Postmodern Bir Kolaj: İmparatorluk Manifestosu

"Komünizm, tarihin çözülmüş bilmecesidir ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir."

(K. Marks, 1844 El Yazmaları)

Aydın “sınıfı” ve düşünürler, tarihsel-toplumsal yapının ve gelişmenin sismografları gibidirler. Toplumsal düzenin derinindeki devrimci enerji birikimlerinin, kaynamaların, fay kırılmalarının ve deprem dalgalarının ilk sinyalleri bu “istasyonlar”da yansımasını bulur. Bu özellikleriyle aydınlar ve düşünürler, tarihsel dönem değişikliklerinin ilk haberlerini verirler. Yansıtma biçimleri birbirinden farklı, kasıtlı ve amaçlı olsa da, aydınlar ve düşünürlerin esaslı pozisyon değişiklikleri her zaman toplumsal çözümlemelerin bir verisidir ya da öyle kabul edilmelidir.

Emperyalist küreselleşmenin yıkıcı ve yırtıcı ilerleyişinin tüm hızıyla sürdüğü ve insanlığa devasa ağır bedeller ödettiği günümüz dünyasında, toplumsalın derininde ve yüzeyinde yeni işaretler/sinyaller alıyoruz. İlginç düşünce üretimlerine, çarpıcı açıklamalara ve siyasal-etik duruşlara tanık oluyoruz. Belki de pek çoğumuz, tanık olduğumuz bu alâmetlere sahiden şaşırıyoruz ve bir anlam/cevap arıyoruz.

Baksanıza; kapitalist ideologlar ve akademisyenler artık giderek daha çok ve yüksek sesle “Marks’tan öğrenmeliyiz”, “sakallıya kulak vermeliyiz” vb. türünden “tatlı” ve akıllı sözler ediyorlar. Salt bu da değil. Ömrünü marksizm-leninizme ve sosyalizme karşı burjuva ideolojik üretimle geçirmiş kimi düşünürler/ideologlar yeniden Marks’ı keşfediyor, ondan özür diliyor, barışmaya çalışıyor, “Marks’ı öpüyor” vs.

“Marks olmaksızın gelecek de olmayacak. Marks’ın anısı ve mirası olmazsa; en azından belirli bir Marks olmazsa; dehası, ruhlarından hiç değilse biri olmazsa.” Marksist-leninistler olarak bu güzel belagatı duymaktan müthiş keyif alıyoruz. Ama bu tatlı sözleri kimin söylediğini duyunca şaşırıyoruz işte!

"Hayalet Marksist" Derrida

Radikal “yapı-çözüm” felsefesinin ünlü Fransız ismi Jacques Derrida, 2001 yılında Ayrıntı Yayınları’nda yayımlanan, “Marks’ın Hayaletleri: Borç durumu, Yar Çalışması ve Yeni Enternasyonal” adlı kitabında; işte bunları söylüyordu.

Bu, J. Derrida’nın entelektüel-düşünsel serüveni ve aşırı “yapı-çözüm”cü kuramının tarihi evriminde, yeni bir aşamadır ve belirli bir değişime işaret olduğu kesindir. Sosyalizmin güçlü ve ayakta durduğu zamanlarda yakasını marksizme kaptırmamayı başarmış olan J. Derrida, “komünizm tehlikesi”nin olmadığı şimdilerde her nedense yakasını Marks’ın Hayaletleri’ne kaptırıyor. “Marks’la diyalog”a giren J. Derrida, “Marksizmsiz bir gelecek düşünemiyor” ve düşünsel “sistemi”nin rotasını marksizmin ufkuna doğru çeviriyor ya da çeviriyor“muş” gibi yapıyor. Çubuğun ucunu Marks’a doğru bükerek “yapı çözüm”le marksizmi harmanlamaya bile girişiyor. Marksizmle bu ilişkilenişi bir çeşit “sentez” kabul etsek bile, böyle bir “sentez”den en iyi haliyle burjuva ideolojisinin amalgamından başka bir şey çıkmayacağını biliyoruz. Kendini “sol”dan tanımlamasına karşın, tüm entelektüel-düşünsel serüveninde ve politik mevzilenişinde özenle marksizmden ve devrimden uzak duran -en fazlasından kendisini “de facto Marksist”(!?) gören- J. Derrida’nın “Marks’ın Hayaletleri”yle yaptığı “dans” yine de önemsiz ve amaçsız değildir. Postyapısalcı “yapı-çözüm”ün derin ve anlaşılmaz sayıklamalarıyla dopdolu Marks’ın Hayaletleri’nin önemi, onun varmak istediği politik (reel politik) amacında berraklaşır. Bunun da yıkılan sosyalizme gözyaşı döküp yas tutmak ya da sol liberal burjuva kimliğine tövbe edip “marksizme dönmek”/sıçramak olmadığını tespit edebiliyoruz. “Marksizmsiz Marksizm” kuramı geliştirmeye girişen J. Derrida, marksizmi postyapısalcı söylem kuramının parlak bir elementi olarak kullanmak isterken neyi amaçlıyor?

Aslında bu soru, bu yazının asıl konusu olan İmparatorluk kitabının da ana araştırma sorusudur. Hayır! Bir taşla iki kuş vurma niyetinde değiliz. Bu tamamen bir tesadüf...

Marks’ın Hayaletleri ve İmparatorluk kitabı arasında belirli bir koşutluk, tematik kimi benzerlikler ve amaçsal ortaklık tespit ettiğimiz için, sorumuzun cevabını İmparatorluk’ta arayabiliriz.

İmparatorluk’a geçmeden, Marks’ın Hayaletleri’nin en önemli mesajı olan Yeni Enternasyonal vurgusunu okumak genel bir kanı ve tartışma için yararlı olabilir.

“Zamansız ve konumsuz; adsız ve ünvansız, gizli değilse de pek az kamusal, sözleşmesiz, out of joint, eşgüdümsüz, partisiz, vatansız, ulusal topluluksuz- yurttaşlığı, belirli bir sınıf üyeliğine yer vermeyen bir bağ. Burada Yeni Enternasyonal dediğimiz şey, sosyalist marksist enternasyonale, proletarya diktatörlüğüne, bütün ülkelerin proleterlerinin evrensel birliğine, mesihçi-ötedünyacı görevine artık inanmasalar da, Marks’ın ya da marksizmin ruhlarının en azından birinden esinlenmeyi sürdürüp yepyeni, somut gerçek bir kipte kurduğu kurumsal olmayan bir ittifakın dostluğudur.”(Marks’ın Hayaletleri, s. 135/136, Ayrıntı Yayınları, 2001, İstanbul)

Yeni bir “burjuva komünizmi” mesihçiliğine soyunan ‘hayalet komünist’ J. Derrida’yı ‘Marks’ın Hayaletleri’yle, yeni idealizmin pis düşünsel bataklığındaki “hortlak” ve “hayalet bilimi” saçmalıklarıyla ve sayıklamalarıyla baş- başa bırakıp, İmparatorluk’un kapısını açmak istiyoruz.

* * *

"Doğru tutulursa, her araç bir silahtır." Ani Di Franco

"İnsanlar, savaşır ve kaybeder; uğruna savaştıkları şey yenilmelerine rağmen gerçekleşir, ama sonra istediklerinin olmadığı ortaya çıkar, başka insanlar başka bir adla onların davası için savaşmak zorunda kalır." William Morris

M. Hardt ve A. Negri’nin birlikte kaleme aldıkları İmparatorluk kitabı, içindekiler bölümünden önceki sayfasında yer alan yukarıdaki çarpıcı epigraflarla açılır. Derin anlam yüklü ve hedefli çağrışımlar taşıyan epigrafları, okuru başka bir dünyanın kapısından içeri girdiği/gireceği duygusuyla sarıp sarmalar. İyi ve başarılı bir karşılama törenidir bu. Daha kitabın ilk girişinde okur ‘bir kitap okudum dünyam değişti’ havasına sokulur. Zaten okur, ‘İmparatorluk mabedi’nin kapısına gelmeden çok önce merak, heyecan ve arzu doludur ve “şenliğe hazır”dır. Çünkü İmparatorluk kitabı “çağın Komünist Manifestosu” reklamıyla okurun arzusunun nesnesi haline çoktan getirilmiştir. “Yeni Komünist Manifesto” reklamıyla arzunun nesnesi yaratılmış ve kışkırtılan arzu örgütlenmiştir. Artık geriye sadece, ‘İmparatorluk mabedi’nin kapısını açmak ve post-modernizmin/post-yapısalcılığın bu yeni mesihlerinin ilahi kelam metinleriyle ruhumuzun nefsini köreltmek kalıyor.

Özellikle William Morris’in retorik cümleleri, marksizmin devrimci geleneklerinden gelen okur için, çağrışımlarıyla çarpıcı ve şifre- siz bir çağrı gibidir. Bize denilmektedir ki; ey okur, sosyalizm savaştı ve kaybetti, gerçekten sosyalizm ise, istediğimiz sosyalizm çıkmadı; ama şimdi ‘başka insanlar başka bir adla’ o dava için savaşıyor; işte bu kitap bunun öyküsünü anlatıyor vs. vs. M. Hardt ve A. Negri bizleri ‘İmparatorluk mabedi’nin kapısından içeri, ‘işte böyle’ buyur ediyorlar. İmparatorluk’un sayfalarından içeri girdiğimizde, kitabın amacı ve mesajı daha somut bir iddia olarak karşımıza çıkar.

Kitabın “önsöz”lerinde ve bütününde, İmparatorluk’un sosyalizmin geçici yenilgi koşullarıyla ortaya çıkan bir boşluğu, bir “ütopya boşluğu” nu doldurmaya hamle yaptığı görülür. Aslında bu düpedüz, marksizmin tarihten ve teoriden kovulması ve onun tahtına oturma hamlesidir. J. Derrida’nın Marks’ın Hayaletleri’nde yaptığı “marksizmsiz marksizm” gibi, M. Hardt ve A. Negri de “Marksizmsiz komünizm” kuramıyla kendilerini komünizmin, yani “yeni komünizmin” mesihleri ilan ediyorlar. Burada J. Derrida ve Marks’ın Hayaletleri’nin amacını da kavramış oluyoruz. Postyapısalcı “yapı bozum”un (J. Derrida felsefi yaklaşımını “yapı-çözüm” olarak niteliyor, A. Negri ise “yapısöküm”. İkisini kapsaması için “yapı bozum” dedik) iki baş teorisyeni aynı “an”da, aynı kulvarda “yeni komünizm”in peygamberi olmak için yarışıyor/koşuyor.

Türkçe basıma ‘Önsöz’de; “Bu kitap çağdaş küreselleşmiş bir dünyada genel bir iktidar teorisi kaleme almayı amaçlıyor” (s. 13) deniliyor. “Önsöz”de ise, kitabın amacı ve konuları özetlendikten sonra, yazım yöntemi ve kitap hakkında bilgiler sunuluyor: “Çoğu kalın kitap gibi bu da çeşitli biçimlerde, yani baştan sona sondan başa bölümler halinde, atlayarak ya da farklı sıralayarak okunabilir. I. Kısım olarak İmparatorluk sorunsalına giriş niteliğinde bölümler içeriyor. Kitabın orta bölümleri II ve III. kısımları modernlikten postmodernliğe geçişin hikayesini anlatıyor. III. Kısım, asıl olarak bu geçici dönemi başından günümüze kadar düşünce ve kültür tarihi açısından özetliyor; burada öznelliğin üretimine kadar çok geniş anlamda yorumlanıyor. Bu anlatım oldukça kısa bir dönemi kapsıyor ve asıl olarak ondokuzuncu yüzyıl sonlarından günümüze kadar kapitalist üretimlerdeki dönüşümlere ağırlık veriyor. II. ve III. kısımların iç yapılan da uyumludur. Her bir kısmın ilk bölümleri modern emperyalist aşamayı işliyor, orta bölümler ve son bölümler postmodern emperyal dünyayı çözümlüyor... Biz bu bakış açısı değişiminin Marks’ın bizi gürültülü müdahale alanını bırakıp üretimin gizli mabedine dalmaya davet ettiği Kapital’dekine benzer bir işlev görmesini amaçlıyoruz. Üretim alanı, toplumsal eşitsizliklerin açıkça ortaya serildiği ve ayrıca İmparatorluk güçleri karşısında en etkili direnişlerin ve alternatiflerin boy gösterdiği yerdir. IV. Kısımda, bugün İmparatorluk ötesi bir areketin izlerini süren bu alternatifleri tespit etmeye çalışıyoruz.”(İmparatorluk, s. 22-23)

Dört ana bölüm, ondokuz ara bölüm ve seksenbeş alt başlıktan oluşan kitap; yazarlarınca Kapital’le benzeştirilirken (“Kapital’e benzer işlev görmesini amaçlıyoruz”, “Kapital’in yazımını esas al”mak gibi); aşırı ve taşkın postmodern entelektüeller ve liberal sol tarafından ‘Çağın Komünist Manifestosu’ olarak kutsandı.

Sloven siyaset felsefecisi Slovoj Zizek’in İmparatorluk’u “çağımızın Komünist Manifestosu” olarak kutsamasıyla, yazarlarının Das Kapital iması/anıştırması; İmparatorluk’un yeni bir manifesto amacını vurgulayan başlıca belirtilerdir. İmparatorluk, Das Kapital ve Komünist Manifesto imasıyla öne çıkarılan bir metin olarak belirginleşmektedir. Değişik siyasal ve akademik çevrelerden “ağır kitap”, “manifesto” olarak hüsnü kabul görmesini yersiz saymıyoruz ve önemsiyoruz. İmparatorluk’un hakkını biz de teslim ediyoruz: İmparatorluk, bir manifestodur! İmparatorluk, postmodernizmin -yahut daha seçici-belirginleştirici ifadeyle post-yapısalcı “yapısöküm”ün- politik manifestosudur. Aynı zamanda tüm postmodern/postyapısalcı külliyatın ve birikimin, “yapısöküm”cü bir çözümlenmesi ve yeni bir “sentezi”dir. Metodolojisi, retorikleri ve siyasal söylem kuramı özgüllüğüyle günümüz postmodernizminin hem şahikası, hem de politik-teorik manifestosudur. Bir manifestonun temel özelliği toplumsal program ve siyasal strateji önerebilmesidir. İmparatorluk, postyapısalcı “yapısöküm”ün yöntemsel bütün handikaplarına, hatta onun ruhuna ve “öz”üne aykırı olarak; yine de bize “bütünsel” “sistemik” bir postmodernizm manifestosu sunar.

Başlangıç olarak, yerini/konumunu tespit ettiğimiz “İmparatorluk Manifestosu”nun incelemesini, metodolojisinin çözümlenmesi bağlamında sürdürmek istiyoruz. İmparatorluk’un temel ayırdedici ve onu kendisi yapan özelliği, kuşkusuz söylemi ve söylem tarzı/metodolojisidir. Bu nokta, aynı zamanda söylem teorilerinin birbirinden ayrı tanımlandığı veya özgülleştiği biricik alandır. Genel olarak, sorunların, olguların, süreçlerin anlaşılıp kavranmasında çözümlenmesinde metodolojinin bir pusula olduğu yerinde olarak vurgulanır. Gerçekten de metodolojik pusula olmaksızın sorunları çözümlemek, bilim yapmak ve belirli bir sonuca ulaşmak imkansızdır.

Yeni idealizmin bir felsefi formu ve “ekolü” olarak postyapısalcı “yapısöküm”ün genel metodu biliniyor. Bu metodu soyut felsefi bilgi düzleminde yeniden tekrarlamak gereksizdir. Metodun İmparatorluktaki uygulanışına bakmak daha anlamlıdır.

M. Hardt ve A. Negri, daha İmparatorluk’un “önsöz”ünde, bize kitabı “baştan sona” veya “sondan başa” ya da “atlayarak”, “farklı sıralayarak”, yani herhangi bir yerinden/bölümünden başlayıp okuyabileceğimizi söylerken; aslında bir metodolojinin de ipucunu sunarlar. Buradan kitabın ayrı metinsel fragmanlardan oluşan postmodern bir kolaj çalışması olduğunu anlıyoruz/saptıyoruz. Bu postmodernizmin karakteristik tarzıdır ve yeni eklektisizmin de ifadesidir/kendisidir.

Felsefenin temel amacı yeni bilgi üretmek olduğuna göre, her felsefenin kendi bilgisini ve bilgisinin yöntemini üretmesi kaçınılmazdır. “Yapısöküm”cü M. Hardt ve A. Negri İmparatorlukta bunu verili olan en geniş ve çeşitli bilgi kaynaklarını, gerçeklikleri, teorileri, ideolojileri vs. “yapısöküm”e uğratarak ve kendi öznel dünyalarında “yeni bilgilere”, “anlamlara” dönüştürerek yaparlar. Her tür bilginin, kavramın, teorinin yapısının bozulması, parçalanması ve keyfice “yeniden oluştur”ulması metodun temelini oluşturuyor. Bu metodun İmparatorlukla uygulanışını onun sayfalarından okuyoruz: “Tam tersine, buradaki akıl yürütme tarzımız diyalektik olmama ve mutlak anlamda içkin olmayı amaçlamış iki yöntemsel yaklaşıma dayanıyor: Bunlardan biri, hegemonik dili ve toplumsal yapılan yerinden etmeyi ve bunu yaparak çokluğun yaratıcı ve üretken pratiklerinde yatan alternatif bir ontolojik temeli açığa çıkarmayı hedefleyen eleştirel ve ‘yapısökümcü’ yaklaşımdır; ikincisi ise, öznellik üretim süreçlerini etkili bir toplumsal ve politik alternatif, bir yeni kurucu iktidar oluşturma yönünde geliştirmeye çalışan kurucu ve etik-politik aklaşımdır.” (s. 72) M. Hardt ve A. Negri, İmparatorluk kuramını oluştururken, esasen postmodernizmin/postyapısalcılığın ürettiği kavramları, bilgileri ve söylemleri kullanırlar. Postmodernizmin bilgi ve söylem külliyatını bir kez daha “yapısöküm”e uğratmakla da yetinmezler. Emperyalist kapitalizmin son elli yıllık dönemine damgasını vuran ve kapitalist ideologların, burjuva bilimin ürettiği tüm egemen söylem ve ideolojik tezlere de dayanırlar. İmparatorlukla marksizmin kavram ve tezleriyle, kapitalist ideologların kavram ve tezleri aynı teorik yapı/mimari içinde yan yana, iç içe ve birbirini farklı işlevleriyle tamamlayan öğeler olarak durur.

Marksist kavramlar/tezler bir referans gibi gösterilmelerine karşın esasen “yapısöküm”e uğratılarak yadsınır. Postmodernizmin kavramları ve tezleri ise, yeni teorik mimarinin kurucu ve pozitif öğeleri olur. Bu anlamda, postmodernizmin eleştiri ve tezleri, Foucault’nun biyo-politik kavramı, kapitalist ideolog Peter Z. Drucker’in “bilgi-iktidar” kavramı ve postkapitalist toplum paradigma anlayışı, “disiplin toplumu”, “kontrol toplumu” ve daha pek çok postmodern kavram İmparatorluk’un üzerinde yükseldiği ana sütunlardır. Bu sütunlar üzerine İmparatorluk ve çokluk kavramlarıyla yeni bir teorik çatı örtülür.

'Postmodern Durum'un 'Postmodern Dumur'u

İmparatorluk, bir dil ve söylem kokteyli olarak karşımıza çıkıyor. İlk cümlesinden son noktasına kadar “yapısöküm”cü söylemin bilinçleri dumura uğratan, zihinsel bütünlük dünyasını berhava eden bir “dil gösterisi”ne tanıklık ediyoruz.

Felsefi, akademik, politik ve edebi dil, bütün anlatımların dokusuna entelektüel bir ustalıkla işleniyor. Kavramlar, dil oyunları, çok anlamlı tanımlar, “çok katmanlı” anlatımlar ve karmaşık dil/mantık örgüsüyle sahnelenen bu dil gösterisi ister istemez entelektüel söylem terörüne dönüşür. Dil, bilgi söylem bombardımanı bir bilinç ve bilgi zehirlenmesine yol açar. Dil’in her şey haline getirildiği bu kutsanması, “yeni üretimin”, “öznellik üretiminin” temeli yapılması; hatta bir “dil” ve “duyular dini”nin icad edilmesi vurgusu, yeni idealizmin saçmalıklarının doruklarından biridir.

Yeni bilinemezcilik, ‘epistemik görececilik’in mutlak kutsanması boyutuyla İmparatorlukla mükemmel uygulanışını bulur. Bunu diyalektik metodun mutlak reddedilmesi ve hor görülmesi tamamlar. Çünkü diyalektik “ikilikler”, “zıtlıklar” üzerine kuruludur. İndirgemeci, kurucu ve bütünleştiricidir. Bunun için de reddedilmelidir. “Yapısöküm”cü felsefi yaklaşım için kesin, belirli, “tam” ve bilinebilir olan hiçbir şey yoktur. Tüm bilgiler, olgular, fikirler, metinler, söylemler çok anlamlıdır ve bu anlamlar tekil özneler tarafından her zaman yeniden ve yeniden kurulur. Yazarların ifadesiyle “bir” olan “çok” olandır, bir “birçok” tur. Bunun için de, İmparatorluk’ta her kavram, konumsuz, hareketli, belirsiz bir “yapı”da varolur. Yine İmparatorluk’tan okuyarak ilerlersek; “Postmodern bir dünyada bütün olgular ve kuvvetler yapaydır ya da tarihin parçasıdır denebilir. İçerisi ve dışarısı arasındaki modern diyalektiğin yerini bir oranlar ve yoğunlaşmalar, melezlik ve yapaylık oyunu almıştır.” (s. 202). Tam da epistemik görececilik mutlak bir felsefi yöntem olarak benimsendiği için, İmparatorluk’ta kavram ve olgular yapaylaşır, sanallaşır, bir yerden bir yere uçuşup durur. Somut bir anlama, biçime dönüşemez. Her düşünce melez bir karmaşaya, bir pelteye dönüşür. Örneğin, ulus-devlet gerçeği/olgusu hem tarihe karışmıştır, yoktur, hem de vardır. Veya olup olmadığı tam belli değildir. Ya da bu durumların/konumların hepsi de olabilir vs. İmparatorluk kavramı için kitabın başından sonuna kadar onlarca tanım ve nitelemenin kullanılması bir başka örnek olarak yansır. Burada Kuantum fiziğine yedirilen belirsizlik teorisinin sosyal bilimler alanındaki ilk ciddi indirgemesiyle de karşılaşıyoruz. Keza kitabın ikinci temel kavramı olan ‘çokluk’u kitapta çok anlamlılık, çok katmanlılık olarak da okuyoruz.

İmparatorluk metodolojisi için son olarak vurgulanması gereken, tüm çözümlemelerin felsefi çözümlemeler ve söylemler düzleminde yapıldığıdır. İmparatorluk’ta üretim, yeni sınıf analizleri ve ekonomi, felsefi olarak çözümlenir. “Üretimle hayat arasındaki ilişki öylesine değişmiştir ki, artık bu ilişki politik ekonomi disiplinini onu anlama biçimine göre tamamen ters yüz edilmiş haldedir.” (s. 371) yazarlara göre. Bu yüzden ekonomi-politik boyutunun çözümlenmesine gerek duyulmaz. Dolayısıyla İmparatorluk’un ‘küresel kapitalizm’ çözümlemeleri kültürel/felsefi ve sosyolojik boyutuyla sınırlıdır. Ayrıca bu çözümlemelerin esası, yorumsaldır. Gerçek bir teorinin sacayağı olan ekonomik-politik çözümlemenin yer almadığı İmparatorluk, daha çok felsefe metni/kitabı özelliği kazanıyor.

İmparatorluk

M. Hardt ve A. Negri, İmparatorluk’ta iki çalışma/çözümleme düzlemi kurarlar. Birinci çalışma düzlemi toplumsalın çözümlenmesidir. “Yapısöküm’ün iskelesi” önce buraya kurulur. İkincisi ise, yeni bir mücadele, “direniş imkanı” ve vurgusudur. “Bu kitap karşılıklı olarak birbirini ima eden iki kavramın etrafında dönüyor: İmparatorluk ve çokluk.” (s. 15, Önsöz)

Kitap, İmparatorluk ve çokluk kavramlarının yan yana ve iç içe durduğu sayısız çözümleme konusu ve düşünsel-politik önermelerden, yorumsamalardan oluşuyor.

M. Hardt ve A. Negri, İmparatorluk kavramıyla yeni bir ‘toplumsal çağ’ tespiti yapıyor. Bu, ‘İmparatorluk düzeni’dir. “İmparatorluk çağına modern egemenliğin alacakaranlığından geçilerek girildi. Emperyalizmin aksine İmparatorluk toprak temelli bir iktidar merkezi yaratmadığı gibi, sabit sınırlan ya da engelleri de tanımaz. İmparatorluk giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtıdır. İmparatorluk, değişken komuta ağlan yoluyla melez kimlikleri esnek hiyerarşileri ve çoklu mübadeleyi idare ediyor. Emperyalist dünya haritasındaki ayrı ulusal renkler imparatorluğun küresel gökkuşağı içinde erimekte ve kaybolmaktadır.” (s. 19, Önsöz)

Besbelli ki, M. Hardt ve A. Negri yeni bir dünya çözümlemesi, daha doğrusu yorumu ve okuması yapıyorlar. Bu dünya okuması, “ultra-emperyalizm”in müteveffa teorisyeni Kautsky’nin yeni bir baskısı gibidir, ve ultra-emperyalizm mantığı ve kimi tezleriyle mükemmel örtüşür. Bunu, İmparatorluk sayfalarında şöyle okuyoruz: “Bir zamanlar tanık olduğumuz birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini (bütün bunları üst belirleyen, bir örnek yapılandıran ve tartışmasız postkolonyal ve postemperyalist olan tek bir ortak hak nosyonu altında toplayan) tek bir iktidar fikri almıştır. Bu bizim İmparatorluk çalışmamızın kalkış noktasıdır: yani, yeni bir hak nasyonu, daha doğrusu, yeni bir otoritenin kayda geçişi ve (sözleşmeleri güvenceye alan ve anlaşmazlıkları çözümleyen) yasal baskı aygıtları ve normlarının üretiminde yeni bir tasarım.” (s.33)

Emperyalizmin içinde bulunduğumuz ‘yeni dönemi’ni (emperyalist küreselleşme) yeni bir çağ olarak betimleyen Hardt ve Negri, yaşadığımız yüzyılı (yirminci yüzyıl ve başlayan yirmibirinci yüzyıl) üç çağsal aşama olarak “sistemleştiriyor: Emperyalizm/modernizm, postmodernizm ve imparatorluk. Bu üç düzen birbiriyle geçişli ve ardışık toplumsal çağ dizisi olarak formatlanıyor. Salt emperyalizm değil, postmodern çağ/dönem de tarih sahnesinden çekiliyor ve bir referansla yerini İmparatorluk’un sonsuz hakimiyetine terkediyor. Tam da burada “tarihin sonu” tezlerinin bir yenisiyle karşılaşıyoruz: “İmparatorluk kavramı fetihler sonucu ortaya çıkmış bir tarihsel rejimi değil, tarihi etkili bir biçimde askıya alan ve böylelikle mevcut durumu ebedi kılan bir düzeni anlatır... Başka bir ifadeyle, İmparatorluk yönetim tarzını tarihin akışı içinde gelip geçici bir uğrak değil, hiçbir zamansal sının olmayan ve bu anlamda tarihin dışındaki ya da tarihin sonundaki bir rejim olarak sunar.” (s. 20-21, Önsöz)

İmparatorluk, tarihin sonsuzluğuna açık bir parantezdir. Ve İmparatorluk’tan “kaçış” da, “çıkış” da yoktur. O, gözlerimizin önünde doğuyor. Postmodernizmin matruşkasından son ‘emperyal bebek’ çıkmak üzere başını uzatıyor ve gülümsüyor. İmparatorluk henüz olan değil, olmakta olandır. Şimdilik yaşanmakta olan bir geçiş aşamasıdır. Ve bu ‘ebedi düzen’in doğuşu; doğal, kaçınılmaz ve zorunludur. M. Hardt ve A. Negri, İmparatorluk’un doğuşunu bir zorunluluk/kaçınılmazlık olarak müjdelerken; aslında gösterdikleri ve savundukları “şey”/olgu “küreselleşme”nin, ‘yeni dünya düzeni’ formundan başka bir şey değildir.

Emperyalist küreselleşme sürecinin ürettiği tüm sonuçlar ve görüngüler, ‘imparatorluk düzeni’ tablosunun figürlerini oluşturur. Tekelci düzenin yeni hiyerarşik yapısından ve yapılandırılmasından, esnek üretim rejimine, enformatikleşmeden, sermaye birikiminin yeni modeline, yeni emek coğrafyası ve sınıf yapılarından, emperyalist hegemonyaya, STK’lardan BM’ye kadar vb. yaşadığımız dünyanın tüm gerçekliği çarpıtılmış ve baş aşağı edilmiş haliyle İmparatorluk fanusunda gösteriye çıkar.

M. Hardt ve A. Negri, “küreselleşme”yi yani İmparatorluk’u oluşturan olgusal bütünlükler toplamını pozitif ve tarihi bakımdan ilerici bir olgu görürler. “İmparatorluğun kuruluşu kendi için değil, kendinde iyidir.” (s. 67) esprisiyle Hegel ve Marks’a gönderme yapan yazarlar; “İmparatorluğun modern iktidarın zalim rejimlerini ortadan kaldırdığını ve aynı zamanda özgürlük potansiyelini çoğalttığı”nı (s. 68) düşünürler. Bunu ‘gerçek hayatın dili’ne tercüme edersek, bugün ABD’nin Afganistan’da yaptıkları ya da Irak’a veya başka bir ülkeye-rejime yapacağı müdahale ilericidir; çünkü zalim rejimleri yıkar ve İmparatorluk’un ‘özgürlük potansiyelini’ artırır. İmparatorluk yazarlarında Hegel ve Marks’ın tarihin ilerlemesi konusundaki fikirleri ekonomist determinizm biçimine sokulur ve emperyalist sömürgecilik meşrulaştırılır. Keza “küreselleşme”nin proletaryanın uğruna dövüştüğü enternasyonalizmin ta kendisi olduğu vaaz edilir. William Morris’in kitaba alınan epigrafıyla da bunun anlatılmak istendiği hatırlatılır. Nereden bakılırsa bakılsın, İmparatorluk, emperyalist küreselleşmeyi tarihi bir ilerleme evresi/olumlu bir durum görür, onu meşrulaştırır, över.

Hardt ve Negri bize yalnızca imparatorluğun gölgesini, silüetini ya da en fazlasından “robot resmi”ni gösterirler. Bu fotoğrafın/resmin kime ait olduğu, entellektüel saklambaç oyunları ve berbat bir oportünizmle gizlenmeye çalışılır. Oysa İmparatorluk teorisinin nesnesi de, hikayenin kahramanı da bellidir: Bu, ABD emperyalizminden başka bir şey değildir. İmparatorluk paradigmasının tarihsel esin kaynağı Roma, çağdaş, güncel/yaşayan kaynağı ABD’dir. İmparatorluk tartışması, ABD merkezli ve ‘ABD’nin yirmibirinci yüzyıl vizyonu’ tartışmasıdır. Günümüzde bu tartışma yalnızca entelektüel bir konu olmayı çoktan aşmış, bizatihi ABD imparatorluğunun pratik kuruluşu boyutunda sürmektedir. 1990’ın başında Yeni Dünya Düzeni olarak siyasal düzeyde ortaya atılan bu tartışma; “İmparatorluk’un merkezinde, Pentagon’da, strateji kuramlarında ve ABD üniversitelerinde, ABD’nin “küresel imparatorluk” amacına ulaşma imkânları bağlamında tartışıldı ve tartışılıyor. Bu, ‘küresel imparatorluk’ paradigması ABD’nin ana siyasal stratejisidir. Dönemin İmparatorluk tartışmalarını Zbigniev Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası ve Samuel P. Huntigton’un Medeniyetler Çatışması adlı çalışmaları yansıtır. Bu konuda çok kapsamlı çalışmaların Pentagon’da merkezileştiğine hiç kuşku yoktur. İmparatorluk yazarlarının imparatorluk derslerine ve ABD’nin dünya imparatorluğu projesini meşrulaştırma konusuna iyi çalıştıkları görülüyor. Özellikle İmparatorluk yazarı Duke Üniversitesi akademisyeni M. Hardt’ın İmparatorluk tartışmalarına daha vakıf olduğunu kabul edebiliriz. Ayrıca ABD’nin ‘küresel imparatorluk’ projesini çok iyi özümsediğini ve bunu İmparatorluk teorisiyle ‘sol’a pazarlamaya ve benimsetmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Yazarların ABD övgüsü ise, tek kelimeyle mide bulandırıcıdır.

Postmodernizme Savaş Mı, Yeni Ayar Mı?

İmparatorluk, kuruluşunu, tarihe gömdüğü emperyalizm (ve “post-emperyalizm”) üzerine temellendirir. Bu bağlamda postmodernizmin, modernizm eleştirisini bütünüyle devrimci görür, destekler ve “karşı-imparatorluk” teorisinde içkinleştirir. İmparatorluk, “post- modern dönem” e kadar olan dünya tarihini esasen bir kültür ve siyasal egemenlik düzeneklerinin evrimi olarak ele alır. Bu çözümlemelerde postmodernizmin aydınlanma, ege- menlik/iktidar, toplumsal sınıflar, evrensel ideolojiler ve diğer konulardaki bilinen tüm yaklaşımları postyapısalcı “yapısöküm” tarafından bir kez daha okunur ve yeni bir versiyonu üretilir. Bu anlamda, emperyalizm çözümlemesi, postmodern postulatların, güncel “küreselleşme süreci” doğrultusunda yorumlanmasını ifade eder. Postyapısalcı “yapısöküm”cü rivayete göre, emperyalizm bitmiştir. Emperyalizmle birlikte dönemin olguları ve kavramları da tarihe karışır. Siyasal egemenliğin ulus-devlet biçimi, sınırlar, sınıflar, uluslar, proleter devrim stratejisi, ulusal kurtuluş mücadelesi, bağımsızlıkçı/antiemperyalist mücadeleler, tek ülkede sosyalizm, zayıf halka teorisi, proletarya enternasyonalizmi, diyalektik vs. vs. hepsi emperyalizmle birlikte tarihin mezarlığına defnedilir. Oysa emperyalizmin bittiği tezi gerici bir zırva ve aptalca bir safsatadır. Hayatın gerçekliği ve dünyada yaşananlar, bu gerici zırvaları yumurtlayanları her gün yalanlar ve gerçekleri yüzlerine bir tokat gibi çarpar. Salt 11 Eylül sonrası süreç, emperyalizmin bitip-bitmediğinin çarpıcı bir dramasını sunar. Aslında “İkiz Kuleler”in çöküşü İmparatorluk kitabının ve tezlerinin de çöküşüdür. 11 Eylül, İmparatorluk için büyük bir talihsizliktir. Hayatın ve tarihin ironisine bakın ki, ‘İkiz Kuleler’ aynı zamanda Hardt ve Negri’nin İmparatorluk’ta betimledikleri çokluk’un, yeni üretimin, yeni devrimci sınıfın da simgesiydi. Hayat ne kadar acımasız değil mi?

İmparatorluk yazarları postmodernizme de savaş açar görünür ve onu “yapısöküm”e tabi tutarlar. Görünüşte bu postmodernizmle kıyasıya ve bitirici bir hesaplaşma gibidir. Oysa gerçekte durum göründüğü gibi değildir. İmparatorluk yazarları çok isabetli eleştirdikleri ve sorgulayıp mahkum ettikleri postmodernizmin tezlerini “kapıdan kovup bacadan içeri alır”lar. Postmodernizm eleştirileri yapay bir düello gösterisi, sanal bir savaştır. Fakat yine de anlamlıdır. Eleştiriler aynı zamanda Hardt ve Negri’yi de vuran bir bumerang gibidir. Ve bu eleştirilere katılmamak mümkün değildir: “Şirket sermayesi ve dünya piyasası ideolojilerini ele almaya başladığımızda kesinlikle görülecektir ki, modern egemenliğin ikici yapılan ve özcülüğüne kafa tutmak için farklılık, akışkanlık ve melezlik politikalarını savunan postmodernist ve postkolonyalist teorisyenler iktidar stratejileri tarafından tamamen kuşatılmıştır. İktidar, onların saldırdığı kaleyi zaten boşaltmış, arkalarına geçmiş ve farklılık adına yürüttükleri savaşta onlara destek olmaktadır. Bu teorisyenler kendilerini önlerinde açılan bir kapıdan girmeleri için arkadan itilirken buldular. Bunu derken, postmodernist ve/veya postkolonyalist teorisyenlerin bir biçimde küresel sermayenin ve dünya piyasasının piyonu haline geldiklerini kastetmiyoruz. Anthony Appiah ve Arif Dirlik bu düşünürleri ‘komprador entelijensiya’ ve ‘küresel kapitalizmin enteljensiyası’ konumuna yerleştirerek tehlikeli iş yapıyor.” (s. 157) İşte burada Hardt ve Negri’den farklı düşünüyoruz ve kayıt düşüyoruz. Anthony Appiah ve Arif Dirlik’in postmodernist teorisyenleri yerleştirdikleri konum yerindedir ve İmparatorluk yazarlarını da kapsar. “Postmodernistlerin gözde kavramlarından birçoğu mevcut büyük sermaye ve dünya piyasası ideolojisiyle çok güzel uyuşuyor” (s. 168). “Postmodernizm, gerçekte küresel sermayenin işleyiş mantığıdır, pazarlama belki de postmodernist teorilerle en yakın ilişki içindeki alandır.” (s. 169-170)

Hardt ve Negri’nin postmodernizm eleştirilerinin püf noktası iki boyutta açığa çıkar. Birincisi postmodernizmin belli kavram ve teorilerinin kapitalizmin/sermayenin ve yeni “küresel iktidar”ın eğilimleriyle örtüştüğüdür. Ama tersi de, yani örtüşmemesi de eleştiri konusudur. Sermayenin yeni eğilim ve ihtiyaçlarını yeni bir akışkanlık ve melezleşme yaratığı, bunun da olumlanması gerektiği döne döne vurgulanır. Her tür dolaşım/akışkanlık, geçiş, kozmopolitleşme, melezleşme, kimliksizleşme bir kez daha kutsanır. Zaten bu, İmparatorluk ve çokluğun kaynağıdır. Bu yönlü en açık ve çarpıcı savunuları ‘küresel yurttaşlık talebi’nin formüle edilişinde görülür.

Hardt ve Negri’nin asıl derdi ve itiraz konusu, postmodernizmin “öteki” kavramı ve farklılığı kutsayan teorilerdir. İmparatorluk’a girilirken artık “öteki” ve farklılığın kutsanması geçerliğini yitirir veya yitirmelidir. Çünkü “öteki” ve farklılığın kutsanması ‘postmodern emperyalizm’in politik enstrümanlarından biri olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bunun için de, öteki ve farklılığın tanınmasının yerine çokluk geçmelidir.

Çokluk

İmparatorluk’un ikinci temel ve kurucu kavramı çokluktur. Çokluk; İmparatorluk kitabının özünü oluşturan tezleri toplayan ‘pazar sepeti’dir; biçimsiz, ele avuca gelmez, nesnel gerçekliğe karşılık düşmeyen amorf bir kavramdır ve bir tahayyüldür. “İmparatorluk kavramı bu kitapta etraflı bir biçimde işlenmiş olmakla birlikte, çokluk kavramı soyut, neredeyse poetik kalır” (s. 15) diyen yazarlar; çokluğun tam, somut ve açık bir tanımını vermezler. Kavramsal olarak, çokluğun sınırları çizilir ve somuta göndermeler yapılır. Birinci olarak, çokluk halk değildir, çünkü “halk birlik oluşturan bir nüfusu temsil” eder; çokluk ise, “indirgenemez ve çok boyutludur”. “İkinci olarak, çokluk kavramı, güruh, kalabalık ve kitleyle de karıştırılmamalıdır. Güruh, kalabalık, kitle gerçekten de çok boyutlu özelliği taşır ama üçü de edilgen öznedir.” (s. 15) Oysa İmparatorluk yazarlarının çokluk’u ‘tarihin yeni öznesi’dir. Çokluk için en somut tanım ve vurgu, kavramın “emek biçimleri ve bölünmeleri”ne, “emek öznesinin değişimi”ne ve antiküreselleşme adıyla bilinen yeni toplumsal politik harekete yapılan göndermedir. Antiküreselleşme hareketi “en tam” biçimde çokluğu karşılayan somut gerçeklik kabul edilebilir.

"Çokluk Toplumu": Burjuva Komünizmi

Hardt ve Negri’ye bakılırsa, çokluk aynı zamanda yeni toplumsal yapıdır/hayattır. İmparatorluk bir “çokluk toplumu”dur. Çokluk toplumuna, sınırların, ulusların, halkların, sınıfların yok olmasıyla geçilir. Uluslar, halklar, sınıflar kendi yapılarının eklemlerinden ve moleküllerinden çözülerek, eklemsiz, konumsuz, bağlantısız yeni bir ‘toplumsal izotop’ oluşturur. Bu yeni bir melezleşmeye, kozmopolitleşmeye denk düşer. Çokluk, melezleşmenin ve metamorfozun ürünüdür. Heterojen ve çok boyutludur. Öteki ve her tür farklılığı kendi deltasında toplar, öteki ve farklılık, çokluk içinde erir ve başkalaşır.

Çokluk, “otonom” ve “biyo-politik” olarak var olur. İmparatorluğun “çokluk toplumu” sınıflardan sınıfsızlaşmaya giden zorunlu ve nihai bir duraktır. Bu aynı zamanda “bir tür kendiliğinden ve çekirdek komünizm”dir (s. 306). Aslında kitabın bütün özü ve son sözü budur: Yeni bir komünizm teorisi... Yeni bir evrimci/kendiliğinden ve “burjuva komünizmi” safsatasıyla ve fantazmasıyla karşı karşıyayız.

Hardt ve Negri’nin idealist-dinsel kurguya açık çokluk toplumu fantazmasmı kendi dilimize tercüme edip anlatmaya devam edersek; “eski toplum” ‘yapısöküm makinesi’ tarafından bütün menteşelerinden teker teker sökülür. İlkin ulus-devlet vidalarından sökülür ve bir kenara atılır. Ulus-devlet, tarihin günbatımında kaybolurken, yanında ulusu da alıp götürür. Zaten ulus, devlet tarafından yaratılan bir olgudur. Ulus da “ulusun halkı”nı yani bildiğimiz ‘halkı’ yaratmıştır. Ulus ve ulus devlet bittiğine göre, onların çocuğu olan halk da tarihin ufkunda söner. Ulus ve halkın “iş”i bitirildikten sonra, sıra işçi sınıfına gelir. Proletarya da kendini “yapısöküm”ün yıkımından kurtaramaz. Proletaryanın sınıfsal niteliğinin/yapısının köklü bir biçimde değiştiğine ilişkin tezlerin kaynağı, esasen ‘70’li ve sonrası yıllarda değişik politik ve akademik çevrelerde akademisyenler ve kimi ideologlar/düşünürler tarafından yapılan analizlerdir. Hardt ve Negri bu analizlerin izini sürerler ve ‘yeni sınıf teorisi tezleriyle karşımıza çıkarlar. ‘70’li yıllar dünya kapitalizmi için bir dönüm noktası ve yeni bir dönemin başlangıcıdır. Yapısal krizin bir kabus gibi dönüşü, emperyalist-kapitalist sistemi yeni bir varoluş formuna zorlar. Krize cevap ve kendini yeniden üretmek için, dünya kapitalizmi kendini yeni temelde örgütlemeye girişir. Neoliberal ekonomik politika, esnek üretim rejimi ve yeni sermaye birikim tarzı dönem kapitalizminin “yeni yüzü”nü oluşturur. Yeni sermaye birikim ve üretim modeli, özellikle üretim teknolojisindeki köklü yenilen- meler/atılımlar bilgisayar esaslı üretimin giderek önem kazanması ve yeni üretim modelinin giderek buna daha fazla yaslanması, işçi sınıfı coğrafyasında ve bir bütün olarak toplumsal coğrafyada önemli değişimlere ve kaymalara yol açar. Hardt ve Negri, dünya kapitalizminin bu döneminin idealist bir okumasını ve ideolojik bir çarpıtmasını yaparlar. Ve yeni sınıf teorisi böyle oluşur. Yazarlara göre “Postmodernliğe geçişte, emeğin asli koşullarından biri ölçü dışı işlev görmesidir. Zamansal emek düzeni ve emeğe dayatılan öteki ekonomik ve/veya politik önlemler yerle bir olmuştur. Bugün emek doğrudan doğruya, bilgi, duygulanım, bilim ve dil güçleri tarafından harekete geçirilen bir toplumsal kuvvettir. Gerçekte emek, genel bir zeka ve genel bir bedenin ölçü dışı üretici etkinliğidir. Emek basitçe aynı anda tekil ve evrensel eylem gücü olarak görünür; tekildir çünkü emek çokluğun zihin ve bedenin ayrıksı alanı haline gelmiştir.” (s. 364) “Genel zeka, birikmiş bilgiler, teknikler ve beceriler tarafından yaratılmış kolektif toplumsal zekadır. Emeğin değeri böylelikle yeni üretici güçlerin edinilmesi ve serbestçe kullanımı yoluyla yeni bir evrensel ve somut emek gücü tarafından gerçekleştirilmiş olur. Marks’ın gelecek olarak gördüğü şey bizim içinde yaşadığımız çağdır. Emek gücünün bu radikal dönüşümü ve bilim, iletişim ve dilin üretici güce katılması bütün bir emek fenomenolojisini ve üretimin bütün bir dünya ufkunu yeniden tanımlamaktadır.” (s. 370)

Hardt ve Negri’nin yeni emek/sınıf kavramı ve teorisi marksizmin emek, sınıf, değer/ar- tı-değer gibi teorilerinin “yapısökümü” yani özünün bozulması ve günümüz kapitalizminin idealist bir yorumu üzerine yükselir. Esnek üretim modelinin klasik işgününü değişime uğratarak yerine esnek işgününü koyması, “üretimin artık işgünü çevrimiyle yapılmadığı” biçiminde kavranır. Buradan başlanarak, önce mekan sonra zaman kavramı tahrif edilir. Zaman, artık eskisi gibi ölçülebilen bir olgu değildir. Buna bağlı olarak, değer de, “ölçü ötesi” kalır. Sömürü de “ölçü dışı” ve belirsizdir. Sömürü varsa bile o “yok yerde”dir. Ancak yeni emek ve sınıf teorisinin asıl kaynağı “enformatikleşme”dir. Ve yeni emek, teknolojik determinizmin damgasını taşır. Makine-insan melezleşmesinin akıl almaz kutsanmasıyla doruğuna varan bu teknolojik determinizm, yeni üretimin teknoloji temelli bir süreç olduğunu bildirir. Yeni üretimin temelinde bilgisayar durur. Bilgisayar esaslı üretim ya da “enformasyon ekonomisi”, maddi olmayan emeği ve bunun yeni bir formu olarak ‘duygulanımsal emeği’ ortaya çıkarır. “Maddi olmayan emeğin öteki yüzü, insani ilişki ve etkileşimdeki duygulammsal emektir. Örneğin, sağlık hizmetleri ağırlıklı olarak, özen, şefkat ve duygulanımsal emek temelinde yürür; eğlence endüstrisi aynı şekilde duygulanım yaratılması ve manipülasyonuna dayanır. Bu emek, bedensel ve duygulanımsal olsa bile, ürünlerinin elle tutulamaz bir rahatlama, ferahlama, tatmin, heyecan ya da tutku hissi olduğu anlamında, maddi olmayan emektir.” (s. 305)

Hizmet üretimi anlamında maddi olmayan üretimin giderek büyümesi, bilgisayar esaslı üretimin ise duygulanımsal emeğin maddi olmayan emeği daha da büyütüp geliştirmesi, toplumun yeniden üretiminin temelini değiştirir. Toplumun kendini üretmesinin temeli maddi olmayan emeğe koyar. Duygulanımsal emek, hayatın bütününü kucaklayacak denli geniştir ve hayatın bütününe içkindir. Dolayısıyla hegemonik emek formudur. Dil, duygulanım, zeka ve tutku yeni emek formunun araçları haline gelir. Bu postmodern yorumun arka planında aynı zamanda aşırı postyapısalcı postulat durur: Toplumu üreten dildir. Duygulanımsal emek teorisi, dilin toplumsal üretime katılması ve onun temeli olması fikriyle bağlantılıdır. ‘Yeni sınıf teorisinin de asıl kaynaklarından biridir.

Yazarların duygulanımsal emek tanımından bakıldığında, internet sitelerinden, 900’lü telefon hatlarına, eğlence sektöründen reklama, diğer-hizmet sektörlerinden doğal ve sıradan her toplumsal ilişki ve alışveriş duygulanımsal emek kategorisine girer. Hardt ve Negri daha ileri gider ve maddi emeğin, maddi olmayan emek tarafından yutulup ortadan kaldırıldığını ilan ederler. “Kısacası, enformasyon ekonomisinin zirvesindeki hizmet sektörünün itici gücü olan maddi-olmayan emeği üçe ayırabiliriz. Birincisi, enformatikleşmiş ve bizatihi üretim sürecini dönüştürecek bir şekilde iletişim teknolojilerini bünyesine katmış bir endüstriyel üretimle ilgilidir. İmalat bir hizmet sayılır; dayanıklı malların üretimindeki maddi emek, maddi-olmayan emekle karışır ve maddi-olmayan emek halini almaya başlar. İkincisi, bir yanda yaratıcı ve zeka ürünü manipülasyon ve öte yanda rutin simgesel manipülasyona ayrılmış analitik ve simgesel işlerdeki maddi olmayan emektir. Son olarak, maddi olmayan emeğin üçüncü türü duygulanımın üretimi ve manipülasyonuyla ilgilidir; (aktüel ya da virtüel) insani ilişki gerektirir; yani bedensel emek tarzıdır. Küresel ekonominin postmodernleşmesinde başı çeken bu üç tür emektir.” (s. 305-306)

Hardt ve Negri’nin yeni emek ve sınıf yapısı, üretim sistemi merkezlidir. Dolayısıyla sınıfın niteliği kapitalist üretim modellerine göre belirlenir. “Fordist ve Taylorist rejimlerin mevzilenmesine denk düşen kapitalist işçi militanlığı”nın (s. 405) ilk safhası, “endüstriyel üretim safhası”dır. Ve bu safhaya “profesyonel işçi” figürü yerleştirilir. Profesyonel işçi “endüstriyel üretim içinde hiyerarşik olarak örgütlenmiş vasıflı işçidir”. İkinci safhanın işçi figürü ise “kitlesel işçi”dir; kitlesel işçi militanlığı fabrika işinin bir reddi olarak kendi gücünü kendi biçme gücüyle (s. 405) karakteri- ze edilir, “Bugün, post-fordist, enformasyona dayalı üretim rejimlerine denk düşen işçi militanlığı safhasında toplumsal işçi figürü ortaya çıkar. Bu toplumsal işçi figüründe maddi olmayan emek gücünün çeşitli iplikleri birleşerek bir örgü oluşturur. Günümüz düzenini belirleyen ana unsur, esnek ve göçebe tarzı üretici toplumsal ortak faaliyetin bütün alanlarında kitlesel zeka ve kendi değerini kendi biçmeyi birbirine bağlayan bir kurucu güçtür.” (s. 409)

Hardt ve Negri yeni emek teorisinde hem akıllı makinelerin, hem de toplumdaki her bireyin duygulanımsal emek yoluyla üretime katıldığını, tüm toplumun ‘genel bir zeka’ ve ‘kolektif bir işçi’ haline geldiğini iddia eder. Bu, yeni bir üretim tarzı demektir. Ve eğer söylenenlere bakacak olursak, bu komünizmden başka bir şey değildir. Yazarlar bize postmodernizmin söylemleriyle boyanmış bir “burjuva komünizmi” benimsetmeye kararlıdır. Hardt ve Negri söylemde ve tahayyülde bir komünizm teorisi kurmada tüm entelektüel maharetlerini, yeni idealizmin bütün oyunlarını kullanırlar. Kapitalist üretim tarzının esnek üretim sistemini, üretim tarzına eşitleyerek, toplumsal işbölümü ve emek formları arasındaki ayrımları bir kalem ve söz darbesiyle ortadan kaldırırlar. Böylece ortaya yeni bir işçi sınıfı, gerçekte sınıf olmayan bir sınıf çıkarırlar. Bu sınıf, hayatın her alanında, hayatı ortaklaşa üreten herkestir. ‘Yeni proletarya’, ‘ücretle çalışanlar’ gibi genel bir kavramla ifade edilse de gerçekte bu bile değildir.

Yeni sınıf analizine özel mülkiyet kavramının “yapısöküm”le yeniden tanımlanması da eşlik eder. Sınıf ve emek teorileri kadar, özel mülkiyetin “yapısöküm”e uğratılması ve sonal sonucu da hayli renkli ve şenliklidir. “Özel mülkiyet kavramının kendisi bile bu yeni durumda giderek anlamını yitiriyor. Bu çerçevede ayrıksı olarak mülk edinilebilen ve kullanılabilen mal ve hizmet giderek azalıyor; üreten ve üretirken yeniden üretilen ve yeniden tanımlanan komünalliktir. Dolayısıyla klasik modern özel mülkiyet kavramının temeli belli bir oranda postmodern üretim tarzıyla birlikte dağılmıştır.” (s. 314)

Burada kastedilen komünallik, hayatın toplumsal karakterine bir vurgu değildir. Zenginlik ve üretim araçlarının giderek tüm topluma doğru kayması, özel mülkiyetin niteliğini yitirmeye başlaması zırvasıdır. Postyapısalcı kurgu ve mantık bakımından bu anlaşılır ve “tutarlı”dır. Zira iletişim araçlarının, dil, iletişim ve duygulanımsal emek güçleri tarafından kullanımı, üretim araçlarının giderek emek güçleri tarafından kontrolü veya ele geçirilmesi pekala mümkün kılar. Hardt ve Negri’nin iddiası budur. İnternet bir dilsel, iletişimsel üretim aracı ve toplumsal üretimin hegemonik üretimi olarak kabul edilirse, internet sahibi olmak, üretim aracına ve zenginliğe/sermaye- ye kavuşmak demektir. Ama kazın ayağının öyle olmadığı herkes tarafından bilinir. Ve gerçek hayatta herkes, Bill Gates ile milyonlarca internet sahibi ve kullanıcısı arasında milyar dolarlarca ‘ölçülebilen’ servetin sınıfsal bir gerçeklik olduğunu çok iyi bilir.

Hardt ve Negri’nin İmparatorluk’ta bir burjuva sınıfı analizine girmemeleri; proletaryayı, özel mülkiyeti, egemenlik biçimleri vb. konuları “yapısöküm”e uğratırken, burjuvaziye dokunmamaları “yeni komünizm” teorisinin en büyük kusurudur. Bu “yeni komünizm” safsatasında burjuvazinin yok olup olmadığının öyküsünün belirsiz, bilinemez bırakılışı anlamlıdır. Ve bir büyük soru işaretidir.

Üretim sistemlerine göre ortaya çıkan sınıfsal örgütlenme ve yapısal değişimler Hardt ve Negri tarafından yeni bir toplum modelinde cisimleştirilirken, iki temel kavram etrafında örülür. “Kontrol toplumu ve biyo-politik iktidar kavramlarının ikisi de İmparatorluk kavramının merkezi özelliklerini betimler.” (s. 50)

Kontrol toplumu kavramı postmodern toplumun fordist/taylorist üretim sistemi döneminin toplumsal eleştirisinin enstrümanıdır ve “postmodern toplum”un bir adıdır. Postmodern rivayet ve sözlüğe göre, fordist/taylorist üretim modernizmi ifade eder. Modernizm ‘disiplin toplumu’dur. ‘Disiplin toplumu’ hiyerarşiyle, kitlesel üretimin, kitlesel işçi sendikalarıyla ve otorite-siyasal egemenlik biçimleriyle tanımlanır. Tahakküm ve itaat yukarıdan aşağıya her düzeyde her alana damgasını vurur. Kontrol toplumu, disiplin toplumunun çözülüşünün ürünüdür. “Kontrol toplumu dediğimizde komuta mekanizmalarının giderek daha fazla ‘demokratik’ giderek daha fazla toplumsal alanın içkin hale geldiği yurttaşların beyinleri ve bedenleri üzerinde dağıtıldığı bir toplum anlaşılır. Yönetim için uygun toplumsal bütünleşme ve dışlama davranışları böylelikle giderek daha fazla öznelerde içselleşmiştir. İktidar artık doğrudan beyinleri (iletişim sistemleri, enformasyon ağlan vb. içinde) ve bedenleri (refah sistemleri, gözetim altındaki etkinlikler vb. içinde) yaşama duyusundan ve yaratma arzusundan otonom bir yabancılaşma durumuna getirerek örgütleyen mekanizmayla çalışır.” (s. 47-48)

Biyo-politik kavramı da kontrol toplumu kavramıyla aynı süreçte M. Foucault tarafından toplumsalın araştırılması ve analizi için ortaya atılan kavramdır. Her iki kavram da toplumsal iktidarın gerçeklenişini açıklamaya girişir. Bu iki akraba ve anlamdaş kavram, Hardt ve Negri’nin İmparatorluk toplumunun iktidar sorununu anlatmaya çalışır.

Biyo-politik, esin kaynağını Antik Yunan’dan alır. Antik Yunan’da biyolojik hayat “zoe” ve politik hayat “bios” olarak tanımlanıyordu. “Bios”tan kasıt ise, yurttaşın hayatıydı. Foucault’da bu kavram yeni bir anlam ve üretim kazanır. Biyo-politika, iktidarı içselleştirmenin veya tersinden karşı iktidar oluşturmanın tekil alanı olur. Foucault’un deyişiyle “Hayat artık iktidarın bir nesnesi haline gelmiştir.” Hardt ve Negri, biyo-politikayı biyo-politik üretim ve biyo-politik iktidar kavramlarıyla yeni toplumun kuruluşunun temel yapı taşları haline getirir. Biyo-politik, toplumun yeni varoluş biçimidir. Ve bireylerde cisimleşir. “Biyo-iktidar toplumsal hayatı, onu izleyerek, özümleyerek ve yeniden eklemleyerek içten düzenleyen bir iktidar biçimidir. İktidar bütün nüfusun hayatı üzerinde etkili bir komutayı ancak her bireyin kendine göre benimseyip yeniden canlandırdığı, bütünsel hayati bir işlev haline geldiğinde başarabilir.” (s. 48)

Biyo-politika kavramı esasen iktidar olgusuyla ilişkili olsa da, Hardt ve Negri tarafından bu, asıl olarak toplumun üretiminin temeli yapılır. Yeni emek ve sınıf teorisiyle eklemlenir. Yeni üretim, biyo-politik üretimdir. Biyo-politik üretim, kontrol toplumunun iktidarına karşı, biyo-politik iktidarı çıkarır. Bu basitçe bir tersine yansıtma biçiminde kurgulanır. Kontrol toplumu kavramı da, biyo-politik kavramı da toplumsal gerçeklik tarafından, yaşadığımız dünyada giderek daha fazla, adeta her gün yeniden ve yeniden çürütülür. Burjuva ideolojik gericiliğin bir zırvası olarak tarihin çöp sepetine atılır. “Postmodern dünyada artık kontrol toplumu var, artık baskı aygıtları yerine bireylerin beyinleri ve bedenleri üzerinde iktidar kuran ‘demokratik’ iktidarlar var” diye çığırtkanlık yapan postmodern teorisyenler, ABD’nin yeni faşizmi tesis eden baskı aygıtlarına, Guantanomo toplama kampına, Cenova’da dökülen antiküreselci göstericilerin kanma, siyonist İsrail’in sınır tanımaz faşizmine ve dünyayı kana, ölüme boyayan diğer diktatörlüklere bakmalıdırlar.

Karşı-İmparatorluk: Demokratik Küreselleşme İstiyoruz!

Karşı-imparatorluk, imparatorluğun çokluk tarafından dönüşümünü esas alan bir “alternatif”, “gelecek tasarımı”dır. Daha somut ifadesiyle bu, küreselleşmeye karşı “demokratik küreselleşme” projesidir. Bu anlamıyla karşı-imparatorluk manifestosu, siyasal-toplumsal bir dönüşüm/reform programına tekabül eder.

Karşı-imparatorluğun siyasal-toplumsal programı anlamını “radikal cumhuriyetçilik” kavramında bulur. İmparatorluk yazarları “politik vizyon”un “modern demokrasinin radikal cumhuriyetçi geleneğiyle aynı çizgide biçimlendir”ileceğini (s. 22) açıklar. Karşı-imparatorluğa “postmodern devrimle” ve çokluğun “yeni sınıf mücadelesi”yle ulaşılır. Sol liberal bir siyasal strateji olarak tanımlayabileceğimiz karşı-imparatorluğun “radikal cumhuriyet/demokrasi” programı, burjuva demokrasisini kutsar ve onun ufkunu aşmaz. Önüne burjuva demokrasisinin radikalleştirilmesini ve dönüşümünü koyar. Tam da burada modernizmin ürünü olan her şeyden radikal bir biçimde kopuşulurken, onun bir ürünü olan burjuva demokrasisinin neden kutsal ve dokunulmaz olduğu anlamlı bir soru ve merak konusu olmalıdır. Hardt ve Negri’nin “postmodern radikal cumhuriyet” projesi,

Ernesto Lacleau ve Chantal Mouffet gibi postmodernistlerin “radikal demokrasi” programıyla örtüşür.

Karşı-imparatorluğun toplumsal programı da kapitalizmin ve imparatorluk düzeninin ufku içindedir. Toplumsal-politik program kapitalizmin reformasyonuna dayanır. İmparatorluk düzenine karşı çokluğun karşı- imparatorluk manifestosu temel üç talebi bayraklaştırır. Bu üç talebin ilki, ‘küresel yurttaşlık hakkı’dır. İkincisi, bir ‘toplumsal ücret hakkı’dır. Üçüncüsü ise, ‘yeniden sahiplenme hakkı’dır.

Küresel yurttaşlık hakkı, “herkesin yaşadığı ve çalıştığı ülkede tam yurttaşlık hakkına sahip olma”yı (s. 401) anlatır. “Sermayenin kendisi emek gücünün daha fazla hareketliliğini ve ulusal sınırlan aşan sürekli gücü talep et”tiğine (s. 401) göre, yasal olarak da bunu düzenlemelidir. Hardt ve Negri, bu talebi esasen İmparatorluğa karşı bir mücadele alanı ve karşı iktidar yaratma alanı olarak ele alır. Tüm güç ve nüfus akışını kontrol etme, buradan bütün dünyayı bir mekan olarak kullanma ve kontrol etmeyi; “yeni haritalar çizme”yi hedefler.

Herkese toplumsal ücret hakkı, emeğin değişen yapısının ve biyo-politik üretimin sonucudur. “Biyo-politik üretim alanında çalan saatler yoktur, proletarya bütün genelliğiyle, her yerde, bütün gün boyunca üretir. Biyo-politik üretimin bu genelliği çokluğun programa- tik ikinci talebini açığa çıkarır: Herkes için bir toplumsal ücret ve gelir.” (s. 403)

Yeniden sahiplenme hakkı, çokluğun makinelerle olan yeni ilişkisini tanımlar. “Bu bağlamda, yeniden sahiplenme bilgi, enformasyon, iletişim ve duygulanımlara özgür erişim ve onlar üzerinde kontrol demektir. .. Yeniden sahiplenme hakkı gerçekte çokluğun kendini kontrol ve otonomun kendini üretim hakkıdır.” (s. 406-407) Yeniden sahiplenme hakkı, insan-makine ilişkisinin geldiği boyutu, insan-makine melezleşmesi ve insanların mekanik hale gelmesi koşullarında, makine ile insan arasındaki yabancılaşmanın ona erişim ve onu kontrol talebi yoluyla aşılacağını söyler.

Karşı-imparatorluk siyasal-toplumsal programını gerçekleştirmek için, yeni bir sınıf mücadelesi önerir. Hardt ve Negri yeni sınıf mücadelesini kurgularken ‘Roma İmparatorluğu’ ve ABD’nin kuruluşundan esinlenmeyi sürdürür. “Bu bakımdan Saint Augustine’nin, kokuşmuş Roma İmparatorluğu’na karşı çıkma projesi bize esin kaynağı olabilir. Hiçbir sınırlı cemaat yönetim karşısında başarılı olamaz ve bir alternatif ortaya koyamazdı; bunu bütün insan topluluklarını ve bütün dilleri tek bir yolculukta birleştiren katolik cemaat başarabilirdi. İlahi kent, bir araya gelmiş, işbirliği yapan ve iletişime giren yabancılardan oluşmuş bir evrensel kenttir.” (s. 221)

Saint Augustine’nin ilahi kentine karşı, yeni bir evrensel kent önerilir. Yerküre üzerindeki her türlü göç ve nüfus akışkanlığı, karşı- imparatorluğun melez kuruluşunu müjdeler. Göç, en güçlü sınıf mücadelesi biçimi olarak görülür. Zira göç sınıf mücadelesinin mekanını ve niteliğini değiştirir. Tüm yeryüzü, yeni mücadelenin sahnesidir. Sınıf mücadelesi göçle evrenselleşir. Böylece karşı-imparatorluk biyo-iktidarının mekanına kavuşur. Bu yeni şehirdir, yani “yeryüzü şehri”dir. Bu, aynı zamanda yerel mücadele devrinin bitmesi ve geçersizleşmesi anlamına gelir.

“Amerikan demokrasisi aslında göç demokrasisi, olumlayıcı ve diyalektik olmayan değerler; çoğulculuk ve özgürlük üzerine kurulmamış mıydı?” (s. 384) O halde, yeni sınıf mücadelesi, ABD’nin kuruluş ve ‘göç demokrasisi’ paradigmasını da örnek almalıdır.

Karşı-imparatorluk, terk, çıkış ve göç üzerine kurgulanan bir sınıf mücadelesinin eseri olarak betimlenir. “Terk ve çıkış emperyal postmodernlik içinde ve ona karşı güçlü bir sınıf mücadelesi biçimidir.” (s. 227) İmparatorluk, kendi mezar kazıcılarını da yaratır. Bunlar, yeni ‘barbarlar’dır. Göç, kapitalizmin dışladığı çokluğun nüfusunu yeni barbarlar olarak hazırlar.

Hardt ve Negri, yeni sınıf mücadelesini imparatorluktan çıkış olarak niteler; “çıkışla biz, cepheden karşı çıkma biçiminde değil; eksilme yoluyla, iktidarı ve itaati red yoluyla yürütülen bir mücadele türünü anlatıyoruz. Çıkış, sadece çalışmayı ve otoriteyi red değildir; hareket ve arzunun önündeki engelleri reddeden her türlü göç ve harekettir.” (s. 218, Dipnot: A. Negri, bir internet sohbetinden)

Ret et! Çalışma! Kaç! Göç! İsyan ederek değil, itaatsizlik ederek; öfkeyle değil, şenlikle, gösteriyle muhalefet et! “Yeni sol... Elvis’in kıvrak kalçasından... doğacak”tır (s. 275). İmparatorluğun karşısına “şenlikli muhalefet” le çıkılır, çıkılmalıdır. Şimdilik herhangi bir politik örgüt, politik hareket sunmayan karşı imparatorluk manifestosu, “sosyalist web siteleri” diyebileceğimiz bir internet ilişkisini önemser.

Hardt ve Negri’nin önerdiği yeni sınıf mücadelesi budur. Somut anlamını da günümüzde tanık olduğumuz antiküreselleşme hareketine vurguda bulur. Karşı-imparatorluk manifestosu, dinsel bir kurguyla oluşturulur. Cemaatleşme vurgusu ve kurgusu çok belirgindir. Bu alternatif, etik yaşama bir vurgunun çok ötesindedir. Hardt ve Negri yeni bir akıl mitolojisi, yeni bir akıl dini önerir. Bu anlamıyla İmparatorluk kitabı, “kutsal metin” çağrışımlarını fazlasıyla taşır.

Bu yazıda postmodernizmin yeni manifestosu olan İmparatorluk kitabını belirli sınırlar içinde ve ana çizgileriyle tanıtmaya, incelemeye ve eleştirel devrimci değerlendirmeye tabi tutmaya çalıştık. Oysa bugün bize gerçekten gerekli olan ise, uluslararası gericiliğin ana ideolojik akımlarından biri haline gelmiş post- modernizmle daha kapsamlı ve esaslı hesaplaşmaktır. Kanımızca İmparatorluk manifestosu bunun için en uygun “hesaplaşma kitabadır. Böyle bir hesaplaşma, Engels’in Anti-Dühring’i ve Lenin’in Materyalizm ve Ampriyokritsizm’i tarzında ve işlevinde olmasıyla esinlenmelidir.

Gerçek bir hesaplaşma ile yeni idealizmin, yeni “komünizm” teorilerinin defterlerini dürebiliriz. Gerçek şu ki, İmparatorluk kitabı, ihtilalci sosyalizm ve bilimsel komünizm teorisinin aydınlatmakla, çözümlemekle yükümlü olduğu; ve başta günümüz kapitalist dünyasının kapsamlı analizi olmak üzere kendini yeniden üreteceği teorik-ideolojik konuları ele alıyor ve bunları burjuva ideolojik üretime dönüştürüyor. Yeni burjuva sol buradan türüyor, besleniyor.

Çok açık ki, marksist-leninistlerin önünde yüklü teorik aydınlatma görevleri duruyor.

Ellen Meiksins Wood’un marksistlere bu alandaki çağrısı anlamlıdır: “Postmodernizm, çağdaş kapitalizmin koşullan hakkında, çarpıtılmış bir biçimde bize bir şeyler söylüyorsa, gerçekte marifet tam da bu koşulların ne olduklarını, niye öyle olduklarını ve buradan nereye gideceğimizi anlamaktır. Başka bir ifadeyle, marifet bu koşullara boyun eğmek ve ideolojik ayarlamalara dalmak yerine bu koşulların tarihsel açıklamalarını göstermektir. Marifet, mevcut entelektüel modaların sahte çözümler sundukları -ya da çözüm sunamadıkları- gerçek sorunları saptamak; ve bunu yaparken, bu koşulların eyleme ve direnişe dayattıkları sınırlara meydan okumaktır. Marifet, bugünün koşullarına neşeli (hatta sefil) robotlar olarak değil, eleştirmenler olarak yanıt vermektir.” (s. 24, Ellen Meiksins Wood, Postmodern Gündem Nedir? Marksizm ve Postmodern Gündem, Ütopya Yayınevi) Marifet devrimcilerdedir, marksist-leninistlerdedir. Hic rhodus, hic salta! (*)

*Hic Rhodus, hic salta!: “İşte hendek, işte deve” (Kapital Cilt I, s. 169, Dipnot)

Mini Sözlük

Aktüel: Hareket halinde olan enerji.

Amalgam: Diş tedavisinde kullanılan dolgu maddesini oluşturan bir karışım...

Amorf: Şekilsiz

Epigraf: Bir edebi yapıtın başına ya da bölüm başlarına yapıtın tümünün ya da ilgili bölümün ana fikrini açıklamak üzere konulmuş özlü söz.

Epistemik Görecelilik: Bilginin değişebilirlik durumu. Muhtevanın belirsizlik olasılığı.

Epistemoloji: Bilgi bilimsel.

Fantazma: Gerçekten kopuk, kurmaca.

Fenomenolojik: Olgusal.

Formatlamak: Şekillendirmek, biçim vermek, kategorilere ayırıp kalıplaştırmak.

İzotop: Sadece atomların kitleleri bakımından birbirinden farklı olan aynı kimyasal elementler.

Kolaj: Hazır durumdaki her türlü basılı, çizili ya da fotoğrafik malzemenin bir yüzey üzerine yeni bir kompozisyon oluşturacak düzende yapıştırılması. İlkin Dadaizm akımına mensup ressamlar tarafından uygulanan bu tarz, gittikçe tiyatro ve sinema başka gelmek üzere, pek çok sanatsal ve entelektüel çalışmada yaygınca kullanıldı. Kolaj tekniği, sanatsal ya da entelektüel üretim sürecini, sadece yeniden düzenleme etkinliğiyle sınırlı bir derlemeciliğe indirgemiş olur.

Komprador: Sömürge ve bağımlı ülkelerde dış ticareti elinde tutan ve yabancı sermaye ile iç pazar arasında komisyonculuk yapan burjuvazinin (özellikle de büyük tüccar kesiminin) en tepesindekiler.

Komprador entelijensiya: Komprodor sistemin entelektüel takımı.

Matruşka: Bir Rus bebeği. Bu oyuncak bebeğin içinden sürekli kendi benzerleri çıkartılabilir.

Manipülasyon: Yönlendirme; çarpıtma.

Metamorfoz: Başkalaşım

Müteveffa: Ölmüş, ölü.

Nosyon: (soyut) Kavram

Ontolojik: Bir varlığın iç bilgisiyle ilgili olan; varlığın bilgisi.

Postkolonyalizm: Postsömürgecilik, sömürgecilik sonrası.

Postulat: Kavramsal söz, terim

Retorik: Söz sanatlarını içeren disiplin; belagat.

Sismograf: Depremyazar

Teknolojik determinizm: Teknolojiye indirgemek.

Tematik: İçeriksel, içerikle ilgili.

Yapısalcılık: Sanatsal ve düşünsel bir eseri, tarihsel maddeciliğin tersine, çevresel koşullardan soyutlayarak ve onu yalnızca “kendisi olarak” değerlendirmeyi öngören bir kuramsal yöntem. Yapısalcı yaklaşımda amaç, sanat ürününün yapısını çözümlemektedir. Bu çözümleme işi, duruma ve incelenen nesnenin analiz konusuna göre, yapı sö- kümcülük, yapı-çözümcülük. Şeklinde ifadelendirilir. Başka temsilcileri arasında Jacgues Derrida’nın geldiği bu yönteme göre, bir yapıtın hangi toplumsal ve ekonomik koşullarda üretildiği eleştiri tekniğinin konusu olamaz. Böylece yapısalcılık, öncelikle idealizme kayan, sonra da postmodernist söyleme ve yönteme alan açan subjektif bir değerlendirme tarzı olarak dikkat çeker.

Virtüel: Durgun, harekete henüz geçmemiş enerji.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. İmtiyaz Sahibi: Şengül Güneş Bali
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şengül Güneş Bali

Bize Ulaşın

Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt.
No: 8/10 Aksaray/İstanbul (0212) 529 15 94
E-posta: info@marksistteori.org Twitter: @mt_dergi