Bu makalede, Schmidt'in Marx'ta Doğa Kavramı (2014 [1971]), Paul Burkett'in Marx ve Doğa (2015 [1999]), Andreas Malm'ın Fosil Sermaye: Buhar Gücünün Yükselişi ve Küresel Isınmanın Kökeni (2016) ve Kenneth Fish'in Yaşayan Fabrikalar (2013) eserleri incelenmiştir. İlk iki kitabın yeni basımları yayınlandı ve eko-marksizmin temel metinleri olması nedeniyle tekrar incelemeye değer eserlerdir. Schmidt ve Burkett’in eserlerinin ikisi de doğanın diyalektiği üzerine yapılan çalışmalar olsa da, Karl Marx’ın ekolojik bir anlayış taşıyıp taşımadığı sorusuna farklı yanıtlar verirler. Fish, genetik yapısı değiştirilmiş (transgenik) hayvanların sanayileşmenin mantıki ereği olduğunu öne sürerken Malm, kapitalizmin uzun süredir fosil yakıtları sınıf mücadelesinin bir silahı olarak kullandığını gösteriyor. Dört bilim insanı da, Marx'ın doğal bir sistem olarak kapitalizm ile derinlemesine ilgilendiğini vurguluyor. Dört kitabı birbirine bağlayan temel fikirlerden biri, Marx'ın “doğanın insancıllaştırılması” olarak adlandırdığı süreçtir.
(...)
Alfred Schmidt, kendi doktora hocası Horkheimer ve Adorno tarafından başlatılan çalışmaları, Frankfurt Okulu’nun ana teması olan doğa üzerine bir inceleme yazarak sürdürdü. Tez çalışmasından dönüştürülen Marx'taki Doğa Kavramı kitabı, eko-marksizm külliyatına ufuk açıcı bir katkı olarak görülmelidir.(...)Schmidt'in öncelikli amacı, eserlerini, özellikle de Grundrisse’yi dikkatlice okuyarak Karl Marx'ın doğa felsefesinin gelişiminin izini sürmekti. Etkileyici bir şekilde, Schmidt’in monografik incelemesi, yeniden keşfedilen Grundrisse’ye dayanan belki de ilk metindi.[1] Schmidt, başlangıçta hem Marx’ın doğa anlayışının yarattığı etkileri hem de onun on dokuzuncu yüzyıl tartışmalarına yaptığı orijinal katkıları anlattı. Marx, G.W.F. Hegel'den oldukça yararlanmıştı ancak Hegel doğayı düşünce aracılığıyla insanla bağdaşan bir “yabancılaşma anı” (“Moment der Entäußerung”) olarak tarif ederken Marx ise doğa ile insanlık arasındaki bu uzlaşmanın insan yaşamı ve emeğin maddi süreçlerinden kaynaklandığını vurgular. Schmidt, emek harcayan benzersiz bir hayvan olsa da Marx'ın insanları her zaman doğanın bir parçası olarak gördüğünü gösterdi. Yine de, emek gücünün kendisi “yalnızca doğanın gücünün bir tezahürü” idi.[2] Emek aracılığıyla, “insan, kendisini doğanın kendi güçlerinden biri olarak doğaya karşı koyar” ve “dış dünyaya etki ederek ve onu değiştirerek, aynı zamanda kendi doğasını değiştirir”.[3] Böylelikle Marx’ın analizi doğa ile toplum arasındaki kavramsal çatışmayı kapatır.
Herhangi bir iyi Frankfurt Okulu öğrencisi gibi, Schmidt de iki cephede, popüler Batı Avrupalı filozoflara ve Sovyet akademisinin ortodoksisine karşı savaştı. Schmidt’in Grundrisse’ye olan güveni ‘polemikçi’ idi çünkü bu kaynağın, o günlerde revaçta olan 1844 Paris El Yazmaları’nın aşırı kullanımına bir panzehir olduğuna inanıyordu.[4] El Yazmaları üzerine yaptıkları araştırmalar, “tarih dışı antropoloji” ve “yabancılaşma”nın aşırı duygusal okumalarından biraz daha fazlasını içeriyordu.[5] Schmidt, Marx’ın erken dönem romantik idealizminin nasıl ekonomik-biyolojik bir materyalizme pekiştiğinin izini sürerek, Marx’ın entelektüel gelişimini tarihselleştirmekle daha fazla ilgileniyordu. Doğu cephesinde, Schmidt, Friedrich Engels'in Doğanın Diyalektiği'ndeki geleneğini takip eden SSCB'deki çevre filozoflarına karşı savaştı. Schmidt, saygılı ama derinlemesine bir şekilde Engels'i, doğanın, toplum dışında bilim tarafından açığa çıkarılan zamansız bir şey olduğunu varsaydığı için eleştirdi. Bu, diye kaydediyordu Schmidt - yeterince ironik bir şekilde - oldukça diyalektikdışı bir yaklaşım! Buna karşılık Marx, doğa “yasalarının” yalnızca insan bağlamında anlaşılabileceğini savundu: “Bu ‘saf’ doğa bilimi bile, onun malzemeleri gibi, yalnızca insanın duyusal faaliyetleri olan ticaret ve sanayi yoluyla, bir amaca kavuştu”.[6] Veya daha da doğrudan şöyle diyordu: “Bir doğa yasası kavramı insanın doğaya hakim olma uğraşı olmadan düşünülemez.”[7]
Keskinliğine rağmen, Schmidt’in çalışmaları akademik bilimsel tartışmalar üzerinde fazla etkili olamadı. Neil Smith ve çalışma ortağı Phil O’Keefe 1980’de doğa hakkındaki felsefi tartışmaları derlemelerinde, Schmidt’in çalışmalarının sık sık alıntılandığını, ancak eleştirel olarak itibar görmediğini veya değerlendirilmediğini gözlemlediler.[8] Yeşil-Sol tartışmalarında bu küçük parmak izi bile yıllar ilerledikçe parçalanıp ufalacaktı. Kısa süre sonra da, Yeşil-Sol’un büyük bir kısmı tarafından, Marx’ın çevre hakkında yararlı hiçbir şey söylemediği kabul gördü. Bu kolektif entelektüel değişimin sebepleri belki de o zamanki atmosferde yatıyordu. Doğu Almanya’nın kötü şöhretli Ostluft’u ya da Pripyat’tan esen radyoaktif gaz bulutları, eko-marksizme karşı havadan gelen bir reddiye rolü oynadı. Polanyi’nin politik ekonomisine Marx’tan daha fazla yakınlık hissettiğini belirten James O’Connor’ın 1988’de “kapitalizmin ikinci çelişkisi” adlı etkili tezini yayınladığı zamanlar o günlerdeki havayı temsil ediyordu.[9] Bu kayma, O’Connor’ın, 'eko-sosyalistlerin' entelektüel yurdu olan Kapitalizm, Doğa, Sosyalizm dergisinde yayınlanan makalelerin çoğunda belirgindi - ama özellikle de “eko-marksist” olmayanların. Verso'nun Marx'taki Doğa Kavramı’nı yeniden basması takdire şayan olsa da, Schmidt’in katkısını perspektife koyacak ve neden tekrar okumaya değer olduğunu vurgulayabilecek bir tanıtım makalesi eklemeden yapmaları yine de utanç verici. Schmidt’in Marx’ı veya Engels’i aşırıya kaçmış prometheusçular olarak görmediğini veya marksist geleneğin daha başka çevreci amaçlarla kurtarılmayacağını ve tekrar kullanılamayacağını açıkladığı 1993’teki Alman baskısına önsözü bile buna yardımcı olabilirdi.[10] Bu Schmidt’i, Paul Burkett gibi onu entelektüel bir antagonist gören, devam eden eko-marksist nesiller için çekici hale getirebilirdi.
(...)
Birçok yönden, Marx ve Doğa, eko-marksizmi 1962'de Marx'taki Doğa Kavramı'nın yayınlanmasıyla başladığı yere geri getirdi, çünkü her iki kitap da Marx'ın doğaya dair dağınık düşüncelerini tutarlı bir felsefi sistem halinde yeniden düzenleme girişimleridir.
(...)
Sorun şu ki, Schmidt doğanın insancıllaştırılması kavramsal sorununun, Marx’ın doğanın diyalektiği anlayışının önemli bir bileşeni olduğunu vurgulamasına rağmen Burkett, bu kavramsallaştırmada tamamen yan çiziyor. Doğanın insancıllaştırılması, insanlığın, emeği toplumsal sonuçlara ulaşmak için doğal sistemler içindeki enerji akışını yeniden yönlendirmek üzere bir araç olarak kullandığı süreçtir. Veya Marx'ın Kapital’de söylediği gibi: “İnsan kendi gereksinimlerine uygun biçimdeki doğanın ürünlerini ele geçirmek için kollarını, bacaklarını, kafasını, ellerini, yani vücudunun doğal güçlerini harekete geçirerek doğanın kendi güçlerinden biri olarak onun karşısına çıkar. Böylece dış dünyaya etki ederek ve onu değiştirerek, aynı zamanda kendi doğasını değiştirir.”[11] Marx’ın tartıştığı üzere emek, “doğanın kendisi için’liğini bizim için’liğe dönüştürme” pratiğidir ve bu nedenle emeğin insan ve doğa antitezinin ötesinde nihai bir aşkınlık vaat ettiğini söyler.[12) Bu kavram, Marx’ın hem “genç” hem de “olgun” aşamalarında ortaya çıkan nadir örneklerden biridir. Dikkat çekici bir şekilde, Burkett, Marx ve Doğa'da bir kez bile bu kavramdan söz etmez.[13] Bu sıkıntılı kavramın önüne geçmek için, Burkett, onu bir “Stalinist” olarak kınayarak Schmidt'ten kopmaya zorlanır.[14] Çevreci Sol tarafından kullanılmaya hazır basit, steril bir Marx'a sahip olma isteği, kavramsal açıdan eko-marksizm için sınırlayıcıdır. Ne Burkett, ne de Foster, son çalışmaları Marx ve Dünya’da (2016) görülebileceği gibi, bu bayağı pozisyondan vazgeçmediler.
Marx, doğanın insancıllaştırılmasını kapitalizmden önce ortaya çıkmış, kapitalizmi içeren ve ondan sonra da devam edecek bir süreç olarak görüyordu, çünkü emeğin kendisi tarihselliği aşan bir faaliyettir. Ona göre, kapitalizm altında doğanın insancıllaştırılmasındaki tek sorun, işçilerin özgür olmaması ve dolayısıyla meta üretiminin özü gereği yabancılaştırıcı olmasıdır: “Bütün keşiflerimiz ve ilerlememiz, maddi güçleri entelektüel bir yaşamla donatmak ve insan yaşamını maddi bir güçle aptallaştırmaktan başka sonuç vermiyor.”[15] Burkett savını pastoral bir komünist toplum üzerine kuruyor, ancak bu, ekolojik farkındalığa dayanan bir toplumla aynı anlama gelmez. Marx, dünyayı bir bahçeye veya çiftliğe dönüştürmek isteyen, diğer türlerin kötü durumlarına çok az önem veren tipik bir on dokuzuncu yüzyıl Almanı idi. Schmidt, Marx’ın “güzel Bavyera kırsalının nihayet modern yetiştirme teknikleri ve modern makineler tarafından sürülmesi gerektiği”ni söylediği ve bir doğasevere sataştığı bir anektodunu anımsatıyor.[16] Marx, doğanın içkin değeri olduğu önermesini “çocukça” diye nitelendirir.[17] Schmidt, komünizmde doğanın yerinin ne olacağı üzerine Marx’ın kendi öngörüsünün anlatımını sunarken gerçeğe Burket'ten daha yakın görünüyor. Schmidt, Marx'ın öngörüsünden alıntı yapar; buna göre komünist bir toplumda doğanın insancıllaştırılması özgürleştirici bir güç olacaktır; çünkü “toplumun doğaya üzerindeki hakimiyeti, eş zamanlı olarak insan üzerindeki hakimiyet lanetinden ve böylece doğal tarihin kör saltanatını sürdürme lanetinden kurtulacaktı”.[18] Yine de, bu “kör doğal tarih” doğanın içkin değeridir; altıncı kitlesel yokoluştan kaçınılmasının ifadesidir ve bununla birlikte eko-marksizmin uygulanabilir bir uğraş olarak geliştirilmesi umududur.
(...)
Genç bir eko-marksist olan Kenneth Fish, biyoteknoloji endüstrisinin tuhaf, genetiği değiştirilmiş yaratıklarını inceleyerek Schmidt'in doğanın insancıllaştırılmasına olan ilgisini diriltiyor.
(...)
Fish, Benton’un kategorilerini yeniden kullanılır hale getiriyor ve bunları Yaşayan Fabrikalar'da müthiş bir etkinlikle kullanıyor.[19] Benton’un çerçevesi dahilindeki olası her emek türünü dikkatlice incelemesinin ardından Fish, yaşayan fabrikalar bağlamında nasıl birbirlerinden ayrıştıklarını gösteriyor. Burkett’in aksine, Fish’in amacı sadece Benton’un kavramlarının hatalı olduğunu göstermek değil, kapitalizmin evriminde yaşayan fabrikaların getirdiği yeniliği ortaya koymaktır. Fish, yaşayan fabrikaların kısmen ekstraktif olduğunu iddia ediyor, çünkü değerli bir madene benzer şekilde arzu edilen bir gen üretilmek yerine doğada “bulunur” ve gömülü olduğu yerden çıkarılması gerekir.
(...)
Fish’in analizinin zenginliği, Malm’in analizi ile birlikte okunduğunda daha belirgindir. Fish gibi, Malm de kapitalist çağın, ancak insanlar ilk olarak “doğa güçlerinden” faydalandıklarında gerçekten başladığını düşünüyor. İnsan dışı enerji kaynaklarından istifade etmek, kapitalist teknolojilerin ilk kez ortaya çıkmasına olanak sağladı. Malm, Marx’ın makineyi bir enerji kaynağına bağlandığında “ölü emeğin” “canlandığı” şeklindeki “çok gizemli bir şey” nitelendirmesinden alıntı yaparak açıklar bunu.[20] Bu endüstriyel-ekolojik aparat daha sonra yaşayan “canlı” işçinin kaybettiği becerisini kapsayarak ve işinin temposunu dikte ederek onları baskı altına alır.(...)Birçok marksist akademisyen Marx'ın renkli dilini inceler, ancak nadiren metaforik seviyenin ötesine, analitik olana geçer. Malm, bu “buhar şeytanı ifadesinin […] proleter deyiminin uyarlanmasından başka bir şey olarak yorumlanmayacağını” iddia eder.[21] Ancak Fish, fabrikayı insancıl bir doğal sistem olarak ortaya koymak üzere Marx’ın metaforlarını doğrudan kendi çerçevesine entegre eder. Schmidt, Fish’in ayrımları bulanıklaştırmasından şaşkınlık duymazdı. Grundrisse'nin ilk okurlarından biri olarak, Marx’ın, makinelerin gelişeceğini, “bütünüyle otomasyona” ulaşacağını, işçileri birer “gözetmen ve düzenleyici” haline getireceği öngörüsünün farkındaydı.[22] Fish’in iddiasına göre, yaşayan fabrikalar, kapitalizmin doğayı taklit etmediğini, doğanın kendisi olduğunu açığa kavuşturmaya hizmet ediyor. Bu insancıllaştırılmış doğadan toplumsal amaçlara ulaşmada yararlanıldı ve bu nedenle kapitalizm “doğanın sabit sermaye biçiminde insancıllaştırılması” olarak görülmelidir.[23]
Her ne kadar Fish, Benton'ın analizinden birçok şey almış olsa da, Benton’ın “oldukça fantastik türsel narsisizm” olarak sert bir şekilde eleştirdiği bir süreç olarak doğanın insancıllaştırılması nefretini paylaşmaz.[24] Bunun sebebi, bu sürecin, Fish’in lisans sonrası çalışmalarında entelektüel amacının maddi formu olan insan-doğa ikiliğini yok etmesidir. Doğanın insancıllaştırılmasını savunmasında Fish, kapitalizmin çevreyi “yok ettiğini” veya toplum ile doğa arasında bir “yarılma” yarattığını söylemenin yanlış olduğunu aksine kapitalizmin doğal bir sistem olduğunu savunur.[25] Dahası Fish, Silikon Vadisi tekno-iyimserliği, Tüm Dünya Kataloğu [26] sözde kirliliği ve “Üçüncü Yol” neoliberalizmininin garip bir karışımı olan “parlak yeşiller” olarak bilinen tartışmalı bir çevreci grubun ideolojisini benimsemeye kadar gider. Parlak yeşiller, insanlığın sahneye çıkışını doğal bir güç olarak kabul eder ve “iyi bir Antroposen” için çağrı yapar, çünkü “tanrılar olarak biz de bunu yapmada daha iyi olabiliriz.”[27] Bir eko-marksistin kendisini gen bankalarına, eko-finansa ve jeo-mühendisliğe inancını açıklamış bir grupla aynı çizgiye koyması en azından şaşırtıcıdır. Bu nahoş politik ittifak, solu, doğanın insancıllaştırılmasına kuşkuyla yaklaştırmalıdır.
Bununla birlikte yine de Fish, doğanın insancıllaştırılması kavramının marksistlere antroposen hakkında filizlenen tartışmalara girmede bir kapı açtığını fark ederken haklıdır. Marx bazen zamanından önce gelmiş bir antroposen filozofu gibi görünmektedir. Alman İdeolojisi’nde, o ve Engels, Ludwig Feuerbach’a, doğayı tarihsel bir eser olarak görmek yerine, saf bir doğaya inandığı için saldırırlar: “İnsanlık tarihinden önce gelen doğa anlamında Doğa’nın, Feuerbach’ın içinde yaşadığı doğayla hiçbir ilgisi yoktur, bu Doğa günümüzde artık hiçbir yerde (belki de yakın tarihte ortaya çıkmış birkaç Avustralya mercan adası hariç) bulunmaz ve bu nedenle, Feuerbach için mevcut olmayan bir doğadır.”[28] Ayrıca, Marx, doğanın insancıllaştırılması sürecini, nihayetinde gerçekleşebilecek bir süreç olarak öngörmüştür. Ona göre, insanlar sadece emek harcayan tek hayvan türü olmakla kalmayıp aynı zamanda “insanın evrenselliğini” kanıtlayan bir eylem olarak çok özgün bir şekilde “en azından potansiyel olarak doğanın tamamına el koyabilirlerdi.”[29]
Malm doğanın insancıllaştırılmasını doğrudan tartışmamakla birlikte, antroposen kavramının tam bir eleştirisini sunar. Savurgan ve zenginlerin tek başına yarattıkları keşmekeş nedeniyle yoksul ve güçsüzlerin bu şekilde suçlanması girişiminden iğrendiğini belirtir Malm. Fosil Sermaye kitabı, sanayileşmenin en başından beri, bir avuç kapitalistin nüfusun çoğunluğu üzerinde zorla uyguladığı bir süreç olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Gerçekten de, işçi sınıfı on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, fabrika sisteminin genişlemesi ve derinleşmesi süresince sık sık isyan etmiştir. İşçiler - çocuklar, erkekler ve kadınlar - üretimin makinalaşmasını ve yaşamlarının kötüleşmesini sendikalaşarak, makinaları parçalayarak, grev yaparak, gösteriler düzenleyerek ve isyan ederek protesto ettiler. Kimsenin erken dönem fabrikalarda çalışmak istememesi neoklasik iktisat tarihçileri tarafından çoğu zaman göz ardı edilen bir noktadır. Kapitalistler, yoksulları, tutukluları ve kimsesiz kalmışları güç kullanarak zorla çalıştırma yoluna başvurdular. Terk edilen çocuklar, gece geç saatlerde ücretsiz olarak çalmaya zorlandı. İş adamlarının çarpıtma şevklerinin erken bir örneği, bu köleleştirilmiş yetimlerin “çırak” olarak yeniden adlandırılmasıydı. Endüstriyel işgücü mülksüzleştirme yoluyla varlık yokluk durumuna zorlandıktan sonra, alt sınıfların yaşam beklentisi, Büyük Veba Salgını ve nüfusun ortalama boyunun kısaldığı dönemden bu yana görülmeyen seviyelere düştü. Antroposenden hiçbir şekilde “insanlık”, yani kolektif “biz” sorumlu değiliz. Malm, "Kapitalosen" ifadesini, belki daha az akıcı olsa da daha doğru bir terim olarak önermektedir.
Malm’ın asıl ilgisi, sınıf mücadelesinin nasıl enerji geçişlerinin hızını şekillendirmekle kalmayıp aynı zamanda bu hızı belirlediğini ortaya koymak üzerinedir. Bu tür bir sorunsallaştırma, Fosil Sermaye’nin silik ve mütevazı bir inceleme olmamasıyla birlikte hem güncel tartışmalara hem de sanayi devriminin tarihine uygulanabilir keskin bir teorizasyona götürmektedir. Malm on dokuzuncu yüzyılın başlarındaki İngiliz politik ekonomisi içindeki hemen hemen her akademik tartışmaya korkusuzca müdahil olur. Sanayi devrimi neden gerçekleşti? Neden İngiltere’de? Neden on sekizinci yüzyılda? Neden nihayetinde kömürle işlemek durumunda kaldı? Malm, marksist çerçeveyi ustaca uygulayarak ikna edici cevaplar verir ve bunu yaparken baskın neo-klasik literatüre saldırır. Çoğu bilim insanı, endüstriyel üretimdeki ana kısıtlamanın, odun kömürü yapmak için gerekli ormanların yetmezliği olduğunu varsaymıştı. Erken-modern dönemde, olası bir “odun acil durumu” (Holznot) ile ilgili bir sürü kitap vardı.[30] Bu anlatıda kömür, ekolojik bir darboğazdan kurtarmış ve sürekli ekonomik büyümenin önünü açmıştır. Malm bunun hiçbir anlam ifade etmediğinde ısrar ediyor ve eski fabrikalarda kömür kullanılmadığını, ezici çoğunlukla bunların su gücüyle çalıştıklarını belirtiyor. Kuzey İngiltere ve İskoçya'da su çarkları için mükemmel, düzenli akışlı birçok küçük nehir vardı. Marx'ın Kapital’de belirttiği gibi, “tüm makinelerin temel biçimini su çarkı şeklinde miras bırakan” Roma İmparatorluğu idi. Su gücü kömürden çok daha ucuz, hatta girişimci bir mülk sahibi kıyı şeridinde bir araziye sahipse ücretsizdi bile. Yirmi birinci yüzyılda bir okuyucuya on dokuzuncu yüzyıl su çarklarının beygir gücü anlamında üstünlüğünü koruması ve buhar motorlarından on yıllarca daha düşük maliyetli olması şaşırtıcı görünebilir; Malm bunun 1870'lere kadar böyle olduğunu tahmin ediyor. 1840'lı yılların sonlarına kadar gidildiğinde devasa “Heracles” su çarkları, en büyük çağdaş buhar motorlarının iki katı beygir gücü üretiyordu. 1860'lı yıllarda Marx, Londra'da oturup su ile güç elde eden bir üreticiye ticari rakipleri karşısında rekabet üstünlüğü sağlayan bir nehri örnek olarak kullanarak rantla ilgili oldukça makul bir yazı yazabilmekteydi.
Öyleyse, neden kömür zafer kazandı? Ve neden tam da hidroelektriğin Britanya’da nadiren kullanıma aday bir kaynak olarak kaldığı 1830’larda zafer kazandı? Öne çıkan neoklasik bir iktisatçı olan Robert Allen, cılız bir şekilde “pamuk endüstrisinde buhar gücünün yavaş bir şekilde kullanılma girmesine açıklama getirmenin buhar gücü teknolojisiyle ilgilenen tarihçiler için önemli bir sorun olduğunu” kabul etmek zorunda kalır.[31] Ne Allen ne de neoklasikçi akranları bunun nasıl veya neden meydana geldiğini açıklayamaz. Ancak Malm, marksist coğrafyanın kavramlarından yararlanır: “soyut” zaman ve mekan. Eğer “somut” zaman ve mekan doğanın düzensiz ritimleri ve özgün coğrafyasıysa, soyut zaman ve mekan bu spesifikliği siler. Bir nehrin akışına ve kırsal konuma bağlı bir kapitalist yerine, kömür, üretimin herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda yapılmasına imkan verdi. Yer ve zamanı soyut hale getirebilme yetisi hidroelektrik enerjisinin ucuzluğunu gölgede bıraktı, böylece işçilerin saldırıları karşısında kapitalistlere karşı saldırıda bulunmak için destek sunulmuş oldu. Kapitalistler, kapitalizmin boş homojen zaman kavramını empoze ederek direnişe neden oldular, ancak para asla uyumazsa da insanların uyuması gerekir. Ne zaman nehirlerin akışı azalıyor ve fabrikalar kapanıyorsa, patronlar işçilerin dönmelerini umdular, ne zaman yeterli su olsa gecenin geç saatlerine kadar acımasızca çalışılmalarını talep ettiler. İşte bu nedenle iş günü için mücadele genç işçi hareketinin ilk ve en önemli talebi haline geldi. Marx, iş günü ile ilgili ilk kısıtlamalar olan 1833 Fabrika Yasasını, sadece büyük pratik bir başarı olarak değil; bir ilkenin zaferi olarak; ilk kez apaçık bir şekilde orta sınıfın politik ekonomisinin işçi sınıfının politik ekonomisine yenik düştüğü bir zafer olarak müjdeliyordu.
Kömüre geçiş, erken kapitalizm için birçok sorunu çözdü. Fabrikalar, rezerv sanayi ordusunun ve işçilerin devlet tarafından isyan etmeye daha az meyilli hale getirildiği şehirlere taşınabildi. Fabrikalarını izole nehir vadilerinde kurmuş olan mülk sahipleri, işçilerin isyan etmesi durumunda düzeni yeniden tesis etmek üzere devleti hazır bir şekilde yardıma çağıramazlardı. Nitekim, kentli işçilerin emek disiplinine bağlı kalarak asimile olmuş olmaları, çağdaş kapitalistler tarafından bir çekim noktası olarak geniş çapta kabul edildi. Malm, kapitalistlerin yeni kömür destekli rejimin vaat ettiği işgücü üzerindeki kontrol ile daha ucuz ve daha güçlü bir enerji kaynağı olan su enerjisinden istifade etmekten daha fazla ilgilendiklerini vurguladı. İşçiler, çalışma günündeki yasal sınırlamalar gibi gerçek zaferler kazanmaya başladığında, kömür değerini kanıtladı. Nehirler düşük debiyle aktıklarında çalışanları gecenin ortasında tekrar tezgahlara çağırarak zararı telafi etmenin mümkün olmadığı hidro-güçle çalışan fabrikaların aksine, buhar motorları herhangi bir zamanda çalışacak şekilde ayarlanabilir ve daha kısa çalışma saatlerine rağmen verimliliği artırmak için her zaman daha fazla motor eklenebilirdi.[32]
Böylelikle Malm, kitabın tam kalbinde sorunu yanıtlar, ancak daha sonra bu zor ulaşılmış ampirik ve teorik kavrayışı hızlıca, kapitalizmin neden yenilenebilir enerjiye geçişinin olası olmadığını araştırdığı başka bir bölümde olduğu gibi, bir dizi tarihsel ve güncel soruna uygular. Bunun nedeni güneş ve rüzgar gücünün zaman ve mekan soyutlama kabiliyetini azaltacak olmasıdır; üretim, enerjinin ne zaman ve nerede bulunduğuna bağlı olacaktır. Soyut zaman ve mekan olmadan, sermaye kavgacı işçilere üstünlük sağlayamaz ve yalnızca, güneş ışırken ve rüzgâr estiğinde, somut zamana göre mal üretebilir. Ayrıca, yenilenebilir kaynaklardan kazanılacak para çok azdır. Petrol devleri 2000'den beri yeşil enerjiye önemli miktarda yatırım yapsa da şu an alanı büyük ölçüde terk ettiler. Malm’in gözlemlediği üzere “2011’deki en yüksek seviyesinden 2013 yılına kadar yenilenebilir enerjiye küresel yatırımlar yüzde 23 oranında düşerken Avrupa'da bu rakam çarpıcı bir şekilde yüzde 44’tü.”[33] Bunun nedeni, yenilenebilir enerjilerin sürekli daha ucuz hale gelmesi ve kâr marjlarının daha da zayıflamasıdır. Buna karşın, fosil yakıtların fiyatı şimdi düşük olsa da, en azından onların fiyatları bir patlama ve sönme döngüsü izlemeye meyillidir, yani en azından bazen müthiş kârlar elde etmek mümkündür. Son olarak, fosil yakıtlar karar almayı bireysel kapitalistlerin seviyesine kadar yerelleştirmeye imkan sunarken, yenilenebilir enerji kaynakları (ve bu, 18. yüzyılda Britanya'daki nehir saptırma programları için de geçerliydi) kapitalistler arasında kapsamlı bir işbirliğini ve hatta korkulan devlet müdahalesi ve planlamayı gerektirir. Kapitalizm, doğuştan, yenilenebilir enerjiye elverişli değildir ve gerçek aşkı, fosil yakıtlarını asla terk etmeyecektir. Kapitalizmin süregiden doğanın insancıllaştırılmasının devam edeceğini iddia eden çıkabilir, ancak bunun sadece daha kirli fosil yakıtlarla yürütüleceğini eklemek durumundadır. Bu, Fish’in parlak yeşil arkadaşlarının oldukça saf olduğunu ortaya koymaktadır.
(...)
Marx’ın makaleleri arasında, karmakarışık, elle çizilmiş bir buhar motoru bile bulunabilir. Bu, bu dört yazarın, ciddi bir entelektüel emek ortaya koymadıklarını söylemek anlamına gelmez; aksine bu, onlar için, yalın olmaktan çok uzak bir şekilde marksist geleneğin ekolojik düşünce bakımından zengin olduğunu ve umut edelim ki daha fazla çalışmanın ihtiyaç duyulduğu kadar acil olarak ortaya çıkacağını göstermektedir.
Yine de, eko-marksistler, analizlerini asla çevreci olmayan ve gerçekten de doğanın içkin değeri düşüncesine düşman olan bir adamın eserlerine dayandırmak zorunda kalacaklar. Eko-marksistler aksini iddia ettikleri takdirde genç küçük alt disiplinlerine kötülük yaparlar. Alandaki en eski yazılardan bazılarının bu soruna daha sonraki teorisyenlerinkinden daha iyi uyuştuğu görülüyor. Benton, Marx’ın özgürlüğü “kendimizi doğaya olan bağımlılığımızdan kurtarmak” olarak ifade edişini “saçma” bulur.[34] Benton, daha sonra, hayvan hakları üzerine yazan çok az marksistten biri oldu, çünkü hayvanların sol tarafından “doğrudan ahlaki kaygının uygun özneleri” olarak görülmesi gerektiğinin tartışmasız ortada olduğuna inanıyordu.[35] Daha bile öncesinde, Schmidt, ilk öncellerinin tercih ettiği renk tonuyla uyuşmasa da entelektüel olarak olgun bir kararla yeşil marksizme geçiş yaptı. Aslında, Frankfurt Okulu'ndan bir öğrenciden bekleneceği gibi, Schmidt doğanın insancıllaştırılması sürecini, çevreye karşı bu kadar tehlikeli bir tutuma ilişkin eleştirel teoriden kurtulmak için ele aldı. Schmidt, “doğanın kendi için bir varlık” oluşunun, marksistleri “doğanın acımasız sömürüsünü reddetmeye” götürmesi gerektiği öğüdünü vermişti.[36] Schmidt alternatif bir yeşil miras arayışı içindeki Bertolt Brecht'in tek başına Promethean olmayan bir marksist olduğunu savundu. Brecht'in Herr Keuner Hikayeleri’nde hikayenin kahramanı ağaçları sevdiğini söyler çünkü “biz şehir sakinleri işe yarar eşyalar dışında asla bir şey görmemekten ötürü serseme döneriz [...] yani marangoz olduğumdan benim için her türlü, ağaçlarda yatıştırıcı bir şekilde bağımsız bir şeyler bulunur, kendimin dışında, ve işin aslı umarım ki marangozlar için de işe yarar hale getirilemeyecek bir şeyleri vardır.”[37]
*Harvard Üniversitesi’nden Troy Vettese’nin historicalmaterialism.org sitesinde yayınlanan bu yazısı Markist Teori tarafından çevirilmiş, kısaltılarak yayınlanmıştır.
Notlar
1 Schmidt 2013, s. 9.
2 Alıntı: Schmidt 2013, s. 16.
3 Alıntı: Schmidt 2013, s. 16.
4 Schmidt 2013, s. 9.
5 Schmidt 2013, s. 9 ve 129.
6 Alıntı: Schmidt 2013, s. 33.
7 Schmidt 2013, s. 70.
8 Smith ve O’Keefe 1980, s. 33.
9 O’Connor 1988. Ayrıca bkz. Foster 2014
10 Schmidt 1993.
11 Alıntı: Schmidt 2013, s. 76.
12 Alıntı: Schmidt 2013, s. 76.
13 Burkett ve Foster’ın yakın zamandaki ortak yazılmış kitapları Marx ve Dünya, ilk bölümünü bu sorunlu kavrama ayırsa da Schmidt’in kaygılarının hepsine tümüyle değinmiyor. Garip bir şekilde, doğanın insancıllaştırılması sürecini, gerçekten Foster’ın Marx’ın düşünüşünün ekolojik sınırlarının bir ifadesinden çok entelektüel bir yanıltmacası olan “metabolik yarık” sorunu olarak yeniden ele alma denemesine giriyor. Foster and Burkett 2016, s. 61–83.
14 Burkett 1997, s. 164.
15 Schmidt 2013, epigrafi.
16 Schmidt 2013, s. 132.
17 Age.
18 Schmidt 2013, s. 13.
19 Benton 1989, s. 66–70.
20 Malm 2016, s. 275.
21Age.
22 Alıntı: Schmidt 2013, s. 147.
23 Fish 2013, s. 189.
24 Benton 1993, s. 32.
25 “Metabolik yarık” kavramı 2000’de Foster tarafından popüler hale getirilmiştir.
26 1968-1972 yılları arasında yılda birkaç kez Stewart Brand tarafından yayınlanan ve daha sonra 1998 yılına kadar zaman zaman, daha sonra 1998’e kadar yayınlanan bir Amerikan karşı kültür dergisi ve ürün kataloğuydu. (Vikipedia)
27 Kingsworth 2012. Alıntı Hamilton 2015, s. 203–5
28 Alıntı Schmidt 2013, s. 33.
29 Alıntı Schmidt 2013, s. 80.
30 Bkz. örneğin, Pomeranz 2000, Radkau 2012 ve Wrigley 2010
31 Malm 2016, s. 57
32 Malm’in savlarının çoğu Historical Materialism için yazılan bir makalede sunulmuştur. Malm 2013.
33 Malm 2016, s. 371.
34 Benton 1992, s. 74.
35 Benton 1992, s. 72.
36 Schmidt 2013, s. 154–5.
37 Alıntı Schmidt 2013, s. 155.