Kızıl Eylem/Hırvatistan: "Gelecekte, Yeni Bir Yugoslavya Değil, Bir Sovyetler Birliği Oluşturmak İstiyoruz"

Röportaj: Kemal Stafa

Örgütünüzü okurlarımız için kısaca tanıtır mısınız? Hangi alanlarda faaliyet yürütüyorsunuz? Faaliyetinizin öncelikli konuları nelerdir?

Kızıl Eylem/Hırvatistan olarak çeşitli protestolara ve işçi grevlerine katılmaya ve konumumuzu yansıtmaya çalışıyoruz. Buna ek olarak, grafiti ve plakatlarla sokak propagandası yapıyoruz.

Üyelerimiz ve sempatizanlarımız için “Devrim“ adını taşıyan bir teorik organ çıkartıyoruz. Marksist klasikler, eylem haberleri ve analiz içerikli yazılarla vb. konu alanlarında kendi duruşumuzu somut olgular ışığında açıklıyoruz. Kısa zamanda 3. sayısı çıkacak. Ana propaganda aracımız her 2-3 ayda bir çıkan “İşçi Haberleri“dir. Burada kendi yoğun araştırmalarımıza dayanarak fabrikalardaki durum, işçilerin sorunları üzerine haber yapıyoruz. Bunları fabrika önünde dağıtıyoruz ve orada işçiler ile durumları ve analizlerimiz üzerine tartışıyoruz. İşçilerin işletmelerdeki gerçek sorunlarını ve kaygılarını dile getirebilmek için her bir sayısında belli bir sanayi dalında (tekstil, metal vs.) yoğunlaşmaya çalışıyoruz.

Hırvatistan’da güncel politik durumu nasıl tasvir edebilirsiniz?

Revizyonist sistemin çökmesinden sonra çoğu Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi burada da yoksulluğun dramatik artışı, işçi sınıfının yaşam seviyesinin dramatik düşüşü ve fabrikalardan sağlık ve güvenlik kurumlarına, eğitim sistemine yoğun bir özelleştirme oldu. Demiryolları, istasyonlar ve havaalanları da özelleştirildi. Öyle ki, elektrik santrallerini satma planları da var. Böylece, devlet elinde olan son fabrikalar da satılmış olacak. Bu süreç, ülkenin sanayisizleştirilmesini güçlendirdi ve böylece ülke ekonomisi Batı Avrupa’dan ithalata bağımlı kılındı. Özelleştirmelerle fabrikalar Batı Avrupa sermayesi tarafından satın alındılar, kapatıldılar ve üretimin yerini Batı Avrupa’dan ithalat aldı. Hırvatistan’da nakliyat ve turizm en önemli sektör oldu. Buna paralel olarak sanayi işçilerinin payı (oranı) dramatik olarak düştü. Çoğu ülke gibi Hırvatistan da esas itibariyle bağımlı kapitalist bir ülkedir.

Hırvatistan’da ekonomik durumun tabii ki sosyal yansımaları da var. Ölüm oranı yükseldi ve doğum oranı oldukça düştü. Bu, öncelikle sağlık sisteminin özelleştirilmesine ve oldukça yaygın olan ekonomik güvensizlik durumuna bağlıdır. Bu iki faktör oldukça sert bir demografik gerilemeye neden olmaktadır. Buna ek olarak çok sayıda genç, yetişmiş işçinin ve akademisyenin Almanya gibi emperyalist ülkelere göçü gelmektedir. Bu ülkeler bu göçmenlerden çok yararlanıyorlar. 1990’lı yılların başında Hırvatistan’ın nüfusu 4,8 milyondu, şimdi 4,2 milyondur. Bu gelişme, başka Doğu Avrupa ülkelerinde daha da dramatiktir; örneğin Bulgaristan 1990’dan bu yana nüfusunun dörtte birini kaybetti; tarihte barış döneminde en büyük nüfus kaybı. Bu, üzerinde kimsenin durmadığı insani (humaniter) bir felakettir.

