Faşist şef Erdoğan BM genel kurulunda elinde bir haritayla ortaya çıktı. Kobanê’den başlayarak Güney Kürdistan’a açılan Semelka kapısına kadar 32 km derinliğinde bir alanı işgal edeceğini açıklıyordu. Böylece işgal altında tuttuğu Efrîn, Cerablus ve El Bab’la bütün bir sınırı ele geçirecekti. Buraya bir milyon göçmeni yerleştireceğini belirtiyordu; tankları, hemen arkasından TOKİ’yi sokacak, göçmenlere bahçeli evler yaptıracaktı. Burada yaşayan Kürtler mi? Onlar zaten “terörist”ti. Tıpkı Efrîn’deki gibi evlerinden, topraklarından kovulacak, mallarına mülklerine el konulacaktı. Burada da duracak değildi faşist şef, devrim yönetiminin elindeki petrolü gasp ederek karşılayacaktı bütün masrafları.
Aynı anda Kandil’e yönelik işgal savaşını şiddetlendirecek, Medya Savunma Alanları ile Rojava ve Şengal’in ilişkisini tamamen sonlandıracak, Ovaköy sınır kapısından Bağdat’a kadar uzanan bir koridor açacaktı. Bunlar başarıldığı taktirde Güney Kürdistan da Musul-Kerkük’le birlikte avucunun içine düşecekti.
Rojava işgali ile birlikte yalnızca devrimci demokratik halk iktidarı ortadan kaldırılmayacak, işgal edilen bütün bu bölgeler zamanla ilhak edilecekti. İşgal bir kez gerçekleşti mi gerisi kolaydı. Kim onun karşısına çıkabilirdi ki? Kimin gücü onu oradan söküp atabilirdi? IŞİD’le başaramadığını bu kez içinde onların türevlerinin de olduğu, önce ÖSO ardından da SMO adını verdiği çeteler eliyle gerçekleştirecekti.
ABD emperyalizminin tutumu
ABD emperyalizmi ne Türkiye’den vazgeçebilirdi ne de DSG’yi (Hêzên Sûriya Demokratîk) terk edebilirdi. Doğrusu ABD, Türkiye’nin bu çapta bir işgalinden yana değildi. Suriye’de güvenebileceği yegâne ortak DSG’ydi. IŞİD’in yenilgisi bu ortaklık sayesinde gerçekleşmişti. Buna karşın ABD ve ortakları Kuzey Doğu Suriye’de kurulan devrimci demokratik iktidardan rahatsızdı. Askeri ortaklığın ötesinde Rojava yönetimini siyasi olarak denetim altına alarak devrimci kazanımlara son vermek istiyorlardı. Zira bu devrimci yönetim ayakta kalırsa bütün Ortadoğu için bir emsal haline gelebilirdi, bu da emperyalizmin hiç de arzu etmediği bir sonuç olurdu. Rojava devrimini tasfiye etme amacı üzerinde ABD emperyalizmi ile sömürgeci Türk devleti arasında bir ortaklaşma vardı. ABD emperyalizmi sömürgeci Türk devletinin işgal tehditlerini Rojava devrimini tasfiye etmede bir şantaj olarak kullanıyordu. Ne ki Türkiye’nin tehditleri bir şantajdan öteydi. Sömürgeci faşist Türk devleti, Rojava devrimi ayakta kalırsa Kuzey Kürdistan devrimini tasfiye edemeyecekti. Ama onun hedefi bununla da sınırlı değildi. Sömürgeci Türk devleti Suriye iç savaşı patlak verir vermez politik İslamcı çeteler aracılığıyla Esad yönetimini devirerek Suriye’yi bir çeşit sömürge haline getirmeyi amaçlıyordu. Rojava Devrimi, Rusya ve İran’ın Esad lehine sahaya inmesi bu planı boşa çıkardı. Faşist şef liderliğindeki Türkiye IŞİD’in yenilgisinden sonra elde kalan çeteleri yeniden örgütledi, Rusya ile anlaşarak bu kez Suriye’nin hiç değil bir bölümünde himayeci sömürge rejimi kurma sevdasına kapıldı. Bunun önündeki en büyük engel Suriye topraklarının üçte birini hâkimiyeti altında bulunduran devrimci demokratik halk iktidarıydı. ABD, Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni bütünüyle ortadan kaldıracak kadar ileri gitmesini istemiyordu. Faşist Türk devleti bunu elbette hesaba katıyordu ama NATO’nun lideri ABD bir NATO ülkesi olan Türkiye ile savaşacak değildi. Türkiye’nin kaybedilmesi ABD ve AB emperyalizminin Ortadoğu’daki varlığına büyük bir darbe indirmiş olurdu. Türkiye’nin ABD’ye şantajı Rusya’ya daha çok yanaşmaktı. AB’yi de “Göçmenleri gönderirim” şantajı ile daha önce olduğu gibi susturacağını hesaplıyordu.
Trump liderliğindeki ABD emperyalizmi faşist Türk devletinin Efrîn’i işgaline ses çıkarmadığı gibi Rojava’ya yönelik son işgal saldırısına da yol verdi. Rojava hava sahasını sömürgeci saldırılara açtı. Devrimci yönetimin ise ne uçakları ne uçaksavarları vardı.
Oysa daha işgalden kısa bir süre önce ABD’nin arabuluculuğu ile Kuzey ve Doğu Suriye devrim yönetimi “güvenli bölge”ye ilişkin Türk devleti ile bir anlaşmaya varmıştı. Anlaşma gereği DSG sınırdan beş km içeri çekilecek, sınırdaki savunma mevzilerini yıkacak ve tünelleri kapatacak, ağır silahları geri çekecekti. ABD ve Türkiye sınır güvenliği için ortak devriye atacaktı. DSG, sömürgeci Türk devletinin tehditlerini ve işgal gerekçelerini boşa çıkarmak için bu anlaşmayı kabul etmişti. ABD de böyle bir anlaşma olursa Türk devletini durdurma güvencesi vermişti.
Bu anlaşmanın bir aldatmaca olduğu ve sömürgeci Türk devletinin işgalini kolaylaştırmak için DSG’nin sınırdan geriye gönderildiği kısa sürede ortaya çıkacaktı.
Rusya Emperyalizminin Tavrı
Sömürgeci Türk devletinin askeri taktik planı öncelikle Girê Spî ve Serêkaniyê’yi işgal ettikten sonra Batı’da Girê Spî üzerinden Kobanê’yi ele geçirmek, doğudan Dirbesiyê ve güneyden Til Temir’e doğru ilerlemekti. Sonraki adımda Derîk ve Semelka kapısını işgal ederek stratejik hedefine ulaşacaktı.
Rusya’nın sömürgeci Türk devletini hemen durdurmak gibi bir niyeti yoktu. Tıpkı Efrîn’in işgal sürecinde olduğu gibi Türk devletine yol vererek ondan siyasi, iktisadi, askeri ve diplomatik tavizler koparacak, böylece onu hem ABD’den biraz daha uzaklaşmaya zorlayacak hem de Esad rejimine teslim olmayı reddeden ve ABD ile taktik askeri ortaklığı sürdürmekte ısrar eden devrim yönetimine esaslı bir ders vermiş olacak, onu rejimin kollarına mecbur bırakacaktı. Kuşkusuz Rusya ile Türkiye’nin çıkarları taktik olarak örtüşse de stratejik olarak ayrışıyordu. Rusya, Türkiye’nin politik İslamcı çeteler üzerinden Suriye’yi bir çeşit himayeci sömürge haline getirmesine izin veremezdi. Politik İslamcı çeteleri İdlib’ten Türkiye eliyle elimine ettikten sonra sıra Türkiye’nin kendi sınırlarına çekilmesine gelecekti. Ama Türkiye Cerablus, El Bab ve Efrîn’den sonra bütün Kuzey Doğu Suriye’ye yerleşirse onu oradan çıkarmak hiç de kolay olmayacaktı. Yine de bu sonraki işti, öncelikli olan Türkiye’yi ABD’den uzaklaştıracak her adımı kolaylaştırmak, politik İslamcı çetelerin hamisi olan faşist şef eliyle sıcak kestaneleri almak, Türkiye devletinin saldırısı ile Rojava devrimini ve onun sağladığı halklar arası ittifakı yok etmek ve bu arada Türkiye’yle ticari ve askeri ilişkileri geliştirerek, bolca iktisadi imtiyaz kazanmaktı.
Görüşmeler Siyasetinden Yeniden Ezme Stratejisine Geçiş
Sömürgeci faşist Türk devletinin işgalci saldırısı sürpriz değildi. Yıllardır dillendirmeleri bir yana faşist yöneticiler aylardır ağızlarından düşürmüyorlardı. Sömürgeci Türk devleti Rojava devriminin varlığını bir beka sorunu haline getirmişti. Konu yalnızca Rojava değildi. Orada elde edilecek bir ulusal statü, Kuzey Kürdistan’a emsal olacaktı. Mutlaka engellenmeliydi. Rojava devriminin ayakta kalacağı ve genişleyeceği, Arap halkı ve diğer halkları da kapsayacağı daha ilk bir kaç yılda ortaya çıkmıştı. Kobanê direnişi ve 6-8 Ekim Kobanê serhildanı, Rojava devrimi için olduğu kadar sömürgeci faşist Türk devleti için de bir dönüm noktası oldu. HDP’nin seçim başarısı da sömürgeci faşizmin meclis üzerindeki hâkimiyetini sarsmaktaydı. Bütün bunlardan dolayı sömürgeci faşist Türk devleti PKK’yi görüşmeler yoluyla en geri noktada anlaşmaya çekme planını terk ederek bir kez daha onu her yerde ezme stratejisine geçti. Siyasi, askeri, diplomatik politikasını bu yeni stratejiye göre yeniden inşa etti. Ulusal devrimci öncüyü ezerek hangi biçimde olursa olsun ulusal statü elde etme fikrini Kürt halk bilincinden söküp atma stratejisiydi bu. Faşist şef liderliği altında AKP, kontrgerilla-Ergenekon ve onun politik temsilcilerinden MHP ile birleşti. Siyasi yapı bu strateji ve ittifaka göre yeniden şekillendi. TÜSİAD bu strateji ve yeni siyaseti destekledi, dahası teşvik etti. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından sömürgeci faşist devlet sınır tanımayan bir saldırganlıkla tahkim edildi. Bu faşist ittifakın içinde olmayanlar devletten temizlendi. İlerici halk kitleleri faşist devlet terörü ile susturuldu. Emekçi solun silahlı mücadele veren bölüklerine topyekûn savaş açıldı, yasalcı bölükleri sokağa çıkamaz hale getirildi.
Hazırlık, Aldanma ve Direniş
Buna karşın Rojava Devrimi durmak bir yana yeni mevziler kazanıyor, devrimci demokratik siyasi sistemi, kadın devrimi ve halkların eşit ve kardeşçe birliği dünya halkları nezdinde daha görünür hale geliyordu. Faşist şefin desteğindeki IŞİD çetelerinin adım adım yenilgiye uğratılması karşısında önce Cerablus ve El Bab, ardından Efrîn işgaliyle sömürgeci Türk devleti bu gidişi durdurmaya çalıştı. Neye mal olursa olsun Rojava devrimini ortadan kaldırmalıydı.
Devrim yönetiminin bu süreci bütünüyle doğru okuduğu söylenemez. Faşist şefin Efrîn’i işgal etme tehditlerini devrim yönetimi ciddiye almadı, buna göre bir hazırlığa girişmedi. ABD ve Rusya’nın buna izin vermeyeceği, Türk devletinin en fazla bir kaç kilometre içeri girerek Türkiye’de şovenizm balonunu biraz daha şişireceği ve geri çekileceği düşünülüyordu. Türk devleti işgale yönelse bile hava sahası kapalı olduğu için devrim kuvvetleri kara savaşında işgalcileri tıpkı IŞİD gibi dağıtacaklarını düşünüyorlardı. Hava sahası açılsa dahi ne koalisyonun ne de Rusya’nın şehir merkezini bombalamaya izin vermeyeceği hesabı ile hareket edildi. Fakat emperyalizmin çıkarları Türk devletinin şantajlarına boyun eğmeyi gerektiriyordu. Devrimin muazzam direnişine rağmen Efrîn kaybedildi.
Efrîn’den yeterince ders alındığı için bu kez faşist şefin işgal tehditleri ciddiye alındı. Buna uygun hazırlıklar yapıldı. Bütün sınır kentlerinde tüneller kazıldı. Olası bir işgale karşı şehirlerde gerekli hazırlıklara girişildi.
Askeri hazırlıklarla birlikte diplomasi de en yoğun biçimde uygulandı. Nasıl ki sömürgeci Türk devleti ABD ve Rusya arasındaki çelişkilerden faydalanıyor, Rusya Türkiye ile ABD emperyalizmi arasındaki anlaşmazlıklara oynuyorsa devrim yönetimi de bütün çelişki ve anlaşmazlıkları değerlendirmeliydi. Buna karşın diplomasiye değil halkın örgütlü gücüne güvenilebilirdi ancak, diplomasi halkın örgütlü gücü yüksekse başarılı olabilirdi. Hazırlıklar tam da bu doğrultuda ilerledi. Ne var ki Türk devletinin Serêkaniyê’ye yönelik ilk saldırı hamlesinin ABD’nin girişimi ile engellenmesi direniş hazırlıklarında bir tavsamaya neden oldu. Bu tavsama esasen halk kitlelerinin direnişle ilişkisinde görüldü. “Faşist şef ne kadar istekli olursa olsun ABD onun Rojava’yı işgaline izin vermez” düşünce ve duygusu halk yığınları içinde egemen olmaya başladı. Devrim yönetimi bu düşünce ve duyguyu kırmada yeterince başarılı olamadı ya da bu yönde yeterince çaba harcamadı. Tünel ve mevzi kazma hazırlıkları sürse de halk yığınlarını direnişe hazırlama yönünde ideolojik ve politik çabası yetersiz kaldı.
Faşist şefin bir kez daha sınıra asker yığarak işgale girişmesi üzerine ABD aracılığıyla gerçekleştirilen 5 km geriye çekilme anlaşmasının ise bir aldatmaca olduğu kısa sürede anlaşılacaktı. Anlaşma gereği sınırdaki mevziler yıkılmış, tünellerin giriş yerleri kapatılmış, YPG ağır silahlarla birlikte geri çekilmişti. Türk ve ABD kuvvetleri sınırda ortak devriye atarak anlaşmanın uygulanıp uygulanmadığını denetleyeceklerdi. Bu sayede sömürgeci Türk devleti her türlü istihbari bilgiye de kolaylıkla ulaşmış oluyordu. Bir askeri işgal için bütün koşullar en elverişli biçimde işgalci Türk devletine sunulmuştu. Devrim yönetimi bu anlaşmayı onaylayarak Türk devletini ABD güvencesi ile durdurabileceğini hesaplıyordu. Bunun yanlış bir hesap olduğu anlaşmadan kısa bir süre sonra başlayan işgalle anlaşıldı.
Sömürgeci Türk devleti çetelerle birlikte havadan ve karadan saldırıya geçti. Girê Spî ve Serêkaniyê’de destansı bir direniş gösterildi. Çarpışan kuvvetler arasındaki büyük eşitsizliğe rağmen Türk devleti ve onun çeteleri ilerlemekte zorlandı. Ne ki direniş ne kadar güçlü olursa olsun, hava araçları ve hava savunmasından, obüs ve tank gibi ağır kara silahlarından yoksun bir gücün saldırılara dayanmasının bir sınırı vardı.
Zayıflıklar
Tam da burada iki konuya dikkat çekmekte fayda var. İlki “Foc” adı altında oluşturulan askeri güçlerin savaşma iradesinin zayıflığı, ikincisi halkın daha saldırıların ilk anında kitlesel biçimde göçe yönelmesidir.
Foc, ücretli askerlik sistemidir, bu birimlerde iki yıl askerlik yapan kişi zorunlu askerlikten muaf sayılmaktadır. Gençlerin Foc’da askerliği tercih etmelerinin önemli nedenlerinden biri işsizlik, diğeri de askerlere dönük hizmetlerden yararlanmaktır. Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi altındaki coğrafyada savaş siyasi, iktisadi ve toplumsal hayatta belirleyici konumdadır. Bütçenin üçte ikisinden fazlası savaş giderlerine ayrılmaktadır. Bu koşullar altında Foc’da asker olan kişiler hem ortalama bir ücret almakta hem de beslenme, sağlık ihtiyaçları ordu tarafından karşılandığı için asker olmayan kişilere göre avantajlı olmaktadırlar. Buradan bakınca yoksullar için devrimin en çok hissedildiği yer askerlik kurumudur. Bununla birlikte Foc askerleri savaşın, saldırı ve savunmanın en ön cephesinde görev almaktadırlar.
Foc’lar aynı zamanda devrimci eğitim kurumlarıdır. Kitlenin en geri kesimleri dâhil burada devrimci aydınlama sürecinde geçerler.
IŞİD’le savaşta başarılı olan Foc’lar işgalci sömürgeci Türk devletinin saldırıları karşısında büyük oranda çözüldüler. Buradaki askerlerin birçoğu daha savaşın ilk günlerinde savaşma iradelerini kaybederek mevzilerini terk etti. Örneğin Serêkaniyê’de direnişi az sayıdaki foc askerleri ile birlikte esas olarak YPG, YPJ, MLKP’li savaşçılar ve Enternasyonal Özgürlük Taburu güçleri yürüttü, Foc’un direnişe katkısı zayıf kaldı.
Halkın tutumunu da ele almakta fayda var. İşgalci Türk devletinin savaş uçakları askeri mevzileri bombalamaya başladıktan hemen sonra halk kitlelerinin çoğu ilan edilen savaş alanının, 32 km’nin dışına çıkmaya başladı. Bu panik havası Serêkaniyê ile sınırlı değildi. Örneğin henüz saldırıya maruz kalmamış olan Dirbesiye ve Qamişlo halkı da göç yollarına meyletti.
Gerek Foc’ların gerekse de halkın bu tutumu “korku” ile izah edilebilir mi? Ya da savaşma cesareti yoksunluğuyla? Korku da cesaret yoksunluğu da savaşın bir diğer yüzüdür. Yine de söz konusu olan Rojava Devrimi olunca salt bununla açıklanamaz. Yalnızca Kürtler değil, Araplar, Süryaniler, Asurîler, Ermeniler, daha tam deyişle devrim coğrafyasındaki bütün halklar için bu açıklama yetersizdir. Devrim coğrafyasının halkları IŞİD’e karşı on binlerce şehit ve yaralı verdi. Serêkaniyê özelinde durum biraz daha özgündür. Serêkaniyê halkları El Nusra çetelerine karşı dişe diş bir savaş vererek topraklarını korudu. Kuzey ve Doğu Suriye halkları devrimin siyasi, askeri ve iktisadi inşasına katıldı.
O halde nasıl oldu da politik İslamcı çetelere karşı bu kadar cesur ve korkusuz halkların direnme iradeleri, söz konusu Türk devletinin işgali olunca zayıfladı. Burada temel sorun zafer umudunun yetersizliğidir, bunu Kuzey Kürdistan’daki öz yönetim direnişlerinde de gördük. Nice mücadele deneyiminden geçmiş, binlerce evladını şehit vermiş, binlercesi zindanlarda tutsak edilmiş bir halk şehir savaşçılarını yalnız bırakabilmiştir, her zamanki gibi serhildanlara kalkışmak yerine bir kaç adım geriye çekilerek olan biteni seyredebilmiştir. Bu bir korku ya da cesaret yetersizliği değil güven eksikliğidir. Rojava’da olan tam da budur. “ABD Türk devletine izin vermez” düşüncesi Türk devletinin saldırısıyla, hava bombardımanı ile dağılınca, kendi gücüne güven de dağılıp gitmiştir. Yine de önemle belirtmek gerekir ki geriye çekilenlerin ezici çoğunluğu devrim topraklarını terk etmemiş, işgal bölgelerinden devrimin kontrolündeki daha güvenli bölgeye geçmişlerdir.
Foc’ların savaş iradesini yitirdiği, halkların geri çekildiği koşullarda içinde komünist savaşçıların etkin biçimde yer aldığı devrim güçleri muazzam bir direniş gösterdi, son eve son sokağa kadar savaştı. Fakat yukarıda da belirtildiği gibi muazzam eşitsiz koşullarda düzenli biçimde geri çekilmek bir andan sonra kaçınılmaz hale geldi.
Direniş Durumu Değiştirdi
Girê Spî ve Serêkaniyê’deki dokuz günlük büyük direniş dünya halkları nezdinde ses getirdi. Sömürgeci Türk devletinin saldırıları nefretle kınanırken Rojava devrimi ve Kürt ulusal direnişine sempatiyi büyüttü. Türk devletinin haksız ve alçakça saldırısını “tarafsızlıkla” geçiştiren ve böylece saldırıya ortaklık eden batılı emperyalistler halkların yükselen öfkesi karşısında Türk devletini kınamak ve onu durdurmak için çeşitli ekonomik ve askeri yaptırımları gündeme getirdiler. Sömürgeci Türk devleti dünya halkları nezdinde teşhir oldu. Türk devletinin işgalci saldırısına 32 km derinliğe kadar yol veren Trump yönetimi devrimci direnişin basıncı sonucu ABD içinde yükselen muhalefet nedeniyle geri adım atmak ve Türk devletini sınırlamak zorunda kaldı. Türk devleti ile ABD arasında yapılan anlaşma devrim yönetimine teslimiyet dayatması içerse de sahadaki gerçeklik “direnişi tahkim etmek için zaman kazanma” biçiminde oldu.
Ardından Rusya devreye girdi ve geri kalan bölgelerle ilgili Türk devleti ile anlaşmaya vardı. Anlaşma gereği, YPG güçleri 32 km geriye çekilecek, Girê Spî ve Serêkaniyê Türk devletinin kontrolünde kalmaya devam edecek, Qamişlo hariç geri kalan sınırın 10 km içerisine kadar Rus ve Türk askeri güçleri devriye atarak denetim yapacaklardı.
Kuşkusuz bunlar ağır koşullardı. Devrim büyük kayıplar ve çok önemli tavizler vererek geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu koşullar devrimin toptan yıkımına da yol açabilirdi. Buna karşın bu anlaşmalarla devrim yönetimi askeri direniş güçlerini yeniden organize etme, halkın bilinç ve örgütlülük düzeyini yükseltmek için gerekli çok önemli bir zamanı kazanmıştı. Direniş halka moral ve güven vermişti. Bunun sonucudur ki Kuzey ve Doğu Suriye halkları işgalci Türk devriye güçlerini her defasında taşlarla karşılamaya başladı. İşgal alanları dışında kalan bölgelerde devrim kurumları çalışmaya devam etti. HPC ve HPJ ile halklar önceden olduğu gibi güvenliklerini kendileri sağlamayı sürdürdü.
Devrimin En Önemli Sınavı
Rojava devrimi bir Kürt ulusal demokratik devrimi olarak başlasa da kısa sürede Kuzey Doğu Suriye halklarının demokratik devrimi halini aldı. Halkların eşitliği ve kardeşliği, kadın devrimi, aşağıdan yukarıya komün ve meclislere dayalı demokratik halkçı sistem, devrimin üç saç ayağını oluşturuyordu.
Devrimin kaderi bakımından en stratejik ve en zayıf halka devrimci demokratik yönetim altında Arap ve Kürt halkının ittifakıydı. Bu stratejik bir ittifaktı zira Kuzey ve Doğu Suriye’de örneğin Rakka, Minbiç, Deyrezor gibi önemli kentlerde Arap nüfus ağırlıktaydı. Qamişlo, Serêkaniyê gibi kentlerde de Arap nüfus önemli bir yoğunluktaydı. Türk devletinin daha önce işgal ettiği Cerablus ve El Bab’da Araplar çoğunluktaydı.
Devrim öncesinden gelen, sömürgeci Suriye rejiminin uygulamalarının eseri olan Kürtlerle Araplar arasındaki ulusal ön yargılar ve ulusal güvensizlikler henüz ortadan kalkmış değildi. Dünün hiçleştirilen ulusu Kürtler devrimin yol göstericisi ve yöneticisi haline gelmişti. IŞİD’e karşı mücadele içinde birleşen halklar, ABD’nin taktik askeri desteğini çektiği ve Türk devletinin işgale giriştiği koşullarda bu birliği sürdürebilecekler miydi? Yarın Esad rejimi devrimi yıkmak için saldırıya geçtiğinde Arap halkları devrimi savunabilecek miydi? Bu koşullar altında neredeyse yarısını Arapların oluşturduğu devrim ordusu varlığını koruyabilecek miydi?
Bilhassa yoksul Araplar içinde aşiret ilişkileri belirleyiciydi. Devrim sonrasında da bu ilişkiler birden bire ortadan kaldırılamazdı. Hem Türk devleti hem de Esad rejimi tam da bu aşiret temsiliyeti üzerinden Arap-Kürt ittifakını bozmak için yoğu çaba sarf ediyordu.
Sömürgeci Türk devleti büyük çoğunluğu Arap ulusundan devşirdiği çetelerle bir ordu kurmuştu. Onlarla gerçekleştirilecek bir işgal sonucu Araplarla Kürtlerin kurdukları devrimci demokratik ittifakın kısa sürede dağılacağını umut ediyordu.
ABD’nin Rojava’yı terk etme kararını açıkladığı, Türk devletinin var gücüyle işgale giriştiği koşullarda Araplarla Kürtler arasında kurulan devrimci demokratik ittifak bozulmadı. Sömürgecilerin hevesi kursaklarında kaldı. Türk devletinin işgali sürerken Rusya devrim yönetimini Esad rejimine tam teslimiyete zorluyordu. Esad yönetimi de bu fırsatı değerlendirerek Rusya’nın gözetiminde Arap aşiretleriyle toplantılar düzenlendi ve Kürtlerle kurulan ittifakı sonlandırmalarını istedi. Arapların bu çağrıya olumlu yanıt vermeleri devrim için ağır sonuçlara yol açacaktı. Araplar bu çağrıyı da geri çevirdi. Böylece devrimin stratejik ittifakı korunmuş oldu.
Devrimci demokratik yönetimin bu kadar zayıfladığı koşullar altında bu ittifakın sürmesi devrim mayasının tuttuğunu gösterir. Bu herhangi bir ulusal ittifak değildir. Bu tam hak eşitliğine dayalı devrimci demokratik bir kaynaşmadır. Kuzey Doğu Suriye’nin yoksul Arapları devrimle birlikte ilk kez kendi kendilerini yönetmenin tadına vardı, politik özgürlüğü tanıdı. Arap kadınları komün ve meclislerde eş temsiliyetle birer sosyal ve politik özne haline geldi. Arap halkları bu kazanımları korumak için işgalcilere de rejime de prim vermedi. Aksine devrimi savundu.
Devrim bu en önemli sınavından başarıyla geçti.
Devrim Yeni Bir Kavşakta
Sömürgeci Türk devletinin hedefi Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni ortadan kaldırmaktır. Bu nedenle fırsatı bulduğu ilk anda yeni alanları işgal etme girişiminden geri durmayacaktır. Rusya, devrim yönetiminin Esad rejimine biat etmesi için Türk devletinin yeni işgal tehditlerini şantaj olarak kullanmaya devam edecektir. ABD de aynı şantajı devrimin devrimci içeriğini boşaltmak için kullanacaktır.
ABD ve Türkiye ile Rusya, İran ve Esad rejiminin birbiriyle olan çatışma çelişkilerine karşın üzerinde birleştikleri başlıca nokta Rojava Devrimi’nin devrimci içeriğini yok etmektir. Bu emperyalist ve sömürgeci güçler amaçlarına ancak bu yoldan ulaşabilirler. Türkiye’nin hesabı devrimi toptan imha etmek, ABD’ninki de devrimci içeriği boşlamış DSG ile kendisine Suriye’de bir varlık alanı tutabilmektir. Rusya ve İran ise Rojava Devrimi’ni Esad rejimine teslim olmaya zorlamaktadır. Bu kuvvetler farklı amaçlarla da olsa Kürt Özgürlük Hareketi ile Rojava arasındaki bağı kesmekte ortaklaşmaktadırlar. Devrimi liberalize ederek en iyi ihtimalle burjuva parlamentarizmi egemen kılma hesapları yapıyorlar.
Rusya ve Esad rejimi Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi yerine, yani devrimi değil de Kürtleri muhatap almakta, devrim topraklarında ve yönetiminde yer alan diğer halkları Kürtlerden ayırmaktadırlar. Böyle yapmakla meseleyi Suriye’nin demokratikleştirilmesinden çıkararak Kürtlere bazı mahalli yönetimsel ve kültürel haklar tanımaya indirgemek istemektedirler.
Devrim düşmanları için ana darbenin doğrultusu Kandil’le Rojava, Araplarla Kürtler arasındaki bağları koparmaktır. Bunu başardıkları ölçüde devrimi ortadan kaldırabilecek ya da kendi çıkarlarının aracı haline getirebileceklerdir. Buna karşın devrimi savunmanın ve ayakta tutmanın güvencesi bu ilişki ve ittifakları koruyabilmekten geçmektedir.
Elbette burada konu Kandil’le fiziki bağ değildir. Sorun devrimci demokratik amaçların; halk meclislerine, komün ve konseylere dayalı devrimci demokrasinin, kadın devriminin ne pahasına olursa olsun korunmasıdır. PYD’ye alternatif olarak ENKS, Kandil yerine KDP’nin geçirilmesi çabaları bu devrimci kazanımları yıkma amacı ile açıklanabilir ancak.
İkincisi Araplarla Kürtler arasındaki bağların korunmasının yolu devrimci demokrasinin geliştirilmesinin yanı sıra devrimi dar ulusalcı kazanımlara feda etmemekten geçmektedir. Gerek Esad rejimi gerekse Rusya Araplarla Kürtleri birbirinden ayırmaya çalışmakta Kürtlere kimi sınırlı haklar tanıyarak devrimi tasfiye etmeye yönelmektedir. Hiç kuşku yok ki devrimin temel hedeflerinden biri Kürt ulusunun gasp edilmiş olan ulusal haklarını bir ulusal statüyle güvenceye kavuşturmaktır. Ne var ki bunun yegâne güvencesi Kuzey ve Doğu Suriye’deki siyasi, askeri ve sosyal devrimci kazanımları ve ittifakları korumaktan geçer. Bugün tanınacak bir kaç ulusal kültürel hak yarın hem Esad rejimi tam hâkimiyet kurduğunda hem de Kürtlerin haklarını yeniden gasp etmede onunla kolayca uzlaşacak olan Türk sömürgecilerinin desteği ile kolayca ortadan kaldırılabilecektir.
Biriken ya da üst üste gelen, birbirini besleyen bütün bu karşı devrimci etkenler, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ve devrimin kazanımlarının, Rojava Devrimi’nin büyük bir tehdit altında olduğuna, büyüyen restorasyon tehlikesine dikkat çekmektedir. Devrimin kazanımlarını savunmak, restorasyoncu güçlere karşı mücadele içerisinde, yeni bir devrimci atılımı hazırlamak devrimci önderliğin hemen önünde duran görevlerdir.
Yeni Durum ve Yeni Devrimci Olanaklar
Sömürgeci Türk devleti ABD ile Rusya arasındaki çelişkilere oynayarak Suriye’de egemenlik alanları oluşturdu. Ne var ki bu oyunun sonuna gelindi. Astana ve Soçi anlaşmaları ile politik İslamcı çetelerin silahsızlandırılmasını üstlendi. “Osmanlı oyunları” ile ortaklarını kandırabileceğini düşündü. Bir kez alana yerleştikten sonra onu oradan kimsenin söküp atamayacağını hesap ediyordu. Nihayetinde “zor oyunu bozar”dı. ABD Türkiye’yi bir kenara atamaz, Rusya’da Türkiye’yi yeniden ABD’nin saflarına itmemek için dayatmaları kabul etmek zorunda kalırdı. İdlib’te politik İslamcılara kol kanat gererken Rojava’da yeni işgal alanları yaratabilirdi. Son bir yıl bu strateji hayata geçirildi. Gel gör ki bu stratejinin sonuç bulması son tahlilde ancak büyük bir savaşı göze almakla mümkündü. Cerablus, Efrîn ya da Serêkaniyê işgalleri emperyalistlerin onayı ile gerçekleştirilmişti. Hava sahası sömürgeci Türk devletine açıldığı için görece avantajlı koşullarda işgaller gerçekleşti. Oysa İdlib’te durum farklı. Bu kez hava sahası Rusya’ya açık ve işgalci Türk güçlerine kapalı. ABD ve Avrupalı emperyalistlerin destek açıklamaları bir işe yaramaz. Sömürgeci Türk devleti savaşa girse de girmese de kaybedecektir.
Türk devleti bunu görmüyor mu? Elbette görüyordur ama sömürgeci Türk devletinin derdi İdlib’i elde tutmak değil, onun kaybedilmesinin hemen ardından sıranın Efrîn ve diğer işgal bölgelerine gelmesini engellemektir. Bu nedenle İdlib’e yığınak yaptı. Oradan Türkiye’ye değil Efrîn ve diğer işgal bölgelerine çekilecektir. Politik İslamcı çeteleri de kendi denetiminde buralarda konumlandıracaktır.
Sömürgeci devletin bu planı hayata geçse bile pozisyonunu koruyamaz. Gerileme dönemi durdurulamaz. Buna karşı faşist şef liderliğindeki Türk devleti kazanımlarını ve korumak için sonuna kadar direnecektir. Bu sadece ne pahasına olursa olsun Rojava devrimini yıkma ve Suriye’nin bir bölümünü ilhak etmek amacını gerçekleştirmek için değil, Suriye’yi terk etmek zorunda kalmak faşist şefin iktidardan da olması anlamına geleceği için de böyledir. Bir bakıma tarif ettikleri “Türkiye’nin bekası” ile faşist şefin yönetiminin devamı aynı anlama gelmektedir.
Bu durum devrim için yeni olanaklar yaratıyor. Türk devleti İdlib’te sıkıştıkça Rojava’ya yönelik yeni saldırılara girişmek isteyecektir. Gel gör ki bu saldırı girişimi geçmişteki gibi elverişli koşullarda olmayacaktır. Devrim yönetimi askeri, siyasi ve sosyal hazırlığını iyi yaparsa karşı saldırıyla kaybettiği alanları geri alma imkânı bulabilecektir. Bir yer kazanıldı mı gerisi söküp alınır.
Esad rejimi İdlib’i ele geçirdikten sonra gözünü Kuzey-Doğu Suriye’ye dikebilir. Buna karşı Rojava halkları arasındaki devrimci demokratik ittifak bozulmadığı müddetçe hem Rusya hem de Esad rejimi sonunda devrimin kazanımlarının korunduğu bir uzlaşmaya yanaşmak zorunda kalacaklardır. Burada gözlerin dikileceği yer askeri hazırlıklar kadar devrimin siyasi, iktisadi ve sosyal inşasının sağlamlaştırılması, halkın örgütlülüğünün güçlendirilmesidir.
Emperyalistler arasındaki çelişkilerden elbette yararlanmaya devam edilmelidir fakat bu hiç bir biçimde bir tarafa angaje olmayı gerektirmez. Devrim ancak kendi gücüne güvenerek ayakta kalabilir, bu artık yeterince tecrübe edilmiş olmalı. Halk içindeki propagandanın tam da buna odaklanması gerekir.
Türk devletinin işgalci saldırısı tarihte hiç olmadığı kadar Kürtleri dünya halklarının gündemine sokmuş, Kürt halkına yönelik sempatiyi hiç olmadığı kadar büyütmüştür. Bunun yanı sıra bu işgalci saldırı ile birlikte dört parça Kürdistan’da yükselen öfke ulusal birliğin inşasına çok önemli katkıda bulunmuştur. Bu her iki durum Kürtlerin ulusal kurtuluşu yolunda kazanılmış büyük ilerlemelerdir.
Sömürgeci Türk devletinin işgal ettiği alanlardan kovulması ve devrimin kazanımlarını koruma temelinde Esad rejimi ile taktik anlaşmaya varılması devrimimizin ilk eldeki hedefleridir. Rojava’da hiç bir şey yerine oturmuş değildir, ittifakların bir anda dağılıp yeni ittifakların kurulduğu bir süreçtir bu. Kuzey ve Doğu Suriye halkları ancak kendi örgütlülüklerine, savaşçılıklarına güvenerek geleceği inşa edebilirler. Devrimin kazanımlarına ne kadar güçlü sarılabilirlerse, komün ve meclislerde ne kadar özneleşebilir, devrim ordusuna ne kadar güçlü katılırlarsa o kadar güçlü olurlar. Diplomasi ve ittifaklar ancak bu temelde halkın yararınadır aksi takdirde diplomasi de ittifaklar da bir işe yaramaz. Rojava halkları artık biliyor ki emperyalistler ve bölge gericilerinin ittifak arayışları bütünüyle çıkar ilişkileri temelindedir, oysa dünya halklarının enternasyonalist dayanışması ezilen halkların çıkara dayanmayan gerçek dostluğudur. Devrimimiz tam da bu gerçeği halklarımız nezdinde daha etkin işlemeli ve diplomasinin temeline dünya halklarının desteğini büyütmeyi oturtmalıdır. Görüldü ki savunmamız maaşa dayalı askerlik sistemine teslim edilemez, bu sistem ancak ikincil bir rol oynayabilir. Son işgal saldırısından alınan dersler ışığında foc’larda ideolojik, kültürel, siyasi çalışmalara ağırlık verilmelidir. Yukarıda da ifade edildiği gibi devrimimiz, halklarımızın günlük yaşamına daha çok girmeli, onların sağlık, barınma, beslenme gibi yaşamsal sorunlarının çözümüne daha çok eğilmeli, kadın devrimi yalnızca eşit temsilde değil sokaklarda ve bilhassa evlerde karşılık bulmalı, devrimci öncüler büyüyen restorasyon tehlikesini gözden kaçırmamalıdır. Bütün kayıplarımıza, geri çekilmelerimize karşın güncel devrimci görevleri gerçekleştirerek şartları yeniden lehimize çevirebiliriz. Devrimciler koşulları hesaba katar ama asla koşullara boyun eğmez, devrimcilerin görevi koşullara müdahale ederek onları devrimci dönüşüme uğratmaktır. ( 27 Şubat 2020)