TEKEL Direnişi Ve İşçi Hareketin Yönü

Başbakan ve hükümet kendinden pek emin görünüyordu. Direnişin kısa sürede çözüleceğini, olmadı ilk polis saldırısıyla kırılacağını öngörüyor ve planlıyor olmalıydı... Bütün bunlar TEKEL direnişçilerinin sert kayasına çarptı. Hükümetin iktidar fiyakasını çizen, direniş kadar, ondan ayrı düşünülemeyecek dayanışmanın ve toplumsal meşruiyetin büyük gücü oldu. 77-78 günlük Ankara- Sakarya direnişi, hükümetle geçici bir denge durumu yaratarak, 4/C saldırısını yalnızca şimdilik püskürttü. Bunun dikkate değer bir kazanım olduğundan şüphe yoktur.

Fakat mücadelenin geleceği için kaygı duyanlar ‘sorun’un çözülmediğini, yalnızca uzlaşmazlığın dondurulduğunu bir an bile unutmamalıdırlar. Ankara-Sakarya TEKEL direnişi, sınıfın bir iç patlaması-direnişçi bölüğün sınıfa patlaması biçiminde sendikal düzeni ve işçi hareketinin iç dengelerini sarstı, işçi hareketinin kriz ve mayalanma haline cesaret, moral, kazanma azmi ve enerji yükledi. Ankara-Sakarya direnişinin burçlarında “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” bayrağını dalgalandırarak, Kürt ulusal sorununun emekçi çözümü talebini kendi tarzında yükseltti. Türbanlı ve başı açık işçi kadınlar, erkek sınıf kardeşleriyle omuz omuza direnişin en ön saflarında, hareketin en kararlı bölüğü içinde yer almanın onurunu taşımakta oluşları, hareketin bir başka çarpıcı özelliğidir. Yılbaşını ve yeni yılı Ankara’da karşılayan TEKEL işçileri, işçi sınıfı ve emekçiler, tüm ezilenler adına 2010’a gözüpek ve onurlu bir giriş yaptılar. Memlekete zemheride taze bir bahar havası yaydılar. Batı’da toplumsal muhalefete bir yaşam öpücüğü kondurdular.

TEKEL İşçileri Önce Kendi Kurulu Düzenlerine Başkaldırdı

İşçi sınıfı ve burjuvazi ya da burjuvazinin kolektif organı hükümetler arasındaki her uzlaşmazlık, bir kriz durumudur. Tabii, tersi de doğru, her kriz durumu uzlaşmazlık içerir, uzlaşmazlık yüklüdür. Ve istisna tanımaz biçimde her kriz (durumu), devrimci ve karşıdevrimci imkanlar barındırır. Her grev, her direniş kapitalist düzenin üzerine oturduğu emek-sermaye karşıtlığının patlamasından başka bir şey değildir. Bu anlar işçilerin patronlar sınıfına veya burjuvazinin kolektif çıkarlarının bekçisi siyasi kurumlara veya tek tek kapitalistlere karşı, kimileyin de hepsi iç içe geçmiş halde, başkaldırısı olarak görünür. Böyledir de! Ancak bundan önce bu başkaldırıyı da olanaklı kılan bir başka şeyin gerçekleşmekte olduğunun kavranması oldukça önemlidir. Bu, işçi sınıfının devrimcileşmesi, devrimci dönüşümünün gerçekleşmesi sorunudur.

Örneğin, ‘90’lardan günümüze TEKEL işçilerinin durumunu düşünelim. Aslında söz konusu olan Türkiye işçi sınıfının mücadelesinin çeyrek yüz yıllık tarihidir. 1991, 3 Ocak genel grevi baz alınarak bakıldığında, oradan günümüze işçi sınıfı hareketi direnerek, dövüşerek ve ne yazık ki, yenilgiler alıp gerileyerek gelmiştir. Sosyal hakların tasfiyesi, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, esnek üretim ve güvencesiz iş ilişkilerinin dayatılması, düşük ücret politikaları, özelleştirme terörü vb... Neoliberal programın uygulanması, burjuva hükümetlerin yürütegeldikleri gözü dönükçe saldırgan sınıf mücadeleleridir. İşçi sınıfının hem sınıfsal varlığı ve yapısı, hem sendikal örgütlülüğü ve hem de sınıf bilinci, süregelen saldırı siyasetinin konu ve alanları olmuştur. Şu da açıktır ki, işçi sınıfının sınıf bilincinin dumura uğratılması, sınıfsal direnişinin- karşı koyuşunun düşünsel-moral-manevi, toplam olarak ideolojik temelinin berhava edilmesi merkezde ve ön planda tutulmuş, ‘direnilemeyeceğine’ dair teslimiyetçi yenik psikoloji sendikalara ve işçi kitlelerine dayatılmıştır. 20. yy. sosyalizminin yenilgisinin kesinleştiği koşullar altında uluslararası burjuvazinin “tarihin sonu”, “ideolojiler öldü”, özelleştirmenin, kapitalist özel mülkiyetin ve piyasanın, bütün toplumsal sorumluluklarından ipini koparmış bireyin göklere çıkartıldığı koşullar altında burjuvazi işçi sınıfı içerisindeki işbirlikçilerine ve uşaklarına da dayanarak, düşkünleştirici, derin ve kapsamlı ideolojisizleştirme, ideolojik bakımdan iğdiş etme, yani sosyalist ideolojinin tasfiyesi ve sendikaların burjuva ideolojisi ile tıka basa doyurulması hareketi yürütülmüş, doğrusu oldukça da başarılı olmuştur. Sendikaların özelleştirmeye ideolojik teslimiyeti, güçlü bir politik işçi hareketinin bulunmadığı, işçi sınıfının kronik yapısal işsizlikle kuşatıldığı koşullar altında neoliberal saldırı programının başarıyla yürütülebilmesinin temel bir koşulu olmuştur.

Sınıf bilinci dumura uğramış ve atomize olmuş işçi sınıfının her bir bölüğü adeta kendi başının derdine düşmüştür. ‘90’ların ortaları ve sonlarına doğru, işçi sınıfının durumu lehine değiştirme çabaları başarılı olamamış, burjuvazi ve hükümetler, işçi bölüklerini ayrı ayrı, teker teker yenilgiye uğratmakta çok fazla zorlanmamıştır. İşçi sınıfının farklı bölükleri ancak neoliberal programın dolaysız hedefi haline geldikleri koşullarda harekete geçebildiklerinde artık geç kalmışlardır. Ve dövüşerek, direnerek geri çekilmek, yani hak kayıplarını kabullenmek kötü bir kader gibi işçi hareketi üzerinde dolanmıştır. İşçi hareketi, kazanılmış haklarından, örgütlülüğünden ödünler vererek, kayıplara uğrayarak, giderek ağırlaşan sömürüyü ve kötüleşen çalışma koşullarını kabul ederek, ama direnip dövüşerek geri çekilmiştir. Denilebilir ki, bu dönemde adeta başarılı-sonuç alıcı grev/direniş, başarılı sendika neredeyse hayal olmuş; sendikalar yalnıza büyük sayıda üye kaybına uğramamış, aynı zamanda saygınlık ve inandırıcılık kaybına uğramışlardır. Bu tabloda işçi sınıfı, güvenceli ve örgütlü görece dar bölümü ile örgütsüz ve güvencesiz, en geniş ve yaygın bölümü olmak üzere bölünmüştür. Örgütlü ve güvenceli işçiler, işçi sınıfının ‘ayrıcalıklı’ bölümü olarak, bu konumuna uygun, ancak sıra kendisine geldiğinde harekete geçebilen bir tavır sergilemiştir. Özelleştirme terörü kendisine yöneldiğinde direnen, onun dışında diğer bölüklerin saldırıya uğramasını ve çatışmasını izleyen TEKEL işçilerinin durumu tipiktir. Bazı TEKEL işyerlerinde daha mücadeleci, olumlu bir tutumun olmasına karşın durum böyledir. Örneğin öyle çok uzağa gitmeye de gerek yoktur. Tek Gıda-İş ve TEKEL işçileri 25 Kasım 2009 genel grevinin neresindedir, diye sorup düşünmek, işçi sınıfı hareketinin gerçekliği bakımından gayet anlamlı görünmektedir. TEKEL işçileri daha da zenginleştirilmesi olanaklı bu tablonun içerisindedir. Anlatılan onların da hikayesidir.

“TEKEL işçileri ve Tek Gıda-İş, Emek Platformu’nun 24 Temmuz mitingine, 14 Mart 2008 direnişine, Türk-İş’in 10 Mayıs 2003 İzmir ve 17 Mayıs 2003 Ankara mitinglerine kitlesel biçimde katıldı mı? TEKEL işçileri ve Tek Gıda-İş, Türk-İş’in 1995 grevlerinde grevci işçilere önemli bir destek sağladı mı? Bunların hiç birini yapmadılar. Eylemlere, sendikal hareketteki ağırlıkları ölçüsünde katılmadılar.” (Yıldırım Koç)

Tabii ki, burada Yıldırım Koç’un, “aslında bu dayanışmayı hak etmemiştiniz” demeye getiren kinayeli yaklaşımıyla ilgili değiliz. Burada önemli olan TEKEL işçilerinin gerçekliğinin belirginleştirilmesidir.

Eğer bu sorular, TEKEL işçilerinin sınıf tavrı ve sınıf bilinci gerçekliğinin geri düzeyini yansıtıyor ise, o halde TEKEL direnişi, öncelikle, sınıf bilinci ve mücadelesinin, işçi sınıfı saflarında, değişik işçi bölükleri arasında eşitsiz geliştiği gerçeğinin altını çizmektedir.

İkincisi ise, aynı zamanda bu eşitsiz gelişmeyi olanaklı kılan şeyin TEKEL işçilerinin Ankara direnişinin yolunu tutarken, bu karar, tavır ve hareketleriyle -ne kadar ayırdında olduklarından ayrı olarak!- aslında önce kendi durumlarına başkaldırmışlardır. Değişik kentlerdeki bölükleriyle TEKEL işçileri, zamandaş biçimde diğer birçok etkenin yanı sıra iş güvencelerini ve işlerini yitirme yakın tehdidinin baskısı altında alışageldik tavır alış ve düşünüş tarzlarına çok pratik biçimde başkaldırmışlardır. İşçilerin kurulu düzenleri sarsılıp çatırdamıştır. Her kriz, her uzlaşmazlık durumu böyle bir “iç başkaldırıyı” mayalar. Kriz ve sınıf çatışması onların, sınıf bilincinin sıçramalı gelişme ve keza “düzeniçilik”ten davranışta, duygu ve düşüncede kopuş anlarıdır. İşçi sınıfının sınıf bilincinin gelişebilmesi için yalnızca propaganda ve ajitasyon yetmez; on binler ve yüz binler, milyonlarca işçi ve emekçi sınıf bilincini mücadele içinde edinir. İşçi sınıfının politik öncüsü, sorunların ve taleplerin olgunlaşmasını, olayların gelişimini krize doğru itmekle, “krizler çıkartmak”la mükelleftir. Devrimci lafazanlığa ödün vermeksizin, işçi sınıfı ve emekçileri yakıcı sorunları temelinde somut mücadelelere sokmak, kışkırtmak, öncünün kitlelerle ilişkileniş tarzının, önderleşme rotasının temel bir gereğidir. Kendiliğindencilik ve devrimci kendiliğindencilikle; devrimin, kitlelerin devrimci dönüşümünün iradi tarzda örgütlenmesi yaklaşımı burada da ayrışır.

Özellikle şu gerçeğin altını çizmek istiyoruz: TEKEL işçilerinin Ankara-Sakarya merkezli direniş eseri, yalnızca burjuva hükümetle mücadele kararlılığının değil; aynı zamanda TEKEL işçilerinin, kendilerine, kendi yerleşik düzenlerine, düşünüş, tavır alış ve hareket tarzlarına başkaldırının sonucu ve ürünüdür.

Sendikal Düzene Patlama

Zaman daralıyordu. Kurulu düzenlerine başkaldırıp Ankara yoluna düşmüşlerdi. TEKEL direnişçilerinin 4/C’ye karşı giriştikleri mücadeleyi yalnızca kendi güçleriyle kazanamayacaklarını anlamaları artık çok da zor değildir... Sınıf bilincinin eşitsiz ve sıçramalı oluşum ve gelişimi çıplak gözle izlenebiliyordu.

Evet, talepleri, güvencelerini ve işlerini korumayı kapsıyordu. Yani, başlangıç, çıkış noktası itibarıyla ekonomik talepler uğruna bir mücadeleydi bu. 4/C kuşkusuz, işgücünün satış koşulları gibi daha genel bir anlam taşıyordu... Ama muhatap, bir kapitalist veya bir grup patron değil, burjuva hükümetti, burjuvazinin kolektif bir organıydı. Direnişçiler, ekonomik (“özlük hakları”) taleplerini elde edebilmek için hükümete politik baskı yapmak zorundaydılar. Hemen bütün özelleştirme karşıtı mücadelelerde olduğu gibi TEKEL direnişi de daha baştan böyle politik bir yön, içerik taşıyordu. Bütün diğer özelleştirmeye karşı direnişlerde olduğu gibi, TEKEL direnişçileri de ekonomik taleplerle hükümetle politik mücadeleye tutuştular. Kısmi olandan, özel, tekil olandan genele, parçadan bütüne, geri, ilk biçimlerden ileri, üst, yüksek biçimlere...

İşçi sınıfının bir parçası oldukları, sınıf mücadelesi yürüttükleri bilinci derinleşirken, işçi sınıfı ve tüm emekçiler, ezilenler adına mücadele etmekte oldukları bilinci ön plana çıktı. Ki, o noktada sorun özlük haklarından daha da çok bizzat 4/C’nin kendisi olmaya başladı. Ankara-Sakarya direniş potasında sınıf bilincinin sıçramalı mayalanma ve oluşumu elle tutulur somutlukta ilerliyordur.

Yalnızca hükümetle mücadeleye tutuştukları için değil, yalnızca özelleştirme bakiyesi 4/C sorununu çözmeye kendi güçleri yetmeyeceği için değil, aynı zamanda bütün işçi sınıfı ve ezilenler için mücadele etmekte oldukları bilincine ulaştıkları ve bunu/bu “rolü” benimsedikleri için, dayanışma ve genel grev genel direniş talebinde bulunmayı doğru, haklı ve meşru görüyorlardı. Demek ki, TEKEL direnişçileri kendi eylemlerinin itici gücüyle kendilerini aşmak, ileri fırlamak zorunda hissettiler. Bir anda işçi sınıfının mücadelesinin lokomotifi oldular, hareketin başına geçtiler. Yalnızca Türkiye’nin merkezi Ankara’nın, Ankara’nın merkezi Kızılay-Sakarya’nın değil, işçi hareketinin, sendikal hareketin de merkezine yerleştiler. Yalnızca Ankara’da değil, sendikal harekette de kriz çıkarttılar. Daha doğrusu, kendi tarzlarında müdahale ederek, çözümünü zorlayarak, krizi olgunlaştırıcı büyük bir katkı yaptılar.

TEKEL işçileri Ankara yoluna düşerken hükümetle dövüşmeye gidiyorlardı, ama aslında kendilerine, kendi kurulu düzenlerine, düşünüş, hareket ve tavır alış tarzlarına başkaldırmışlardı... Fakat orada duramazlardı. O “adım” eğer kazanmak istiyorlarsa başka şeyleri de yapmaları, kendi sınırlarını aşmaları, ileri gitmeleri gerektiğini de pratik olarak önlerine koydu.

Ve Ankara-Sakarya TEKEL direnişi bir an işçi sınıfı hareketinin durumuna, sendikal harekete bir başkaldırı gibi göründü!

Direnişin, hükümet üzerindeki baskıyı artırabilmek için işçi sınıfının, tüm emekçilerin ve ezilenlerin desteğine, gücünü harekete geçirmeye ihtiyacı vardı. Üye sayıları daralmış, saygınlıkları zedelenmiş, güçleri sınırlanmış da olsa bu bakımdan sendikaların rolünü küçümsemek ahmaklık olurdu. Özellikle Türk- İş yönetimini “ikna etmek”, “karar aldırmak”, harekete çekmek, sürüklemek elzemdi. Direnişçi işçiler daha baştan Türk-İş’i görev çağırdılar. Ve Türk-İş üzerindeki baskıyı gün be gün artırdılar. “Ölmek var dönmek yok” diye haykıran direnişçiler, işçi sınıfı ve tüm emekçilerden genel grev genel direniş talep ediyor, Türk-İş’i bu yolda karar almaya zorluyorlardı. Türk-İş’in haftada bir eylem kararının hükümet üzerinde dikkate değer bir baskı yaratmayacağı, Türk-İş’in direnişçileri oyalama taktiği uyguladığı belli oluyordu. 17 Ocak mitinginin Türk-İş’e, onun dolayımıyla sendikal harekete karşı “başkaldırı” biçiminde gerçekleştiğini vurgulamakta hiçbir abartma ve sakınca yoktur. Direnişçi işçiler kürsüyü yarım saat niçin işgal ettiler? Ve akabinde Türk-İş merkezinin işgal edilmesi, sendikal düzene, sendikal düzenin efendilerine başkaldırı değilse nedir? Buradan bakıldığında TEKEL direnişi, sınıfın “güvenceli ve örgütlü”, yani, görece ‘ayrıcalıklı’ bölümü içinde mayalanan, ama bütün bir işçi sınıfını etkileyen bir “sınıf içi patlama”, “sınıfa patlama”dır.

Ne kadar “ikna” olduğu da tartışılır ancak Türk-İş’in “ikna” edilmesi hiç de kolay olmadı. Türk-İş yönetimi, direnişçilerin etkin dayanışma ve sonuç alıcı eylemler yapılması talebine karşı, hiç direnmediği kadar direndi! Hak-İş ve Memur-Sen, AKP hükümetiyle açık işbirliği yolunu tutarlarken biraz da Türk-İş yönetiminin bu gerici direncinden güç ve cesaret aldılar. Türk-İş, DİSK, KESK ve Kamu-Sen’in, bu 4 konfederasyonun 22 Ocak’ta direnişin baskısı altında toplanmak, nasıl ve ne kadar uygulanacağından ayrı olarak, işçi sınıfı ve emekçi memurların dar bir yaklaşımla da olsa en acil taleplerini belirlemeleri ve bu yolda bir mücadele planı oluşturmaları, bir anda işçi sınıfının ön saflarına fırlayan TEKEL direnişçilerinin sendikal hareketin içinde bulunduğu çaresizlik haline müdahalesidir. 3 Şubat (ki, bir gün sonra uygulandı) dayanışma genel grevi ve keza 26 Mayıs eylem kararı, sert mücadelelerin sonuçları, kazanımlarıdır. 3 Şubat dayanışma genel grevi kararı -bir “genel grev” olarak başarısız olmasına karşın, etkili ve yaygın kitle gösterilerine yol açmıştır- bir ilk olarak TEKEL direnişçilerinin sınıfa kazandırdıkları örnek bir mücadele silahıdır ve değerlidir. TEKEL direnişçileri genel grev genel direniş talebiyle işçi ve emekçi memur sendikalarına yaptıkları baskıyla, işçi sınıfı ve sendikal hareketin 20 yıldır süregelen dövüşerek, direnerek gerilemesini/geri çekilmesini durdurmayı, hareketi aktif savunmaya ve saldırıya geçmeye zorladığı vurgulanmalıdır. Marksizm’in harfiyen söylediği gibi, direnişçi işçilerin, AKP hükümetine karşı sınıf savaşımının başarısı için hemen her adımda işbirlikçi sendikacılığa ve sendikal düzenin efendilerine karşı mücadele etmeleri gerekmiş, direnişçiler, Türk-İş merkezini direnişle işbirliği yapmaya zorlamak için kuşatma altında tutmuşlardır. Sendikal merkezleri ve onların kararlarına dayanarak, işçi sınıfı ve emekçi memurları burjuva hükümete karşı harekete geçirmek için, propaganda ve ajitasyonun gücü yetmemiş, ‘hazreti eylem’e müracaat etmek, bir nevi sınıf içi şiddete başvurmak gerekmiştir. Direnişçiler, sendikaları ve sınıfı yanlarına kazanabilmek ve harekete geçirebilmek için sendikal düzenin efendilerine karşı baskı yapmayı, güç kullanmayı da içeren politik mücadele yürütmüşlerdir.

Sınıf Bilincinin Harcı

“Sınıf dayanışması”, işçi sınıfının şu veya bu bölüğünün, kesiminin sınıf bilincinin oluşumunun en etkin unsurudur. “Sınıf dayanışması düşüncesi” işçi sınıfının farklı kesimlerini ayrı ayrı, birbiriyle ilişkisiz atomlar olmaktan çıkartan duygu, düşünce ve harekette bir biriyle ilişkilendiren, birbirine bağlayan en kuvvetli birleştirici harçtı. TEKEL direnişçilerin dayanışma talebi kadar, hatta bir bakıma daha da önemli olan işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilenlerin saflarında açığa çıkan yaygın, güçlü dayanışma istek ve çabasıdır; yükselen dayanışma eğilimidir. TEKEL direnişi bu bakımdan etkin bir katalizör rol oynamıştır. İşçi sınıfı ve emekçilerin safları arasında dayanışma bilinç, istek ve çabasının yükselmesi eğilimi özellikle iki bakımdan önemlidir. İlki, 1987 Netaş grevi örneğinde açığa çıkan yaygın ve güçlü dayanışmanın 1989 Bahar Atılımı’nın belirtisi ve habercisi oluşundan bilindiği gibi, sınıfın saflarında mücadele istek ve arzusunun büyümekte veya kabarmakta olduğunu yansıtmaktadır. Bugün işçi sınıfının saflarında ‘80’lerin ikinci yarısında, özellikle de son yıllarında olduğu gibi genel-yaygın bir kaynaşma görünmüyorsa da, dayanışma eğiliminin çarpıcı biçimde yükselişi, sınıfın mücadele isteğinin kabarmakta oluşunun yansıması, belirtisi kabul edilmelidir.

Dayanışma eğiliminin yükselişi gerçekliği, ikinci olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin dumura uğramış sınıf bilincinde belirgin bir “yenilenme”, “yeniden uyanma”, “canlanma” ve yükselişin mayalanmakta olduğunu göstermektedir. Mücadele isteğinin kabarması ile sınıf bilincinin canlanması, yenilenmesi ve yükselişi, eşyanın doğası nedeniyle elbette doğru orantılıdır. TEKEL direnişinin analizi söz konusu olduğunda, özel dikkat gösterilmesi gereken bir yan vardır. Malum, AKP hükümetiyle sorunu olan MHP’den CHP’ye hemen herkes TEKEL direnişçilerinin yanına koşmakta, “desteklemekte”, “sahiplenmekte” tereddüt etmemişlerdir. Bu siyasal savaşımın doğasına uygun düşmektedir. Burjuva cephedeki çatlaklar, iç çatışma ve yarılmalar, burjuva hükümetlerle sınıf mücadelesine tutuştuğunda direnişçilere böyle imkanlar sunar. Burada bir terslik yoktur, ancak, hareketi çözümlerken “abartılı sonuçlardan” kaçınmak için bu gerçeği elde tutmak gerekir. Burjuvazinin şu veya bu kesiminin gücünü, desteğini, işçi sınıfının kendi gücü gibi değerlendirmek, analizlerde bu ‘dara’yı düşmemek politik körlük olur.

“Dayanışma”, ateşi büyütmek, yangın her yere, her alana envai çeşit biçimlerle yaymak, direnişin gelişimi ve kaderiyle bağlı bir “sürekliliğe” yönelmek demektir de. “Her yer TEKEL her yer direniş” sloganının dillendirdiği politika tam da budur zaten. İddia sahibi devrimci, sosyalist yapılar, bu bağlamda görevlerini, sorumluluklarını başarmanın neresinde olabilmişlerdir?

Önderleşme yolunda kendini geliştirmeye çalışan devrimci öncünün, TEKEL direnişi karşısında öncünün görevlerinin ana doğrultusunu ortaya koyan “Her yer direniş” politikasının ruhuna uygun olarak; genel biçimde olduğu kadar, somut ve özgün biçimde “her kesimin”, “her alanın”, “her düzeyin” TEKEL katalizöründeki gerçeğini, duruşunu sıkı eleştirel bir analiz ve sorgulamadan geçirmesinin gerekliliği tartışma götürmez. Devrimci öncünün önderleşme iddia ve yönelimi bunu emretmektedir. Keza bu, işçi-emekçi hareketinde gelişme yükselme eğiliminin gerektirdiği, onu kucaklayabilecek hazırlık bakımından olduğu gibi, öncünün işçi-emekçi hareketinin gelişip büyümesinin bir kaldıracı olabilmesi için de elzemdir. Tabii, en istenileni, böyle anlarda öncünün güçlerini seferber ederek, bizzat dayanışmayı geliştirme, yangını yayma, ateşi büyütme pratiği içinde kuvvetlerini eğitmesi ve hazırlamasıdır. Ama eğer bu açıdan durumun barındırdığı olanakların hakkı verilememişse, eleştirinin devrimci şiddeti de etkili bir eğitim olabilir.

TEKEL Direnişinin Keşfi: Başkentin Merkezinde Kitlesel Direniş Üssü

TEKEL’in özelleştirilerek yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekilmesinden günümüze geçen süreçte (o arada tütün tarımının da büyük ölçüde tasfiye edilmesiyle de birleşerek) üretimden gelen gücünden yoksun kalmış, güvencesini ve işini kaybetme yakın ve yıkıcı tehdidinin yüksek basıncı TEKEL işçilerini etkili bir mücadele yolu-yöntemi veya biçimi aramaya itmiştir. Ankara-Sakarya’yı mesken tutan, başkentin merkezinde bir “direniş ve dayanışma merkezi” yaratan TEKEL işçileri, kuşkusuz yeni bir mücadele yöntemi “bulmuşlar”dır. Bilindiği gibi, daha önce de işçi sınıfının değişik bölükleri Ankara’ya yürüdüler. 1991 Zonguldak madencilerinin yarı yolda kalan görkemli Ankara yürüyüşü, kuşkusuz işçi sınıfı hareketinin tarihinde derin bir iz bırakmış, müstesna bir yer edinmiştir. Keza İzmir belediye işçilerinin kışta, kıyamette büyük zorlukları göğüsleyerek başardıkları Ankara yürüyüşü de unutulmuş olamaz. En son CHP’li belediyenin işten attığı İzmir Kent AŞ işçileri Ankara’ya yürüdüler. TEKEL işçilerinin Ankara-Sakarya’da bir direniş ve dayanışma üssü kurmaları, bu deneyimleri içeren ve aşan, farklı, “yeni bir mücadele biçimi”dir. TEKEL direnişçilerinin işçi sınıfına kazandırdıkları bu yeni mücadele yöntemine biraz daha yakından bakmakta yarar var. Bu mücadele biçiminin ayırıcı özelliği; başkentin merkezinin ya da tecrit edilmesi olanaksız merkezi stratejik bir mıntıkasının tutulup, direnişin merkezi olarak oraya konumlandırılmasıdır. Bu mücadele biçiminde direnişçilerin haklılığı kadar, hareket tarzının toplumsal meşruiyetinin -toplum tarafından anlaşılırlık ve kabul edilebilirlik- kazanılması da belirleyici, bütünleyici bir unsurdur. Direnişçilerin azmi ve kararlılığı kadar, hareketin kitleselliği ve toplumsal meşruiyeti, keza dayanışma, bu merkezin “çelik zırhlı korunağı” olmaktadır.

Direnişin kitlesel üssünün bu örnekte Türk-İş konfederasyon merkezinin bulunduğu bölge olması oldukça önemli bir avantajdır. Direniş üssü doğal bir etkileşim, propaganda, ajitasyon ve örgütlenme merkezi olarak işlev görmektedir. Sürekli/24 saat ve kitlesel dayanışmaya açıklığı da diğer bir önemli avantajdır.

Eylem biçiminin omurgasını bir direniş üssünün oluşturması, uzun süreli bir yıpratma savaşına uygunluğu işaretlemektedir. Ama aynı zamanda bu mücadele biçimi, değişik yöntemlerle çeşitlenip zenginleşmeye, özellikle de moral-psikolojik değeri bakımından etki gücü yüksek yöntemlerle eklemlenip tahkim edilmeye hem uygundur, hem de buna ihtiyacı vardır. Direnişçilerin başlangıçta yaygın biçimde uyguladıkları topluma “davalarını” anlatma işlevi üstelenen ajitatif eylem biçimlerinde zamanla belirgin biçimde azalma görülmesi, bu mücadele biçiminin bir iç riskine işaret etmektedir: İçe dönme, kendine kapanma, direnişçi kuvvetlerin yerleştiği merkezde sabitleşip, belirsiz, edilgen bir bekleyişe girmeleri olasılık ve riski... Oysa, çok değişik ve yaygın biçimde moral, psikolojik değeri olan, topluma mesaj gönderen, hükümet üzerine baskı yapan, taciz eden, direnişçilerin motivasyonunu besleyen, psikolojik üstünlüğü elde tutmaya çalışan eylem biçimleri, bu mücadele biçiminin olmazsa olmazları arasındadır.

TEKEL direnişi başından sonuna kadar, şu üç katman arasındaki karşılıklı etki ve ilişkilerin bir toplamı olarak gelişti: Türk-İş genel merkezinin, başından beri direnişe yabancı ve bir an evvel bitmesini isteyen tavrı; Tek Gıda-İş’in direnişin gelişiminde önemli rolü olan, ancak direniş toplumsal destekle büyüdükçe ve bir siyasal saflaşmaya konu oldukça direnişin gerisinde kalan ve fiilen aşılan çizgisi ile son olarak, direnişin başından itibaren adım adım inisiyatif ve bilinci gelişen ve güçlenen, kendi içlerinde bir ağ oluşturarak sendikanın ve Türk-İş’in de durumlarını zorlayan direnişçi işçiler ve özellikle de onların öncü bölüğü.

İşçiler ve Tek Gıda-İş; Türk-İş’i eyleme zorladı. Türk-İş bu ikisini direnişi bir an evvel bitirmeye zorladı. İşçiler Tek Gıda İş yönetimini daha etkin ve sonuç alıcı eylem biçimlerine zorladı. Tek Gıda İş yönetimi, işçileri kendi başlarına karar almamaya ve sendikanın inisiyatifini tanımaya zorladı vb. Bu bağlar, işçilerin talep ettiği “genel grev” kararının yasak savmacı bir tavırla 26 Mayıs’a alınması üzerine kopma noktasına geldi. Tekel işçilerinin son Ankara çıkarmasında ise sendika yönetimi ile öncü işçiler arasında bir farklılaşma ve kırılma yaşandı.

TEKEL direnişi, taban inisiyatifinin, günlük planlar ve gelecekle ilgili karar alma süreçlerine katılımının ne kadar hayati bir önem taşıdığının altını çizdi.

Direnişin iç örgütlenmesi ve önderliğinin yapılanışının “direniş demokrasisi”ne, işçi kitle demokrasisine dayanması, direnişini başarısının temel koşullarından birisidir. Kadın ve erkek işçilerin kol kola, omuz omuza sınıf birliği, tıpkı Kürt ve Türk işçilerin kenetlenmiş, kaynaşmış sınıf birliği gibi, direnişin üstün bir yönüdür. Hemen hiçbir bakımdan erkek işçilerden “geride kalmayan” kadın işçiler, en ön saflarda yürümekte tereddüt göstermemiş, üstelik, türbanlı ve saçı açık kadın işçiler, en önde ve omuz omuza savaşarak, şoven, militarist, “laikçi” bölücülere iyi bir ders verdikleri gibi, tam da bu noktada devrimci sosyalist sınıf politikasının hangi rotada geliştirilebileceğinin çok güçlü bir işaretini vermişlerdir. Burada şunu ek olarak ayrıca vurgulamalıyız ki, bu mücadele tarzının omurgasını tecrit edilemez bir dayanışma ve direniş üssünün oluşturması, aynı zamanda direnişçilere, tüm aileleriyle direnişin içinde olma olanağı sağlamaktadır. Bu olanağın etkin biçimde kullanılması, toplumsal meşruiyet bakımından da oldukça önemlidir. Ankara-Sakarya direnişi tarzında olduğu gibi, kent merkezine/ merkezinde kitlesel tarzda üslenmeye dayanan mücadele biçiminin pratikleştirilmesinde, bir veya birçok kez irade ve toplumsal meşruiyet çarpışmalarının yaşanmasının tamamen olasılık dahilinde olduğunu kaydetmekte fayda var. Ancak burada özel olarak vurgulamak istiyoruz ki, direnişçilerin irade ve toplumsal meşruiyet savaşlarını kazanmaları bu mücadele biçiminin temel, oluşturucu, var edici bir unsurudur.

Fiili Meşru Mücadelenin Üstünlüğü

“Fiili meşru mücadele” tarzı, TEKEL direnişinin yapıtaşıdır, var oluşunun temel oluşturucusudur. Fiili meşru mücadele tarzı son çeyrek yüzyıllık dönemde işçi sınıfı ve emekçi memur hareketinin biricik güçlü yönüdür. Bu üstün yan, hemen her önemli çarpışmada kendini göstermekte, adeta zamanın ruhu gibi hareketin üzerinde dolanmaktadır. 12 Eylül Anayasası sınıf mücadelesini öylesine sınırlı biçimde kabul etmiştir ki, mevcut yasal çerçevede etkili bir grev hareketi, ancak istisnai olarak olanaklıdır. Kuşkusuz toplumsal gerçekler, sınıf mücadelesinin yasaları, Anayasalardan, yasalardan üstündür, onlara rağmen de kendi hükmünü yürütür.

Fiili meşru mücadele tarzı bakımından direnişçilerin taleplerinde -‘davalarında’- haklılık bilinci, mücadelelerinin doğruluk, yerindelik ve gerekliliğine “inanmaları”, birinci temel noktayı oluşturmaktadır. “İç aydınlanma” veya “kitlesel iç aydınlanma” denilebilecek bu durum, “meşruiyetin” birinci halkasıdır. Hareketin kendi doğal kitle tabanına oturması, “gerçek” bir hareket olması anlamına da gelir.

Bu birincisi olmaksızın, meşruiyetin ikinci halkası, yani “toplumsal meşruiyet”, düşünülemez bile. Toplumsal meşruiyet, talepleri, biçim ve tarzıyla hareketin toplum tarafından anlaşılırlığı ve kabul edilebilirliğidir. Yani toplumun taleplerinizi haklı, doğru ve meşru bulması, keza mücadele yol ve yöntemlerinizi, hareket tarzınızı yerinde kabul edebilmesi gerekir. Fiili meşru mücadelenin “yasallığı”, kurulu hukuk düzeni ve yürürlükteki yazılı kanunlarla, burjuva devletin adalet makinesiyle ilgili değildir. Fiili meşru mücadelenin yasallığı kendinde verilidir; yani söz konusu olan sınıf mücadelesinin toplumsal meşruiyetidir. Fiili meşru mücadele tarzına “yapısal esneklik” kazandıran, böylelikle güçlü ve üstün kılan da budur. Fiili meşru mücadele daha baştan, statükoların, alışıldık, etkisiz, “yasal”, bürokratik prosedürlerin ve hareket tarzlarının dışına çıkmak, “sınıf mücadelesini özgürleştirmek” demektir. Fiili meşru mücadele tarzının yapısal olarak ucunun açık oluşu ayrıca vurgulanmalıdır.

Bürokratik vb. ayak bağlarından kurtulmuş, “özgürleşmiş”, kendi yolunu kendisi açan, formunu kendisi bulan fiili meşru mücadele tarzı “an”a, duruma en uygun düşen biçimi, en uygun yol ve yöntemleri aramak, denemek yaratıcılığını içermektedir.

Ankara-Sakarya’da iki ayı aşan bir direniş odağı, bir direniş merkezi kurmak, bu üsse dayanarak ve onun etrafında büyük bir direniş ateşi yakarak mücadele etmek, tabii ki, enternasyonal işçi sınıfı ve ezilenlerin zengin mücadele deneyimlerinden hareketle (örneğin Meksika Oaxaca kent merkezinin işgali ve kent komünü deneyimi) öngörülebilirdi de.

Ancak öyle olmadı, öngörülmedi, “bulundu”, kitle hareketi, kitle yaratıcılığı kendi yolunu açan yeni bir mücadele biçimi icat etti.

Güç Biriktirme Ve Aktif Savunma Hattı

Sosyalist basın, işçi hareketinin gelişimini, daima özenle takip edip çözümleyerek, harekete devrimci sosyalist müdahalenin sorunlarını aydınlatmayı başta gelen görevi saymıştır. Teoride Doğrultu dergisi, Novamed ve Telekom grevleri ile THY’yi geri adım atmaya ve anlaşmaya zorlayan Hava-İş’in grev kararının 2007’nin “pırıltılar” içerisinde yer aldığına dikkat çeker, bu üç mücadelenin belirgin biçimde açığa çıkarttığı kazanma eğilimini ön plana çıkartarak vurgular:

“Bu süreçte (1991-2008 aralığı -bn.) başarılı sendika, başarılı grev, neredeyse hayal oldu. İşçi hareketi, işçi kitleleri ‘başarıya’ hasret kaldı. Kazanılan bu üç mücadele her şeyden önce bu bakımdan önemli ve anlamlı. ‘Kazanmak’, bu üç mücadelenin sınıf için en önemli kazanımıdır.”(1)TEKEL direnişi ‘kazanma eğilimi’ çizgisinde durmaktadır. Ama, ondan önce 2008 1 Mayısı’nın aynı kazanma eğilimini güçlü biçimde yansıttığını vurgulayalım.

1 Mayısı ise “emekçi solu ve sosyalist hareketin yükselişi bakımından kesin bir dönemeci ifade eder.”

“2009 1 Mayısı tarihsel bir dönemeçtir. 1 Mayıs talepleri kazanılmaya başlanmıştır. 1 Mayıs ‘Emek ve Dayanışma Bayramı ’ ve ücretli izin günü olarak yasalaşmıştır... Taksim yasağı kırılmıştır...”

“2009 1 Mayısı bir dönemeçtir. İşçi sınıfı ve ezilenler, sosyalistler, devrimciler ve ilerici güçler, süregelen mücadeleleri, oluşturdukları birliktelik, kararlılık ve iradeyle burjuvaziyi ve diktatörlüğü 1 Mayıs talepleri somutunda geriletmeyi, geri adım attırmayı, ödün vermeyi dayatmışlardır.”(2)

TEKEL direnişi, kazanım ve başarıyla sonuçlanan Antep Çemen Tekstil ve hak alıcı bir perspektifle yürütülen Marmaray grev ve direnişinde olduğu gibi, aynı kazanma eğilimi çizgisi üzerinde durduğu gibi, hem o eğilimin çok belirgin ve etkili bir örneğini oluşturmakta ve hem de işçi-emekçi memur saflarında gelişerek süren kazanma istek ve eğilimini çarpıcı ve güçlü biçimde besleyip daha ileriye taşımıştır. Artık işçi sınıfı hareketinde dövüşüp, direnerek ve fakat ödünler vererek gerilemenin, güç erozyonu ve kaybının durduğu; güç biriktirmenin belirginleştiği ve hareketin aktif savunma içerisinde olduğu saptanabilir. TEKEL direnişi, bir aktif savunma olduğu kadar, sendikaları ve işçi hareketini aktif savunma hattına geçmeye zorlamış, bu yolda güçlü biçimde itmiştir. TEKEL direnişinin konfederasyonlar ve sendika merkezlerinden genel grev genel direniş talep etmesi, bu yolda karar almaya zorlayarak baskı yapması, işçi hareketini neoliberal program ve saldırıya karşı aktif savunma hattına sokma çaba ve denemesidir. Ankara- Sakarya TEKEL Direnişi’nin işçi hareketindeki elle tutulur, somut etkilerine önümüzdeki aylarda da tanık olunacaktır. 26 Mayıs’ta ortaya çıkacak sonuç, her şeyden önce konfederasyonlar ve sendika merkezlerinin istek ve samimiyetine, keza sendika şubeleri ve işyeri örgütlenmelerinin sahiplenme yeteneği, enerji ve kararlılığı gelmek üzere daha birçok etkene bağlı olmakla birlikte, kuşkusuz ki, 26 Mayıs “genel eylemi” kararının varoluş mührünü TEKEL direnişi basmıştır. Hareketin kuvvet biriktirmesinin, gelişmesinin ve ilerlemesinin, “daha çok kazanım” ve “daha çok başarı”dan başka yolu yoktur.

Büyük Bir Dağı Kuşatır Gibi

TEKEL işçileri güvenceli ve örgütlüydüler. Özelleştirme terörüne direndiler, ama gerilediler, ödünler verdiler. Sonra özelleştirme bakiyesi 4/C üzerinden AKP hükümetini şaşırtan beklenmedik, öngörülmedik bir direniş sergilediler. Diğer yandan sendikaların durumuna ve dolayımıyla başta güvenceli ve örgütlü bölükleri gelmek üzere işçi sınıfının durumuna bir itiraz yükselttiler. Sendikaları ve sınıfı harekete geçirmeyi, “kazanmayı” hedefleyen bir “sınıf içi patlama”ydı bu. Belli ölçülerde amacına da ulaşmıştır. Aynı zamanda sendikaları, işçi sınıfının örgütlü ve güvenceli, görece ‘ayrıcalıklı’ bölümünü harekete geçirmenin ne kadar zor olduğunu da çok çarpıcı biçimde sergilemiştir. TEKEL işçilerinin de örgütlü ve güvenceli (şu an tehlikede) olduğu da dikkate alındığında, işçi sınıfının örgütsüz ve güvencesiz bölüklerinin sendikaları ve sınıfı hareket geçirmesinin ne denli zor olduğunu ayrıca vurgulamak gerekir.

Bunlar ve dahası, sendikalarda örgütlü işçi sayısının 7-8 yüz binlerde -belki de daha az!- dolaşıyor olması, sendikaların önemsiz olduğu veya devrimci sosyalist siyaset ve çalışmalar için ihmal edilebilir olduğu anlamına gelmez. Emekçi memurların sendikal örgütlenmeleri dahil, sendika konfederasyonları ve sendika merkezleri, gerçekten samimi, istekli ve kararlı olduklarında -ya da sınıfın hareke geçen bölükleri tarafından bu “noktaya” itildiklerinde- yalnızca sendikalı işçileri değil, işçi sınıfının en geniş örgütsüz ve güvencesiz kesimlerini de emekçi memur yığınlarını da harekete geçirebilecek etki güçleri vardır. Bununla birlikte şu da bir gerçektir ki, işçi sınıfının en geniş/en büyük bölüklerinin örgütsüz ve güvencesiz olduğu; kriz koşullarının iyice tahrik ettiği, git gide büyüyen yapısal kronik işsizliğin muazzam baskısının ve işini kaybetme korkusunun bir heyula gibi işçi sınıfı üzerinde dolaştığı; işçi sınıfının örgütlü ve güvenceli bölüklerinin sendikaların, yani işbirlikçi sendikal düzenin efendilerinin kontrol altında tuttuğu; devrimci sosyalistlerin ve devrimci hareketin politik etki ve gücünün sınırlı ve hatta oldukça sınırlı olduğu bugünkü koşullar altında, mevcut işçi sendikalarında devrimci etkinin güçlü bir biçimde gelişebileceğini öngörmek, ham bir hayal olduğu kadar, kolayına kaçmak, devrimci görevlere yan çizmektir de.

Tabii ki, TEKEL direnişi, unutanlara sınıfı, sınıf mücadelesinin güncelliğini hatırlattı. Bir rüyadan uyanır gibi gözlerini açan, aymaya ve şoktan çıkmaya başlayan sosyalist aydınlar, TEKEL direnişine teşekkürler yağdırıyorlar. Buradan olarak bir kez daha sosyalist hareket ile sınıf hareketinin “birleşmesi”, “bağlanması” sorununun çözümünün aciliyeti vurgulanıyor. Önemli olan şu ki, sosyalist hareketin işçi sınıfı hareketine dayanması ve bağlanmasının merkezden çevreye doğru gelişen-ilerleyen bir çözüm süreci olduğuna dair eski, bildik formüller, klişeler, TEKEL direnişinden sağılan yanlış çıkarsamalarla bir kez daha ısıtılıp, “bizim”, “yaşayan sınıf gerçeklerimizin”, Avrupa işçi hareketinin yüz yıl önceki deneyimlerine kurban edilmesinden, malum derin kökleri olan öykünmecilik hastalığının bir kez daha nüksedişinden başka bir anlama da gelmiyor.

Sosyalist hareketin sınıf hareketine “dayanması”, “bağlanması” politik sorununun çözüm denklemi ve rotasının “merkezden çevreye”; yani işçi sınıfının güvenceli ve örgütlü bölüklerinden (“merkez”), işçi sınıfının güvencesiz ve örgütsüz kesimlerinin (“çevre”) engin okyanusuna doğru ilerleyeceği tezi, “sorunu” tamamen ters ve yanlış koymaktadır. Gerçekten de “merkez”, işçi sınıfının “sınıf bilincinin” ve sınıf örgütlülüğünün omurgasını oluşturmaktadır. Burada sınıf bilincinin “dar anlamda sınıf bilinci”, kapitalizm- burjuva düzen koşulları altında tamamen kendiliğinden elde edilebilir olan ekonomik sendikal mücadele bilinci ve keza burjuva düzen sınırları içerisinde işçi sınıfının politik çıkarlarını savunmayı -liberal işçi siyaseti!- kapsadığını eklemek gerekir. Fakat çelişki şuradadır ki, işçi sınıfının merkezini/omurgasını oluşturan görece sınıf bilinci gelişkin “güvenceli, örgütlü kesimler”, aynı zamanda işçi sınıfının görece ayrıcalıklı bölümünü meydana getirmektedir. Gerçek şu ki, devrime de, sosyalizme de işçi sınıfının en büyük kitlesini meydana getiren güvencesiz (ve örgütsüz) kesimlerine, katmanlarına göre “daha az” “ihtiyacı” olan kesimidir!

Sosyalist hareketin işçi sınıfına ve işçi sınıfı hareketine bağlanması, dayanması politik sorununun devrimci çözümü “merkezden çevreye doğru” değil, tam tersine “çevreden merkeze doğru” ilerleyecektir. Keza TEKEL direnişinde olduğu gibi, örgütlü, güvenceli kesimde bir sınıf içi patlama şeklinde değil, sosyalist hareketin sınıfa, sınıf hareketine bağlanma, dayanma, “birleşme eğilimi”nin çevrede mayalanıp geometrik şekilde birikmesi, gelişerek kendi çevresinden “sınıfı kuşatması” sınıfın içine, derinliklerine, merkezine doğru sızması ve nihayetinde “sınıfı kazanması” biçiminde olabilir. Demek ki, sosyalist hareket; sınıf hareketine bağlanabilmek, dayanabilmek; sınıf hareketiyle “birleşebilmek” için, tıpkı en geniş eteklerinden başlayarak büyük bir dağı kuşatır gibi, işçi sınıfını kendi çevresinden, işçi sınıfının en geniş güvencesiz ve örgütsüz kesimlerinden kitle ajitasyonu ve örgütleme çalışmalarıyla kuşatmalı, “sınıfı kazanmaya”, “sınıfı fethetme”ye yönelmelidir. “Sınıfı kazanmak”, “sınıfı fethetmek” kavramlarından “bilimsel sosyalizm” ve “Marksizm” adına ürperenler, ürkenler, asıl sorunun sınıfın burjuvazinin ideolojik ve politik denetim ve hegemonyası altında olmasında yattığı temel gerçeğinden bihaberdirler.

Burjuvazinin hegemonyası- kontrolü altındaki sınıfı “fethederek”, “sınıfı kurtaracak” olan; işçi sınıfının kapitalist kölelikten kurtuluşunu, devrim ve sosyalizm mücadelesini varlık nedeni sayan, kendini bu davaya adamış, işçi sınıfı ile “organik olarak” bağlı politik öncüsü ile sınıfın geniş çevresinin devrimci işbirliğidir.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi