Adından başka sosyalistliği kalmayan kampın 1990’lı yıllarda kendi içine çökmesinin ardından başlayan ulusal çatışmalar, ulusal sorunlara sosyalizmin çözüm getiremediği iddiasının prim yapmasına neden oldu.
Materyalist diyalektikten, sınıf mücadelesi gerçeğinden uzak bir iddiaydı bu. Yıkımla birlikte ulusal çatışmaların kimi yerlerde bir boğazlaşma düzeyine yükseldiği doğruydu, fakat bunun bu ülkelerdeki sınıf mücadelesinin tezahürü olduğu da bir o kadar gerçekti. Ortaya çıkan yeni burjuva sömürücü sınıflar burjuva milliyetçiliğin ideolojik zırhını kuşanmıştı. Eğer bir yerde burjuvazi varsa, orada en uç biçimlerine, ırkçılığa kadar varan milliyetçiliğin ortaya çıkması da doğaldır. Bu kampın yıkılmasıyla birlikte görülen en kaba, yağma ve talana dayalı ilkel kapitalist birikimin milliyetçi ideolojisi de bir o kadar ilkel, kaba ve yağmacıydı. Bu, sosyalist deneyin ulusal sorunları çözme başarısızlığını değil, milliyetçiliğin bir burjuva ideolojisi olduğunu ispatlar. Sosyalist deneyimin tartışması, milliyetçiliği neden ortadan kaldırmadığı üzerine değil, burjuvaziyi yeryüzünden silememesi, onun yeniden hortlamasını engelleyememesi üzerine yapılabilir.
Sosyalizmin Hedefi
Sosyalizmin hedefi burjuvazinin kökünü kazımak ve bütün sınıfları ortadan kaldırmak, milliyetçiliği bir daha doğmamacasına yeryüzünden silmek, giderek komünizmin üst evresinde sınırları ve ulusları ortadan kaldırmaktır. İşçi sınıfının ırkı, ulusu yoktur. Dünya, işçi sınıfının vatanıdır.
Bu hedeflere bir çırpıda varılamaz. Ulusları ortadan kaldırmak çok uzun bir tarihsel dönemi kapsar. Bir sınıf olarak burjuvazinin ortadan kaldırılması ve sosyalizmin bir dünya sistemi haline gelmesi bunun ön şartıdır. Ki bu da sosyalizmin nihai zaferi demektir. Sosyalizmin nihai zaferi aşamasında, uluslar bir politik varlık olarak ortadan kalksalar da, kültürel bir varlık olarak yaşamaya bir müddet daha devam edebilirler.
Sosyalizmin nihai zaferi ile sosyalizmin inşa dönemi birbirine karıştırıldığı için, sosyalizmin inşasında ve geriye dönüşlerle ortaya çıkan sorunlar komünizmin sorunları olarak sunulmaktadır. Sosyalizmin inşa dönemi, kapitalizmin henüz dünyada egemen olduğu, sosyalizmin bir dünya sistemi haline henüz gelemediği, dolayısıyla ulusal devlet sınırlarının ve ulusal ekonomilerin varlığını koruduğu bir süreci kapsar. Bu iki sistem sonsuza kadar yan yana yaşayamaz, biri diğerini alt etmek zorundadır. Sosyalizmin nihai zaferi aşamasında ise sosyalizm artık bir dünya sistemi haline gelir. Ulusal pazarların, dolayısıyla ulusal devletlerin temeli ortadan kalkar. Ulus bir politik varlık olmaktan çıkar. Sosyalizmin nihai zaferine ulaşıldığında milliyetçiliğin artık yeniden yeşermesinin hiçbir olanağı kalmaz. Buna karşın, ulusun kültürel hayatı bazı bakımlardan devam eder, çünkü farklı ulusal diller, müzik vb. varlığını daha bir müddet sürdürür.
İki Ulus Gerçeği
Sosyalizmin inşa sürecinde ulusal pazarlar ve devletler ortadan kalkmadığına göre, ulus politik varlığını koruyorsa, bu nasıl bir ulustur? Burjuvazi egemen sınıf olmaktan çıkmış, dahası bir sınıf olarak ortadan kalkmışsa, bu ulus bir burjuva ulus değildir. Buradan da anlaşılır ki, iki ulus türü vardır: burjuva ulus, sosyalist yurt içinde demokratik ulus. Stalin bu ikincisini doğrudan sosyalist ulus olarak tanımlar. “Sosyalist ulus”, ancak ulusun bir politik varlık olmaktan çıkarak bir dilsel-kültürel varlık halini alması durumunda kullanılabilir, politik ulus kavramlaştırmasına dahil edilemez. Oysa sosyalist devrimle birlikte ve sosyalizmi inşa süresi boyunca, ulus politik kimliğini korur. Ona bir politik kimlik kazandıran “ulusal devlet”in varlığıdır. Hem içeride henüz farklı sınıf kategorileri ve farklı ulusal topluluklar varlığını sürdürür, hem de başka ülkelerde burjuva uluslar ayaktayken varlığını zorunlu olarak sürdüren bu ulusları “sosyalist yurt içinde demokratik ulus” olarak tanımlamak daha uygundur.
Burjuva ulus burjuvazinin egemenliğine dayanır. Burjuva ulusal hareket de burjuvazinin çıkarlarına bağlı olarak çeşitli ideolojik-politik biçimler alabilir. Feodalizme ve sömürgeciliğe karşı burjuva demokratik nitelikte iken, kapitalist ya da emperyalist hegemonyacı ve sömürgeci olduğunda ırkçı bir karakter kazanabilir. Burjuva milliyetçiliğinin çeşitli tonları ise onun ideolojisidir. En demokratik olduğu zaman bile, içeride hakim ulus dışındaki ulusal topluluklara karşı asimilasyoncu, dışarıdaki diğer uluslara karşı ise hegemonyacıdır. Başka ülkeleri işgal etme ve onları sömürgeci boyunduruğa vurma çabası, yer yer ulusal boğazlaşmalar, hegemonya savaşları kapitalizmin doğasında var. Bazı ulusların, giderek bazı ırkların diğerlerinden üstünlüğü iddiası bu saldırganlığın ideolojik gerekçesi yapılır.
Sosyalist Devrim Ve Ulus
Sosyalist devrimin nasıl bir ulus ve ulusal hareket ortaya çıkardığını anlamak için, 1917 öncesi dünyaya kısa bir göz atmakta fayda var.
Afrika’nın neredeyse tamamı, Asya’nın büyük bölümü sömürgeci boyunduruk altındaydı. Ortadoğu ve Arap coğrafyasında Osmanlı feodal sömürgeciliği hüküm sürüyordu. Asya’nın kuzeyi ve Kafkaslar Rus çarlığının çizmeleri altındaydı.
1917 Ekim devrimi sonrasında bunların hiçbiri kalmadı. Ekim devriminin açtığı yoldan ulusal kurtuluş savaşları dünyanın her yerinde sömürgecilerin çanına ot tıkadı.
Şubat devrimi ile çarlık yıkılsa da, sömürge ve ezilen uluslar ulusal özgürlüklerini kazanamamıştı. Sosyalist devrimden hemen önce Petrograd Sovyeti her dilin resmi dil olması, sovyet yurttaşlığı, federal ve özerk devletler gibi önlemlerle ulusal sorunlara çözüm önerse de, dönemin burjuva başbakanı Kerenski ve Menşevikler “merkezi devlet”i savunarak bu çözümü reddetti. Bu öneriler sosyalist devrimle birlikte hayata geçti. Ulusalar arasında tam hak eşitliği sağlandı. Her türden ulusal baskı ve ayrımcılığa son verildi. Anadilde eğitim hakkı, kendi temsilcilerini seçerek kendini yönetme hakkı tanındı.
1922 yılında her cumhuriyetin egemenlik hakkının korunduğu, ayrılma hakkının olduğu, eşit statüde federasyonlar birliği kuruldu.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, adından da anlaşıldığı gibi, iki temele dayanıyordu; sovyetlere -yani konseylere- ve federasyonlara.
Federe Devletler – Birlik Cumhuriyetleri
Merkezi anayasaya aykırı olmamak koşuluyla her federasyonun kendi anayasası vardı. Kendi yöneticilerini kendisi seçiyordu. Bakanları, mahkemeleri ve her türden yürütme organları vardı. Her federasyonun yasama yetkisi olan sovyeti (meclisi) çalışıyordu. İş ve ceza yasalarını kendisi belirliyordu. Her federasyonun ulusal marşı, bayrağı ve başkenti vardı. Her cumhuriyet başka bir devletle ilişkiye geçme, antlaşma yapma, başka devletlerde diplomatik temsilci bulundurma hakkına sahipti. 1944’te askeri güç oluşturma hakkı da verildi. 1924 anayasasına göre, SSCB eşit statüde 7 cumhuriyetten oluşuyordu. 1936 anayasasında bu sayı 11’e, 1943’te ise 16’ya çıktı.
Özerk Cumhuriyetler
Kimi federasyonların içinde özerk cumhuriyetler bulunuyordu. Bu cumhuriyetlerin her birinin kendi anayasası ve yönetim organları vardı. Toprakları kendi onayı olmaksızın değişikliğe uğratılamazdı. Bu özerk devletlerin de yasama yetkisi olan meclisleri vardı. Daha küçük ulusal topluluklar ise özerk bölgelerde yaşıyordu. 1936’da özerk cumhuriyetlerin sayısı 19’du.
Özerk Ve Ulusal Bölgeler
Federe cumhuriyetlere bağlı, az nüfustan oluşan ulusal topluluklara verilmiş ulusal statüdür. Yönetsel-yerel özerklikleri vardır. Bu statü anayasa ile güvencelenmiştir.
Federe devletler, özerk cumhuriyetler, özerk ve ulusal bölgelerle, en kalabalık ulustan an az nüfusa sahip ulusal topluluğa kadar tüm uluslara ulusal statü tanınmıştır.
Çok Dillilik
SSCB’de çok dillilik esastı. Küçük dil gruplarının yaşaması için dahi özel önlemlere başvurulmuştu. Bir dil kendi yazı sistemine ve yayınlarına sahipse “resmi dil” statüsü kazanıyordu.
Milletler Sovyeti
SSCB’nin en üst yönetim aygıtı Yüksek Sovyet’ti. Yüksek Sovyet, Birlik Sovyeti ve Milletler Sovyeti olmak üzere iki meclisten oluşuyordu. Milletler Sovyeti'nde nüfusuna bakılmaksızın her federe cumhuriyetin 25, her özerk cumhuriyetin 11, her özerk bölgenin 5, her ulusal bölgenin 1 temsilcisi bulunuyordu. Birlik Sovyeti ise aşağıdan yukarıya oluşan konseylerin en üst organıydı.
Her iki sovyetin, Birlik ve Milletler sovyetlerinin üye sayıları hemen hemen eşitti. Her iki meclisin yetkileri de aynıydı. Halk komiserleri konseyiyle birlikte her iki sovyete kanun teklifi verme hakkı tanınmıştı. Kanunlar her iki meclisin çoğunluğu tarafından onaylanırsa yürürlüğe girebiliyordu. Anayasada yapılacak değişiklikler için ise her iki meclisin üçte ikilik çoğunluğu gerekiyordu.
Yüksek Sovyet, halk komiserlerini (bakanları), yüksek sovyet prezidyumunu, yüksek mahkemeyi, genel savcıyı tayin ediyordu. Milletler Sovyeti, Yüksek Sovyet içindeki eşit konumuyla, tüm bu yetkileri Birlik Sovyeti ile paylaşıyordu.
SSCB’de ulusal sorunlara nasıl yaklaşıldığı ve nasıl bir çözümün uygulandığı yukarıdaki tabloda yeterince açıktır: tam hak eşitliği, gönüllü birlik, halk egemenliği.
Yetersizlikler
Ortaya konulanlar ne kadar doğruysa, bir o kadar eksiktir. SSCB’nin federasyon çözümü, ne yazık ki, 1950’lerde yeni bir nitelik sıçramaya varamamıştır. Balkanlar'da kurulan halk cumhuriyetleri arasında bir federasyon oluşturma çabaları boşa çıkmış, küçük ülkeler halinde sosyalist inşalara girişilmesi tercih edilmiştir. Bu federasyonun kurulmasının önünde nesnel değil, öznel engeller vardı. Bunlar her ülkenin komünist partileriydi. Bunun komünist partilerdeki ulusalcı eğilimlerle ilgili olduğu, nihayetinde bir “ulusal pazar” inşasını esas alan burjuva ulusalcılık yönünde bir sapma olduğu ortadadır. 1920’lerin başında kuruluşuna girişilen Transkafkasya (Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan) Cumhuriyeti'nin sonuçsuz kalmasıyla Balkan federasyonunun kurulamamasının özünde farklı olmadığı söylenebilir. Keza iki büyük sosyalist ülke olan SSCB ile Çin arasında bir sosyalist federasyonun kurulmasının gündeme dahi gelmemesi, burjuva ulusalcı eğilimin bir kalıntısı olarak değerlendirilebilir.
Günümüzde Ulusal Sorunların Çözümü
Emperyalizm dönemindeki sömürgeler, yükselen ulusal kurtuluş savaşları dalgası ile birlikte, bazı kalıntılar dışında ortadan kalktı. Ulusal sorunlar burjuva anlamda esasen çözülmüş durumda. Bugün de emperyalist küreselleşme döneminin bir karakteristiği olan mali-ekonomik sömürgeler yeryüzünü kapladı. Ne ki, klasik sömürge ve yarı-sömürgelerde olduğu gibi, bu devletlerle emperyalizm arasında ulusal bir çelişki yoktur, haliyle bir ulusal devrimden de söz edilemez.
Buna karşın, klasik sömürge tarzı kalıntılar vardır. Kürdistan ve Belucistan bunlardan ikisidir. Bölgemizde, bu ikisiyle birlikte, işgal altındaki Filistin’de de ulusal sorun çözüm bekliyor. Bu nasıl bir çözüm olacaktır ya da olmalıdır?
Klasik sömürge tekeli yıkıldığında bağımsızlaşan ulusların önünde iki yol vardı. İlki kapitalist gelişme yolu, ikincisi sosyalist devletlerin yardımı ile sosyalist inşa yolu. Her ikisi de mümkündü. Kapitalist gelişme yoluna girenler bir müddet ayakta kalabilir, ulusal kaynaklar üzerindeki hakimiyete dayalı olarak ulusal kalkınma yolunda ilerleyebilirdi. Bu yol sonuçta emperyalizmin yeni-sömürgesi olmaya götürse de, belirli bir süre bağımsızlığı koruma imkanı vardı. Emperyalist küreselleşme döneminde ise bu olanak yok. Burjuva ulusalcı çizgi izlendiğinde emperyalizmin ve dünya tekellerinin mali-ekonomik sömürgesi olmak dışında bir yere varılamaz.
Buradan bakılınca, burjuva ulusalcı çözümün tarihsel olarak ömrünü doldurduğu söylenebilir. Bir şeyin tarihsel ömrünü doldurması, pratikte de ortadan kalkığı anlamına gelmez. Kürdistan’da Barzani örneğinde görüldüğü üzere, burjuva ulusalcı çözüm pratikte yürürlüktedir hala. Diğer yandan, ortada bir sosyalist kamp yok. Emperyalist küreselleşme koşullarında bağımsızlığını kazanan bir ülkenin salt kendi olanakları ile sosyalist inşaya girişmesi yüzyıl öncesine göre daha da zor. Yine de ulusal sorunlara halkçı demokratik çözüm dışında bir çıkış yok. Sosyalizm deneyi bu açıdan yol gösteriyor. Ulusların tam hak eşitliğine dayalı gönüllü ve özgür birlikler bu çıkışın ana güzergahıdır. Bu, kaçınılmaz olarak, bölgesel devrimleri programatik bir hedef haline getirir. Oradan da dünya devrimine bağlanmayı zorunlu kılar. Sosyalist inşa yönelimi bu güzergah üzerinde karşılık bulabilir.
Küçük “ulusalcı” sosyalist devletlerle yetinme dönemi kapandı. İstense de, sosyalist devletler bu yoldan varlıklarını koruyamaz. Federasyonlar halinde birleşmek, bu yoldan büyük birlikler kurmak karşı konulmaz bir gerekliliktir bugün. Bu tür birlikler ancak tüm ulusal sorunların aşılması ile oluşturulabilir. Sosyalist devrimlerin mirası bunun nasıl aşılabileceğini gösteriyor. Rojava ise ulusal sorunlara çözümün güncelde pratikleşmiş halidir.