Resmi olarak Hırvatistan’da nüfusun yüzde 20 ila yüzde 30’u işsizdir. Devlet kapsama yöntemini sürekli değiştirdiği için çoğu işsiz kapsam dışı kalıyor ve güvenilir veriler yok. Ama biz, gerçek işsizliğin bir misli daha fazla olduğunu biliyoruz. Hırvatistan’da işsizlik (İspanya ve Yunanistan’da) AB’de en yüksek olandır. Fark, Yunanistan ve İspanya üzerine her tarafta konuşulmasına rağmen Hırvatistan üzerine hiç kimse konuşmuyor.

Dünya ekonomik krizinden bu yana Hırvatistan’da durum oldukça kötüleşti ve 90’lı yıllardan beri devam eden özelleştirme ve sanayisizleştirme süreçleri 2008 krizinden sonra oldukça hızlandı. Ne yazık ki Hırvatistan bugün kendine yeterlilik politikasını katı bir biçimde uygulayan ülkelerden birisidir; bunun sorumlusu Almanya’dır. Ama bu gelişme doğrudan herhangi siyasi gelişmelere götürmedi. 2011 yılında büyük illegal kitle protestoları oldu; bunlar birkaç ay sonra gerçekleşen hükümet değişiminde oldukça büyük bir rol oynadılar. Bu, bizim için de önemliydi; böylece sokakta şu veya bu serserilerin değil, polis zincirini parçalayan gerçekten de normal insanların olduğu görüldü. İnsanların kendilerini legalizmlerinden oldukça hızlı bir şekilde kurtarmalarını görmek oldukça önemli bir tecrübeydi. Amaçlanan, somut dillendirilen talepler olmadığı için bu hareket kuruldu. O zaman biz, hareketi yönetmek veya örgütlemek için oldukça güçsüz olduğumuzu apaçık söyledik. Siyasi bir değişim olmadı; sadece başka bir burjuva parti iktidara geldi. Hırvatistan’da bütün burjuva partiler aynı siyasi hedeflere sahipler. Eski hükümet gözden düşünce yeni bir partiyi görevlendirme konseptiyle hakim güçler sorunsuz bir şekilde iktidarı elde tutmaya devam ediyorlar ve halkın nefretini o partiler arasında dağıtıyorlar.

İllegal gösteriler, açlık grevleri ve aylarca ücretleri ödenmeyen işçilerin sürekli gündemde olan başkaca eylemleri, uluslararası medyada pek fazla yer alamamaktadır. Bütün Balkan bölgesinde bu görüntülerde (eylemler kast ediliyor -bn) genel anlamda bir artış var. Şimdiki durumda Bosna ve Sırbistan’da daha güçlü, iki sene önce Hırvatistan’da daha güçlüydü. Oldukça çok bozulmalar da var. Çünkü bankalar, artık ödeme yapacak durumda olmayan ailelerden evlerini alıyorlar.

Bu felaketsel durumdan dolayı halkın iyi bir gelecek için genel umudu oldukça azdır. Bir taraftan oldukça büyük bir memnuniyetsizlik var, ama diğer taraftan da duruma karşı siyasi bir cevap yok. Seçimlere katılım da oldukça düşük. Kitlelerin öfkesini dile getiren kendiliğinden veya başkaca eylemler çoğu kez oluyor, ama bunlar gerçek politik ifadelendirme değiller. Burjuva demokrasisine ve devlet mekanizmasına karşı genel bir güvensizlik var. Kısaca söylersek, işçi sınıfının oldukça büyük bir yoksullaşması ve kitlelerin sosyal ve politik temel üzerinde yükselen büyük bir memnuniyetsizliği söz konusudur.

AB’ye katılımdan bu yana Hırvatistan’da siyasi ve ekonomik durum nasıl değişti? Bunun halk açısından doğrudan yansımaları var mı ve halk AB üzerine ne düşünüyor?

Yukarıda tanımladığımız bütün süreçler devam ettiği için AB’ye girişle birlikte ekonomik durumda dramatik bir değişme olmadı. Ama ekonomik alanda değişim, bölgede ticaretin koşullarının oldukça kötüleşmesi ve Batı Avrupa’dan ithalatın oldukça güçlenmesidir. Teorik olarak bunun tersi de olabilirdi; ama merkezlerin hammadde eklentisi olarak sömürgeler için tipik olan, örneğin İtalya’ya birkaç ağaç dışında Batı Avrupa’ya ihracat yok.

Hırvatistan’da geriye kalmış en büyük sanayilerden birisi gıda sanayidir. Şimdi o da yok ediliyor ve bu da işten çıkartma dalgasına neden olacaktır. Ekonomik durum bu. Ekonomik açıdan durum pek değişmese de siyasi açıdan değişim oldu. Şimdi, kendi hükümetimize karşı gerçekten protesto etmek artık mümkün değil, çünkü AB her şeye karar veriyor ve hükümetimiz sadece bir oyuncak. AB’de bir ülkenin bütçe açığından dolayı bütçesine izin verilip verilmeyeceğini ve yeni bir bütçe hazırlayıp hazırlamayacağını dikte eden bir mekanizma var. Bu mekanizma, sorunu daha da güçleştiriyor. Buradaki politikacıların açıklamaları şöyle: Artık burada karar alınamıyor, direktifler Brüksel’den geliyor ve her şeyin suçlusu onlar.

Önemli başka bir gelişme de, artık Hırvatistan’ın göçmen akımını durduran Avrupa kalesinin burçlarından birisi olmasıdır. Yani polis ve sınır korumayı güçlendirmek için güvenlik sektörüne yoğun yatırımlar yapılmaktadır. Güçlendirilen sınır kontrollerinin ve AB üyesi olmayan ülkelere seyahat koşullarının zorlaştırılmasının sosyal yansımaları da oluyor; aileler bölgenin diğer ülkelerindeki akrabalarını artık kolayca ziyaret edemiyorlar vs.

Hırvatistan’da AB üyeliğine karşı gerçek bir hareket yok. Öyle ki, üyelikten önce, üyelikten sonrakine nazaran daha eleştirel yaklaşımların olduğundan hareket ediyoruz. AB üyeliğiyle birlikte çok sayıda ırkçı propaganda da yapılıyor: “Biz medeniyetiz, yabanileşmiş Doğu değiliz”. Belirttiğim gibi, insanlar kendi felaket durumlarının bilincindeler, ama bundan kaynaklanan bir politik eylem yok. Ulusal burjuvazinin de tepkisi yok. Varlığından söz edecek olursak bu zaten oldukça zayıf bir güç. Komprador ve ulusal burjuvazi arasındaki tartışmalardan bahsedilemez. Bu da, Venezuela’da olanın tersine, parlamenter yoldan iyileşmelerin olacağı umudunda olmamamızın bir nedenidir. Strateji geliştirmek söz konusu olduğunda ulusal burjuvazi mevcut olmayan bir faktördür. AB’ye girdikten sonra Polonya gibi bazı ülkelerde ulusal burjuvazinin “yeniden örgütlenmesi” gibi bir durum oldu, ama bu gelişmeyi Hırvatistan’da göremiyoruz.

Hırvatistan’da sendikalar nasıl bir rol oynuyorlar? İşçi sınıfının yüzde kaçı orada örgütlenmiştir?

Sendikalar giderek daralan kamu sektöründe önemlidir. Çoğu fabrikada resmi olmayan bir kural vardır; bu kurala göre sendikalarda örgütlenmemek gerekir. Meşru olmasa da sendikacıların sürekli işten çıkartılmaları normallik olmuştur. Sendikalaşma oranı yaklaşık yüzde 10’dur. Ama kayıt dışı çalışmanın yüksek olduğu ve orada örgütlenmenin de olamayacağı göz önünde tutulmalıdır.

Sendikaların rolü oldukça farklıdır. Bazen işçiler arasında artan memnuniyetsizlik için bir tür katalizör oluyorlar. Birkaç sene önce Zagrep’de 50 bin insanın katıldığı bir gösteri örgütleyebilmelerinin nedeni budur.

Ama bu fırsattan bilinçli olarak yararlanmıyorlar. Eskiye göre şimdi oldukça güçsüz olduklarını düşünüyoruz. Sonuç itibariyle doğrudan sistemin bir parçası olarak çalışıyorlar; sorunu legal çerçevede tutuyorlar. Ama onların muhtemelen, herhangi bir protesto örgütleyebilecek oldukça büyük bir güç oldukları görülmelidir. Bazen işçiler, gizli olarak sendikalarda örgütleniyorlar, ama çoğu durumlarda işçiler sendikaya karşı örgütleniyorlar ve bazen işçiler, sendikanın olmadığı alanlarda da örgütleniyorlar. Sendikalarla ilişkiye geçtiklerinde, sendikalar eylemlerin daha az etkili olması için uğraşıyorlar. Legal mücadele etmek için sendikalara ihtiyaç var argümanı ikna edici değil, çünkü iş yasaları sürekli değişmekte ve buna bağlı olarak legalitenin çerçevesi de sürekli değişmektedir.

Bosna-Hersek’teki kısa zaman önceki protesto dalgasının Hırvatistan’daki siyasi durum üzerinde yansımaları oldu mu? Ülkenizde işçi sınıfı bu protestolara nasıl bir tepki gösterdi?

Bosna’da protestolar patlak verdiğinde halk arasında çok tartışma oldu ve protestolarla dayanışma için iki küçük eylem de yapıldı. Her halükarda oradaki mücadelelere çok büyük sempati vardı. İnsanlar, sınıf kardeşleri gibi oldukça benzer bir durumda olduklarını gördüler. Ama bu, Hırvatistan’da büyük bir harekete neden olmadı. Burada, hükümet binalarını işgal etme, ele geçirme gibi kitle protestoları olmadı.

Türkiye/K. Kürdistan’da ulusal sorun büyük bir konudur. Bu Balkanlar’da veya özellikle Hırvatistan’da nasıldır? Toplumda ulusalcılık ve şovenizmle büyük sorunlar var mı?

Her şeyden önce Hırvatistan’da şovenizm, örneğin Türkiye’de Kürt sorunu gibi, başka konuları baskılamıyor (gölgede bırakmıyor). Hırvatistan eskiden çok etnikli bir ulusun parçası olmuş olsa da bugün artık öyle değil. Şöyle söyleyelim: Milliyetçilik hala sosyal sorunları kapatmak için kullanılmaktadır. Ama bu, daha ziyade Hırvatistan’da değil de, örneğin Bosna’da kullanılmaktadır. Kısa zaman önceki ayaklanmada milliyetçilik, bütün gelişmeleri durdurmak için anahtar faktördü. Ayaklanma, Sırp ve Hırvat bölgeleri sessiz kalırken, bugün özellikle Boşnakların oturduğu bazı eski sanayi şehirlerinde patlak vermişti. Bu durum, diğer etnik burjuva fraksiyonları tarafından protestoları durdurmak için güçlü bir biçimde kullanıldı; ayaklanma “Müslüman başkaldırı“ anlamında propaganda edildi ve yaygınlaştırıldı. Hepsi, başka ülkelere sıçramasından tedirgin oldu. İlginç olmasın diye protestolar, Hırvat medyasında yanlış ve aldatmaca bir tarzda tanımlandı. Milliyetçilik, hala bir maniple etme aracıdır. Özellikle kriz dönemlerinde daha çok kullanılıyor ve burjuvazi bu aracı kullanmaya hep hazırdır. Ama en azından Hırvatistan’da etkisi az olacaktır.

Eski Yugoslavya’da milliyetçiliğin ulusal yönelişli olduğunu düşünmüyoruz; gerçek politik bir programı yok. Sadece insanları ayrıştırmaya yarıyor; bu şovenizmdir. Gerçek milliyetçilik, Alman ve Avusturya emperyalizmine karşı olmalıdır, ama burada öncelikle söz konusu olan Sırplar ve Boşnaklardır.

Örneğin Türkiye’de olduğu gibi, ABD emperyalizminden bağımsız bir yoldan gitmek ve bunu da milliyetçiliğe dayanarak yapmak gibi çabaların olmayışı önemlidir. Burada şovenizm emperyalizme karşı değildir, aksine onun tarafından kullanılmaktadır.

Emperyalistlerin dayattığı devlet inşası ilkeleri, halklar arasındaki ağırlıkta olan ortak noktalardan çok ayrılıkları ön plana çıkarmaktadır. Örneğin Bosna’da üç resmi dil vardır. Ama Bosna’da herkes aynı dli konuşmaktadır. Farklı “etnikler” arasındaki temel farklar dinseldir. Bundan dolayı şovenizmin güçlenmesi dinsel toplulukların güçlenmesini de içermektedir.

Tito dönemini ve Yugoslavya’yı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Baştan alalım. Tito’nun şahsiyetine bağlılık diye bir takıntımız yok. Onunla ilgili kült tabii ki gülünçtür. Yugoslavya Komünist Partisi İkinci Dünya Savaşı’nda oldukça güçlü bir direniş hareketi yönetti. Bu hareket, çok iyi örgütlendiği için Avrupa için de bir biçimde önemli bir rol oynamıştır. Nihayetinde faşistleri yenmeye önemli katkıları olmuştur. Romanya ve Bulgaristan’ı da desteklemiştir. Bu, savaştan sonra sosyalizmin inşası için oldukça iyi bir zemin olmuştu. Tahminen çoğu okurun bildiği gibi 1948 yılında Yugoslav partisiyle Komünist Enformasyon Bürosu arasında görüş ayrılığı vardı. Savaş öncesinin çoğu kadrolarının savaşta öldüklerini ve böylece savaş sonrasında ideolojik olarak iyi yetişmemiş olanların parti üyesi oldukları görülmelidir. Çoğu yeni üyenin marksizm-leninizm zemininde değil de, Yugoslavya ulusal kurtuluş mücadelesi ideolojisi zemininde harekete geçirilmeleri de muhtemelen bir rol oynamıştır. Sonuç itibariyle bu, büyük sorunlara neden olmuştur. Bu, Kominform’un da bir eleştirisiydi. “Partinizin yerine halk cephesini koyuyorsunuz!”. Derin bir analiz yapılırsa, bu eleştirinin gerçekten oldukça haklı olduğu görülür. Bu çatışma, sonuç itibariyle Yugoslavya’da marksist-leninistlerin takibatıyla el ele giden korkunç bir tırmanışa neden oldu. Bu takibat ve baskıya özellikle eski marksist-leninistleri ve halk ordusunun daha iyi yetişmiş ideolojik olarak eğitim almış subaylarını maruz bıraktılar.

Milliyetçi çizgi temelinde Yugoslavya tarafsızlık politikasını geliştirdi; para ve askeri yardım almak için emperyalist ülkelerle işbirliğine başladı. 1954’te Yugoslavya, NATO’nun bölgede bir nevi uzatılmış kolu olan “Balkan Paktı”na katıldı. Kore savaşı döneminde Yugoslayva, BM Güvenlik Konseyi’ndeydi ve Amerikalıların saldırganlığını destekledi. Bu politika emperyalist ülkelere bağımlılığın giderek artmasına neden oldu.

Ekonomi zemininde Sovyet sosyalizm modelinin “yeni tanımlaması”nı uyguladılar. Pazar mekanizmalarını bilinçli olarak sürekli sisteme bağlayan bir model geliştirdiler. Her halükarda 1950’den sonra küçük özel işletmelere işletme izni veriliyordu. Tarihin cilvesi odur ki, devlet bunu “sosyalizm”, Marks’a dönüş olarak tanımlıyordu. Buna ek olarak Stalin’e karşı oldukça güçlü propaganda yapılıyordu. Bunlar, Sovyetler Birliği’nin çok sonraki gelişmelerine paralellik arz ediyordu. Bir taraftan belli bir yaşam standardı garantilemek isteniyordu diğer taraftan da pazar mekanizmaları kullanılıyordu.

Tito’nun ölümünden sonra Romanya’dakine çok benzer bir gelişme oldu: IMF ile oldukça doğrudan ticaret vardı ve bugün neoliberal olarak tanımlanabilecek reformlar gerçekleştirildi. 70’li yıllar yaşam standardının altın yıllarıydı (Batıdakine benzer), 80’li yıllarda güçlü bir işçi hareketi ve Kosova’da ve Arnavutların güçlü ulusal hareketleri vardı. Arnavutlar Yugoslavya’da dördüncü büyük milliyetti, ama onlar diğer milliyetler gibi muamele görmediler. Bağımsız milliyet olarak haklara ve Yugoslavya içinde kendi cumhuriyetlerine sahip olmadılar. Bu milliyetçi direniş, reformlarla gelişmenin bölgesel eşitsizliğinin güçlenmesine göre hızlı büyüdü. 80’li yıllarda Arnavut kurtuluş hareketi siyasi ve askeri açılımlı olarak gelişti. Belki Kürt hareketi kadar güçlü değil, ama paralel bir devletin oluşmasına yol açacak bir hareketti.

Yugoslavya, bu politik ve ekonomik çelişkileri yönetemedi. Bu gelişmeler sosyalist bir eğilime neden olmadılar, aksine önderliğin Sırp kısmından açık seçik Sırp milliyetçiliğine neden oldular. Bütün halkın değil, ama Sırp önderliğinin milliyetçi olduğunu görmek oldukça önemlidir. 80’li yıllarda diğer milliyetler arasında artan işçi protestoları da vardı. Bu, diğer cumhuriyetlerde önderliğin insanlar arasında milliyetçiliği güçlendirmek için kullanmaya çalışmasına neden oldu. Yani şovenizm halktan değil, yukarıdan kaynaklıydı. Sonuç olarak bu, Yugoslavya’da savaşa neden oldu.

Ama genel olarak söylenmesi gereken şudur: Ulusal kurtuluş geleneği, bizim için dayanmaya çalıştığımız oldukça önemli bir gelenektir. Yugoslayva’yı yeniden inşa etme diye bir anlayışımız yok. Benzer durumda olan, aynı değişim dönemine maruz kalmış diğer ülkelerdeki güçlerle işbirliğine ihtiyacın olduğunu düşünüyoruz.

Özet olarak: En azından 70’li yıllara kadar, kapitalist eğilimle çelişki içinde olan belli bir sosyalist eğilim vardı. Sosyalist eğilim 1949’a kadar güçlüydü. 50’li yıllarda bu değişmeye başladı. Devlet önderliğinde herkesin hain olduğunu, 1948’de partinin hangi gün faşist olduğunu, artık sosyalizmle bağının kalmadığını söylemek kolay. Ama durum hiç de böyle değil. Aksine gelişme oldukça çelişkiliydi. O zamanın somut belgeleri okundukça açıkça görülür ki, bu sosyalist olmayan bir yaklaşım tarzıdır. Belki burası kapsamlı bir tanımlama yeri değil, ama yüzeyselliğe takılıp kalmamak için bizim açımızdan oldukça önemlidir. Çoğu insan Yugoslavya’yı sosyalist bir proje olarak görüyor. Ama bu doğru değil, Yugoslavya, 1918 yılından kalma burjuva-milliyetçi bir projedir.

Şöyle söyleyelim: Gelecekte, devrimden sonra yeni bir Yugoslavya değil, bir Sovyetler Birliği oluşturmak istiyoruz. Hırvatistan ve Macaristan’da devrimler olabilir, ama Sırbistan’da değil. Bizi ilgilendiren, aynı dili konuşan halkları milliyetçi yaklaşımla bir araya getirmek değildir, sosyalist ülkelerin yerel işbirliğidir.

Halkın Tito dönemine bakışı nasıldır? Olumlu mudur?

Bu oldukça çelişkilidir. Buna basitçe cevap verilemez. O zamanın geride kaldığı üzerine konuşulduğunda tabii ki, büyük duygusallıklar oluyor; yaşam standardı daha iyiydi, büyük güvence vardı, halkın toplumda etkinlik bakımından belli bir yeri vardı, kendi aralarında toplanabiliyorlardı, çok şeyi eleştirebiliyorlardı. Toplam olarak durumun giderek daha da iyileştiği duygusu vardı. İşçi sınıfı şimdi tam tersi bir duyguya, durumun kötüleştiği duygusuna sahip.

Ama bunu doğrudan formüle edecek bir güç yok. Bu, daha ziyade toplumda genel bir ruh halidir. İnsanlar sempatilerini dile getirebilirler, ama geri getirilemeyeceğinin bilincinde olduklarını düşünüyorum. Ücret farklarını, üst seviye memurların yolsuzluğunu vs. yok etmenin üzerine çok tartışılıyor.

Faaliyetinizde, işçilerin Yugoslavya dönemini sosyalist görmeleri gibi sorunlarınız oluyor mu?

Evet, sosyalist olarak görüyorlar. Ama bunu mutlaka teorik bir seviyeye göre ele almıyorlar. Aksine somut bir seviyeye göre ele alıyorlar. Örneğin şöyle: Yugoslavya’da yılda bir aylığına denize gidebilirdim. Veya Yugoslavya’da en azından grev yapılabilirdi, çalışınca bir eve sahip olunabilirdi. İnsanlar oldukça somut bakıyorlar. Özellikle işsizler. Sorun sadece işsiz olmak değil, sorun işsizle kimsenin ilgilenmemesidir. İşsizlerin çoğu, emekli olmak için genç, ama yeni bir iş bulmak için de oldukça yaşlı.

İnsanlar geriye gitmeyi bir olanak olarak görmüyorlar. Ne değiştirilebilire oldukça somut bir zeminden bakıyorlar. Biz bunu, Tito’nun portresini taşımaktan daha olumlu görüyoruz; insanlar bu soruna oldukça gerçekçi yaklaşıyorlar. Güçlü bir sembolizm yok. Tito dönemiyle bağlam içinde tabii ki, nostalji çok. O zamanın güçlü bir iktidar olduğu üzerine de nostalji var. Ama bu marjinaldir, büyük bir rol oynamamaktadır.

Belli bir antimilliyetçi eğilim de var. Örneğin Bosna’da “Milliyetçiliği bir kenara atalım ve hepimiz yeniden bir devlet olalım“ anlamında. Bosna protestolarında örneğin Yugoslavya bayrakları taşıyan insanlar görülebilir. Ama burada kimse onları protestoya getirmez. Bu, o zamana hissi bağımlılık karşısında mutlaka bir avantajdır.

Hırvatistan’da antikomünizm nasıldır? Faaliyetiniz için bu büyük bir sorun mudur?

Tabii burjuvazinin büyük bir antikomünist özelliği var. Muhtemelen bu, Batının, CIA stilinde bir propagandanın etkisi altındadır. Ama bu, insanlar sorunu biraz da olsa bildikleri için, bazı iç çelişkilere neden olmaktadır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’yla bağlam içinde olumlu bir gelenek var. Tabii bunun bir rolü var, ama çoğu kez başarılı değil. Örneğin, Stalin’in yolsuzluk yapan ve kapitalist unsurlara karşı tavrını olumlayan işçiler de var.

Özellikle daha iyi eğitim almış tabakalar bundan etkileniyorlar, ama işçi sınıfı arasında bu o kadar güçlü değil. Komünizm, Hırvatların ulus olarak gelişmesiyle çelişki içindedir anlamında sözler de var. Tabii ki, her tarafta antikomünizm vardır. Ama bu bizim için gerçek bir engel değildir, en azından işçi sınıfı arasında değildir. Orta sınıfta belki. Etkili değil, medyaya ve siyasi partilere hiçbir biçimde güven duyulmuyor.

Kısaca: Propaganda Batı Avrupa’dakine benzer. Ama sistem sağlam olmadığı için etkili değil. İnsanlar bizi zorunlu olarak komünist tarihle bağlam içinde görmüyorlar, aksine bizi yeni bir şey olarak görüyorlar; çünkü biz somut güncel konularda somut pozisyonlara yoğunlaşıyoruz ve sadece tarih içinde kalmıyoruz.

Sizin için hangi perspektifler var, bölgede başka devrimci örgütlerle bağ nasıldır?

Şimdiye kadar enternasyonal ilişkilerimiz pek açık seçik değil. Balkanlarda, öncelikle Sırbistan ve Bosna’da, Türkiye ve Almanya’da bazı ilişkilerimiz var. Olanağını bulduğumuz yerde, Balkanlarda yeni grupların inşasına yardımcı olmaya çalışıyoruz.

Bu söyleşi için teşekkürler.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi