90’lara Bakmak

Marx ve Engels’in adıyla anılan teori pratik bütünü neredeyse eş zamanlı olarak Osmanlı coğrafyasında yankı bulmuş, katmanlı toplumsal hareket halini almasa da kimi işçilerle entelektüelleri kapsayan belli kesimlerde yer tutmuştur. Rusya’daki 1905 ve 1917 devrimlerinin İstanbul’da etki uyandırması, Türk Kurtuluş Savaşı döneminde en genel anlamıyla sosyalizmin yüksek prestijinin bulunması tesadüflerle açıklanmayacak, dönem eğrisi olarak sosyalizmin ideolojik, kültürel ve siyasal etkisinin kaçınılmaz sonuçlarındandı. O yıllar Türkiye’de bir siyasal devrim imkanlarının oldukça kuvvetli olduğu dönemlerden biridir ancak türlü nedenlerle gerçekleştirilememiştir. Kısa ömürlü 1920 TKP’sini veri alsak bile yüz yıllık bir sosyalist sol birikime sahibiz. Ayrıca bunun hiç değilse son elli yıllık dönemi aktif devrimci mücadele birikimiyle iç içe. Bu tarihi arka plan olumlu ve olumsuz anlamda atılan her adımın ardında öylece durmaktadır.

Devrimci ve sosyalist hareket pek çok badire atlattı ancak Türkiye siyasi coğrafyasından hareketle bakıldığında 12 Eylül darbesi, dünya ölçeğindeyse Berlin duvarının yıkılması (1989) ile SB’nin dağılması (1991) tarihine işaret eden tarihsel yenilgi düzlemi, 1960-1980 aralığında şekillenen Türkiye devrimci hareketinin en esaslı ve stratejik iki kırılma zamanına işaret ediyor. “Kırılma” nitelemesi ilgili öznelerin esneme ve öngörme kapasitesinin, öznel ve nesnel sebeplerle, zayıflığa işaret eder aynı zamanda. Kuşkusuz 20. yüzyıldaki sosyalizm denemelerinin tamamı, hala esaslı olarak tartışmayı bekleyen türlü sorunlar nedeniyle tıkanmıştı ve anılan tarihler yenilginin adının resmen konulmasıydı. Meselenin “tarihsel” olması, belli tarihsel şartlar ve anlayışlarla sınırlı bir yenilgiye işaret eder ve tam da bu nedenle koşullar değiştiğinde zaferin imkanlı olduğunu söyler. Dolayısıyla en genel manada sosyalizmin kategorik çöküşünden değil, tarihsel yenilgisinden bahsedebiliriz.

O yıllardan bu yana dünya ölçeğinde Marksist ve Marksizan hareketler çok boyutlu bir krizin, bütünsel irade kaybı, daracık kümelere hapsolma sinizmi, eldekinden de olma korkusuyla eski tekrarlara sığınma konformizmi ve tam da bu nedenle teorik düzlemde bir “eylemsizlik momenti”nin pençesindedir. Önceleri kuşkusuz külliyen reddedilen kriz artık çok daha geniş bir ortak kabul halini almıştır. Çözüm veya çözümlerin de bir seferde gerçekleşmeyeceğini, meselenin harika fikirler üretmekle halledilemeyeceğini ve bu tür iyimser beklentilerin yerini hızla depresif realizme bırakabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Tarihsel yenilgi alan siyasal coğrafya yanı başımızdaydı. Ancak dünyanın diğer bölgelerinden farklı olarak, “sosyalizmin yıkıldığı” 1990’larda Türkiye siyasi coğrafyasında iki diri dinamik ortaya çıkacaktır: Kürdistan’daki özgürlük mücadelesi ile Batı’da belli başlı kentlerde yayılan, bütün araç ve biçimleri kullanma perspektifi taşımış olan devrimci siyasal mücadele. İkisi de özgünlükler barındıran dinamiklerin ilki, ulusal karakterde olmasına karşın 20. yüzyıldaki pek çok örnekte görüldüğü gibi sosyalizmden etkilenmiş bir örgütlenmeydi. Ayırt edici tarafıysa sürekliliğini tesis eden pratik mücadelesiyle istisnai bir konuma yerleşmesidir. Öte yandan Türkiye devrimci hareketinin 1990’lara ulaşan bileşenleri, 1970’lerle kıyas kabul etmeyecek kitle-kadro daralmalarına, kitle mobilizasyon kapasite sınırlılıklarına karşın 1990’lara yer yer Türkiye siyasetini belirleyen çıkışlar gerçekleştirecek politik etki üretebildi. Diğer yandan bu etki süreğen değil kesintiliydi ve hayat gittikçe daha hızlı aktığı için siyasal pratiğin uçucu özelliğiyle yarışan ve onu yenebilen kolektif çözümler üretilemedi. Sol sosyalist etkileşim alanındaki öğrencilik hayatlarından sonra çalıştıkları yazılı-görsel basında hak, adalet ve özgürlükler mücadelesine dönük eylemlere kapılarını kapatmayan medya çalışanlarının önü tıkandığı için o istisnai imkanlar da erken tükendi. Aynı yıllarda dünyanın neredeyse hiçbir bölgesinde Marksizm-devrimcilik iddialarıyla o tür bir pratik politik varoluş ortaya konulmadığını düşündüğümüzde Türkiye siyasi coğrafyasındaki devrimci konumlanışın istisnai konumu daha iyi anlaşılabilir. Şayet bu olanak değerlendirilebilseydi dünya ölçeğinde sol-sosyalist akımların sert düşüşü bir parça yumuşatılabilirdi.

Türkiye şartlarındaki bu iki durum dünya ölçeğindeki Marksizm merkezli tartışmalardan Türkiye Devrimci Hareketi’nin (TDH) daha geç ve daha az etkilenmesine yol açan etmenlerdendir. Ne var ki genellikle yeni fikir üretimi bulunmayan ve eğer inkarcılığa varıyorsa bir ucundan sivil toplumcu bakış açılarına açılan bu tartışmaların günü gününe izlenmemesi muhtemel sonuçlara önceden hazırlıklı olma avantajını kaybetmeye de yol açmıştır.

Türkiye’de 12 Eylül yenilgisi diye adlandırılan dönem pek çok subjektif nedene bağlı gelişti. TDH’nin kitlesel ancak amorf yapısı, ideolojik zayıflıkları ve öncesinde gücünü abartarak muhtemel bir askeri darbenin halkı teslim alamayacağı ajitasyonuna yaslanan ancak bunun gereğini yapmayan kendiliğindenliği ve apaçık bir sorun olan Deniz ve Mahir gibi istisnai isimlerden sonra o düzeyde bir devrimci önderliğin oluşmaması 12 Eylül darbecilerinin işini kolaylaştırırken darbeye karşı direnişi örgütleyemeyen devrimci hareketin öz güvenini ve halk kitleleri karşısında saygınlığını zedeledi. Dişe dokunur aktif antifaşist mücadelenin örgütlenememesi, devrimciler tarafından korunacakları inancına yaslanan halk kitlelerinin günlük hayatta 12 Eylül uygulamalarıyla yüz yüze bırakılarak hayal kırıklığına uğramaları “öncülük” kavramının içini de boşalttı. Zamanla 12 Eylül darbesine karşı sıradan birer açıklamaya dönen, pratik karşılığı bulunmayan ve her defasında saygınlık aşınmasını, oradan da fiili tasfiyeciliği şiddetlendiren çeşitli örgütlenmelerin ortak açıklama enflasyonu Türkiye sathında sosyalizme sempati duyan toplumsal kesime etkide bulunma kapasitesini çabucak yitirdi. Bu bir kader miydi, hayır.

Eş zamanlı olarak Kürdistan devrimcileri, daha elverişsiz koşullarda devrimci bir dille konuşmayı ve davranmaya muvaffak oldular. Bu başarı yine aynı topraklarda pek çok başarısız sol, sosyalist, devrimci örgütlenmenin akıbeti düşünülürse sadece iradeyle açıklanmayacak, ilgili toplumun iyi, esaslı analizinin yapılması başta gelmek üzere, toplumsal zemin ve kültür üzerine çalışıldığını gösterir. Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin kimi kesimlerinde Kürdistan özgürlük hareketine karşı kompleksli tutumların temelinde salt sosyal şovenizm değil, Türkiye sahasında tasfiyecilik üretilirken eş zamanlı olarak Kürdistan’da siyasal özgürlük mücadelesinin yükseltilebilmesi de vardır. O dönemi anlatırken mülteciliği haklı çıkarmaya, eylemsizliği teorize etmeye çalışan ve sonu “Başka bir yolu yoktu, yaşananlar zorunluluktu” gibi açıklamalara varan izah çabaları ‘tarihte bireyin rolü’nü görmezden gelen yüzeysellikler olduğu için irade kırılmalarının fideliğine dönüşmüştür.

12 Eylül yenilgisinden doğrudan etkilenmeyen, ilk gençliği darbe sonrası yıllara rastlayan öğrenci gençlik mücadelesi pek çok kentte ve üniversitede, bazen kendiliğinden bazen eski dönem devrimcilerinin bireysel çabalarıyla etkileşim halinde yeşerdi. 1990’lardaki sosyalist- devrimci hamlelerin omurgasını oluşturacak inisiyatifli sosyalist bakiye büyük ölçüde bu yılların öğrencilerinden meydana geldi. 12 Eylül faşizmi toplumsal özgürlük ihtiyacını bütün zor araçlarıyla bastırdığı halde aratarak süren sorunlara ilk tepki 1960’ların sonunda olduğu gibi yine gençlerden yükseldi. Kapalı salon toplantılarından kampüs forumlarına varan ve dönemin yasal imkanları her ne ise ilk etapta onu veri kabul ederek esnetip aşındıran, güç ilişkileri bağlamında yer yer yok sayan bu öğrenci gençlik çıkışı hızla antifaşist toplumsal moral merkeze döndü. Ancak bunun somut, birleşik, bütün emekçilerin doğal adresine dönebilecek siyasal ve kültürel örgütlenmelere dönüştürülememesi, hatta daha ilk adımda 12 Eylül öncesindeki gibi siyasal fraksiyonerliğin pençesinde dar grup gettoları halini alması, bugünden bakıldığında müşterek bir handikap olarak daha fazla göze batmaktadır.

Diğer taraftan öz dinamikleriyle harekete geçen, ekonomik-sendikal haklar temelinde saçaklanan işçi mücadeleleri 12 Eylül’ün yarattığı atmosferden çıkışın kitle temelini oluşturdu. Kürdistan’daki özgürlük mücadelesine karşı şovenizmin Türk halk kitlelerine zerk edildiği, ırkçılığın rasyonalizasyonuna yönelinen bu evrede pek çok ulus ve ulusal topluluktan işçi-emekçi ortak  sendikal-mesleki dayanışma eylemleri örgütleyebildiler.

1990’lara gelinirken, ezilen-yenilen ve 12 Eylül’e karşı mücadele edemediği için hem kaoslara sürüklenen hem içeriksiz bölünmelere uğrayan sosyalist ve devrimci harekete karşın yeni bir dalga halinde işçi ve öğrenci gençlik mücadelesi topluma yayılıyordu. Bu arada kendilerini yeniden oluşturmaya çalışan devrimci hareket bileşenleri, bir ölçüde 12 Eylül yenilgisinin psikolojik etkisini yok etmek için, ciddi bir şey olmamış gibi eski dil ve örgütlenme tarzıyla görünmeye başladı. Zor araç ve biçimlerine abartılı- tek yanlı fakat salt söylem düzeyinde atıflar yapmak gibi tutumlara sonraki yıllarda da rastlanacak ama bu yaklaşım karşıtını da üreterek bu kez zor araç ve biçimlerini

‘provokasyon’ gibi komplocu zaviyeden görme dengesizliğini beraberinde getirecek ve bir de bu tartışmalar nedeniyle siyasal partikülerizm ortaya çıkacaktı. Devrimci hareket 1990’lar boyunca bazen incir çekirdeğini doldurmayacak türlü çeşitli enerji sarfiyatı nedeniyle çoğu zaman kendi asal işi olan işçi emekçi halk kitlelerinin siyasal özgürlük mücadelesine bütün gücüyle sarılamayacaktır.

Kendisini değiştirip dönüştürme kapasitesini sonraki yıllarda da büyük oranda geliştirmeyecek 12 Eylül sonrasındaki örgütlemelerin tartışmalarına baktığımızda darbe öncesindeki dünyanın duygu ve düşünce dünyasının dışına çıkamadıkları kolaylıkla görülebilir. Bu zamandaşlığın negatif etkisi, öğrenci ve işçi mücadelesinden gelen bireylerin, dar grupçu aktivistlere, birbirine hasım ideolojik grupların doğruların konjonktürel doğrularına iman etmiş tek yanlı kadrolara dönmesinde açığa çıktı. Dışarıdan bakılınca birbirini güçlendirmesi, desteklemesi beklenen sosyalist-devrimci yapıların birbirinin canına okuma habisliğinden kurtulamamaları, mesela buna karşı ortaya atılan ve devrimci hareketin çıkış dönemindeki romantizmine işaret eden “siper yoldaşlığı” gibi ifadeler içselleşemedi, iş odaklı dar pratiklerin ajitatif ifadeleri zannedildi. Zaten daralan ve esaslı bir düşünsel hesaplaşma da yapılamadığı için her zorlukta “ölü kuşakların geleneği” karabasan gibi üzerine çöken sosyalist devrimci hareketin ferasetten yoksun öngörüsüzlüğü devrimci ortamları olumsuz olarak etkilerken işçi ve emekçilerde “hiç bir şey değişmemiş” negatif izlenimini şiddetlendirdi ve halk kitleleri, sempati oluşturmasına rağmen devrimci hareketlerin mesela 1 Mayıslardaki toplam kitlesi yüz bini bulmamıştır. Bu sadece “siyasal etkiyi örgütsel etkiye dönüştürememe” klişesiyle ifade edilemeyecek, devrimcilerin iş görme tarzının nelere mal olduğunu da hatırlamamız gereken stratejik nitelikteki handikaplardan biridir ki bunun somut sonuçlarını 90’ların ikinci yarısında giderek azalan, yalnızlaşan, kendi kaderiyle halkın kaderini iç içe geçirmeyi başaramayan “rutin” devrimcilik hallerinde görülecekti.

Dikkat edilirse 1970’lerdeki sol içi şiddet laneti 1990’larda, lokal güç kazanımının tespit edilebildiği yerlerde güncel bir mesele halini alabilmiştir. Burada asıl önemli olan, kimin buna yatkın olduğu yahut başlattığı biçimindeki kısır döngüye girmeden, vaktiyle SSCB-Çin devletler arası çıkar çatışmasıyla ortalığa saçılan ve devrimcileri birbirine düşmanlaştıran, giderek silahlı iç çatışmaların içine sürükleyen o uğursuz mirasın kültürel olarak reddedilmemesidir. Bunun bir örneği de şurada: 1990’larda TDH bileşenleri ağırlıklı olarak hakikatin farkında değildir ve 12 Eylül’ü ya da sosyalizmin tarihsel yenilgisini teknik bir mesele saymaktadır ki bütün bir 1990’lara bu farkına varamayışın etkileri yayılacaktır.

Türkiye sosyalist ve devrimci hareketi büyük oranda dar pratikçiydi ve teorik birikimi, daha tam ifadesiyle kitabi tekrarların ötesinde teori yapabilecek kadro kuşağı/birikimi bulunmuyordu. Ortada çifte sorun vardı: Karizmatik devrimci önderler kuşağının yok oluşu ve biriken onca sorunla serinkanlılıkla baş edebilecek teorik birikime sahip kadro bakiyesinden mahrumiyet. Yetersizliği besleyen genetik miras ise güçlüydü: Belli kalıpların ve geleneklerin içine doğan genç devrimciler, Marksizm’den önce ilgili grupların Marksizm yorumlarını öğrenegeldi. Böylesi daha kolaydı ve grupçu zırh konforu sağlayan köşeli düşünme yüzeyselliği şüphesiz “gereksiz tartışmalardan” koruyordu.

Ancak bu yorumlar da büyük ölçekte dış faktörlere bağlı ön kabullerle oluşmuştu. Sosyalizmin tarihsel yenilgisi olmasaydı da o bakış açısıyla siyasal özgürlük mücadelesini milyonlara taşımak neredeyse imkansızdı. Her ezber ısrarı biraz daha toplumun dışına düşmekle sonuçlandı. Tarihsel yenilgi ise tamamı düşünsel dayanaklarını belli siyasal merkezlere bağlı karşılıklı düşünsel hasımlaşmalarla çatmış devrimci ve sosyalist hareketi boşlukta bıraktı. SB, Arnavutluk, Çin veya bunların her birinden karma-melez etkiler taşıyan bütün hareketler, 12 Eylül sonrasında olduğundan farklı biçimde hareket zeminlerini kaybetti ve zamanla yer yer varoluş hakkını yitirmeye varan bir raddeye vardı. Tam da burada ezici ağırlığı, iddia edilenin aksine teorik-ideolojik içerik taşımayan “sol içi bölünme” enflasyonunu hatırlamak, kendilerine durmaksızın birleşme örgütlenme- dayanışma önerilen halk kitleleri karşısında devrimcilerin-sosyalistlerin nasıl bir pozisyona sürüklendiğini açıklar. 1980’lerden bu yana sürekliliğini sağlamış, kültürünü yaratmış, kesintili de olsa çeşitli alanlarda atılımlara girişmiş yegane birlik deneyiminin devrimci sosyalistlere ait olması aslında ne denli kötü-zayıf bir siyasal zeminde olduğumuzu da hatırlatır. Devrimci sosyalistler bakımından istisnai bir konum olarak kıymetli olmakla birlikte, TDH’nin geçmişi kadar muhtemel yakın geleceğinin pek parlak olmadığını gösteren bu mesele üzerinde başlı başına düşünmek gerek.

1960-1980 aralığında şekillenme tespiti “soğuk savaş” dönemine de işaret eder. Kapitalizmle sosyalizm arasındaki soğuk savaş. Yanı sıra merkezkaç etkiyle çeşitli devlet siyasetleri etrafında bölünmüş sosyalist odakların birbiriyle soğuk savaşı vardı. Bir tür teyakkuz ortamına, indirgemeci bakışın hakim olduğu düşünce dünyasına doğmak demek bütün o indirgemeci, yer yer  komplocu, aşısı subjektif, kanaatlerini hakikatin yerine geçiren ve sonraki değerlendirmelerini de buradan hareketle yapan siyasal varoluş biçimiyle gerilimli bir ilişki kurulamazsa o anafora kapılıp hızla sıradanlaşmak demekti. Türkiye devrimci hareketinin bütün bileşenleri, derece farkıyla, çeşitli dönemlerde o anafora kapıldı. Sözgelimi bugün hala cari olan siyasal analiz, değerlendirme, niteleme ve itham kataloğunda yer alan pek çok değerlendirme o çok yönlü soğuk savaş ortamından kalmadır ve tümünün elden geçirilmesi kaçınılmaz işlerdendir. Buna geçen yüzyılda politik amaçlarla üretilmiş “temel tali” gibi yapay mücadele biçimi ayrımlarından devrimin yolu eksenli strateji-taktik şablonlarını, hatta “sosyal emperyalizm” gibi yaftalamalara varana dek pek çok değerlendirmeyi ekleyebiliriz. Nesnel, kişi/çevre/grup eğilimlerinin tesiri altında olmayan esaslı düşünme ve bütünsel yeni teorik-politik varoluş için bunlara ihtiyaç var.

12 Eylül’e karşı kitlesel halk mücadeleleri ve etkili adalet eylemleriyle, gecikerek bile olsa pratik öz eleştiri yoluyla baş etmek mümkündü ve 90’ların başında bu kapsamda kıymetli mücadeleler de yürütüldü. Ağır bile olsa nihayet örgütsel temelli baskın olan bir yenilgiydi ve Türkiye sathında mücadeleyle baş etmek mümkündü. Adalet eylemleri döneminde baktığımızda toplumda yeni bir silkinişin ve 12 Eylül yıllarındaki gibi yalnız bırakılma tereddüdü yaşansa bile devrimcilerle iletişim arayışının olduğunu görebiliriz.

1989-‘91 yenilgisini salt pratik iş ve örgütlenmelerle aşmak ise imkansızdı. Oradaki enkaz aynı zamanda ve asıl olarak teorik-ideolojikti. Bütün merkezlerin çöktüğü bir momentte “çöken sosyalizm değil ki” biçimindeki savunmaların, bugünden bakıldığında benzerlerine İslamcı akımların selefi kollarının argümantasyonunu hatırlatan çerçevesi bunu üretenleri de ikna etmemişti ki büyük çoğunluğu o anaforda dar propaganda çevrelerine veya düzene savruldu. Dolayısıyla tarihsel yenilginin cevabı lokal olamazdı ve fakat esnek zihin dünyasına sahip bir coğrafya merkezli devrimcilik de gerek pratik-politik gerek teorik-düşünsel adımlarla uluslar arası sosyalist hareketin işini kolaylaştırabilirdi.

Oysa 1970’lerdeki fiziksel gençlik ve tecrübesizlik 1990’lara yer yer politik raşitizme varan sekterliği kopyalamayı sürdürdü. Sözgelimi devrimciler yasal parti tartışmasında aracın kendisini topa tuttu. Kullananların eğilimleri, yönelimleri, yorgunlukları veya iradeleri değil aracın kendisi lanetlenince legal parti kurmanın veya savunmanın kendisi devrimcilikle reformculuğun ayrım noktası sanılabildi. Bu düşünce düzeyinin yüzeyselliği başka konularda da öne çıkar. Yerel-lokal çalışmalarda halkın yaşamını kolaylaştırılacak talep, yönelim ve örgütlenmeler tuhaf bir sinizmle “belediyecilik” diye küçümsenir ve bu nevi kırıntılarla uğraşmak yerine “devrim” vaat edilirken halkın günlük gerçek hayatına dokunmayan, 1800’lerin Alman idealist felsefecilerinin argümanlarını hatırlatan tuhaf bir siyasal konforizme saplanılabildi. 12 Eylül öncesinde amorf örgütlenmeler, kendiliğindenlik ve iktidar bilincinden yoksunluğun panzehiri akla gelecek her soruna sihirli ve soyut bir “devrim” önermek zannedildi. Oysa soğuk kış gecelerinde bir tas sıcak yemek, bir tas çorba, bebekler için bir kutu süte ihtiyacı vardı yoksulların. “Sınıf siyaseti” adı altında öne çıkan bu tür siyasal kibrin yıkıcı etkileri ezilenlerin günlük hayatına kategorik yabancılaşma olarak sonraki yıllarda varlığını sürdürdü. Siyaset negatif anlamda “profesyonel”leşip bürokratlaşırken devrimciliğin kalbi tarafları törpülenmekle kalmadı, sonraki yıllarda öne çıkacak olan “akıllı devrimcilik” o yabancılaşma ortamında mayalandı.

Latin Amerika’da da 1970’lerde Türkiye’dekine benzer bir politik süreç izlendi: Halk kitleleriyle iç içe geçmiş yoğun devrimci pratik, kitle mücadeleleri ve askeri darbeler, işkenceler, hapislikler. Oransal olarak oralardaki ölüm sayıları bizim coğrafyamızdakinden çok daha fazladır ayrıca. Aramızdaki esaslı farklardan biri Latin Amerika devrimciliğinin SB- Çin- Arnavutluk, Bulgaristan vb. gerilimlerinden bizim gibi etkilenmemeleri, nispeten kendi kültürel-coğrafi özgünlükleriyle ve bütün pratiklere bir ölçüde eleştirel mesafeyle bakabilmeleriydi. 1991 yıkımından evvel, askeri darbelerin ardından bir yandan asgari gereklilik olan direnişleri örgütlerken “Ne yapmalı?” sorusunu da tartıştılar. Sözgelimi Tupamaro’lar gelen karşı devrimci dalgayı karşı çıplak örgütsel güçle karşılamak gibi siyasal intiharı değil yerel alanlarda yarı amatör biçimlerle ve her halükarda halkla birlikte davranma yolunu seçti ve sonuç aldı. El Salvador’da yine esaslı tartışmalarla bir başka yol seçildi ve o da önemli kazanımlar sağladı. Türkiye’de konu yorgunluk-militanlık, tasfiyecilik-devrimcilik ikiliklerinin dışına taşırılarak tartışılamadığı için birkaç indirgemeci hüküm cümlesiyle meseleden genellikle uzak duruldu.

Karşı devrim cenahı ise 1990’lardaki yenilgiyi stratejik zafere çevirme amacıyla “tarihin sonu”nu ilan etti. Bu durum devrimci hareketi stratejik bir hataya sürükledi. O söz ve argüman düellosunda devrimcilik yanlışların üstünden atlamak, geçmişi olduğu gibi sahiplenmek, bazı isimleri sosyalizmle bir tutmak, belli tarihlere/isimlere sadakati varoluş sebebi haline getirmek ile adeta bir tutuldu ve doğrusu devrimci hareket bileşenleri ağırlıklı olarak bu izlenimi kanaate dönüştürecek çabalardan imtina etmedi. Sosyalizm, kapitalizme karşı hamle, ileri çıkma, saldırarak aşma teori politikasıyken tarihsel yenilgi ardından devrimcilerin defansif muhafazakarlığa mahkumiyeti denklemin yanlışlığını ortaya koymaktaydı ancak o dönem aralığında buna karşı bir dikkat geliştirilmedi. Pek çok ülkede bir önceki dönemin devrimcilerinin davranış çizgisine baktığımızda, geçmişi muhafazakarca savunanların hızla daraldığını, kapalı devre düşünen propagandif sektlere gerilediklerini ve otuz yıl sonra bugün artık gençlerin iltifat etmediği, yaş ortalaması iyice yükselmiş ümitsiz, asabi çevreler halini aldıklarını ve bir gelecek tasavvurundan ziyade tarihin tozlu sayfalarında gün tükettiklerini görebiliyoruz.

Türkiye devrimci ve sosyalist hareketinin handikapı meselenin adını koyma cesaretsizliğiydi. Ancak bunu salt bir reddiyecilik olarak açıklayamayız. Onların sekter-muhafazakarlığı keyfi değildi. Zira 1980’lerin sonunda, sosyalist hareketin bir damarı, açık biçimde kendi yorgunluklarının, utangaç tövbekarlıklarının, bir daha hapislere girmemenin düşünsel temellerini oluşturmak için, dünya ölçeğindeki yıkım konjonktürünü araçsallaştırdı. Devrimciliğin alenen tasfiyesi olan, bütün idealleri ve devrimci yaşam ölçülerini aşındıran, hedonist bir fiziksel ve ruhsal açlıkla “hayatımızı yaşayalım” yüzeyselliğiyle el ele ilerleyen bu çirkinliğin dışında durma iradesi göstermek devrimci olmayı, o şartlarda devrimci kalmayı, anlatıyordu. Bütün bir 1990’lar dönemi devrimciliğini omuzlayan gruplar, büyük oranda böyle bir tercihin sonucu olarak kendilerini yeniden yapılandırdılar ve bu gibi durumlarda ortaya çıkan, önemli bir bölümü anlaşılır olan bütün aşırılıkları içlerinde barındırdılar. Bu ayrımda durdukları yer kıymetliydi ancak bu mazeret üreticisi bir mağduriyet söyleminin meşrulaştırıcısı da değildir. Manevra kabiliyeti bulunmayan, tekdüze, eleştirip hücum eden, ama hücuma konu olan sistemi veya rejimi çözümleyemeyen, dolayısıyla sonuca ulaşmanın gün be gün değişebilecek imkanlarını daha baştan kaçıran rutin devrimcilik de kendi halinde bir tasfiye jeneratörüne dönüşebilir. 

12 Eylül öncesinin bazı devrimci grupları, bizzat grupların koordinasyonlarında yer alanlarca tasfiye edilip devrimcilik değersizleştirilirken uygulanan metot, onlara karşı dururken tersinden üretilince bir başka labirente hapsolma riskini beraberinde getirdi. Bunun pratik karşılığı Türkiye devrimci hareketinin dilinde ve dar etki sahasında hızla öne çıkan askerileşme eğilimidir. Son derece sınırlı kadro, mali ve teknik kaynaklarla yol alırken öne çıkan bu dil ve yönelim siyasal özgürlük mücadelesinin kısa zamanda devlet-halk çelişkisinden koparak devlet-devrimciler mücadelesi halini almasına yol açtı. Siyaset teorisine ve ezilenlerin binlerce yıllık deneyimine aykırı olarak devrimci hareket bileşenlerinin birbirlerine karşı güç gösterisine dönüşen, tam tersine yapmaları gerekirken, hazır olmadıkları şartlarda güçlerini abartarak rejimin alarmize olmasına yol açan mücadele pratiklerine bakıldığında 1970’lerden pek ders çıkarılmadığı görülebilecektir. Semtlerde devrimci yaşamı bütün boyutlarıyla inşa etme ihtiyaç ve görevinin “kontrol”lerle sınırlı tutulması, meselenin dar askeri kavrayışın ötesinde bir yeni yaşam kurma ihtiyacı üzerinden ele alınmasını engelledi. Nitekim, karşı devrim cenahı bir tür teyakkuzla oralara yöneldiğinde halk ve devrimciler iç içe geçemedikleri için lokal alanlar hızla dağıtılabildi.

Yanı sıra, 1990’larda Alevi halk özgürlük mücadelesi de önemli bir dinamikti. Ancak devrimci harekette Kürdistan’a karşı siyasal ve pratik yabancılaşmanın benzerinin Alevi halk dinamiğine karşı da geliştirildiğini gözlemek mümkündür. Konu özelinde sembolik değeri olduğu için vurgulamak gerekiyor: Devrimci sosyalistler Alevilerin hak ve özgürlük talepleri doğrultusunda örgütlenmesi için bütün imkanlarını kullandığında durum yadırganmış, küçümsenmiş, hatta “Alevicilik” gibi ipesapa gelmez yaftalarla değersizleştirilmeye çalışılmış ve fakat daha sonra bu kez tek yanlı biçimde bütünüyle oraya yönelinmiştir. Buradaki handikap yöneliminin günlük politik ihtiyaçlarla sınırlılığı nedeniyle o kültürün ve olanakların geliştirilmesi değil adeta tarumar edilerek öylece bırakılmasıdır ki somut sonuçlarından biri Alevi halk kitleleriyle devrimciler arasında oluşan mesafedir.

1990’lar kadrosu olarak tariflenebilecek, pratikçi yanı kuvvetli ama teorik kör noktaları kendinden önceki kuşaklar kadar derin devrimci kuşak pek çok ağır görev omuzladı, erken sorumluluk aldı, uzun hapisliklerle tanıştı: dönemin sekter-grupçu şartlanmalarıyla yaratıcı enerjisi köreltilmese kendi eylem hattının yaratıcı teori-politik soyutlamalarını yapabilirdi ancak bu pek mümkün olmadı. O yılların üzerinden geçen her iki on yıl kendi konjonktür eğrileri olan, esaslı analitik değerlendirmelere konu olacak farklılıklar içeren dönemlerdir.

Siyasal mücadelede hiçbir şey kendiliğinden, birikimsiz, aniden oluşmaz ve siyasal kültür hatasıyla sevabıyla bir tür siyasal determinizmle çevrelenir ve onu aşma denemeleri de o kültürün içinden yükseltilen düşünsel-pratik eleştirilerle mümkün olur. 1990’larda 1960’ların sonundan bu yana gelen esintiyi gördüğümüz gibi bu günkü reel devrimcilikte de 1990’ların etkisi şu veya bu düzeyde gözlemlemek mümkün. Kahramanlık anlatılarından yapısal zaaflara dek her anlatımda belli ölçülerde haklılık payı olduğu kadar özgünlükleri kaçıran tekdüzelikler de bulunur. O nedenle “bizim zamanımızda” ile başlayan, bir ucu nostaljiye, diğeri koçaklamaya ya da melankoliye açılan cümleler aslında hiçbir devrimci kuşağın kendine has yalıtık bir zaman olmadığı cevabıyla yanıtlamayı hak eder. Hem bir bütün olarak hem çeşitli uğraklar, evreler, virajlar özelinde Türkiye devrimci ve sosyalist hareketi üzerine cesurca düşünmek henüz tüketilmemiş tartışma başlıklarındandır. Türkiye ve Kürdistan ezilenlerinin özgür geleceği olan sosyalizm mücadelesine içerilecek dersler ve deneyimler olarak bütün bu tarihle ilişkilenmek en küçük bir olanağı dahi zayi etme lüksü bulunmayan devrimci ve sosyalist hareketin teorik, kültürel olgunluğunu artıracaktır. 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi