık: Plaza de Mayo Anneleri

İşçi direnişleri esasen diktatörlüğün emek düşmanı politikalarına karşı bir özsavunma biçiminde gelişirken, Arjantin'de faşist cuntanın kirli savaş suçlarına karşı kitlelerin dolaysız hesap sorma mücadelesinin ilk mevzisi, direnişleriyle Cumartesi Anneleri dahil dünyanın bir çok ülkesinde gelişen mücadelelere örnek olmuş olan Plaza de Mayo Annelerince açıldı.

Faşist terör giderek azgınlaşıyor, binlerce devrimci, sendikacı, işçi önderi kaybetme terörüne maruz kalıyordu. Cuntanın faşist terörü esasen gözaltında kaybetme saldırısı temelinde gelişiyordu.

Çocuklarına ulaşmak için çalmadık kapı bırakmayan ve adlarını, seslerini duyurmak için her perşembe eylem yaptıkları Plaza de Mayo'dan (Mayıs Meydanı) alan Anneler, ilk eylemlerini, Peronist Gençlik (sol peronizmin gençlik kanadı, son yıllarda giderek Montoneros'un etkisi altına girmişti) üyesi oğlu ve gelini kaybedilen Azucina Villaflor de Vicenti'nin öncülüğünde 14 kadın olarak 30 Nisan 1977'de yaptılar.

Annelerin mücadelesi doğrudan faşist cuntayı teşhir temelinde gelişiyor, çocuklarının sağ bulunması ve sorumluların yargılanması, hareketin temel taleplerini oluşturuyordu.

Elbette bu mücadele de bedelsiz olmadı. Üçüncü haftadan itibaren her hafta polis saldırısına uğradılar, yerlerde sürüklendiler, ancak bu mevzide ısrar ettiler. İmza topladılar. Dilekçeler yazdılar. Aynı yıl 10 Aralık'ta İnsan Haklan Günü vesilesiyle kayıp çocuklarının isimlerinden oluşan bir gazete ilanı yayınladılar. O gece evler basıldı. Azucena Villaflor gözaltına kaybedildi. Azucena'nın resmi, Plaza de Mayo Anneleri'nin elindeki kayıp resimlerine eklendi. Sonrasında birçok Anne daha kaybedildi. Ancak Anneler eylemlerine son vermedikleri gibi çeşitlendirdiler. Kendilerini resmi kurumların kapısına zincirleyerek, gazete ilanları vererek seslerini duyurmaya devam ettiler.

1978'de, Videla'nın cuntanın propagandası için kullanmaya niyetlendiği Dünya Kupası süresince Arjantin halkının eylemlerini, faşist cuntayı teşhir protestolarını engellemek için, içlerinde Annelerin ve destek veren kimi avukatların da olduğu 400'den fazla insan, kaçırılıp, kaybedildi. Bu süreç aynı zamanda Annelerin seslerini dünyaya duyurmalarına vesile oldu. Anneler "Çocuklarımızdan, torunlarımızdan, babalarımızdan haber alamıyoruz” yazılı bir pankartla kameralara görünmeyi başardılar. Annelerin çığlığı sessizliği yırtmış, Arjantin'deki vahşeti dünyanın gözleri önüne sermiş, ülkede de kayıp terörünün ve faşist saldırganlığın etkilediği herkese ses ve cesaret olmuştu.

Faşist Cuntaya Karşı Mücadelenin Tabanı Genişliyor

1977 sonunda işçi sınıfı cephesinden gelişen mücadelelerde önemli bir dönüm noktası yaşandı. İlk ulusal çapta grev olarak demiryolu grevi gerçekleştirildi. Ağır sanayi dallan başta olmak üzere çeşitli işletmelerde yerel grevler de giderek yaygınlaştı. 27 Nisan 1979'da ise 25'ler Komisyonu'nun çağrısıyla faşist diktatörlüğe karşı ilk genel grev patlak verdi. Kasım 1980'de CGTBrasil adıyla CGT'yi yeniden kurarak sendikal örgütlenmede önemli bir adım atan 25'ler Komisyonu, 22 Temmuz 1981'de ikinci genel grevi örgütledi. Bu grevlerin her biri kaybetme ve işkencelere mal olsa da grevler azalmak yerine yaygınlaştı.

1978 yılı sonlarından itibaren Arjantin halkının faşist diktatörlüğe karşı mücadele şiarlarına Şili ile barış talebi de eklendi. Cunta hükümeti, Şili ile Arjantin arasında yıllardır var olan toprak anlaşmazlıkları temelinde şovenist ve savaş yanlısı bir politika izliyordu. Bu politika, SSCB'nin Beagle Kanalı üzerinde ABD ile yürüttüğü hegemonya savaşının da bir yansımasıydı. Daha sonra gerek gelişmekte olan halk hareketinin basıncı, gerekse 1981 sonunda Viola'dan cuntayı devralan Galtieri'nin tam ABD yanlısı bir hatta girmesiyle Şili'ye yönelik saldırgan politikalar sona erecekti.

Plaza de Mayo Annelerinin merkezinde durduğu politik baskı ve yok etme saldırısına karşı mücadele de önemli kazanımlarla ilerliyordu. 1978 sonuna gelindiğinde uluslararası alanda kayıplar ve işkence sorunu teşhir olmuş ve Plaza de Mayo Anneleri beyaz başörtüleriyle bu mücadelede sembolleşmişlerdi. Cunta hükümeti bu mücadeleyi güçten düşürmek için iki önemli adım attı. İlki, Aralık 1978'de kayıp yakınlarının eylemlerini ve bir araya gelmelerini tamamen yasaklamak oldu. Ama Anneler bu kez, kiliselerde toplanmak yasaklanamayacağı için, kiliselerde ayin görüntüsü altında toplanmaya başladılar. İkinci adım ise, 1979 yılı ortalarında çıkarılan “Kaybolma Nedeniyle Ölüm Varsayımı” yasasıydı. Yasaya göre son beş yıl içinde kendilerinden haber alınamayanlar ölü sayılıyordu. Bu aynı zamanda kayıp ailelerine de bir rüşvet teklifiydi. Zira ölenlerin mirasını ve varsa aylığını almaları mümkün hale geliyordu. Aileler (sadece Plaza de Mayo'ya çıkma cesareti gösterenler değil, daha kitlesel biçimde) bu rüşveti reddederek mücadelelerini sürdürdüler. 1980'e gelindiğinde artık Plaza de Mayo'da toplananların sayısı 14 değil, 2000'di.

Faşist diktatörlüğe karşı mücadelenin bu üç önemli kanalı, talebi ve şiarı giderek aynı kanalda buluşuyor, kitlesel ve birleşik bir halk direnişi halini almaya başlıyordu.

7 Kasım 1981'de, Emek Kilisesi olan San Cateyano kilisesine geleneksel yürüyüş günü vesilesiyle CGT-Brasil'in örgütlediği “İş, Barış, Ekmek” yürüyüşü bu bakımdan önemli bir köşetaşı oldu. 50 bin kişinin katıldığı bu yürüyüş, diktatörlüğe karşı gerçekleştirilen ilk açık kitle eylemi olmasının yanı sıra, işçi sınıfının temel hak taleplerini ve Şili'ye yönelik saldırgan siyasetin son bulması talebini birleştiriyordu. Bundan iki ay sonra, Ocak 1982'de cunta genel merkezi önüne düzenlenen bir yürüyüşte ise Plaza de Mayo Anneleri ile işçiler ilk kez bir araya geldiler.

La Multipartidaria: Burjuva Muhalefet Kendini Örgütlüyor

Arjantin burjuvazisinin iki köklü siyasal geleneği olan radikaller ve peronistlerin değişik kesimleri ve örgütlerinden oluşan burjuva muhalefet de bu gelişime paralel olarak kendini örgütlemeye ve yükselen toplumsal mücadelenin önderliğini almaya hazırlanıyordu. Temmuz 1981'de radikallerin çağrısıyla 5 burjuva parti bir araya gelerek, “Multipartidaria” (“çok partili platform” anlamına geliyor, metnin devamında Partiler Platformu olarak geçecektir) kuruldu. Amacını “cuntaya demokratik geçişi hızlandırma yönünde baskı oluşturmak” olarak belirleyen Partiler Platformu, tüm toplumsal kesimlere yönelik bir “Ulusa Çağrı” yayınlayarak, “Ulusal Uzlaşma” çağrısı yaptı. Örgütlenmenin tepesinde “Kalıcı Siyasi Cunta” isimli yapılanma bulunuyordu.

Siyasi Cunta, 1981 yılı sonlarında Partiler Platfromu'nun taleplerini 7 madde ile formüle etti. Bu 7 madde şunları kapsıyordu: 1-Hukuk devletine geçiş, insan haklan ihlallerinin son bulması. 2-Siyasi, sendikal yapılar ve öğrenci faaliyeti üzerindeki yasak ve baskıların son bulması. 3-Seçimlere gitmek üzere somut planlama yapılması. 4-Acil ekonomik program. 5-Gerçek ücretlerin yeniden tesisi ve toplu iş sözleşmelerinin yeniden yürürlüğe konması. 6-Eğitimde iyileştirme. 7-Devletin iletişim araçlarına serbest ulaşım.

Böylece Siyasi Cunta, askeri faşist diktatörlüğe karşı mücadelenin başlıca güçleri olan işçi sınıfının, öğrencilerin, aydınların/gazetecilerin ve Plaza de Mayo Anneleri ile insan haklan örgütlenmelerinin temel taleplerini program edinerek bu mücadelenin merkezi düzeyde ve kendine bağlı olarak askeri cuntaya karşı koordinasyonunu üstleniyordu.

Bu süre boyunca toplumsal mücadeleler içindeki etkisini merkezileştiren ve yükselten Partiler Platformu, sendikalar, insan haklan örgütleri ve öğrenci örgütleri ile birlikte 30 Mart 1982'de ülkenin tüm eyaletlerinde "askeri diktatörlük sonuna yaklaştı” sloganıyla bir yürüyüş düzenledi. Plaza de Mayo'daki gösteride 100 bin kişi buluştu. Eylemde sendikal önderler de dahil olmak üzere binlerce kişi gözaltına alındı.

Malvinas Savaşı: Faşist Diktatörlük Ölümcül Bir Yara Alıyor

Aralık 1981'de faşist general Galtieri bir saray darbesiyle Viola'nın yerini almıştı. Videla ve Viola cuntalarının aksine Galtieri ABD'nin "koşulsuz müttefiki” idi. Böylece cunta iktidarı üzerinde SSCB hegemonyası dönemi kapanmış, ABD hegemonyası tamamlanmış ve hegemonya savaşı ABD'nin zaferiyle sonuçlanmış oluyordu.

Galtieri cuntası, ülkeyi sarsan 30 Mart eyleminden sadece 3 gün sonra, gerek Arjantin burjuvazisinin yıllardır gündeminde olan bir toprak sorununu çözüme kavuşturmak, gerekse cuntaya soluk aldırmak hedefiyle 2 Nisan 1982'de Malvinas (Falkland) Adaları'na asker çıkardı. Malvinas adaları İngiltere'nin sömürgesi durumunda olan ve geçmişten beri Arjantin'in üzerinde hak iddia ettiği topraklardı. Malvinas Savaşı, ulusalcı duygulan ve antiemperyalist eğilimleri faşist cuntaya yedeklemeyi de amaçlıyordu. Ancak bunun tam aksine, zaten toplumsal mücadelelerin epeyce yıprattığı cunta hükümetine ölümcül bir darbe indirdi. Başlangıçta burjuva milliyetçi bir patlama yaratan Malvinas Savaşı ve bu 74 günlük savaşta alman ezici yenilgi, kitlelerin geri döndürülemez biçimde sokağın yolunu özgürleştirmesi ve askeri faşist diktatörlüğün işbirlikçi niteliğinin teşhir olması gibi iki önemli sonuç doğurdu.

Malvinas Savaşı, Partiler Platformu içinde de sert tartışmalara sahne oldu ve savaş süresince 3 kanat oluştu. Bunlardan birincisi, radikallerden Carlos Contin önderliğinde, demokratik ve sosyal taleplerin askıya alınması ve askeri cuntanın Malvinas hamlesinin desteklenmesini savunuyordu. Radikallerden ve peronistlerden çeşitli liderlerin başı çektiği ikinci bir kanat, Malvinas hamlesinin desteklenmesi ancak acilen ve kalıcı olarak sivil demokratik bir hükümet kurularak Malvinas sorununun çözümünün de bu hükümete bırakılması yönünde tutum aldı. En azınlıkta kalan kesim ise, radikallerden Alfonsin'in önderliğinde, hem demokratik ve sosyal taleplerin hiçbir erteleme olmadan sürdürülmesini savunuyor, hem de Malvinas Savaşı'na topyekün karşı çıkıyordu. Sonuçta Partiler Platformu Malvinas sürecini destekledi ve kitle eylemlerinde askeri cuntaya açık desteğini ilan etti, ancak sivil demokratik hükümet talebini zayıf da olsa sürdürdü. Süreç, Alfonsin cephesinin güçlenmesi sonucunu doğurdu.

22 Eylül 1982'de CGT-Brasil Plaza de Mayo Meydanı'na yönelik bir kitle gösterisini de kapsayan genel grev örgütledi. Grevin şiarı "İş, Barış, Ekmek” idi. Malvinas gazileri ve yakınları da cunta karşıtı mücadelenin güçleri arasına katılmış, mücadelenin talepleri arasına savaş mağdurlarına tazminat ve sosyal güvence talebi eklenmişti.

16 Aralık 1982'de Anneler, 10 bin kişilik Direniş Yürüyüşü'nü gerçekleştirdiler. Bir makine işçisinin katledilmesi üzerine gerçekleşen bu eylemde ilk kez değişik toplumsal kesimler bir arada yasadışı devlet örgütlenmelerini açıkça teşhir ediyordu. Bu yürüyüşler daha sonra gelenekselleşerek cuntacıların yargılanması mücadelesinin önemli bir takvimsel gününe dönüşecekti. Öte yandan CGT'nin iki kanadı da giderek birbirine yakınlaşıyor, sendikal hareketin "diyalogcu kanadı” CGT Azopardo 6 Aralık 1982'de genel grev örgütlüyordu. (1983 seçimlerinden sonra bu iki kanat birleşerek CGT'yi yeniden kuracaktı). Greve katılım %100 olarak gerçekleşti.

Savaş, Galtieri cuntasının da sonunu getirdi ve yerine dördüncü cunta olan Bignoni cuntası geçti. Bignoni cuntasının esas görevi, son temizlikleri yapmak ve yerini parlamentoya bırakmak olacaktı. Bignoni cuntası, kaçırma, kaybetme ve işkencelerde hız kesmenin aksine, faşist devlet terörünü tırmandırarak seçimlere hazırlanıyor, Partiler Platformu ile cuntacılara af kapsamında uzlaşma arayışlarını sürdürüyordu.

Büyüyen direniş de parlamentonun açılması vaadi karşısında hız kesmemiş, aksine, yeni seçilecek hükümet üzerinde büyük basınç oluşturacak şekilde eylemlerini artırmıştı.

Burjuva Demokrasisine Geçiş Süreci

1983'te, hem kendi içindeki çelişkiler, hem de faşist diktatörlüğe karşı mücadelenin iyice yıprattığı cunta yerini parlamentoya bıraktı. Bu geçiş aynı zamanda cuntacılar ile burjuvazinin iki temel siyasi kanadı olan Radikaller ve Peronistler arasında da sıkı bir pazarlık sonucu gerçekleşmişti.

Cuntanın çekilişinde, seçimler ve parlamentonun yeniden açılmasında etkisi olan temel faktörler şunlardı: birincisi, faşist diktatörlük güçten düşmüş ve artık faşist teröre rağmen gelişmekte olan direnişi bastıramaz hale gelmişti. İkincisi, ülkede risk oluşturabilecek bütün örgütlü devrimci odaklar tümüyle ezilmiş ve dağıtılmış, bu anlamıyla cunta kısa vadeli görevini tamamlamıştı. Üçüncüsü, uluslararası konjonktür ve özellikle de ABD'nin Latin Amerika için yeni konsepti olan Project Democracy'ye (Demokrasi Projesi) de tamamen uygun bir adımdı. Dördüncüsü, Arjantin burjuvazisi devrimci ve ilerici hareketin ezildiği ve neoliberal politikaların tüm hızıyla devreye sokulacağı bu dönemde kozlarını serbestçe paylaşmak istiyordu. Bu istek nedeniyle cunta iç çelişkiler bakımından da epey yıpranmış, saray darbeleri birbirini izlemiş ve uzlaşamaz hale gelmişti.

1983 seçimleri Radikal Parti'den Alfonsin'i hükümete getirdi. Böylece askeri faşist diktatörlükten burjuva demokrasisine geçiş süreci açıldı. Askeri faşist darbenin anayasayı askıya alarak yürürlüğe koyduğu anayasal nitelikteki 4 temel belge iptal edilerek Arjantin Anayasası darbe öncesi haliyle tekrardan yürürlüğe kondu. Askeri cunta döneminin tüm kadroları temel yönetim mekanizmalarından çekildi. Cunta döneminde askıya alınan kurumsal işleyiş yeniden oluşturuldu.

Bu geçiş süreci, cuntacılara karşı mücadelede yeni bir dönemin başlangıcıydı: Cuntacıların yargılanması, faşist terörün tüm sorumlularının yargılanarak mahkum edilmesi. Kayıpların akıbetinin açığa çıkarılması. Bu talepler artık mücadelenin merkezinde duracaktı. Özetle, “Dokunulmazlığa (Impunidad) Karşı Mücadele” dönemi başlıyordu. Zira ilk andan itibaren cuntacıların olabildiğince az zararla kurtarılması hedefleniyordu.

“Cunta Yargılamaları”

30 Ekim 1983 seçimlerinde yarışan başlıca iki aday vardı: Radikallerden Sivil Radikal Birlik (UCR) adayı Raul Alfonsin ve peronist Adalet ve Kurtuluş Cephesi'nin (FREJULI) adayı Italo Luder.

Alfonsin, 1975'te Isabel Peron hükümeti döneminde Arjantin Antikomünist İttifakı (Triple A) isimli kontrgerilla örgütlenmesinin işkence ve katliamlarına yönelik oluşturulan ve ülkenin hak ihlallerini sistematik biçimde ele alan ilk insan haklan örgütlenmesi olan Kalıcı İnsan Haklan Meclisi'nin (APDH) kurucuları arasındaydı. 1976 darbesi sonrasında baskı altındaki muhaliflere, sendikacılara, kayıp ve tutsak yakınlarına ücretsiz avukatlık yaptı. Yine 1976'da o yılların sayılı muhalif siyasi dergilerinden Propuesta y Control'ü (Öneri ve Denetim) kurdu. Özellikle de Malvinas Savaşı sürecinde savaşa ilk karşı çıkan aydınlar cephesi içinde yer alarak giderek burjuva siyasette öne çıktı.

Seçim kampanyasının merkezinde cuntacıların yargılanması vaadi durdu. Dahası, güçlü rakibi olan peronistleri de temelde, askeriye ile sendikal önderler arasında diktatörlük suçlarının yargılanmayacağına dair bir "askeri-sendikal pakt” yapıldığının teşhiri ile ekarte etti. “Sendikal önderler” deyince akla gelen peronist partinin belli başlı kadrolarının hemen hemen tamamıydı.

Italo Luder'in seçim kampanyası ise genel formüllerin ötesine geçememiş, dahası son cuntanın yargılanmamasını güvence altına alan yasal düzenlemeler karşısında hayırhah tutum almış olması nedeniyle de Alfonsin karşısında epeyce güç kaybetmişti. Sonuçta Alfonsin %51.7 oy oranı ve açık farkla seçimleri kazandı.

Alfonsin hükümetinin kuruluşu, Arjantin burjuvazisinin yeni bir "toplumsal uzlaşma” hamlesiydi. Askeri diktatörlüğün devrilmesinde çok temel bir rol oynayan kitle mücadelesinin talepleri dikkate alınmaksızın Alfonsin hükümetinin yaşaması ve cuntacıların yolunu açtığı ekonomik ve siyasal dönüşümleri gerçekleştirmesi olanaksızdı. Kendisini hükümete taşıyan seçim hamlesinin merkezinde cunta yargılamaları duruyordu. Bu nedenle Alfonsin'in hükümeti devraldıktan üç gün sonra geçirdiği ilk yasa, cunta döneminin sorumlularının yargılanmasına ilişkin 158 Sayılı kararnameydi. Bu kapsamda ilk üç cuntanın sorumluları olan faşist generaller yargılandı. 4. Cunta, yani Bignoni cuntası bu yargılamaların dışında kaldı. Çünkü Bignone cuntasının gitmeden önceki son icraatı, 4. Cuntayı kapsayan bir "Kendini Af Yasası” çıkarmak ve faşist diktatörlük döneminin suçlarıyla ilgili tüm belgeleri imha etmek olmuştu.

Cunta Yargılamaları adıyla bilinen yargılamalar öncesinde meclise bağlı bir "Ulusal Gözaltında Kayıplar Komisyonu” (CONADEP) kuruldu. Komisyonun 50 bin sayfalık "Nunca Mas” (Bir Daha Asla) isimli raporunu teslim etmesinin ardından yargılamalar başladı.

Yargılamalar, gerçeğin ancak bir bölümü yansıtabilen raporun işaret ettiği suçlamaların da çok az bir bölümünü kapsadı. Esas olarak ilk 3 cuntanın bileşenleri ve belli başlı sorumluları olan Jorge Rafael Videla, Emilio Eduardo Massera, Roberto Eduardo Viola, Armando Lambruschini, Raül Agosti, Ruben Graffigna, Leopoldo Galtieri, Jorge Anaya ve Basilio Lami Dozo gibi generaller yargılandı. 9 Aralık 1985'te Videla ile Massera ömür boyu hapse mahkum olurken, diğerleri 17 ile 25 yıl arası hapis cezalan aldılar. Cezalandırmalar darbecilik nedeniyle değil, darbe sonrasında işlenen tek tek suçlar nedeniyleydi. Örneğin General Videla 66 cinayet, 93 işkence ve 300 adam kaçırma vakası ile suçlandı.

Dokunulmazlık Yasaları

Cunta yargılamalarının üzerinden çok geçmeden, elde edilen kazanımlar ordu güçlerinin kesintisiz baskısı altında bir bir geri alınmaya başlandı.

Alfonsin 24 Aralık 1986'da Punto Final (Son Nokta) Yasası'nı çıkardı. Buna göre askeri diktatörlük döneminde işlenen suçlardan sorumlu tutulan kişilerin yargılanması ve takibi tamamen son bulacak, yani cunta döneminin sorgulanmasına "son nokta” konacaktı. Bu, çift taraflı bir yasaydı ve aynı dönemde "terör suçu” işlediği iddia edilen devrimci örgütlerin ve ilerici ve antifaşist güçlerin bileşenleri de artık yargılanamayacaktı.

Alfonsin hükümeti iki ateş arasında kalmıştı. Bir yanda toplumsal mücadelenin cuntacıların yargılanması yönündeki basıncı, diğer yanda bizzat burjuva ordu komuta kademesinin ve subayların cuntacıların yargılanmaması yönündeki basıncı.

Punto Final yasasının geçmesiyle her iki kesimin sınırlı da olsa yatıştırılması umulmuştu ama bu hamle de yeterli olmadı. 1987'de ilk "Carapintadas" (Boyalı Yüzler) isyanı patlak verdi. Boyalı Yüzler, cunta dönemindeki insanlık suçlarına yönelik yargılamaların son bulması ve cezaların iptali talebiyle binlerce subayın katıldığı belli başlı dört ayaklanma ile daha ufak çapta çok sayıda eyleme verilen isimdi. Bu ayaklanmalar, cuntacı orduyu devralan parlamenter hükümetler için büyük bir basınç oluşturdu. Elbette, burjuva parlamentarizmin de dayandığı ordu, aynı işkenceci cuntacı orduydu.

İlk isyanla birlikte binlerce subay isyana geçerken, isyanın merkezini cunta döneminin en vahşi kıyımlarının yaşandığı Campo de Mayo kışlası oluşturdu. Alfonsin orduya müdahale emri verdi, ancak ordu Alfonsin'e itaat etmeyeceğini ve isyana müdahale etmeyeceğini bildirdi. Diğer taraftan milyonlarca kişi sokaklara çıkarak isyancıların teslim alınmasını ve cuntacılarla birlikte yargılanmasını talep etti. CGT anayasal hükümet lehine genel greve gitti. Ülke günlerce iç savaş tehlikesiyle sarsıldı. Yeniden askeri faşist darbe tehdidi gündemdeydi. Alfonsin halka açık konuşmasında, isyancılardan eylemine son vermesini istemek üzere sadık birlikleri devreye soktuğunu açıkladı, ama gerçekte tek bir birlik bile Alfonsin'in emrine uymadı. Ve Alfonsin, Campo de Mayo'ya bizzat giderek isyancı askerlerle masaya oturmak zorunda kaldı.

Görüşmede taviz verilmediği açıklanmıştı ancak kısa süre sonra isyanın ne karşılığında son bulduğu açıklığa kavuştu. 4 Haziran 1987'de “Zorunlu İtaat Yasası” çıkarıldı. Buna göre, Silahlı Kuvvetler, Polis, Gizli Servis ve tüm diğer güvenlik kuramlarına bağlı tüm personel, diktatörlük döneminde işlenen suçlar nedeniyle yargılanamazdı, çünkü “emir kuluydular”. Ki emirleri veren, zaten Cunta Yargılamaları döneminde hüküm giymiş bulunan üst düzey polis ve subaylardı. Albaylıktan daha aşağı rütbedeki tüm personel bu yasadan yararlanacaktı.

Boyalı yüzler isyanları ve dokunulmazlık yasalarıyla birlikte burjuva partiler cephesiyle toplumsal mücadelenin çeşitli bileşenleri arasındaki toplumsal uzlaşma da son buldu.

1988'de ikinci Boyalı Yüzler isyanı patlak verdi. Binlerce asker hakkında, bu iki isyan nedeniyle toplam 430 dava açıldı. Üçüncü isyan da 1 Aralık 1988'de deniz kuvvetlerinden başlayarak yayıldı. Talepleri, Zorunlu İtaat Yasasının kapsamının genişletilerek cunta üyeleri hariç tüm askeri personeli kapsaması (o ana dek albaylıktan aşağı rütbeleri kapsıyordu) ve daha önceki Boyalı Yüzler isyanlarına katılanlara yönelik yargılamaların son bulmasıydı. Ordu üzerinde fiilen otoritesi bulunmayan burjuva hükümet talepleri kabul etti.

Dördüncü isyan ise hükümetin orduya yönelik müdahalelerini protesto amaçlıydı.

Punto Final ve Zorunlu İtaat Yasaları, o tarihten sonraki yargılamalar için geçerliydi. Yani geçmiş yargılamalar geri alınmıyordu. Ancak Menem hükümeti burada durmadı ve bir dizi af yasası da çıkardı. 7 Ekim 1989'da ve 30 Aralık 1990'da iki ayrı af yasasıyla daha önce yargılanmış olan cuntacılar affedildi. Askeri isyan nedeniyle tutuklu olan Boyalı Yüzler subayları da af kapsamındaydı. Yine Malvinas savaşındaki yönetim zafiyetinden ötürü yargılanmış olan Galtieri ve diğer askeri şefler de bu çerçevede affedildi. Af kapsamındaki bir diğer kesim ise, yasanın “eşitlikçi” yönünü vurgulama amaçlı olarak, cunta öncesinde gerilla mücadelesi veren PR-TERP, Montoneros, FAL gibi örgütlerin sorumlularıydı. Cuntacılara af yasasının ne kadar “eşitlikçi” olabileceğinin açık ve kanlı kanıtı ise, “affedilen” gerillaların, birkaç istisna hariç, zaten cunta tarafından katledilmiş ya da kaybedilmiş olmalarıydı.

1990'da ise cunta şefleri Videla, Massera, Viola, Orlando Ramon Agosti ve Armando Lambruschini, işkenceci Ramön Camps ve Ovidio Riccheri de affedildi. Montoneros lideri Firmenich de af kapsamındaydı. Diktatörlüğün ekonomi bakanı ve cuntacılıktan yargılanıp hüküm giymiş tek sivil olan Jose Alfredo Martınez de Hoz ve yine geçen bir yıllık sürede isyan etmiş olan Boyalı Yüzler de affedildi.

Böylece cuntacılık nedeniyle tutuklu olan hiç kimse kalmadı.

Menem'in af yasalarıyla birlikte çıkardığı, kayıp yakınlarına tazminat ödenmesini öngören yasalar ise, kayıp yakınlarının ve demokratik örgütlerin büyük tepkisine hedef oldu. Kan parası reddedildi.

Dokunulmazlığa Karşı Mücadele

Menem dönemi sonrasında faşist cuntacıların yargılanması mücadelesi, “Dokunulmazlığa Karşı Mücadele” biçiminde büyük bir ilerleme kaydetti. Plaza de Mayo Anneleri eylemlerini sürdürüyor ve tüm toplumsal mücadelelerde yer alıyordu. Bilinen işkencecilerin evleri tespit ediliyor ve önünde “escraches” denen ünlü teşhir eylemleri yapılıyordu. “Burada bir katil yaşıyor” içerikli 50100 kişilik eylemlerle, afişlerle, pullamalarla işkenceciler mahalleye teşhir edilerek bulundukları yerde barınamaz hale getiriliyordu. Darbenin yıldönümünde gerçekleşen eylemler kitlesellik kazanmıştı. Ve cuntaya karşı mücadelede yeni bir dinamik daha ortaya çıktı: Nineler ve Evlatlar! Aradan yıllar geçmiş, kayıpların artık geri dönmeyeceği, vahşi işkencelerden sonra okyanusun sularına gömüldükleri acı gerçeği açığa çıkmıştı. Anneler artık yaşlanmış ve “Nineler” olmuşlardı. Ancak kaybedilen hamile ve çocuklu kadınların bebeklerinin çalınarak asker ailelerine ve zenginlere evlatlık verildiği söylentisinin peşine düşen Anneler ve Nineler, bu gerçeği açığa çıkarmışlardı.

Cuntacılara karşı mücadele büyürken, ordu cephesinden itiraflar gelmeye başladı. Kimi eski subaylar kayıpların okyanuslara atıldığına şahit olduklarını itiraf ettiler. Yine 1995'te Arjantin genelkurmay başkanı Martin Balza yaşananların daha fazla inkar edilemeyeceğini belirterek kamuoyu önünde özür diledi. Genelkurmay başkanını Kilise ve piskoposluk izledi.

1996'da faşist cunta karşıtı bütün güçlerin ve değişik sendikal ve siyasal örgütlenmelerin katıldığı, darbenin yıldönümünde düzenlenen yıllık "Bellek Gerçek ve Adalet” yürüyüşleri başladı ve onbinlerce kişiyi sokaklara döktü.

1998'de ise kaybedilen ve çalman bebekler sorunu af yasaları kapsamına girmediğinden, Faşist general Videla başta olmak üzere birçok işkenceciye yeniden yargı yolu açıldı. Çok sayıda cuntacı hakkında soruşturma başlatılarak birçoğu ev hapsine alındı.

Cuntacıların yargılanması mücadelesi git gide büyüyor ve kazanımlarla ilerliyordu.

2001 Ayaklanması: Cuntacılara Karşı Mücadelenin Bir Dönüm Noktası

Herkes 19 Aralık 2001'de patlak veren Arjantin ayaklanmasının işsizler hareketinin başını çektiği ve ekonomik kriz sonucunda gelişen bir başkaldırı olduğunu bilir. Öyleyse bunu, "cuntacılara karşı mücadele” olarak nitelemenin anlamı nedir?

Arjantin'de kirli savaş yıllarına duyulan öfke o kadar derin, o kadar toplumsallaşmış, o kadar kitlesel ve o kadar doğaldır ki, her gelişen toplumsal mücadelede onun izi vardır. Arjantin ayaklanması, bir kitle başkaldırısı haline geldiğinde, işsizler başta olmak üzere çeşitli kesimlerin büyük direnişleri ülkeyi baştanbaşa sarsıyordu. 19 Aralık'ta De la Rua hükümetinin "sıkıyönetim” ilan etmesi, ayaklanmanın patladığı an oldu. Sıkıyönetim nedeniyle sokağa çıkmanın yasak olduğu gün, sokakta ve dahası tam da Plaza de Mayo'da olanların ağzında kayıplar mücadelesinin sembolü olan "Nunca Mas” (Bir daha asla!) sloganı vardı. Sıkıyönetim ilanı ve cunta yıllarının faşist terörünün hayaletinin Arjantin sokaklarına inişi karşısında, o ana dek biriken öfke patladı. "Bir daha asla!” kararlılığı, Başkan De la Rua'nın sıkıyönetim kararını elinde patlatmış ve onu birkaç saat içinde helikopterle Kongre Binasının damından kaçırtmıştı.

Arjantin ayaklanması, Arjantin'deki sınıf mücadelesi bakımından çok önemli bir dönüm noktası oldu. Burjuvaziyle, burjuva siyasetle, burjuvazinin tüm politik temsilcileriyle, işsizleri de kapsamak üzere işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar arasındaki yarılmanın ana bir çizgi olduğu bu dönüm noktası "Que Se Vayan Todos” (Hepsi Gitsin) sloganında ifade buluyordu. Sanayi proletaryası ile köylülük gibi Arjantin devriminin iki temel toplumsal gücünün süreçle zayıf ilişkilenişi nedeniyle daha fazla ilerleyemeyen ve devrimci öncülerin nicel ve nitel zayıflıklarına bağlı olarak kendi iktidar alternatifini ortaya çıkaramayan bu süreç, ayrı bir incelemenin konusu.

Ancak burada konumuz bakımından önemli olan, Arjantin burjuvazisinin dört hükümet deviren bu ayaklanmayı kontrol altına alabilmek ve gelecek mücadeleleri tutuşturacak bir kıvılcıma dönüşmesini engellemek için çok büyük tavizler ve siyasal hamlelerle uzun vadeli bir politikayı devreye sokma zorunluluğuydu.

K Hükümetleri ve Dokunulmazlık

2001 ayaklanması sonrası süreçte Arjantin burjuvazisinin temel politikası, burjuva demokrasisiyle yatıştırmak ve adım adım verilen kimi tavizlerle halk örgütlenmelerini bölmek, yedeklemek ve hareketin tümünü bu yolla düzene geri emmekti. Önce Nestor Kirschner ve sonra eşi Cristina Kirschner öncülüğündeki ve birbirinin devamı olan, Arjantin halkının K hükümetleri' diye adlandırdığı sürecin misyonu tam da bu oldu.

K hükümetleri, halk mücadelesine öyle ufak tefek, sınırlı, kırıntı düzeyinde değil gerçekten büyük tavizler vermek zorundaydı ve verdi de. İlk ödün, Arjantin'de cuntaya karşı mücadelenin temel talebi olan dokunulmazlık yasalarının iptaliydi. Bu, 30 yıllık emeğin, ödenen bedellerin ve yürütülen ısrarlı ve belleği güçlü mücadelenin büyük bir kazanmaydı. Ama bu aynı zamanda 2001 ayaklanmasının da büyük bir kazanmaydı. 2003 yılında Menem yasaları iptal edildi. Parlamentonun bu kararı temyiz mahkemesine taşındı ve 14 Haziran 2005'te Yüksek Adalet Mahkemesi anayasaya aykırı oldukları gerekçesiyle her iki yasanın iptalini onayladı. Kararın gerekçesi, "insanlığa karşı işlenen suçlar af kapsamına giremez ve zaman aşımına uğrayamaz" biçimindeydi. Bu karar alındığı tarihte çoğu ev hapsinde olmak üzere tutuklu ya da mahkemelik durumda olan cuntacıların sayısı oldukça azdı ve sadece bebeklerin çalınması nedeniyle yargılanabilmişlerdi.

Etchecolatz Davası

Dokunulmazlık yasalarının iptali sonrasında başlayan ilk dava, Miguel Etchecolatz'a karşı Eylül 2006'da başlayan dava oldu. İlk kez bu mahkemede cunta dönemine dönük biçimde soykırım kavramı suçu mahkeme heyetince telaffuz edildi.

Etchecolatz davasının seyri, cuntacıların yargılanması mücadelesinin hala bedeller isteyerek sürdüğünü bir kez daha gösterdi. Çünkü eski bir kayıp olan Julio Lopez, davada tanıklık etmeden bir gün önce kaçırıldı ve kaybedildi, (nota not - kayıp durumundayken bırakılmış olabilir!) Daha önce de davaya bakan hakimlerin önemli tehdit mektupları ve telefonları aldıklarını bildirdikleri dava sürecinde Lopez'in kaybedilmesi, tüm tanıklara ve kayıp yakınlara verilmiş bir gözdağıydı.

Lopez'in kaybedilmesi, bunca bedel ödemiş bir mücadeleyi bastırmaya yetmezdi ve yetmedi de. İlerleyen günlerde onbinlerce kişi, “30001. Kayıp! Bir Daha Asla! Julio Lopez'i Sağ İstiyoruz” pankartlarıyla sokağa çıktı. Ne yazık ki Lopez'den bir daha haber alınamadı.

Buenos Aires'teki 21 zindanın sorumlusu olan Etchecolatz ise bu davada kanıtlanan çok sayıda işkence ve kaybetme suçundan ömür boyu hapis cezası aldı.

Mücadelenin Kazanımları

Mücadelenin bugünden bakarak elde ettiği kazanımlar arasında en başta gelenler, Arjantin halkında 2001 ayaklanmasında da yansımasını bulan güçlü bir bellek yaratması ve devlet terörüne karşı refleksin sürekli diri kalmasını sağlamasıdır. Cuntacılara karşı mücadele, güncel savaşımlardaki canlılık ve kararlılığın da en önemli unsurlarından biri.

Somut kazanımlar bakımından ise, öncelikle yargılamalan sayabiliriz. Bugün 1000'i aşkın cuntacı hakkında süren çok sayıda dava var ve 100'ü aşkın cuntacı da yüksek cezalar aldı. Bunlardan bazılan şöyle:

Videla: Menem affıyla serbest kaldıktan sonra 1998'de bebek çalma suçlamasıyla ev hapsine alındı. 10 Ekim 2008'de ev hapsi kaldırıldı ve trajik biçimde cunta döneminin en kanlı işkence merkezi ve şimdi adli cezaevi olan Campo de Mayo'ya kondu. 49 ayn dava da sürüyor.

Bignoni: Cunta döneminin sonunda “Kendini Af Yasası” çıkarması nedeniyle ilk cunta yargılamalan dahil tüm süreçlerden kendini kurtardı. 20 Nisan 2010'da 82 yaşındayken Campo de Mayo işkence merkezindeki 56 ayn işkence nedeniyle 25 yıla mahkum edildi. Birlikte yargılanan 7 ordu ve polis şefi de 1725 yıl arası cezalar aldılar.

Menendez: Menem affıyla serbest kaldıktan sonra 2008'de yine tutuklandı. 24 Haziran 2008'de La Perla'da 4 PRT'linin kaçırılması, işkence ve kaybedilmesinden sorumlu tutularak ömür boyu hapse mahkum edildi. Ev hapsinden alınarak adli hapishaneye götürüldü.

Cristino Nicolaides: 19 Aralık 2007'de 6 Montoneros üyesini kaçırma, yasadışı biçimde özgürlüğünden mahrum bırakma ve kaybetme suçlarından 25 yıl aldı.

Alfredo Astiz: ESMA komutanlarından. 2008 yılında ömür boyu hapse mahkum oldu. Askeri hapishanede tutuluyor ve adli hapishaneye nakli isteniyor.

Cristian Von Wemich: Katolik kilisesinin temsilcisi Rahip Von Wemich, cunta döneminde çok sayıda işkence suçuna ortaklık etti. 9 Ekim 2007'de 7 cinayet, 42 kaçırma ve 32 işkence olayı nedeniyle müebbet hapis cezası aldı. Kilise halen aforoz etmedi ve rahiplikten atmadı.

Bir diğer kazanım, kaybedilenlerin akıbetine ilişkin bulgular elde edilmesi oldu. Örneğin Plaza de Mayo Annelerinin öncüsü Azucena Villaflor'un kemikleri, Haziran 2005 'te kaybedilen başka iki Anne ile birlikte okyanusta bulundu. Adli tıpta kemiklerin kimliği kanıtlandı. Villaflor'un külleri bugün Plaza de Mayo meydanındaki piramidin içinde anıt olarak bulunuyor.

Bir diğer kazanım da kayıp çocukların bulunması veya durumlarının açıklığa kavuşturulması oldu. 500 kadar çocuktan 7'sinin öldürüldüğü kesinleşti. 61'inin kimliği belirlendi ve bunların içinde 31 'i hakkında vesayet davaları sürüyor.

Yine K hükümetleri döneminde cunta sürecinde Arjantin'den göç etmek durumunda kalan herkese, ülkeden çıktıkları tarihten cuntanın son bulduğu Aralık 1983'e dek ülke dışında geçirdikleri her gün için 75 pezo tazminat ödenmesi kararlaştırıldı.

Cuntaya Karşı Mücadelenin Tamamlanmamış Talepleri ve K Hükümetlerinin Niteliği

Arjantin'de faşist cuntacılara karşı mücadele, tüm dünyaya örnek olan güçlü yönlerinin yanında kimi önemli zayıflıklar da taşıyor. Bunun önemli bir boyutunu, mücadelenin Kirschner hükümetiyle ilişkilenişi ve Kirschner hükümetinin de cuntacıların yargılanması sorunundaki tavrı oluşturuyor.

Kirschner hükümetleri iktidara geldiğinde iki temel toplumsal sorunla karşı karşıyaydı. Biri işsizler hareketi, diğeri de cuntacıların yargılanması hareketi. K hükümetleri, her iki konuda da Peron'un meşhur kooptasyon politikasına sarıldılar.

İşsizlik konusundaki adım, işsizlik ve yoksulluk yardımlarım, keza kooperatif projelerini işsiz örgütlenmeleri yoluyla aktarmak, bu yolla bu örgütleri mücadele dinamiklerinden soyundurmak ve önce mali giderek de siyasi bakımdan hükümete bağlamaktı. Bu konuda ciddi adımlar attılar ve işsizler hareketi içinde önemli bir bölünmeye yol açtılar. 2001 ayaklanmasının önde gelen işsiz önderlerinden bazıları K hükümetlerinin sıkı müttefiki haline geldi.

Cuntacıların yargılanması mücadelesi bakımındansa dokunulmazlık yasaları kaldırıldı. Bu da 2001 ayaklanmasına verilmiş ödünlerin en büyüğüydü. Ancak ne yasaların iptali, ne de sonrasında açılan davalar, cuntacıların yargılanması yönündeki talepleri karşılıyor. Dahası, hareket içinde önemli bölünmeler ve yarıklar doğurarak ilerliyor.

K hükümetlerinin politikası, tıpkı Alfonsin döneminde olduğu gibi, ancak faşist cuntaya karşı mücadelenin 30 yıllık deneyimi ve basıncı karşısında daha tavizkar olmak üzere, cuntacıların belli bir kısmını yargılayarak, darbeciliğin kendisi cezasız bırakmak ve darbecilerin devlet mekanizmalarında tümüyle tasfiye edilmelerini önlemek.

Bunca cuntacı ceza almasına rağmen henüz bir "darbecilik” ve "soykırım” suçu tespit edilip mahkum edilmedi. Oysa bu mücadelenin en temel taleplerinden biriydi. Soykırım tanımlaması isteniyor, çünkü 30 bin kaybın tüm bir kuşağın fiziken yok edilmesi anlamına geldiği savunuluyor.

Davalar tek tek olaylardan açılıyor. Örneğin Bignone'yle birlikte yargılanan askeri sorumlular Campo de Mayo'da meydana gelen tek tek (toplamda birkaç düzineyi geçmeyen) işkence ve kaybetmeler nedeniyle ceza aldı. Ancak Campo de Mayo'da 4000 kişiden 50 kişi sağ çıktı. Menendez, en az 2000 devrimcinin katledildiği La Perla'nın yöneticisiydi. Ancak 4 PRT'linin katledilmesi nedeniyle ceza aldı.

Tüm bu davalarda iki grup yargılanıyor: Kurbanlar tarafından somut olarak teşhis ve teşhir edilmiş olanlar. Tespit edilmiş ve kanıtlanmış tek tek olaylarda sorumlu oldukları gerekçesiyle ordu ve polisin kumanda merkezlerindekiler.

Kirschner, diktatörlüğün tüm suçlularını yargılamayı ve mahkum etmeyi mümkün kılacak biçimde "devlet eliyle soykırımı” yargılayan bir mahkeme açma yönündeki tarihsel talebi ısrarla reddediyor.

Bunun kaçınılmaz sonucu ise, katillerin ve işkencecilerin tek tek ve olay başına yargılandığı, yüzlerce kurbanın, güvencesiz, korumasız biçimde (Julio Lopez gibi) biçimde ifade vermek ve her şeyi kanıtlamak zorunda oldukları yavaş ilerleyen mahkemeler oluyor.

Bu durumun ne kadar sınırlı bir yöntem olduğuna bir örnek daha: Yüzlerce gizli merkez var. Tanıklık yapan kurbanlar, tutsak bulundukları yıllar boyunca üç-dört farklı merkezde tutulmalarına rağmen gözleri sürekli bağlı olduğu için gardiyanlar dahil 23 kişiden fazlasını teşhir edemeyeceklerini belirtiyorlar. Bu, davaların tüm sorumluları açığa çıkarmaktan ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.

Julio Lopez'in kaybedilmesi, bunun kurbanlar bakımından ne kadar ciddi sonuçlara yol açabileceğini de gösterdi. Ancak Lopez olayından ne bir ders çıkarıldı, ne de olay hakkında ciddi bir soruşturma sürecine gidildi. ESMA'daki katliamların sorumlularından biri olan Hector Febres ise son çıktığı duruşmada "ben niye tek başıma yargılanıyorum” diyerek diğer suç ortaklan aleyhinde tanıklık edebileceği sinyalini vermişti. Bir sonraki duruşmadan 4 gün önce Febres zehirlenerek öldü. İntihar ettiği belirtildi. Ancak demokratik örgütler ölümün şüpheli olduğunu ve konuşmaya niyeti olanlara bir gözdağı niteliği taşıdığını belirtiyorlar. Febres'in zehirlenmesi de henüz ciddi bir soruşturmanın konusu olmadı. Ülkenin önemli gazeteleri ertesi gün "açık bir mesaj: kimse konuşmasın” başlığı atmış olsalar da.

Sadece ESMA'da dahi kimliği belirlenmiş ve teşhis edebilecek tanıkların bulunduğu 300 işkenceci var. Ancak mahkemeye çıkanların sayısı 10'u geçmiyor. Yine Circuito Camps isimli gizli işkence merkezinde ise kimliği belirlenmiş 1304 işkenceci var ancak 28'i hakkında dava açıldı.

Dolayısıyla daha hızlı işleyen mahkemeler ve gizli merkez esasına dayalı bir soruşturma talep ediliyor. Bu şu dernek: Her bir gizli işkence merkezi, gizli işkence merkezi olarak mahkeme tarafından tanınsın. Burada kimlerin o dönemde görev yaptığı da sabit olduğu için (hem mücadele içinde belli dönemlerde açılan arşivler ve hazırlanan raporlarla tespit edilmişti, hem de tespit edilmeyenler için arşivlerin açılması talebi kendini koruyor) tüm sorumlular yargılansın (hiyerarşinin üst kademelerinden başlayarak). Böylece şahidi olmayan kayıpların da hesabı sorulmuş olsun.

Son derece yavaş ilerleyen mahkemelerde görülen binden fazla dava var. Bu hızla giderse sadece birkaç işkenceci daha ceza alabilecek ve çoğu 80'li yaşlarda olduğu için bu durumda önemli bir kısmı ceza alamadan davalar düşecek, böylece dokunulmazlık ebedileşecek. Şimdiden Viola, Massera, Galtieri gibi cunta şefleri yargılanamadan öldü bile.

Bir diğer sorun, K hükümetlerinin gizli servis SİDE ve ordu arşivlerinin açılmasını asla kabul etmemesi.

Keza, süreci yavaşlatmada kasıtlı olarak rol oynayan hakim ve savcılara görevsizlik kararı verilmiyor.

Darbe döneminde ordu ya da poliste çalışmış olanlar ne görevden alındı, ne de bunlar tespit edildi.

Ceza alan darbecilerin önemli bir bölümü ev hapsinde veya askeri cezaevlerinde. Bunların adli cezaevlerine nakledilmesi isteniyor.

K hükümetleri bu konularda topu yargıya atıyor. Ancak meclisten geçecek tek bir yasa bu talepleri yanıtlayabilir.

Cunta Yargılamaları ve Güncel Mücadeleler

K hükümetlerinin bu politikalarının temelinde, burjuvazinin temsilcilerinin, burjuva güçlerin suçlarını yargılamada, halk hareketinin büyük basıncı altında olsa da ancak belli bir sınıra kadar ilerleyebileceği gerçeği yatıyor. Bunun somut görüngüsü, K hükümetlerinin cunta dönemine dair yargılamalarda attıkları adımlarla toplumsal mücadelelere yönelik baskıları tırmandırmaları arasındaki eşzamanlılık.

Af yasaları Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilirken, aynı gün, "terör” suçunun kapsamını genişletip muğlaklaştırarak, güncel mücadelelere yönelik yargılamaların önünü açan "Yeni Terörle Mücadele yasası” da mecliste kabul ediliyordu.

Güncel mücadeleler nedeniyle tutsak olan işçiler ve işsizler ile mahkeme sürecinde olan binlerce dava var.

Julio Lopez'in sağ bulunması için adım atılmadı. Ama daha da önemlisi, polisin bir gösteriye ateş açarak katlettiği ve hiç de cunta dönemine atfedilemeyecek olan, Carlos Fuentealba'nın katledilmesinde sorumluluğu bulunanlar yargılanmadı.

Tüm bunlar, cuntacıların yargılanması mücadelesini güncel toplumsal ve siyasal mücadeleyle birleştirmenin ne kadar kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. İki af yasasının iptali dahil cuntacıların yargılanması yolundaki mücadelenin tüm kazanımları güncel toplumsal mücadelelerin de bir kazanımı olarak gelişti (2001 ayaklanması örneği hatırlansın). Ve bu mücadele, güncelle bağını yitirip geçmişle sınırlanmaya eğilim gösterdiği her durumda sınırlandı ve güdükleşti. Bunun en somut örneği de Plaza de Mayo Annelerinin K hükümetleri karşısındaki tutumudur. Bu, Arjantin deneyiminin son derece önemli bir dersidir.

Yine geçtiğimiz yıl Carlos Menem'in, diktatörlük dönemi ekonomi politikalarını sürdürdüğü gerekçesiyle vatana ihanet suçundan yargılanması talebiyle düzenlenen bir gösteri de bu sınıra işaret ediyordu. Zira cuntacıları ve 1976 darbesini gerçekte tüm boyutlarıyla yargılamak, gerçekten de burjuva düzenin yargılanması anlamına geliyor. Arjantin'de cuntacıların yargılanması mücadelesi ilerledikçe, işçi sınıfı ve tüm halk kesimleri de işte bu gerçeği kendi deneyimleriyle öğreniyor. Hareketin daha ilk yıllarında devrimci önderlikten yoksun kalışı, “adalet” talebinin tüm kitleselliğine ve ısrarlılığına rağmen burjuva adaletin sınırlarını aşamayarak cuntacıların burjuva mahkemelerin sanık sandalyesine oturtulması talebiyle sınırlı kalmasını koşullamıştı. Ancak mücadelenin seyri içerisinde bu hareket, burjuva hükümetlerin ve yargı mekanizmasının cuntacıları yargılamada gösterdiği her direnişle burjuva adaletin sınırlarına çarparak burjuva düzeni ve onun güncel politikalarını sorguluyor; tersinden burjuva düzene yönelik her güncel siyasal/sosyal/ ekonomik mücadelesinde de cunta döneminin politikalarıyla mevcut burjuva hükümetlerin politikaları arasındaki bağı görüyor.

Plaza de Mayo Anneleri’nin Trajik Evrimi

Cuntacıların yargılanmasına karşılık Arjantin halkının ödediği bedellerin en büyüğü belki de Plaza de Mayo Anneleri'nin K hükümetlerine yedeklenerek toplumsal mücadelelerden kopması oldu. Plaza de Mayo Anneleri'nin bu trajik evrimi, mücadelenin kaderi bakımından tayin edici eşiğin, güncel toplumsal mücadeleyle ilişkileniş tarzı olduğunu acı bir deneyimle ortaya koydu.

Hebe de Bonafini önderliğindeki Plaza de Mayo Anneleri içinde geçmişten bu yana kimi sorunlar, çelişkiler yaşansa da esasen temel ilkeleri bakımından oldukça kararlı bir duruşları oldu. Bu ilkeler ana hatlarıyla şunlardı: Çocuklarının devrimci kimliğini ve mücadelesini sahiplenmek. Hükümetlerden bağımsızlığı korumak ve "kan parası” ve benzer tüm mali yardımları reddetmek. Güncel baskılara ve hak ihlallerine karşı tutum almak. Güncel toplumsal sorunlarla ilişkilenmek, grev ve gösterilere destek vermek.

K hükümetleri, bir dönüm noktası oldu. Bonafini önderliğindeki Anneler, K hükümetleriyle gitgide artan ve diğer toplumsal kesimlerin de tepkisini çeken bir yakınlaşma içinde oldular. Ancak 2008 yılındaki tarım grevleri başlayana dek, temel ilkelerinden köklü bir kopuş yaşamadılar.

K hükümetleri iktidara geldiğinde, önce, askeri faşist darbenin yıldönümünde gerçekleşen Bellek, Gerçek ve Adalet yürüyüşlerinden çekildiler, daha sonra da aynı gün aynı saatte festival örgütleyerek eylemleri böldüler. Daha sonra, cunta döneminden bu yana devam eden yıllık "Direniş Yürüyüşü' ne son verdiler. Açıklamalarında, ilerleyen yaşlarının yanı sıra politik nedenleri olduğunu belirttiler. "Bu tipten yürüyüşler artık gerekli değil, çünkü mevcut hükümeti düşman ya da kirli savaşın kayıpları konusunda duyarsız olarak görmüyoruz” dediler.

K hükümetlerinin tüm adımlarını desteklediler. Özellikle işsizler ve konut hareketine ilişkin kooptasyon politikalarının ürünü olan inşaat kooperatiflerinde etkin yer aldılar. Öyle ki, bu işletmelerde çalışan işçiler bir dönem ödenmemiş ücretlerin ödenmesi için greve çıktılar ve devletin resmi militarist güçlerince şiddetli biçimde bastırıldılar. Anneler, K hükümetleri döneminde aldıkları mali destekle Plaza de Mayo Üniversitesini açtılar.

Mücadele içinde bir yarılma meydana getiren ilk tutumları, Julio Lopez'in kaybedilmesi konusunda oldu. Hebe de Bonafmi, Lopez'in kaybedildiğinden kuşku duyduğunu ifade ederek sağ bulunması talebinin K hükümetlerini yıpratma amaçlı bir talep olarak niteledi. Bir diğer ayrıt edici hareket ise, Cristina Kirschner'e Plaza de Mayo Anneleri'nin diktatörlüğe karşı mücadelesinin tartışmasız sembolü olan beyaz başörtüsünü hediye etmesiydi.

Ancak Plaza de Mayo Anneleri'nin evriminin en trajik noktası, 2008 yılı tarım grevine yönelik tutumu oldu. Köylülüğe yönelik yıkım politikalarına karşı yoksul köylülük başta olmak üzere köylülüğün tüm kesimlerini harekete geçiren bu grev, tüm ülkede belli başlı bütün ihracat-ithalat yollarının kesilmesine ve köylülerle devlet güçleri arasında büyük çarpışmalara sahne olmuştu. Bu, 1920'lerden bu yana gelişen ilk köylü hareketiydi.

Bu süreçte Hebe de Bonafini tarım grevinin önde gelen temsilcilerini, darbecilikle ve hükümeti istikrarsızlaştırmakla suçladı. Bu önderlerin arasında Devrimci Komünist Parti ve sol Peronist örgütler gibi faşist cuntaya karşı mücadelenin önemli dinamikleri de vardı. Dahası Bonafini, bu gösterilerin şiddet yoluyla bastırılmasını talep etti. Ve yargıç Bonadio'ya dilekçe sunarak, 5 köylü önderinin "illegal örgütlenme”, "hücresel biçimde örgütlenmiş örgütlere üye olma” ve "terörist yöntemler kullanma” ve "şiddet eylemlerini teşvik etme” gibi suçlamalarla 15'er yıl hapse mahkum edilmelerini istedi. Ceza talebinin ancak ve ancak Yeni Terörle Mücadele Yasası’yla birlikte terör tanımının genişletilmesi temelinde mümkün olan yasal çerçeveye dayandırıldığını da vurgulamak gerek.

Yine yıllarca çocuklarının mücadelesini savunan Bonafini, K hükümetlerinin Bellek Müzesi projesini desteklerken şu sözleri kullanabildi: "Çünkü orada çocuklarımızı kullanan FAL olmayacak, onların devrim yapmak istedikleri dönemde kullandıkları stratejiler de olmayacak.”

Plaza de Mayo Anneleri’nin, Bonafini'nin açıklamalarında somutlaşan bu dönüşü, cuntacıların yargılanması için süregiden mücadelenin son yıllarda aldığı en ağır darbe oldu. Bu dönüş, mücadele içinde derin yarılmalar oluşturdu ve işçi ve emekçilerin K'lere dair yanılsamalarını da güçlendirdi.

Hareket içinde bu sürecin öncesinde ve esnasında kentler ya da mahalleler düzeyinde kimi ayrışmalar da baş gösterdi. Ana gövde örgütlü biçimde Bonafini çizgisini izlemeye devam ederken, oldukça ufak, parçalı ve birbirinden kopuk diğer girişimler de esasen güncel toplumsal mücadelelerle hiç ilişkilenmeyerek geçmişin takvimsel günleri temelinde bir araya gelmek ve kimi eylemlere katılım sağlamakla kendini sınırladı.

Arjantin Deneyimi Yol Gösteriyor

Arjantin'de gözaltında kayıplar ekseninde cuntacıların yargılanması mücadelesinin tabanı belli bir eşiği aştıktan sonra asla kitleselliğini yitirmedi ve halkla bütünleşti. Bunun nedenlerinden biri, kayıp terörünün yaygınlığı ve etkilediği kitlenin genişliğiydi. 10 bin yasal kılıf giydirilmiş infazı dışta tutarsak, salt gözaltında kaybedilenlerin sayısı 30.000'dir. Arjantin'in o dönemki nüfusu yaklaşık 30 milyondu. 30 bin kayıp, kaba bir hesapla şu anlama geliyor: Arjantin'de 6 yıl içinde her 1000 kişiden 1'i kaybedildi. Yine çok kaba bir hesapla, en azından her 100 kişiden birinin ailesinde bir gözaltında kayıp vardı. Her 10 kişiden birinin en az 1 tanıdığı, arkadaşı ya da komşusu kaybedilmişti. Bu tablo, Arjantin toplumunu tepeden tırnağa etkileyen, her eve ve her sokağa girip çıkan bir kayıp terörüne işaret ediyordu. Bu yüzden bu mücadele geniş yığınlarla güçlü bir duygusal bağ ve pratik ilişki içinde gelişti.

Bu mücadele kitleselliğini ve halkla derin bağını asla yitirmediği gibi, bir kez çıktığı sokak kapısının eşiğinden de asla içeriye geri adım atmadı. Ne baskı ve engellemeler, ne de taviz ve yatıştırma politikaları karşısında sokak mevzisinden vazgeçti.

Yine bu mücadele, belleğini asla kaybetmedi. Arjantin'de cuntacılardan hesap sorma mücadelesinin "bellek, gerçek ve adalet” mücadelesi adını taşıması hiç de tesadüf değil. Askeri cunta dönemi geçmişte kaldığı ve kitle mücadelesi Arjantin burjuvazisini burjuva demokrasisine mecbur kıldığı halde, cuntacılar hesap vermediği ve dönemin tüm karanlık yönleri aydınlığa çıkarılmadığı sürece asla geçmişte bırakılmayacağı kanıtlandı. Kirli savaş suçlan asla unutulmadı, asla affedilmedi. Hareket bunu bir genel slogan olmanın ötesinde pratik bir kılavuza dönüştürdüğü için, kayıpları, geçmişte bırakmadığı için de asla “geçmişi anma” ya da protesto tarzına düşmedi. Somut mevziler kazanma ısrarıyla ve kazandığı her bir mevziden yeni somut kazanımlara ilerleyerek yürüdü. Bu sonuç alıcı ısrar, mücadelenin uzun solukluluğunda belirleyiciydi.

Belleğini asla yitirmemesi, Arjantin'de işsizlerden öğrencilere, fabrika işçilerinden yerli halklara değin en geniş kesimleri ilgilendiren her güncel mücadelenin de yüksek bir demokrasi bilincine, siyasal baskılara karşı yüksek bir duyarlılığa ve öz savunma gücüne, ısrarlı bir sokak hattına ve meşruluğuna ve sonuç alıcı tarza sahip olmasını koşullayarak geçmişe yönelik bir hareket değil, güncel mücadelelerin temel bir dinamiği olmasını sağladı.

Arjantin'de cuntacılardan hesap sorma hareketinin temel özelliği olan bu kitlesellik, sokak hattı, sonuç alıcı tarz ve güncel mücadelelerle bağı ile bu hatta elde ettiği kazanımlar, tüm dünyada aynı içerikteki mücadelelere yeni bir soluk verdi. Şili ve Uruguay başta olmak üzere Latin Amerika ülkelerinde cuntacılardan hesap sorma hareketlerine dolaysız etkide bulundu.

Mücadele, henüz elde edilememiş talepleri kazanmak hedefiyle tüm hızıyla sürüyor. Bu deneyimin dersleri ve süregiden mücadeleleri ise, Türkiye-Kuzey Kürdistan ve tüm dünyada darbecilerin yargılanması mücadelelerinde yol açıcı bir örnek olarak öğretmeye devam edecek.

Sosyalist basının birçok kez dikkat çektiği gibi, tarihsel gerçeklerle yüzleşme istek ve yönelimi 21. yüzyılın girişinde toplumsal bir eğilim olarak boy verdi. Bu eğilimin temel itici gücü Kürt ulusal demokratik mücadelesidir. Diğer yandan, Ermeni ulusal topluluğunun demokratik uyanışını henüz başlangıcında ezmek amacıyla tertiplenen Hrant Dink katliamının ardından yüz binlerin katıldığı uğurlama, ironik bir şekilde bu eğilimin kendini göstermesinin katalizörü olmuştur. Toplumumuz köhnemiş burjuva cumhuriyetin büyük yalanları ve çarpıtmalarıyla keza inkar ederek yok saydığı büyük tarihi toplumsal gerçeklerle yüzleşiyor. Kuşkusuz bu durum toplumu geriyor, öfkelendiriyor, hesap sorma arzusunu uyandırıyor. Yüzleşme ve hesaplaşma eğilimi, toplumsal bilincin ve toplumsal psikolojinin, toplumsal değişim ve dönüşümün mayalanmakta olduğunun çok güçlü bir işaretidir. Yüzleşme ve hesaplaşma eğilimine konu olan sorular genelde antiemperyalist demokratik devrimin temel sorunları kapsamındadır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi