Salgından Sonra Kapitalizm

Koronavirüs salgını ile ağır bir darbe alan kapitalizmin 2020'de küresel olarak küçüleceği tahmin ediliyor. Ancak etkisi ne kadar büyük olursa olsun, emperyalist burjuvazinin genel kanaati bu salgının kapitalizme dışsal bir olay olduğu, kapitalist üretim tarzında herhangi bir sorun olmadığı, salgında zirvenin aşılmasıyla birlikte yılın ikinci yarısından sonra ekonominin toparlanmaya başlayacağı ve 2021 itibariyle krizin atlatılacağı yönünde. Hatta kimileri bu krizin kapitalizm için bir yenilenme fırsatı yaratacağını dahi söylüyor. Peki, bunlar ne kadar doğru? Salgın kapitalizm için sadece “kısa bir ara” anlamına mı gelecek, yoksa bundan daha fazlasına mı mâl olacak?

Bu Krizin Niteliği

Tetikleyicileri ve görünüm şekilleri farklılaşabilse de, kapitalist krizlerin kök nedeni emeğin makineler lehine göreli olarak üretimden dışlanması (yani sermayenin organik bileşiminin yükselmesi) sonucunda kar oranlarının düşmesidir. Kar oranlarındaki bu düşüş, kapitalistlerin tüm telafi çabalarına karşın, bir süre sonra kar kütlesinin artışını da yavaşlatır. Yatırılan ek sermayenin kar kütlesinde bir artış sağlamamaya başladığı noktada da kriz başlar. Bu, aşırı-birikimin gerçekleştiği noktadır. Yani kapitalist için üretimi ve yatırımı sürdürmek artık anlamsızdır. Makineler durur, şirketler iflas eder, işçiler kitleler halinde sokağa atılır, fiyatlar dibe vurur, borsalar çöker.

Koronavirüs salgını ile yaşanan kriz, sonuçları itibariyle klasik kapitalist krizlere çok benziyor. Ancak gelişim şekli itibariyle bakarsak, bu krizin üretim ve dolaşım süreçlerinin iktisadi koşullarından daha çok, “fiziksel” koşullarının ortadan kalkması sonucunda ortaya çıktığını görürüz. Salgının çıkış merkezi ve dünyanın en büyük ithalatçısı, ihracatçısı ve imalatçısı olan Çin'de devletin Şubat ayında tüm fabrikaları kapatması ve seyahatleri yasaklaması sonucunda küresel üretim işbölümü sert bir kesintiye uğradı. Böyle olunca üretim için gerekli ara malını ithal edemeyen uluslararası tekeller de üretime ara vermek zorunda kaldılar. Öte yandan, ABD ve AB'nin salgının yeni üssü haline gelmesi Mart ayı itibariyle siyasi iktidarları kent merkezlerindeki ticari faaliyetleri ve toplumsal yaşamı sınırlandırmaya zorlayınca, bu sefer de kitlelerin metaları tüketebilme kapasitelerine doğrudan fiziksel bir sınır çekilmiş oldu. Bu da bu merkezlerdeki üretime bir darbe daha vurdu. Kısacası koronavirüs salgını kapitalist üretim döngüsünü her bir adımından ayrı ayrı kilitleyerek artı değerin üretimini baltalamış oldu.

Şüphesiz krizi yaratan mekanizmadaki bu farklılık, emperyalist burjuvazinin iddia ettiği gibi salgının kapitalist üretim tarzına dışsal ve beklenmedik bir olgu olduğu anlamına gelmiyor. İlksel birikim çerçevesinde doğanın talan edilmesi bakterileri ve virüsleri “doğal konaklarından”, yani yaban hayattan kopartıyor, tarım-hayvancılığın kontrolsüz ve devasa orandaki ticarileşmesi de onları toplumsal yaşama, yani insan bedenlerine taşıyor. Yani bilakis, salgınların kök nedeni tam da emperyalist kapitalizmin kendi işleyiş prensiplerinde bulunuyor.

Krizde İlk Kurtarılacak Sınıf

Salgının yarattığı ekonomik krizin boyutlarının tarihsel nitelikte olduğunu görüyoruz. Örneğin, dünyanın üretim üssü olan ve yüzde 6'nın altında büyümesi bile kriz işareti sayılan Çin 2020'nin ilk çeyreğinde %7 gibi inanılmaz bir oranda küçüldü. Bu orandaki bir küçülme en son 44 yıl önce yaşanmıştı. ABD'de sadece bir ayda 22 milyon kişi işsiz kaldı ve Mart ayında imalat sanayi 1946'dan bu yana en büyük çöküşünü yaşadı. IMF, salgının Nisan-Mayıs'ta zirve noktasına ulaşacağı ve yılın ikinci yarısından itibaren büyümenin tekrar başlayacağı varsayılsa bile 2020'de dünya ekonomisinin yıllık bazda yüzde 3 daralacağı tahminini yapıyor.[1] Küresel ölçekte bu iyimser tahminden daha büyük daralmanın yaşandığı son dönemler 1929-32 ve 1945-46 yıllarıydı. 2008-9 krizinde bile dünya kapitalizmi toplamda yüzde 1.68 oranında küçülmüştü.

Koronavirüs salgınının yarattığı ekonomik krize emperyalist devletlerin ilk tepkisi tıpkı 2008-9 krizinde olduğu gibi şirketleri kurtarmak oldu. ABD ve AB devletleri bu kapsamda 8 trilyon doları kendi mali sermaye devlerine ve tekellerine aktardılar.[2] Böylece batma tehlikesi yaşayan şirketler iki yıllık karlarına denk gelen bir parayı ceplerine koymuş oldular. Bu, yıllık dünya hâsılasının yüzde 10'una denk gelen devasa bir rakam. 2008-9 krizinde bu oran yüzde 2 civarındaydı.[3] Kurtarma operasyonları bu rakam ile sınırlı kalmayacak gibi gözüküyor. Zira zaman ilerledikçe emperyalist devletler yeni paketler açıklıyor.

Emperyalist burjuvazi salgında sadece uluslararası tekelleri değil, mali-ekonomik sömürge burjuvazilerini de kurtarmaya girişti. Bu kapsamda IMF “gelişmekte olan piyasalara” 1,2 trilyon dolar aktaracağını açıkladı. Sermaye birikimlerinin yetersizliği ve ithalat bağımlılığı sebebiyle üretebilmek için mali sermaye akımlarına muhtaç olan bu ülkelerin “yaşatılması” ve tedarik zincirlerinin işler halde tutulması emperyalistlerin çıkarları için elzemdi. Ayrıca bu sayede emperyalist merkezlerdeki krizin yükü bu ülkelere aktarılmalıydı. Mali-ekonomik sömürgeler açısından baktığımızda da, salgından kaynaklanan krizle birlikte sermaye akımlarının 2008-9 krizine oranla 3-4 kat daha fazla yavaşlamış olması dış borçlarını ödemek ve yeni borç bulmak zorunda olan bu ülkeler için böyle bir kanalın açılmasını bir anlamda zorunlu kılıyordu.[4]

Tamamlanamayan Kriz Döngüsü

Peki, tüm bu önlemler kapitalizmin mevcut krizi aşmasına yetecek mi? Bu soruyu cevaplayabilmek için öncelikle kapitalist üretim tarzının salgın öncesinde ne durumda olduğunu anlamak gerekiyor.

Emperyalist küreselleşme evresinde bulunan kapitalizm 2008-9'da girdiği krizden 2010 yılında çıkmış olsa da, sonrasında kriz öncesi büyüme oranlarına dönemedi. 2008-9 krizinden önceki yıllarda yılda ortalama yüzde 4 oranında büyüyen küresel kapitalizm kriz sonrasında sadece yüzde 2,5-3 bandında sıkışıp kalmıştı.[5] Üstelik burjuvazi salgın öncesinde yaptığı tahminlerde yeni bir çıkışın sinyali olmadığını söylüyordu. Tersine, tüm göstergeler aşağı yönlüydü. Örneğin sanayi üretimindeki büyüme hızı özellikle 2017'den beri sert bir şekilde düşmekteydi ve 2019 sonuna gelindiğinde yüzde 0,5’e kadar yavaşlamıştı.[6] Keza, yeni üretim siparişlerini ölçen Satın Alma Yöneticileri Endeksi (PMI) de aynı düşüş trendi içerisindeydi ve 2019 başından beri “daralma” anlamına gelen 50 puan altı seviyelerde seyrediyordu.[7] 30 büyük kapitalist ülkede 2014- 2018 arasında ortalama yüzde 1,5 seviyesinde olan istihdamın artış hızı da yüzde 1'e kadar düşmüş durumdaydı.[8] Üretim yavaşladığı oranda da borç büyüyordu. 2019 sonuna gelindiğinde küresel borcun dünya hâsılasına oranı yüzde 322 olmuştu. Kısacası, kapitalist üretim tarzı koronavirüs salgını patlak vermeden önce de yeni bir krize doğru yuvarlanıyordu.

Peki, salgının yarattığı çöküşü bir tür “öne çekilmiş” bir kriz gibi değerlendirip, buradan kapitalizmin kendisini yenilemesi için gereken koşulların oluşacağını düşünebilir miyiz? Burjuvazinin aydınlarına göre, salgınla birlikte ertelenen talep salgın sonrasında er ya da geç hızla artacak, düşen petrol ve emtia fiyatlarının da etkisiyle yatırımlar yükselecek ve küresel ekonomiye yeni bir bahar havası gelecek. Örneğin IMF'nin 2021 için yaptığı yüzde 6'lık iyimser büyüme tahmini böyle bir öngörüye dayanıyor. Ancak “baz etkisi”, yani bir önceki yıl yaşanan küçülmeye kıyasla yaşanacak yüksek büyüme bir şeydir, bir trend olarak kapitalist üretim tarzının yaşayacağı yenilenme başka bir şey. Kapitalist genişlemeyi ya da daralmayı (yani yatırımların artışı ya da azalışını) belirleyen şey talep veya arzdaki şoklar/patlamalar değil, kar oranlarının seyridir. Çünkü kapitalist üretim üretmek veya tüketmek için değil, kar için yapılır. Dolayısıyla ancak ve ancak salgın sonrasında kar oranlarının nasıl seyredeceği hakkındaki bir analiz bize kapitalizmin geleceği hakkında bir fikir sunabilir.

Bildiğimiz üzere krizler kapitalist üretim tarzının doğasında vardır. Krizi yaratan sermayenin hareket prensibidir. Bu söz, kapitalizmin krize girmeye yazgılı olduğu kadar, krizden çıkışın koşullarını da ürettiği anlamına gelir. Krizle birlikte artan iflas dalgası değişmeyen sermaye maliyetlerini ucuzlatır, işçilerin kitlesel olarak sokağa atılması da onları daha düşük ücrete razı ederek sömürü oranının arttırılabilmesine olanak tanır. Kar oranı dediğimiz şey, artı değerin yatırılan toplam sermayeye oranı olduğuna göre, toplam sermayenin düşmesi ve sömürü oranının artması gibi karşı-eğilimler, kar oranlarında yeniden artışı da beraberinde getirir. Kapitalizm klasik bir döngü krizini böyle aşar. Elbette bu karşı-eğilimler kar oranlarının düşmesini ertelese veya bir süreliğine tersine çevirebilse de, son tahlilde azalmasını engelleyemez. Değerin tek kaynağı olan canlı emeğin makineler lehine üretimden her seferinde daha fazla dışlanması sonucu kar oranları uzun dönemde sıfıra doğru düşme eğilimindedir.

Gelgelelim, kimi zaman bu karşı-eğilimler verili koşullarda kapitalizmi girdiği krizlerden çıkarmaya da yetmez. Bu durumda döngüsel krizler yapısal krizler halini alır. Karşı-eğilimlerin işleyip, bu krizlerin aşılabilmesi için kapitalizmin niteliksel değişimler geçirmesi, yani yeni bir evreye geçmesi gerekir. Örneğin 1974 krizi böyle bir krizdir ve bu kriz sonrasında kapitalist üretim tarzı tekelci devlet kapitalizmi evresinden emperyalist küreselleşme evresine geçmiştir. Bu kapsamda uluslararası tekeller kar oranlarındaki düşüş eğilimini temelde 1) üretimin emek-yoğun kısımlarını ucuz emek gücü ülkeleri olan mali-ekonomik sömürgelere taşıyıp, sömürü oranını arttırarak, 2) üretimin genişletilmesiyle artan değişmeyen sermaye maliyetlerini bu sömürgelerdeki taşeron burjuvaziye devredip, sermayenin organik bileşimini düşürerek, 3) sosyal devletlerin maddi-ekonomik zeminini parçalayıp emperyalizmin yağmasına açarak ve 4) üretimden gelen karları yeniden üretimden ziyade daha yüksek kar oranı sunan hayali sermaye pazarlarına yönlendirerek bir süreliğine tersine çevirmişlerdi. Bu anlamıyla emperyalist küreselleşme evresi, önceki evreden farklı olarak meta ve sermaye dolaşımını serbestleştirilmesi yoluyla bütünleşik bir dünya pazarının oluştuğu; sadece pazarların değil, üretim süreçlerinin de uluslararasılaştığı; mali sermayenin sanayi sermayesi üzerinde egemenlik kurduğu bir evre oldu.

Bu karşı-eğilimlerin nasıl sonuç verdiğini niceliksel olarak ölçebiliyoruz. Örneğin ABD'de 1982 – 2002 arasında sermayenin organik bileşimi yüzde 5,2 azalırken, sömürü oranı yüzde 22,5 artmıştı. Gelecekte üretilecek artı değerin bugünden gasp edilip tekrar tekrar paylaşılmasına dayanan hayali sermaye pazarlarından (borsa, tahvil, türev, vb.) doğan karların toplam karlar içerisindeki payı da 1980'de yüzde 10 iken, 2007'de yüzde 40'a kadar çıkmıştı. Tüm bunların neticesinde de kar oranları yüzde 29,9 yükselmişti.[9] Ancak 2002-2011 arasına baktığımızda ise rekabetle gelen makineleşme sonucu sermayenin organik bileşiminin yüzde 41,3 artarken sömürü oranındaki artışın yüzde 6'da kaldığını ve dolayısıyla kar oranlarının düşmeye başladığını (yüzde -24) görürüz.[10] Kar oranlarındaki bu düşüş 2006 sonrasında kar kütlesini de düşürmeye başlamış ve bu da hayali sermaye pazarlarına kaçış daha da hızlandırmıştı. Reel üretimdeki genişleme bu pazarlardaki genişlemeye maddi temel sağlayamamaya başlayınca da, hayali sermaye balonu sönmüş ve 2008-9 krizi yaşanmıştı. Bu kriz, kâr oranlarının düşmesine karşı-eğilimde bulunan gelişmelerin (yani emperyalist küreselleşmenin) sınırına gelindiğinin işaretiydi.

Eğer 2008-9 krizinde finans kuruluşlarının ve akabinde küresel tekellerin batmasına izin verilip, değişmeyen sermaye fiyatlarının yeniden dibe vurması sağlansaydı ve/veya sömürü oranı organik bileşimden daha hızlı arttırılabilseydi, kapitalist üretim tarzı belki daha etkin bir genişleme sürecine girebilirdi. Ancak bütünleşik bir dünya pazarının oluştuğu, üretim süreçlerinin parçalanıp küreselleşerek iç içe geçtiği ve uluslararası tekellerin "batamayacak kadar büyük" hale geldiği emperyalist küreselleşme evresinde ne sömürü oranını eskisi kadar dramatik bir biçimde arttırabilmek, ne de kitlesel iflaslara izin vermek söz konusu olamazdı. Görünen o ki döngüsel krizlerden sonra yapısal krizlerden çıkışın yolları da tükenmekteydi. Bu yüzden tekeller ve mali sermaye devlerinin kurtarılması yoluna gidildi. Kurtarma dediğimiz şey gökten gelen paralarla yapılmadı, şüphesiz. Bu operasyonlar kamu borçlanması yoluyla şirketlere nakit para aktararak gerçekleştirildi. Yani özel zararlar kamulaştırıldı. Bu, kapitalistlerin borç yükünü azaltıp sömürü oranını arttırarak yatırımların bir süre canlanmasına olanak yarattı. Ama kriz öncesi kar oranına dönülebilecek kadar büyük bir kıyıma izin verilmediği için, rekabetin zorunlu bir sonucu olarak kar oranı 2013 sonrasında tekrar düşmeye başlayınca yatırımlar tekrar zayıfladı. Bu da kapitalistleri tekrar hayali sermaye pazarlarına yönelterek şirketlerin borç balonunun tekrar şişmesine yol açtı. 2019'a gelindiğinde sonuç, kar kütlesindeki artışın gerilediği, düşük büyüme oranlarına sıkışmış bir dünya kapitalizmi oldu.

İşte, koronavirüs salgınının yarattığı çöküş sonrasında devreye giren kurtarma paketleri de bugün tam olarak aynı “erteleme” işlevini görüyor. Çünkü kitlesel iflaslar engellendiği için, değişen ve değişmeyen sermaye yine çok büyük oranlarda değer kaybetmiyor. Kurtarma operasyonları ve düşen enerji fiyatları ve ücretler sermaye sınıfını bir süreliğine yine rahatlatacak, üretimin ve dolaşımın önündeki fiziksel engeller kalkınca da salgından kaynaklanan bu krizden çıkmasını kolaylaştıracaktır. Ancak kriz döngüsünün tamamlanmasına yine izin verilmediği için 2008-9 sonrası süreç yeniden yaşanacaktır. Üstelik bu, bu sefer daha hızlı ve sert bir biçimde gerçekleşebilir, çünkü hem kar oranı bugün daha düşük olduğu için toparlanmanın etkisi zayıf kalabilir, hem de şirketlerin borç yükünün hâlihazırda çok yüksek olması borç balonunun daha uzun süre şişebilmesini zorlaştırabilir. Özetle, salgın sonrasında yaşanacak kısa süreli büyüme rakamlarının hemen ertesinde 2008-9 krizinden daha büyük bir krizin koşulları mayalanabilir.

Peki, bu biriken gerilim sermaye sınıfı içindeki ve sınıflar arasındaki çelişkilere nasıl yansıyabilir?

Korumacı eğilimler

Emperyalist küreselleşme evresi artı değerin esas olarak mali-ekonomik sömürgelerde üretildiği ancak eşitsiz mübadele sonucunda emperyalist merkezlerde gerçekleştirildiği; dolayısıyla dış pazarlar için üretim yapan mali-ekonomik sömürge burjuvazilerinin çıkarlarının doğrudan uluslararası tekellerin çıkarlarına bağlandığı; bu tekeller arası rekabetin de esas olarak satış ve pazarlama faaliyetleri üzerinden yürütüldüğü bir evreydi. Ancak 2008-9 krizi sonrasında kar oranlarındaki azalma eğiliminin engellenememesi ve nihayetinde kar kütlesindeki artışın da giderek azalması bu koşulların altını oymaya, sınıf içi çelişkileri daha fazla açığa çıkarmaya ve kimi iktisadi korumacı eğilimleri büyütmeye başlamıştı. ABD ve Çin arasında gümrük vergisi ve kotaların arttırılıp azaltılmasına dayanan ticaret savaşları, İngiltere'nin AB'den ayrılması, faşist şef Erdoğan'ın merkez bankası üzerinde gerici bir kontrol sağlaması ve kısmi sermaye kontrolleri uygulamaya başlaması, Ortadoğu'daki paylaşım savaşlarının şiddetlenmesi bu eğilimlere örnek olarak gösterilebilir. Salgın sonrasında (hatta sırasında) bu eğilimler daha da kuvvetlenecek gözüküyor. Örneğin ABD ve Almanya'da “Çin'in dünyaya tazminat ödemesi gerektiği” argümanının dillendirilmeye başlaması, Fransa'nın da bu salgını AB'nin üretim gücünü yeniden ele geçirmesi için bir fırsat olarak görmesi buna işaret ediyor.

Emperyalist küreselleşme evresinde değer kanunu, artı değerin üretildiği ve gerçekleştiği siyasi coğrafyayı ayırmaya, meta ve sermaye dolaşımının serbestleştirmeye, emeğin dolaşımını sınırlandırmaya, böylece bu coğrafyalar arasında bir değer transferi sağlamaya dayanır. Söz konusu iktisadi korumacı eğilimler üretimlerin yeniden iç pazarlara taşınacağı yeni bir evreye geçişinin işareti olarak okunamaz, çünkü iç pazarların dar sınırları, yüksek emek gücü ve sabit sermaye maliyetleri uluslararası tekellerin kar oranlarını dibe vurdurur. Dolayısıyla bu eğilimler daha çok artı değerin üretim ve gerçekleşme merkezlerini maksimum karı sağlayacak şekilde yeniden örgütleme çabası olarak okunmalıdır. Örneğin başlangıçta tekellerin ucuz işgücü cenneti olarak bir üretim üssü haline gelen Çin'in merkezi ve baskıcı kapitalist devlet yapısının “avantajlarıyla” zaman içerisinde payına düşen artı değeri üretimdeki teknik gücünü ve mali bağımsızlığını arttırmak için kullanıp diğer emperyalistlere bir rakip haline gelmeye başlaması ABD ve AB'nin yeni ucuz işgücü merkezleri arama çabasını koşullamaktadır. Ancak azalan kar oranları yasası hükmünü icra etmek zorunda olduğundan, küresel üretim işbölümünü yeniden örgütlemeye yönelik bu çabalar da son tahlilde sonuçsuz kalmaya, sonuçsuz kaldıkça da kapitalistler arasında çatışma ve sürtüşmeleri arttırmaya ve kapitalizmin varoluşsal bunalımını büyütmeye devam edecektir.

Kemer sıkmanın sınırları

Sermaye sınıfının asıl saldırısı sınıf içinde değil, sınıflar arasında gerçekleşecektir. Çünkü özel zararın kamulaştırılması demek olan sermaye kurtarma operasyonlarının her biri aynı zamanda faturayı işçi sınıfına ödettirme operasyonu olmak zorundadır. Her bir kurtarma operasyonunu kemer sıkma politikaları izler ve bu politikalar emekçiye dayatılan ek vergi, (daha da) esnek çalışma koşulları, düşük reel ücret ve sosyal haklarının budanması yoluyla mutlak artı değer sömürüsünün arttırılmasını hedefler. Bugünkü kurtarma paketlerinin büyüklüğünün önceki krizden 5-6 kat büyük olması, salgın sonrasında dünya işçi sınıfına yönelik saldırının da en az 5-6 kat daha büyük olacağını gösteriyor. Ancak mutlak artı değer sömürüsünün fiziksel sınırları vardır. 2008-9 ertesinde devreye sokulan kemer sıkma politikalarının 2010'ların başında ve sonunda kürenin her tarafında halk ayaklanmalarını da beraberinde getirmiş olması bu sınırlara işaret eder. Dolayısıyla sermaye sınıfının daha yüksek bir mutlak artı değer sömürüsü sağlamak için yeni bir kemer sıkma saldırısına kalkışacağı ne kadar kesinse, bunun başarıya ulaşma şansı “eşyanın tabiatı gereği” o kadar düşük olacaktır. Halk ayaklanmaları daha da artacaktır.

Salgın öncesi koşullarda dahi 2020'de 43 ülkede halk ayaklanması olabileceği, dolayısıyla eşitsizliği azaltıcı politikalar güdülmesi gerektiği konusunda sahiplerini uyaran burjuva araştırma kurumlarının aynı uyarıyı bugün çok daha endişeli bir biçimde yapmasının bir sebebi de budur. Örneğin IMF, bir anlamda 2008-9 tecrübesinin ışığında devletlere “şirketleri kurtarırken halka da destek sunmaları” yönünde çağrı yapmakta, aksi takdirde “salgından sonra ayaklanmaların daha da artacağını” söylemektedir[11] Bunlar, elbette sonuçsuz kalmaya mahkûm çağrılardır. Çünkü önemli olan kurtarma paketlerinin hangi sınıfı ne kadar kurtardığı değil, bu paketlerin bedelini kimin ödediğidir. İsterse paketin yarısını işçi sınıfına, yarısını sermaye sınıfına dağıtsın, burjuva devletler için kaynak her zaman işçi sınıfının ücret, kazanım ve birikimleri olacağı için, toplamda yoksullaşan ve yoksunlaşan yine işçi sınıfı olacaktır. Bu yönüyle kapitalist üretim tarzı altında “emekçiden yana kurtarma paketi” kavramı daima bir oksimoron olarak kalmaya mahkûmdur. Buradan yola çıkarak denilebilir ki, emperyalist ülkelerde şirketlere aktarılan devasa paketlerin yanında işçi sınıfına aktarılan kimi göstermelik kaynakların herhangi bir isyanı önleme kapasiteleri olmayacaktır.

Kapitalistler bu sebeple salgını mevcut düzeni ayaklanmalardan korumak ve faşist uygulamaları arttırmak için bir fırsat olarak kullanmaya daha fazla çaba harcıyor. Sosyal mesafe gereğini istismar ederek ilan edilen sokağa çıkma yasakları ve uygulamaya konan yeni gözetim stratejileri de bunun işaretleri... Örneğin önceleri Amazon gibi kimi tekellerin çalışanlarını cep telefonları üzerinden takip edip hangi şubelerde fiziksel olarak yan yana geldiklerini tespit ederek sendikalaşma çabalarını daha baştan engellemeye çalışmaları gibi tekno-distopik uygulamalara şahit oluyorduk. Bugün de koronavirüsün yayılmasını kontrol altına almak için herkesin cep telefonuna takip yazılımlarının yüklenmesi gerektiğine yönelik tartışmalar emperyalist burjuvazinin yayınlarında açık açık savunulur hale gelmiş durumda. [12] Çin'in ve Güney Kore'nin bu sayede kontrolü sağladığını, aynı yazılımın “yurttaşların rızası alınarak” ABD ve AB'de de uygulanmasını isteyen emperyalistler böylece gelecekteki ayaklanmaları önleyerek/bastırarak mutlak artı değer sömürüsünün arttırılmasının teknik koşullarını bugünden oluşturulmaya çalışıyor.

Özetle, görülüyor ki salgının yarattığı kriz koşulları ne basitçe kapitalist üretim tarzına verilen bir aradır, ne de onun için bir yenilenme fırsatıdır. Aksine, kriz döngüsünün tamamlanamaması, emperyalist küreselleşmeden vazgeçilemeyeceği için de tamamlanamayacak olması salgın sonrasında yaşanacak kısa süreli bir iyilik hali ertesinde kapitalistlerin üretim iştahının daha da sönmesine, hayali sermaye balonunun ise daha da şişmesine yol açabilir. Bu, asıl krizin salgından sonra başlayacağı anlamında gelir. Böyle bir durum kapitalist sınıf içindeki çelişki ve çatışmaları daha da arttırır ve sınıflar savaşımında sermayeyi daha açık biçimlere başvurmak zorunda bırakır. Diyalektiğin karşı kutbunda olan proletarya için ise tüm bu gelişmeler onun kendi devletlerinden kopuşmasının, siyasal birliğini yeniden kurmasının ve tüm ezilenleri kendi bayrağı altında toplamasının maddi zemini güçlendirmektedir.

Kaynaklar

[1] https://www.imf.org/en/Publications/WEO/Issues/2020/04/14/weo-april-2020

[2] https://www.abc.net.au/news/2020-03-27/g20-leaders-global-economy-fight-coronavirus/12091530

[3] https://thenextrecession.wordpress.com/2020/03/30/a-war-economy/

[4] https://www.iif.com/Publications/ID/3829/IIF-Capital-Flows-Tracker-The-COVID-19-Cliff

[5] https://data.worldbank.org/

[6] https://read.oecd-ilibrary.org/economics/oecd-economic-outlook/volume-2019/issue-2_7969896b-en#page5

[7] A.g.y.

[8] A.g.y.

[9] Michael Roberts, The Long Depression, Haymarket Books, Chicago, 2012

[10] http://www.abstraktdergi.net/abd-ekonomisindeki-buyuk-durgunluk-ve-uzun-bunalim/

[11] https://www.reuters.com/article/us-imf-worldbank-coronavirus-protests-idUSKCN21X1RC?taid=5e971cf97d2f520001aed380&utm_campaign=trueAnthem:+Trending+Content&utm_medium=trueAnthem&utm_source=twitter

[12] https://www.economist.com/science-and-technology/2020/04/16/app-based-contact-tracing-may-help-countries-get-out-of-lockdown

 

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi